• Sonuç bulunamadı

Express dergisinden Ulus Atayurt, Dünya Su Forumu için

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Express dergisinden Ulus Atayurt, Dünya Su Forumu için"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Express dergisinden Ulus Atayurt, Dünya Su Forumu için İstanbul'da bulunan Kanadalı yazar, aktivist, "su savaşçısı" Maude Barlow ile, Açık Radyo'da bir söyleşi yaptı. Bu söyleşinin kısaltılmış hali ilk olarak Express dergisinin son sayısında yayımlandı.

***

Şirketlerin dümen suyundaki Dünya Su Forum'u şaşalı törenlerle İstanbul'da gerçekleşir ve AKP hükümeti Türkiye sularının nehirler de dahil olmak üzere özelleştirmesi için elinden geleni ardına koymazken, sermaye sevdalıların kötücül senaryoları hiç de tıkırında gitmiyor. Dünya Bankası gibi özelleştirmenin baş aktörlerinden bile çatlak sesler yükselirken, toplumsal hareketler ve “su hakkı savaşçıları” safları giderek sıklaştırıyor. Su savaşçılarının ele başı ve annesi Maude Barlow, şedit forumun ilk yıllarından itibaren, örgütlediği eylemlerle, hazırladığı raporlarla su

hakkımızın önde gelen savunucularından biri olarak dünya halklarına umut saçıyor. Kimileri, onu yakın zamanda Birleşmiş Milletler Meclis Başkanı Miguel d’escoto Brockmann’a su danışmanlığı yaptığı için pervasızca suçlaya dursun, o D’escoto, Maude'un desteğiyle su özelleştirmesine cepheden karşı çıktığı için Dünya Su Forumu'nun kapısından içeri giremiyor, ancak özelleştirme karşıtı düşüncelerini her fırsatta dile getirmekten de geri durmuyor. Ancak Maude Barlow’u sadece BM meclisi danışmanı, para almadığı bu işin memuru, olarak adlandırmak ona haksızlık etmek olur. Zira o Uruguay'dan Bolivya'ya, Kanada'dan, Japonya'ya tüm halkların su mücadelesinde hazır bulunmakla kalmayıp, eylem imkânı bulunmayan yerlerde bile, örneğin Kyoto'da, etrafında topladığı aktivistlere çanlar verip, Su Forumu salonlarına girerek söylenen her yalanda yüzlerce çanın çalmasına vesile oluyor. Ülkesinde, Kanada'daki en büyük sivil toplum örgütü Kanadalılar Konseyi'nin başında petrol şirketlerine karşı su ve orman mücadelesini de canhıraş sürdüren Maude Barlow'a halkarın su savaşını ve umudun kaynağını sorduk. Yordam Kitap’tan yeni yayımlanan Su Sözleşmesi adlı kitabı vesilesiyle Maude Barlow eşiliğinde bir bir dünya turuna çıkalım:

Su hakkı kavramı etrafında bir mücadeleden söz ediyoruz ve her mücadele gibi bunun da çeşitli tarafları var. Su hakkı etrafındaki bu mücadelenin ne anlama geldiğini bize anlatabilir misin?

Eğer dünya üzerindeki suların tamamını kullanabiliyor olsaydık, böyle bir mücadeleye gerek kalmazdı. Bizim mücadelesini verdiğimiz şey, temiz ve ulaşılabilir su. Su dünyanın her yerinde var, ancak temiz su hepimiz için ulaşılabilir değil. Dünya üzerindeki su miktarı azaldıkça bu mücadele de şekilleniyor. Asıl mesele, suya kimin erişip kimin erişemeyeceğine kimin karar vereceği. Bu nedenle, gün geçtikçe, öncelikle ulus-devletler arasındaki mücadele hatlarının daha da belirginleştiğini, yeni hatların ortaya çıktığını göreceğiz. Örneğin ABD ile Çin, su için kendi sınırlarının ötesine nüfuz etmeye başlıyorlar. Kimi zengin, ancak su fakiri ülkeler de yoksul ülkelerin su kaynaklarını ya da su bulabilecekleri topraklarını satın alıyorlar. Aynı zamanda su ihtiyacını karşılamak isteyen büyük şehirlerin boru hatlarıyla etraflarındaki daha küçük yerleşimlerin sahip olduğu suya el koyduklarını görüyoruz. Dolayısıyla dünyanın her bölgesinde zenginlerle yoksullar arasında su etrafında bir çatışma başladığını görüyoruz. Ama yine de görebildiğim kadarıyla, en büyük mücadele su kaynaklarının idaresinde kimin daha çok söz hakkı olacağı üzerinde yürüyor. Buna piyasa mı karar vermeli? Yani Coca-Cola gibi büyük şirketler mi karar verici olmalı? Yalnızca sağ politika değil, pek çok çevreci de su kaynaklarının ancak piyasa mekanizması çerçevesinde korunabileceğini söylüyor. Bu mücadelenin diğer cephesinde ise, suyun bir meta olamayacağını ve dünyanın tümüne ait olduğunu söyleyenler var. Bu taraf aynı zamanda suyun yalnızca insanlara değil, dünya üzerindeki tüm türlere ait olduğunu ve suyun tamamına el koyma hakkımız olmadığını söylüyor.

