• Sonuç bulunamadı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in zevce-i mükerremesi ve mü minlerin annesi olan Hz. Âişe den, şöyle buyurduğu naklediliyor:

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in zevce-i mükerremesi ve mü minlerin annesi olan Hz. Âişe den, şöyle buyurduğu naklediliyor:"

Copied!
19
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

İslâm medeniyeti incelik, nezaket, zarafet ve saygı medeniyetidir. Müslümanlar arasında. Hele büyük insanlara, gösterilen saygının derecesi bam- başkadır. Saygısızlık ise bu toplumlarda, en uzak durulması gereken şeydir. Gerçekten saygı paylaşıldık- ça çoğalan bir kaynaktır. Kimse birine saygı gösterdiğinden dolayı rahatsız olmaz.

İslâm’ı temsilde en etkin tesir hâli oaln insana değer verme, karak-

terli ve şahsiyetli bir kimlik kazanımı düsturunun altında yatmaktadır. Zerafet, sadece jest ve mimiklerde, konuşmalarda ortaya konan muaşeret ilkeleri değildir. Müslümanın örneklik teşkil ettiği zerafet esasları daha geniş bir anlam içerir. Şöyle ki; Müslümanın ailesiyle, ak- raba ve komşularıyla, ahbap ve akranıyla, diğer Müslümanlarla, tebliğe muhatap gayri müs- limlerle ve hatta muharip düşmanlarıyla ilişkilerini düzenleyen esaslarda, kuralların deru- nunda yatan zerafeti ve ince anlayışı görmemek mümkün değildir.

Başta ayağa bir zerafet timsali olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in -her şeyinde olduğu gibi- aile içindeki şu ince davranışı bizler için en güzel örnektir:

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in zevce-i mükerremesi ve mü’minlerin annesi olan Hz. Âi- şe’den, şöyle buyurduğu naklediliyor:

“Ben, vakarlı görünümü, sevimli hal ve tavrı ve sekinetli edâsı bakımından, Rasûlullah’a kızı Hz. Fâtıma’dan daha çok benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma Rasûlullah’ın yanına girdiğinde Rasûlullah ayağa kalkıp karşılar, kızının elinden tutar, (alnından) öper ve kendisi- nin oturmakta olduğu yere onu oturturdu.

Buna mukabil Rasûlullah da kızı Fâtıma’nın yanına vardığında, Hz. Fâtıma onu ayağa kal- kıp karşılar, elinden tutar, (mübarek yüzünden) öper ve kendi oturduğu yere onu oturturdu.”

Sâdi, Bostan Gülistan’ında anlattığı bir hikâyede, nezaketli ve zarif davranışlar ile bu tavır- ları içeren konuşmalar insanların ruhunu ve gönlünü kazanmaya vesile

olduğundan söz eder. Hikâyede bir bal satıcısından bahsedilir.

Bu zat sadece sırtındaki küfesinden değil, tatlı dilinden, gü- ler yüzünden ve zarif tavırlarından herkese bal dağıtırmış.

Herkes de onu sever, balından satın alırmış. Bir gün onu kıskanan bir komşusu da aynı işe soyunmuş. Soyunmuş soyunmasına ama kimse ondan bir gram bal satın al- mamış Akşam evine döndüğünde, hanımı ona esaslı bir ders vermiş. Onun kabalığını ve asık suratlılığını başına kakıp şöyle demiş: “Küfende bal da olsa, suratın sirke sa- tınca, dilin insanları sokunca kim seni ne yapsın.”

Editör’den...

(3)

Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Ekidir.

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Kemal DEMİR

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Hulusi ERDEMİR

Yayın Editörü Musa TEKTAŞ Yayın Kurulu

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK, Prof. Dr. Ali YILMAZ Prof. Dr. Sebahat DENİZ, Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN, Prof. Dr. Ali AKPINAR

Grafik Tasarım ve Uygulama Selcan ÖZENÇ

Yapım

www.grafiturk.com.tr Baskı

Salmat Basım Yay. Ambalaj San. Ltd. Şti.

Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50 Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama

VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 (44700) Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 ARALIK 2015 / YIL: 22 - SAYI: 182

grafitürkDesing Media

Çocuk Eğitmenin Yollarını Biliyor muyuz?

Sonsuz Maviliklere Güvercin Saflığıyla

Çocuklara Şükretmesini Öğretebilmek

Hâl Diliyle Hizmet

Gençliğim Eyvah

Yıl Sonu Hz. Mâriye (R. Anha)

Namazımızın Sesini Duyabiliyor muyuz?