Problem sadece suyun özelleştirilmesi değil, aynı zamanda giderek azalması ve gelecekte bir su kıtlığı ile

karşılaşabilecek olmamız. Aynı zamanda su ile küresel ısınma arasında da karşılıklı bir ilişki var. Kitabınızda da bundan söz ediyorsunuz. Özelleştirme sorunlardan yalnızca biri değil mi?

Evet. Dünyadaki suya ne yaptığımızı iyi anlamamız gerekiyor. Okula giden tüm öğrenciler dünyadaki su varlığının başlangıçta ne kadarsa şimdi de o kadar olduğunu öğreniyorlar. Öğretmenler yalan söylemiyorlar ama bu doğru değil. Kirlilik nedeniyle, aşırı yapılaşma nedeniyle ve yeraltı sularının çekilmesi nedeniyle suyun kendi doğallığı içindeki sağlıklı döngüsü kesintiye uğramış durumda. Kimi örneklerde, çöller gibi, olmaması gereken yerlere su taşınmış durumda. Öte yanda büyük şehirlere taşınan su yeniden kaynağına dönmüyor, yalnızca tüketiliyor ya da kirletilerek denizlere akıtılıyor. Ormanlar ortadan kalktığı zaman yağmur yağmıyor ve bir müddet sonra da susuzluk baş

(2)

gösteriyor. Anlamak zorunda olduğumuz şey tam olarak şu: Hep birlikte yaptıklarımızın sonucunda yalnızca suya eşit erişimi engellemekle kalmıyoruz, bu da büyük bir sorun, ancak başka bir sorun daha var, o da suyun giderek azaldığı ve içilebilir temiz suyu tükettiğimiz. Ortadoğu'da, Çin'in kuzeyinde bu sorun çok kötü sonuçlara yol açmak üzere. Çin, milyonlarca varil suya el koyduğu için Hindistan susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya ve bilim adamları bu bölgelerde büyük çatışmalar çıkabileceğini söylüyorlar. Avustralya'da suyun yanlış kullanımından kaynaklanan pek çok sorun yaşanmakta. ABD'de, Colarado Nehri kurumak üzere. Mexico City'de benzer bir durum var. Akdeniz çevresinde su mültecileri oluşmaya başladı. Oysa insanlar bunun Akdeniz havzasında olamayacağını zannediyorlardı.

“Su mültecileri” yeni bir kavram olarak çıkıyor karşımıza...

Evet. Bu terimi daha da çok duymaya başlayacağız. Ayrıca suyun yerinin değiştirilmesi, en az aşırı tüketilmesi kadar kötü sonuçlar doğuruyor, çünkü iklim değişikliğine neden oluyor. Çünkü suyu taşıyarak yerini değiştirdiğimizde çöller yaratıyoruz. Kullandığımız suyu sonrasında denizlere gönderdiğimizde, deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyoruz. Aynı zamanda karasal, temiz, kullanılabilir suyu da kaybediyoruz. İklim değişikliğinin tam bir tanımını henüz yapabilmiş değiliz. Yağmurları geri getirmek, sağlıklı bir ekosistemi yeniden yaratmak ve yine sağlıklı bir hidrolojik döngüye ulaşmak için bütün bunları bilmemiz ve önlem almamız çok önemli.

Bu öykünün şirketlerle ilgili tarafına baktığımızda onların bu konularda çok da gönüllü bir çaba içerisinde

olmadıklarını görüyoruz. Hatta kimileri kirli suyun iyi bir iş fırsatı olduğunu düşünüyorlar. Şirketler bu süreçte nasıl bir rol üstleniyorlar?

Yalnızca su şirketleri değil söz konusu olan. Birçok şirket üretim süreçlerinde su kullanıyor. çip üreten fabrikalar da, otomotiv sektörü de, tarım şirketleri de her gün su kullanıyor.

Buna siz "virtual trade" (sanal/gizli ticaret) diyorsunuz.

Çünkü gittikleri ülkenin su kaynaklarından elde ettikleri bir fayda var ve bu faydayı da pazarlamış ve tabii bu arada oradaki su kaynaklarının da ticaretini yapmış oluyorlar. Bu nedenle buna “sanal/gizli su ticareti” diyorum. Ayrıca suyun nasıl bir öneme sahip olabileceğini en erken fark edenler de yine şirketler. Bu nedenle yalnızca suyla ilgilenen bazı şirketler var. Fransız Suez, Veolia gibi şirketler, zengin, çok büyük ulusaşırı yapılara dönüştüler. Öncelikle küresel güneyin en yoksul ülkelerine yöneliyorlar. Bunun için de Dünya Bankası'ndan yardım alıyorlar. Çünkü bu ülkelerin bu şirketlere ve Dünya Bankası gibi bir kuruma direnebilecek güçleri yok. Şirketler bu ülkelere kâr kaynağı olarak bakıyorlar. Bu ülkelerin su kaynaklarına küçük yatırımlar yapıyor ancak büyük kârlar elde etmek istiyorlar. Bunun için de gittikleri ülkelerdeki su fiyatlarını artırıyorlar ve yoksulların suya erişimini tehlikeye atıyorlar. Ayrıca “ön ödeme” dedikleri bir sistem geliştiriyorlar. Suyu kullanmadan önce kontür almak zorunda kalıyorsun.

Bu sistem şimdi İstanbul'da da başladı.

Bu, onların su yatırımlarını kullanıcılara finanse ettirmek için buldukları bir yöntem. Su özelleştirmesindeki ilk

yöntem buydu. Yani suyun dağıtımının ve kaynağındaki tesisatın özelleştirilmesi. Buradan şirketler çok büyük paralar kazandılar. Özelleştirmenin bir başka şekli ise şişelenmiş suydu. Her gün 250 milyar litre su şişeleniyor. Bu şişelerin çok büyük bir bölümünün geri dönüşümü mümkün değil. çünkü geri dönüşüm için de enerji ve para harcanması gerekiyor. Plastiği dönüştürmek için çok büyük bir enerji kullanmanız gerekir. Dolayısıyla 250 milyar plastik şişe gezegenin çeşitli yerlerinde öylece kalıveriyor. Pepsi, Coca Cola ve Nestle gibi büyük şirketler bu işten büyük para kazanıyor. Kuzey Amerika'da bu konuda büyük bir mücadele veriliyor şirketlere karşı. Ve şimdi de su ticareti başladı. Su ticareti aslında su hakkının ticareti anlamına geliyor. Bunun ilk örneklerinden biri Avustralya. Avustralya'da büyük bir kriz yaşanıyor. Avustralya hükümeti aptalca bir iş yaptı ve çiftçilere kendi topraklarından çıkan suyu satma hakkı verdi. Onlar da suyu büyük şehirlere, fabrikalara ve şimdi de ulusaşırı şirketlere satmaya başladılar. Arada bu ticareti gerçekleştiren komisyoncular, borsacılar oluştu. Şu anda Avustralya hükümeti bu izni geri alıp, o suya hep birlikte ihtiyacımız var demek zorunda, ama tabii ki bu ayrıcalığı alanlar şimdi direnecekler. Şili bütün su sistemini

özelleştirdi. Pinochet dönemindeydi...

(3)

Evet. Şimdi bu uygulamayı kaldırdılar. Şimdi burada, yani Beşinci Dünya Su Forumu'nda da benzer bir uygulama için yöntem arandığı söyleniyor. Şili'de Pinochet'nin korkunç baskı rejimi ve işkencenin ötesinde bu konuda da olumsuz bir mirası vardı. Su kaynakları maden şirketlerine, fabrikalara özelleştirilmişti ve onlar da suları istedikleri gibi zehirlediler. Bu Şili'nin en büyük problemi. Kaliforniya'da aynı şey oldu. Benim ülkem Kanada'da da benzer şeyler yaşandı. Şimdi teori şu: Eğer suyu serbest piyasada satmaya başlarsanız su daha kârlı bir şekilde kullanılmaya

başlanır. Ama sattığınız şey su hakkı. Dolayısıyla kullanıcıların kim olduklarını da düşünmek zorundasınız. Belki de doğrudur, endüstride kullanıldığında su daha büyük bir artı değer üretiyordur. İlk kitabımın adı da buradan

kaynaklanıyor: Mavi Altın. Su gerçekten de “mavi altın”. Çünkü suya yatırım yaparak çok büyük para

kazanabilirsiniz. Ve su özelleştirmesindeki son kategorinin de tüm teknoloji olduğunu düşünüyorum. Şirketler ve hükümetler teknolojiye büyük bir yatırım yapıyorlar. Kirli su temizleme teknolojilerine büyük paralar harcanıyor. Su endüstrilerinde en çok üzerinde durulan konu da bu geri dönüşüm teknolojisi. Tuvaletlerdeki sifonlardan, kimyasalların temizlenmesine kadar her alana General Electric gibi büyük firmalar girdi. Şimdi bu şirketler temizledikleri suyun kendilerine ait olduklarını söyleyecekler. Örneğin Coca-Cola kimyasallarıyla önce kirletip ardından temizlediği suyun kendisine ait olduğunu iddia etmeyecek mi? Dolayısıyla bu da suyun kamudan özel sektöre transfer yöntemlerinden biri olarak karşımızda duruyor.

Bu yeni gelişmekte olan teknolojilerin sağlık üzerindeki etkilerini de tartışmak gerekmiyor mu? Siz özellikle nanoteknolojinin öneminden söz ediyorsunuz.

Teknoloji gelişmesini küçük parçacıklar üzerinden şekillendirmeye ve hızlandırmaya başladı. Örneğin nanoteknoloji diye bir şey var şimdi. Diş macunlarından şampuanlara kadar pek çok alana yayılan bir değişim yaşanıyor bu teknolojiyle. Nanoteknolojinin suyun kimyasallardan arıtılmasında da kullanılabileceği söyleniyor. Fakat şöyle bir durum da var: Nanoteknoloji ürünleriyle temizlenmiş suyu kullandığımızda, bu küçük nano parçacıkları bedenlerimize almış olacağız. Beyinlerimize, ciğerlerimize, midemize, tüm organlarımıza nüfuz edecekler. Pek çok ülke

nanoteknoloji konusunda fazlasıyla özgür, herkesin bu alanda araştırma yapmasını ve bulunan teknolojik ürünleri kullanmasını teşvik ediyorlar, binlerce nano teknoloji patenti veriliyor. Olası sonuçları kimse düşünmeye başlamadı henüz. Oysa nano teknolojinin olası zararları üzerine üniversite araştırmaları mevcut.

Bir başka sorun da deniz sularının nükleer enerjiyle temizlenmesi. Nükleer tesislere karşı mücadeleyi Batılı aktivistler 70'lerde, 80'lerde vermedi mi?