Sümeyye Büşra YILDIZ

A. Tuba BÂKÎLER

M. Emin KARABACAK

Raziye SAĞLAM

Emine Büşra YÜKSEL

Rukiye Yıldız ERDOĞMUŞ Nagehan Nida DURAN Halide YENEN

4

18

8

20

10

22 26

14

Aile Eki Yıl: 1 Sayı: 12

(4)

Yollarını Biliyor muyuz?

Çocuk Eğitmenin

Sümeyye Büşra YILDIZ

J. Jaubert, “Çocukların öğütten daha çok örneklere ihtiyacı vardır.” diyor. Eğer biz çocuğumuza iyi bir terbiye vermişsek çevre ona çok fazla tesir edemeyecektir. Kötü eğitimin ilk ve en etkili yolu, kötü örnek oluşumuzdur. Bir anne ve babanın kendisinin

yapmadığı iyi ve güzel davranışları çocuğundan beklemesi, kötü ve çirkin bir davranışın da yapılmamasını beklemesi ne kadar mantıklıdır? Sigara içen baba, kendisi

yalan söyleyen anne vb. örnekleri çoğaltmamız mümkündür.

Ailenin iyi veya kötü karakterli bir ço- cuğa sahip olması kendi elindedir. Kötü bir çocuk, ya babanın ya annenin veya her ikisinin eseridir. Çocuğumuzda gördüğü- müz kötü bir davranışın suçunu öncelikle kendimizde aramalıyız. Genelde anne-ba- balar veya öğretmen olarak bizler çocuk- larımızda gördüğümüz yanlış davranışların suçunu, başta çocuğumuza sonra da çev- reye yüklemeye çalışırız. Şunu iyi bilelim ki çocuk aileden ne görürse onu taklit eder.

Çocuğumuzu kötü eğitmenin veya başka bir deyişle iyi eğitememenin ikinci basamağı da çocuğumuza yeteri kadar zaman ayıramamamızdır. Anne-babaların çocuklarıyla ilgili tartışmalarında şu ifa- deleri çokça duymaktayız: “Çocukla niçin ilgilenmiyorsun?” sorusu karşısında karşı tarafın derhal savunmaya geçerek, “Dersi- ne yardım ettim ya!” cevabını duyarız. Ço- cuğumuzla birlikte geçirdiğimiz bir iki saati yeterli görüyorsak vah bize eyvah bize! Bu birkaç saat ilgilenmekle anne ve babalık görevimizin bittiğini sanıyorsak çok yanı- lıyoruz. İlgilenmediğimiz zaman çocuğu- muz zamanını ya sokakta ya da televizyon başında geçirmektedir. Çocuğuna zaman ayıramayan baba, kendi zevki için saatlerce kahvehanede zaman öldürmektedir. Veya annemiz misafirine yaptığı hazırlıklara, ya- pacağı pasta, çörek ve böreklere yeteri ka- dar zaman ayırabilmektedir.

Çocuklarımızın kişiliklerinin oluşmasın- da en değerli dönem çocukluk dönemidir.

Bu dönemde ona sevgi, ilgi ve yakınlık ye- teri kadar gösterilmezse sonradan bu ço- cuk neden böyle oldu diye feryat etmenin hiçbir önemi yoktur. Zamanında ilgilenme- diğimiz evladımızdan hayırlı birisi olmasını beklemek, herhalde hayal olur diye düşü- nüyorum.

Çocuk eğitiminde üçüncü basamak da çocuklarımıza nasıl davranacağımızı, neyi, ne zaman, nerede vermemiz gerektiğini bilemememizdir. Çocuklarımızı, tabir ye- rindeyse, iki arada bir derede bırakmamız- dır. Bu tutarsız davranışlarımız karşısında çocuklarımız kişiliklerini kaybetmektedir.

Keyfimiz yerinde olunca yaramazlıklarına gülüp geçerken, işlerimiz yolunda gitmedi- ği zaman çocuğumuzun basit bir hatasına çok büyük bir tepki vermemiz çocuğumu- zun ruh dünyasını altüst eder. Çocuğumu- zun ruhunda derin yaralar açar ve çocuğu- muzla aramızda uçurumların oluşmasına sebep olur. Bu da bizim eğitim anlayışımı- zın yanlışlığını göstermektedir. Eğitim ko- nusunda duyarlı ve dikkatli olmadığımız zaman, çocuğumuzun duygu dünyasının temel taşlarını farkında bile olmadan yıka- biliriz. Atalarımız ne derler: “Ne ekersen onu biçersin.” Biz, anne-baba olarak, bin bir sıkıntı ve güçlükle yetiştirdiğimiz yavru- larımızın hayırlı birer insan olmasını, başta kendine, ailesine ve içinde yaşadığı toplu- ma yararlı olmasını can u gönülden isteriz.