Nükleer enerji ne yazık ki geri döndü. Tabii ki ülkelerin enerji ihtiyaçları nedeniyle geri döndü, ama geri dönüşünün bir başka sebebi de su. Kendi sularını korumayı reddeden, bu konuda gönülsüz davranan ülkeler denizden

yararlanmaya başladılar. Bunun için de "deniz suyundan yararlanma planları" (desalination) geliştirmeye başladılar. Deniz suyunu alıp tuzdan ve diğer bakterilerden temizliyorlar, bu atıkları ölümcül kimyasallarla birlikte yeniden okyanusa salıyorlar. Avustralya gibi ülkeler atıkları karadan uzaklaştırmak için çok uzun boru hatları döşüyor ve okyanus açıklarına bırakıyorlar. Aslında temizlemiş olmuyorlar. Çünkü o atıklar yine Avustralya'da kalıyor. Bu operasyon çok pahalı ve enerji yoğun bir nitelik taşıyor. Enerji için daha fazla petrole ihtiyaç var. Ayrıca daha fazla petrol, daha fazla emisyon demek. Bunun için buldukları çözüm de nükleer enerji. Nükleer enerji çok tehlikeli ve aynı zamanda ilginç bir şekilde çok fazla su tüketiyor. ABD'de de bir örneği var. Schwarzenegger, Kaliforniya Valisi kendi eyaletinde iki hafta önce su konusunda acil durum ilan etti. Su kaynaklarının bir an önce korumaya alınması

gerektiğini söyledi. Buraya kadar iyi. Ancak bulduğu çözüm deniz suyunun kullanılmasıydı. Bu tür büyük büyük planlar, büyük barajlar, okyanus suyundan yararlanma girişimleri vs. Çok fazla para gerektiriyor. Avustralya'nın Melbourne kentinde uygulamaya konulan okyanus suyu projesi şehrin tüm bütçesinin yarısı kadar para gerektiriyor örneğin. Dolayısıyla finansal anlamda yerle bir oldular. 2-3 hafta önce bankalar açıklama yaparak bu tür projeleri destekleyemeyeceklerini söylediler. Bu tür teknolojiler hem tehlikeli olabiliyor hem de yanlış teknolojiye para yatırarak çok büyük finansal kayıplar yaşanabiliyor. İnsanlara bu çok basit geliyor, "deniz suyundan yararlanalım gitsin" diyorlar. Ama bu yalnızca problemin yerini değiştirmeye yarıyor.

Bu finans meselesiyle devam edelim isterseniz. Dünya Bankası, küresel ölçekte özelleştirme hareketinin temel finansörü ve örgütleyicisi durumunda. Dünya Bankası'nın bu konudaki politikalarını biraz anlatır mısınız?

Dünya Bankası küresel güneydeki özelleştirme politikalarına suyla başlamadı. “Yapısal uyum programı” dedikleri programlarla ülkelere şunu söylediler: “Eğer, sağlık, eğitim, alt yapı, enerji vs. konusunda yatırım yapmak istiyorsanız

(4)

ve bizden para talebiniz varsa, Washington Konsensüsü ile tasarlanan kalkınma modelini de satın almak zorundasınız. Bu da şu anlama geliyor: Hükümet regülasyonlarını kesmen, sendikalarını güçsüzleştirmen, özelleştirmeye hız

vermen, kaynaklarını kamulaştırmaktan vazgeçmen, sağlık ve eğitim yatırımlarından çekilmen ve bu alanlara bizim şirketlerimizin girmesine izin vermen gerekiyor. Rekabete ve serbest piyasaya izin vermen gerekiyor. Kendi özel şirketlerini de korumaktan vazgeç. Eğer bunları yapmazsan bizden para da alamazsın.” Bu ülkeler de kurulan bu tuzağa düştüler. Kredileri aldılar ve özelleştirme ihalelerine giren şirketlere verdiler. Su özelleştirmesinin başlaması yalnızca zaman meselesiydi. Ve nihayet yapısal uyum programlarına su özelleştirmeleri de dahil edildi. Küresel güneyde böylece su özelleştirmeleri de başlamış oldu. Tek sorumlu Dünya Bankası da değildi, başka finansal kuruluşlar da bu işe dahil oldular. Food & Water Watch bu özelleştirmeleri izleyerek çok iyi bir iş başardı. Su hizmetlerinin kamudan özel şirketlere nasıl aktarıldığına ilişkin raporlar hazırladılar. 3 yıl önce yayımladıkları bir raporda, küresel güneyde su hizmetlerine giden finansmanın yüzde 94'ünün özel sektöre aktarıldığını söylediler. Finansal kuruluşlar kamuya hemen hiç yatırım yapmamışlardı. Bununla birlikte inanılmaz bir basınç oluştu Dünya Bankası üzerinde. Dünya Bankası su hareketi tarafından zorlanmaya başladı ve Dünya Bankası bu konuda daha eleştirel bir tutum takınmak durumunda kaldı. Bu su hareketinin bir başarısıydı. İnsanlar zaman zaman umutlarını kaybediyorlar ama ben hiç kötümser değilim. Bu türden çalışmalarla sonuca ulaşabildiğimiz pek çok durum yaşadık. Şu ana kadar bu işin karanlık yanından çok fazla bahsettik. Dünyanın her yerinde muhteşem su savaşçıları var ve giderek daha fazla etkinlik gösteriyorlar. Bize bu hareket hakkında da bilgi verir misiniz?

Su savaşçıları her yerdeler. Asya ve Afrika'da küçücük köyler ve topluluklar, Latin Amerika'da favelalar, Kanada'da Kızılderili toplulukları, dünyanın her yerinde şehirlerde, üniversitelerde insanlar bir araya gelerek oluşturuyorlar bu hareketi. Biz bu hareketin yalnızca makaleler yazan, araştırmalar yapan kısmıyız. Yaptığımız şey şu; bu araştırmaları gündelik dile çeviriyor ve insanların durumu anlamalarını sağlamaya çalışıyoruz. Aktivistler, sanatçılar, sinemacılar, müzisyenler herkes burada. Bütün dünyada örgütlenen bir Uluslararası Su Adaleti Hareketi var şu anda. Ve kesinlikle çok güçlü. Afrika Su Ağı, Latin Amerika'da Red Vida, Avrupa Su Ağı zaten çok güçlüler. İki hafta sonra

Avustralya'ya gideceğim, çünkü orada da böyle bir ağ oluşturuluyor. Bütün bunlar çok heyecan verici. İnternet sayesinde birbirimizden her an haberdar olabiliyor ve bir araya gelebiliyoruz. Birbirimizle her an iletişim halinde olabiliyoruz. Dün BM Meclisi Başakanı Peder Miguel D’escoto'nun, Dünya Su Forumu'yla ilgili bir açıklamasını yayımladım. Dünya Su Forumu'nu eleştiriyordu ve bu onun için gerçekten çok cesur bir adım. Bugün bu açıklama dünyanın her yerinde, olabilecek bütün dillere çevrilmiş durumda. Bunu yapabiliyoruz, çünkü çok kalabalığız, zekiyiz, birbirimizi çabucak buluyoruz, strateji geliştirip bunu paylaşabiliyoruz, birbirimizi destekliyoruz, birbirimizin

tecrübelerinden çok şey öğreniyoruz. Dünyanın herhangi bir yerinde, bir hükümet aramızdan birine kötü şeyler yaptığında anında tepki verebiliyoruz. Hiçbir şey yapamazsak bile hükümete, "Bütün dünya seni izliyor, ona göre at adımını" diyebiliyoruz. Uruguay dünyada su hakkıyla ilgili referanduma giden ilk ülkeydi. Oraya üç kez gittim. Üçüncüsü seçimin hemen öncesindeydi. çok endişeliydim, çünkü parlamentolarında konuşacaktım. çünkü şirketler ve Bölgesel Kalkınma Bankası, “bu yaptığınız çok saçma, dünyanın her yerinde sular özelleştiriliyor” diyordu. Ama biz hemen çıkıp, “Kanada'da su hizmetlerinin yüzde yüzü kamu tarafından işletiliyor, ABD'de yüzde 90'ı, Avrupa'da yüzde 75'i, dolayısıyla siz yalan söylüyorsunuz” dedik. Bu mesajı medya aracılığıyla yaygınlaştırıp, şirketlerin yalan söylediklerini herkese duyurduk. Bu böylesi bir destek. Alternatif Su Forumu düzenliyoruz, Dünya Sosyal

Forumları’nda bir araya geliyoruz, sendikalarla birlikte çalışıyoruz.

Bu anlamda mücadelenin başarıya ulaştığı birçok durum da var aslında. Uruguay, Arjantin buna örnek... Ama çin biraz karanlık görünüyor.

Çin hakkında çok araştırma yaptım, ama söyleyecek iyi bir şey yok elimde. Orada da büyük bir hareket var, ancak hükümet çok baskıcı ve aktivistlerin dünyanın geri kalanıyla iletişime geçmeleri hiç kolay değil. Ancak şu kadarını söyleyebilirim. Çin'de büyük bir ayaklanma var. çevre, insan hakları, kadın hakları, işçilerin çalışma koşulları gibi alanlarda pek çok ve güçlü hareketler var. Birbirlerini çok iyi tanıyorlar, ancak dünyayla etkileşim içinde olamıyorlar. Fakat orada yaşayan kimi dostlarım neredeyse her beş dakikada bir Çin'in bir yerinde bir protesto gösterisinin

yapıldığını anlatıyorlar. Dolayısıyla Çin'de herkesin hükümete biat ettiği yolundaki bilgi hiç doğru değil. Orada çok büyük bir hareketlenme var. Önünü ne kadar keserseniz kesin bu bilgilerin dünyaya sızmasını engelleyemezsiniz. Çin büyük bir kriz yaşıyor, özellikle su konusunda. Çin hükümeti, suyu söz gelimi tarımda değil de ayakkabı üretimi gibi sanayi alanlarında kullanırsa her damla sudan 60 kat daha fazla kâr elde edebileceğini hesaplamış. Bu nedenle de suyun yönünü tarımdan ve doğal ortamından sanayiye aktarıyor. Ancak orada sanayi de çok sık yer değiştiriyor ve bir

(5)

bölgeden vazgeçtiklerinde arkalarında çok büyük bir kirlilik bırakıyorlar. Buna karşılık çin hükümeti, örneğin Pekin civarında bazı planlar hazırlıyor. Yer yüzeyini çok büyük bir basınçla suya tâbi tutarak çölleştirmek ve böylece sanayi kullanımına açmak istiyorlar. Bu nedenle her yıl çok büyük ölçeklerde tarım toprağını çölleştiriyorlar. Bunun için de çok büyük bir su boru hattı inşa ediyorlar. Gereken suyu Tibet ve Himalayalar’dan alacaklarını söylüyorlar. Tabii ki bununla yetinmeyecekler ve Asya'nın birçok su kaynağının başlangıcına sahip olduklarından o suları da

kullanacaklar. Bir başka deyişle Asya'nın su kaynaklarını çalacaklar. Bu da orada, örneğin Hindistan ve çin arasında büyük bir su savaşı çıkabileceğini gösteriyor. Ama bir mucize olarak gördükleri ekonomik yükselişlerini durdurmak istemiyorlar. Bu durum beni çok endişelendiriyor. çin çok büyük bir soru işareti.