Mutlu bir aile yuvasını kim istemez ki? Kar- şılıklı sevgi ve saygıya dayanan samimi iliş- kiler hangi insanı mutlu etmez ki?

En değerli zamanlarını çocuklarından ayrı geçirenlere, yavrularından sevgi, şefkat ve merhameti esirgeyenlere, kuş cıvıltıları- nı andıran sesleriyle, misk gibi kokularıyla, pırıl pırıl çiçek yüzleriyle onlara tahammül edemeyenlere bakıyor ve acıyorum. Bu in- sanların duygusuz, aynı zamanda bahtsız olduklarını düşünüyorum. “Merhamet et- meyene merhamet edilmez.” buyrulmuştur.

Sevgisiz, şefkatsiz ve merhametsiz ortam- larda yetişen çocuklar ruhen ve bedenen hastadırlar.

(5)

Çocuklara Şükretmesini Öğretebilmek

M. Emin KARABACAK

Şükür, cimriliğin ve savurganlığın önüne geçtiği gibi kişiye özgüven de kazandırmaktadır. Yerinde ve zamanında, ihtiyacı kadar alışveriş yapıp ardından

da, şükür adına, aldığı şeylerden küçük de olsa konu komşusuna ikram eden aileler, kendilerine olduğu kadar çocuklarına da şükür konusunda özgüven kazandıracaklardır. Ancak parayı bulduğu gün harcayan, önünü arkasını düşünmeyen,

limit tanımayan, en küçük stres ve tartışmalarda sinirinin geçmesi için kendini alışverişe veren ailelerin çocukları da kontrolsüzlüğü öğreneceklerdir.

Zengin bir baba, insanların ne kadar fakir olduğunu göstermek için, oğlunu çocuklu- ğunun geçtiği köye götürür. Fakir bir akraba- larının evinde üç gün kalıp evlerine dönerler ve baba oğluna sorar: “İnsanlar ne kadar fakir, değil mi?” Çocuk: “Doğru söylüyorsun baba!” Baba: “Peki, ne öğrendin o zaman?”

Çocuk yanıt verir: “Bizim evde sadece bir köpeğimiz var, onların ise dört tane kö- pekleri var. Bizim bahçenin ortasına kadar gelen bir havuzumuz var, onların ise büyük bir dereleri var. Bizim bahçenin elektro- nik lambaları var, onların ise gökyüzünde yıldızları var. Biz, ancak ön avluya kadar bakabilirken, onlar bütün bir ufku görebili- yorlar. Sağ ol baba! Ne kadar da fakirmişiz biz!” Çocuğun bu cevabına karşı baba söy- leyecek bir söz bulamaz.

Sözde Değil Özde Model Olmak

“Elhamdülillah, sıhhatim-sağlığım ve du- rumum yerinde.” deyip bunu davranışa dö- nüştüremeyen anne babaların, şükür konu- sunda çocuklarına model olacağını düşün- müyorum. Çocuklar her konuda olduğu gibi şükür konusunda da anne babalarını model almaktadırlar. Şükrü yemekten önce “Bismil- lah”, yemekten sonra da “Elhamdülillah”tan öteye götüremeyen anne babaların çocukla- rı da büyüdükleri zaman şükrü sözden öze taşıyamayacaklardır.

Şükür sadece sözde kalmamalıdır. Çün- kü davranışa dönüşmeyen eğitim, kum üzerine yazı yazmaya benzer. En küçük dalga ve rüzgârda kaybolur. Şükrü davra- nışa dönüştürebilmek için çocuklara, mo- del olmakla beraber, olumlu geribildirimler verilerek davranışları pekiştirilmelidir.

Çocukların yanında paradan ve im- kânsızlıklardan bahsetmek yerine, eldeki imkânlar ölçüsünde geçinmeye ve her ay

az da olsa bir fakire yardım etmeye çalışıl- malıdır.

Ne Cimri Ne de Savurgan Olmak

Şükür, cimriliğin ve savurganlığın önü- ne geçtiği gibi kişiye özgüven de kazandır- maktadır. Yerinde ve zamanında, ihtiyacı kadar alışveriş yapıp ardından da, şükür adına, aldığı şeylerden küçük de olsa konu komşusuna ikram eden aileler, kendilerine olduğu kadar çocuklarına da şükür konu- sunda özgüven kazandıracaklardır. Ancak parayı bulduğu gün harcayan, önünü arka- sını düşünmeyen, limit tanımayan, en kü- çük stres ve tartışmalarda sinirinin geçme- si için kendini alışverişe veren ailelerin ço- cukları da kontrolsüzlüğü öğreneceklerdir.