Peki İstanbul'daki Dünya Su Forumu hakkında ne düşünüyorsunuz. Kimi iyimser insanlar bu forumun son olacağını söylüyorlar. Siz de aynı fikirde misiniz?

Ben tüm forumlara gittim. İlki daha çok strateji belirlemek için şirketler tarafından kapalı kapılar ardında yapıldı. İkinci Dünya Su Forumu ise çok belirleyiciydi. İlk kez o kadar insan bir araya gelmişti ve o günden bugüne ne kadar değiştiklerini rahatlıkla söyleyebilirim. O forum esnasında bir araya gelebilen aktivistlerin sayısı 40-50'yi geçmiyordu. Elbette programda bize yer verilmemişti ve alternatif bir zirve yapmayı da planlamamıştık. Fakat organize olup bütün panelleri dolaştık ve bütün konuşmacılara muhalefet ettik. Yalan söylediklerini herkese açıkladık. En azından oradaki dinleyiciler bizi duymuş oldular, aralarında Dünya Bankası'nın ve şirketlerin temsilcileri de vardı. Hem şaşkınlardı hem de ne diyeceklerini bilemiyorlardı. O forumdan bir panel hatırlıyorum; Dünya Bankası temsilcilerinden biri bizim konuşmamıza izin vermiyordu. Toplantıda 12 kişiydik ve sonunda ayağa kalkıp, “Sayın oturum başkanı, şimdi gidip buraya başka bir başkan atanmasını isteyeceğim, çünkü bizi konuşturmuyorsunuz” dedim. Bana, “bunu yapamazsın” dedi. Dedim ki; “galiba yaptım bile.” Muhteşem bir durumdu. Adam sanırım Afrikalıydı, ama şimdi adını

hatırlamıyorum, bana seslenip, "hadi, devam et" dedi. Aradan dokuz yıl geçti. Ondan sonra Kyoto'daki toplantıya da gitmiştik. Daha da organize olmuştuk. Hem dışarıda hem içeride konuşuyorduk. İçeride özelleştirme karşıtı olarak söylediklerimiz sonuç deklarasyonuna yansıdı. Mexico City'de her şey değişti. Binlerce protestocu şehre geldi. Muhteşem bir alternatif forum gerçekleştirdik. Bizim için tam bir dönüm noktasıydı. Fakat benim için dünkü toplantılar da bir dönüm noktası oldu. Biz Uluslararası Alternatif Su Forumu'nu gerçekleştirdik. Çok güçlü bir deklarasyon yayımladık. Deklarasyonun merkezinde Dünya Su Forumu yoktu. Onların başarısızlığa uğradıklarını hissettim ve rahat bir nefes aldım. Bu başarısızlığın onlar da farkındalar. Şimdi bulduğumuz çözüm önerilerini daha fazla insana duyurmanın ve onları harekete geçirmenin tam zamanı, çünkü onların önerilerini hayata geçiremeyecekleri ortaya çıktı. Bu işler sadece protesto ederek olmaz. Bu başka bir yönde harekete geçmek için olabilecek en doğru zaman. Bu yüzden bu forum benim için gerçekten büyük bir dönüm noktası oldu. Son Dünya Sosyal Forumu'nda da böyle bir hisse kapılmıştım. Önceleri Dünya Sosyal Forumu da Dünya Ekonomik Forumu'nu protesto etmek için toplanmıştı. Ama biz ne zaman Dünya Sosyal Forumu'nda bir araya gelsek, ekonomiden söz etmeye başladık. Biz kimdik? Kendi imkânlarıyla bir araya gelmiş ve dünya meselelerini dert edinmiş insanlar. Zamanla oradan da bir şeyler çıktı, artık Davos ile ilgilenmez olduk. Bence gerçek model bu. Onlar ş imdi yenildiklerini anlamaya başladılar.

Dolayısıyla bizim açımızdan da bir değişiklik yapmanın tam zamanı. Dünya Su Forumu'ndaki insanların bu dinamikleri anlayabilmeleri mümkün değil. çünkü bunu görmemeleri için elden gelen yapılıyor. Yürüyecekleri sokaklardaki evler bile onarılıyor. Herşey onlara pırıl pırıl gösteriliyor. Şehirde VIP olarak dolaşıyorlar. O forumun çerçevesine girdiğiniz zaman VIP salonlarına, restoranlarına, toplantı odalarına, sigara odalarına ve tabii VIP tuvaletlerine giriyorsunuz. Ve biliyor musunuz, VIP tuvaletlerinde işeyemezsiniz eğer VIP değilseniz. Benim bu konudaki favori hikâyem şu. Ben forumda bir tuvalete girdim. Sifonu çekmek istiyorum. Düşünün 500 Avro

veriyorsunuz içeriye girmek için. Tuvalete giriyorsunuz ve orada ne sifonu çekmek ne de elinizi yıkamak için su var. Bu su sorununun küçük bir mekânda yeniden üretilmiş halinden başka bir şey değil! Eğer paran varsa ve VIP isen suyun da olur, şişelenmiş suyunu da içersin, sifonunu da çekersin... Bugün onlar için çok önemliydi. Çünkü Suez, Veolia vs.'nin temsilcileri ağırlıyorlardı misafirleri. Bunun için de Fransız yemekleri ve şarapları hazırlamışlardı. İnsanlar Fransız pavyonunda bedava yemek ve şarap için sıraya girdiler, ben de yanlarına gidip bazı bilgiler vermeye çalıştım. Bütün o şirketler sloganlarında suya değer verdiklerini söylüyorlar. Bu tuhaf bir şey. Biliyorsunuz bir sonraki su forumunu Güney Afrika'da gerçekleştirmek istiyorlar. Orada Güney Afrika Cumhuriyeti'nden birkaç kişi vardı, geleneksel kıyafetleriyle dans ediyorlardı.

Güney Afrika su özelleştirmesi yüzünden zaten epeyce zorlanmış durumda değil mi?

(6)

kimse içemiyor. Bana Güney Afrikalıların yüzde 80'inin su faturalarını ödeyemediklerini anlattı. Su saatine dokunduğunuz anda çalışmaya başlıyor ve her damla su faturalandırılıyor. Öte yandan su onların anayasalarında insan hakkı olarak konumlandırılmış durumda. Bu yüzden gelecek seçimlerde mevcut Afrika hükümetine (ANC) bol şans diliyorum, çünkü orada insanlar gerçekten çok öfkeliler.

Dünya Sosyal Forum'u da orada gerçekleştirilecek. Dolayısıyla gene de bir umut var değil mi?

Her zaman var. Orada Sosyal Forum olmasa bile çok büyük bir Alternatif Su Forumu gerçekleştirilecek.

Hükümetlerin bu işteki rolleri konusunda ne diyebiliriz? Başlangıçta daha belirsiz bir durum vardı sanki, şimdi ise kendi aralarında da bir takım sorunlar var gibi gözüküyor.

Öncelikle şunu aklımızda tutmalıyız. Bu işin en büyük faili hükümetler değiller. Bu çok büyük bir ticaret gösterisi. Dünya Su Konseyi oluşturulduğunda ve BM bir adım geride durdu ve bu tür büyük toplantıları kullanan ticari şirketler forumu ön plana çıkarttılar. Hükümetler bu toplantılara sanki BM toplantılarıymış gibi katıldılar ve müzakerenin gücünden yararlanabileceklerini düşündüler. Hükümetlerin hesaba katmadıkları şeyse bu tür müzakerelere katılırken kendi seçmenleriyle aralarındaki ilişkilerin nasıl bir şekle bürüneceğiydi. Hükümetler başlangıçta bunu öngörmeseler de zaman içerisinde su meselesinin BM'den şirketlerin kurguladıkları bir bağlama taşınmasına katkıda bulunmuş oldular.

BM'nin de burada çok büyük hataları var galiba... Gerçi onlar “özelleştirme” demiyorlar, “kamu-özel sektör işbirliği” demeyi tercih ediyorlar.

Bugün dağıtılan dokümanlardan birinde Coca-Cola'nın bir reklamı vardı. Bu yalnızca bir parlatma girişimi. Fakat haklısınız, forumda ülkeler arasında bir sürü çatlaklar vardı ve bunlar ortaya çıktı. Sonuç deklarasyonunda da bu görülecek. Dört Latin Amerika ülkesi sonuç deklarasyonuna muhalefet ediyorlar. Açıkça muhalefet etmeyen ülkeler bile bugüne kadar uygulanan projelerin başarısızlığa uğradığının farkındalar ve bunu sorguluyorlar. Forum'un artık işe yaramadığı ortada. BM de bu işin daha fazla su borusu döşemekten fazla bir anlama geldiğini göz önünde

bulundurmak zorunda. Su kaynaklarını kirletmekten vazgeçmezseniz o borular hiçbir işe yaramayacak. Su Forumu'nda ortaya konulan düşünceler çok sert bir muhalefetle karşılaşmaya devam edecek. Dünya Bankası bile sorgulamaya başladı projeleri. Panellerinden birinde konuşan Dünya Bankası temsilcisi şirketleri eleştirdi ve su meselesinde kamu hizmetlerine daha fazla fon ayırabileceklerini ima etti. Şirketler de finansal kuruluşlar da ön planda kalmaya devam etmek istiyorlar. Ancak iflas ettiler. Atölyelere gittiğinizde temelde hâlâ 9 yıl önceki argümanlarla konuştuklarını görüyorsunuz. Ama kendi aralarında daha çok anlaşmazlık var. Bunu engellemek için de bir tür dil değişikliğine gidiyorlar. Mesela daha önce kullandıkları "Forecast Recovery" diye bir terim vardı, tahmini gelirlerin elde

edilememesi söz konusu olduğunda, sözleşmelerin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyordu. Bu terim cümle içinde geçtiğinde, aralarından biri, "Hayır, hayır. Onu artık öyle söylemiyoruz. Ona artık ‘hizmet telafisi’ (‘service recovery’) diyoruz" dedi. "O dili kullanma, yeni bir dil kullanmaya başladık." Onların doğru dili kullanmak için kendi aralarında yaptıkları tartışmaları izlemek çok eğlenceli. Mesela, artık “özelleştirme” yerine “kamu-özel sektör ortaklığı”

diyorlar. Bütün bunlar benim açımdan son derece enteresan.