Anne babalar, en küçük stres ve sinirlilik hallerinde kendilerini alışverişe vermek yerine, sakin olmalı, stresli ortamlarından uzak durarak hem kendilerine hem de aile ekonomilerine zarar vermeden çocukları- na da uygun şekilde model olmalıdırlar.

“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (25/Furkan, 67)

Çocuklara şükretmeyi öğretebilmek için cimri ve savurgan olunmamalıdır.

Anne babaların, aile bütçelerini düşün- meden harcama yapmaları, gördükleri her şeyi almaya çalışmaları, çocukta -bırakın nimetlere şükretmeyi- doyumsuzluğa ne- den olacaktır. Yine anne babaların, tabak- larındaki yemeği bitirmemeleri, aldıkları kıyafetleri doğru dürüst giymeyip eskidi ya da modası geçti diye yenisini almaları ço- cuklara şükürsüzlüğü öğretecektir.

İkilem İçinde Bırakmamak

Çocukların temel ve okul ihtiyaçlarına gelince: Parası olmadığını söyleyen anne

(6)

babaların, mobilya, beyaz eşya gibi eşyaları yenilemeye gelince para bulmaları çocuk- ları ikilem içinde bırakacaktır. Anne baba- ların bu tutumları, çocuğu ileri yaşlarda güvensiz ve tutarsız biri yapacaktır.

Son zamanlarda okula ders araç ve ge- reçlerini sürekli eksik getiren çocuğa öğ- retmeni nedenini sorar. Çocuk: “Öğretme- nim, biz çok fakiriz.” der. Öğretmen: “Sizin durumunuz çok da kötü değil, yoksa evde bir sıkıntı mı var?” diye sorar. Çocuk: “Ha- yır öğretmenim, bizim borcumuz çok, evin eşyalarını yeniledik de ondan.” der.

Yok Yoklarla Büyütmemek

Küçüklüklerinden bu yana yok yoklarla büyüyen çocuklar, çocukluklarında oldu- ğu gibi yetişkinliklerinde de -ne kadar zen- gin de olsalar- psikolojik olarak kendilerini

fakir olarak algılayacaklardır. Buna bağlı olarak kendilerini yeterli hissetmediklerin- den, şükür onların ne dillerinde ne de dav- ranışlarında olacaktır.

İlkokulda Mehmet diye çalışkan bir ar- kadaşımız vardı. Durumları çok kötü oldu- ğu için konu komşunun yardımıyla geçinir- lerdi. Mehmet Okulu bitirince köyümüzün bir zengini tarafından elinden tutularak lise ve üniversiteyi bitirmesi sağlandı. Hat- ta görev aldıktan sonra, kendini okutan ki- şinin kızıyla da evlendi.

Mehmet üniversiteyi bitirdikten sonra bir şirkette dolgun bir maaşla çalışmaya başladı. Mehmet’in maddî durumu çok iyi olmasına rağmen en küçük şeyleri hesap- lardı. Evi, arabası vardı ve kayınpederinin desteği hâlâ devam ediyordu.

Bir gün Mehmet’e “Sen yokluk görmüş birisin, köyümüzdeki falancanın çocuğu üniversitede okumaktadır. Bu ailenin du- rumunu biliyorsun, bu çocuğa az da olsa burs verebilir misin?” dediğimizde bin de- reden su getirmeye başladı. Hatta arka- daşlardan “Borcum çok.” diye borç para istemeye başlamıştı. Mehmet, yok yoklarla büyüdüğü için kendini hâlâ çocukluğun- daki gibi fakir ve yardıma muhtaç biri ola- rak düşünmekteydi.

Uzun Emel İçinde Olmamak

Çocukların yanında, alınacak şeylerden yerli yersiz bahsetmemek gerekir. Çünkü çocuklar da eldekine kanaat edip şükret- mek yerine, hedeflerine ulaşmak için para biriktirmeden dolayı şükretmeyi unutacak- lardır.

Evin ikincisini, arabanın yeni modelini almayı düşünen, eskimeden ya da modası geçti diye sürekli eşyaları yenileyen bir in-

sanın, her zaman paraya ihtiyacı olacaktır.

Bu da hem o kişiyi hem de çocuğu şükret- me adına olumsuz olarak etkileyecektir.