Peki bu özelleştirme hikâyesi sona erdikten sonra ne yapmamız gerekiyor? çünkü su problemi hâlâ sürüyor olacak ve onu bir şekilde çözmek gerekiyor. Aklınızda bir çözüm modeli var mı?

Su sorunu her ülkede farklı bir karakter gösteriyor, bunda da o ülkenin kendi koşulları belirleyici oluyor. Mesela Bolivya gibi, yerli halkların kalabalık olduğu ülkelerde bulduğumuz çözümle, Avustralya gibi dünyanın en şehirleşmiş ülkesinde uygulanacak çözüm aynı olamaz.

Türkiye'de de büyük bir çiftçi nüfusu ile büyük şehirler yan yana mesela..

Evet. Dolayısıyla çözümlerimiz de farklı olmak durumunda. Ama öncelikle hükümetlerin su hakkını koruma altına alacak yasalar çıkarmaları gerekiyor. İnanıyorum ki en temel ilke yerel su kaynaklarının yine yerel kurumlar aracılığıyla idare edilmesi olmalı. Ancak bu şekilde su kaynaklarının temiz tutulması ve doğru kullanılması

(7)

verilmesi çok önemli. Ama onların bu karar yetkileri en yüksek düzeyde kanunlarla garanti altına alınmalı. Size buna olabilecek en iyi örneklerden birini vereceğim; Vermont, New England ABD'de, çok iyi kaliteli yer altı su kaynakları var. Öte yandan ABD'de şişelenmiş su satan şirketler giderek su kaynakları üzerinde daha da fazla söz hakkı sahibi oluyorlar. Bunu yapmak için de mesela gidip bir toprak parçası satın alıyorlar, suyu çıkartıyor ve şişeleyerek satıyorlar. Vermont Valiliği’nin elinde bunu engelleyebilecek herhangi bir yasa yoktu. Bir karar çıkararak toprak sahibi olmanın o topraktaki yer altı ve yer üstü sularına sahip olmak anlamına gelmeyeceğini, suyun bütün halka ait olduğunu ilan etti. Hatta kararda suyun ekosisteme ve geleceğe ait olduğu da vurgulandı. Bunu şekillendirmek için de öncelik sıralaması yaptılar. “Su kullanırken öncelikle geriye ekolojik yaşamın devam etmesine yetecek kadar su bıraktığınızdan emin olmak zorundasınız” dediler. Su kullanımını sürdürülebilir kılmak, yerel gıda üretimine katkıda bulunmak ve en sonunda hâlâ ticaretini yapacak kadar suyunuz varsa idareden izin almak zorundasınız. Ama bu izin de sonsuza dek sürecek diye bir kaide yok. Yönetim her an sizi denetleyebilir ve öncelik sıralamasında bir hata yaptığınızı farkettiği anda izninizi iptal edebilir. Karar verme süreçlerinin yerelden düzenlenmesi çok önemli. Ancak bu karar yetkisinin olabilecek en yüksek seviyede garanti altına alınmasına ve korunmasına ihtiyaç var. Şunu

söylemek çok kolay: “Hükümetler bu işi beceremiyor, dolayısıyla biz bu işleri kendimiz çözelim.” Benim teorim şu: Bu küçük topluluklar kendi başlarına şirketlerle mücadele edemezler. Onların haklarını korumak için yasalar

yapılması gerekiyor. Martin Luther King, “Yasalar kalplerimizi değiştiremez, ama güçlendirebilir,” diyor, benim en sevdiğim cümlelerden biridir. Dolayısıyla dünyanın her yerinde uygulanabilecek pek çok farkl

Referanslar

Benzer Belgeler

Dehidrasyon (Doku ve hücredeki fazla suyu alma).. Dehidrasyon (Doku ve hücredeki fazla

Tam lezzetli ve aromalı tereyağı elde etmek için kremaya olgunlaştırma sırasında ortalama % 2- 4 oranında starter kültür ilave edilir.. Ancak mevsimlere ve hayvanın

Direnİstanbul Koordinasyonu, çevre ve doğa için mücadele eden herkesi 2 Ekim tarihinde IMF ve Dünya Bankası'nı protesto etmeye ça ğırdı Direnİstanbul Koordinasyonu

Halkın Su Forumu'nda konuşan Barlow "Dünya Su Forumu iflas etti"; DTP'li Tuncel "Barajlar güvenlik politikaları için kullan ılıyor"; Manahan "Suya erişim

Türkiye, 2009 yılında yapılacak "Beşinci Dünya Su Forumu ve Bakanlar Konferansı" için ev sahibi ülke seçildi.. D ışişleri Bakanlığı'ndan yapılan duyuruya

Dünya Sektörlerarası İşbirliği Forumu çok başarılı geçen Ankara versiyonundan sonra şimdi de ihracatçıların İstanbul Sahnesinde.. 41 Farklı Afrika

Bu kavram muhasebe olaylarında temkinli davranılması ve işletmenin karşılaşabileceği risklerden gözönüne alınması gereğini ifade eder. Bu kavramın sonucu olarak işletmeler

• Kalitatif olarak kusursuz, meyve eti içeren hammaddeden elde olunan meyve pulpu veya meyve pulpu konsantratından hazırlama teknikleri ve uygulanması , meyve eti