Minnettarlık Beklentisi İçinde Olmamak

Üzerlerinde Allah’ın onca nimeti olma- sına rağmen şükrü dilden davranışa taşıya- mayan anne babalar, çocuklarından şükür adına bir beklenti içinde olmamalıdırlar.

Çünkü çocuklar, sözlerden çok davranış- lara bakmaktadırlar.

Anne babalar, çocukları için yaptıkla- rı fedakârlıkları, teşekkür bekleme adına, sürekli gündemde tutmamalıdırlar. “Yeme- dim yedirdim, giymedim giydirdim...” diye başlayan cümleler kurarak, çocuklardan minnettarlık beklememek gerekir. Çocuk- lardan minnettarlık beklemek yerine, onla- rın Yaratan’a şükür konusunda farkındalığı arttırılmalıdır.

“Otur, haline şükret! Neyin eksik? Ye- diğin önünde yemediğin arkanda, biz öyle miydik? Bizim doğru dürüst çantamız bile yoktu.” diye devam eden cümlelerle ço- cuklardan sürekli minnettarlık beklenme- melidir. Çünkü o kadar nimet içinde olup da şükür adına alnını secdeye koyamayan ya da bir fakire küçücük de olsa yardım etmeyen insanların çocukları da gereken minnettarlığı göstermeyeceklerdir.

Nimetler içinde olup da şükrü hâl ile yaşamayan anne babaların çocukları da, bütün imkânlara sahip olmalarına rağmen, şükür adına oturup ders çalışmayacaklar- dır.

Şükrü Seviyelerine Göre Anlatmak

Anne babalar, genelde çocuklara şük- rü sadece saygı boyutuyla öğretmeye ça-

lışmaktadırlar. Mesela ekmeği çöpe atma demek yerine ekmeğin neden atılmaması gerektiği üzerinde durulmalıdır. Şükür hissiyatı geliştirilmeyen çocuklar, ileride nimetlere karşı duyarsız, savurgan, kadir kıymet bilmeyen kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şükrü, çocukların seviyelerine göre anlatmalıdır. Özellikle küçük yaşlarda çocukların soyut zekâsı gelişmediği için şükretmeyi algılamakta sıkıntı çekebilir- ler. Soyut zekâsı gelişmemiş çocuklarda şükür konusu somutlaştırılarak ve oyunla verilmelidir. Yoksa anlatılanlar havada kala- caktır. Bu, çocuklar için, teşekkür etmekle özdeşleştirilerek verilmelidir. Hediye veren ya da iyilik yapan kişiye teşekkür etmesi öğretilmeyen çocuğa şükrün öğretilmesi zor olacaktır

Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “İn- sanlara teşekkür etmeyen kimse, Allahu Teâlâ’ya şükretmez. Aza şükretmeyen de, çoğa şükretmez. Allahu Teâlâ’nın nimetini söylemek şükürdür, hiç bahsetmemek ise nankörlüktür.” (Tirmizi, Birr, 31) buyurur.

Sonuç olarak;

Şükür, sadece maddî durumu iyi olan- ların yapacağı bir davranış gibi gösteril- memelidir. Çocuklar da ileride maddi im- kânları iyi olmadığı zaman şükredilmesi gerekmediği gibi bir duyguya kapılabilirler.

Çocuklara, sadece sıhhat ve sağlığı yerin- de olanların şükretmesi gerektiği gibi bir izlenim de verilmemelidir. Çünkü çocuklar, çocuklukta olduğu gibi, ileride yaşlarda da en küçük olumsuzluklarda farklı duygular içine girebilirler. Çocuklar cimrilik yapma- yı, israf etmeyi anne babalarından öğren- diği gibi, yardım etmeyi ve şükretmeyi de anne babalarından öğrenecektir.

(7)

Namazımızın Sesini Duyabiliyor muyuz?

Halide YENEN

“Çok secde etmeye bak! Zira senin Allah için yaptığın her secde karşılığında Allah seni bir derece yükseltir ve bir hatanı siler.”1

Mevlâna anlatır: “Dere kıyısında yüksek bir duvar vardı. Susuzluktan kavrulmuş biri de duvarın üstüne çıkmış, balık gibi çırpı- nıyordu. O duvar suya ulaşmasına, susuz- luğunu gidermesine engel oluyordu. Suya aniden bir kerpiç parçası attı. Kerpicin düş- mesiyle suyun çıkardığı ses, kulağına bir söz gibi geldi. O sesi duymak için duvardan kerpiç koparıp suya atmaya başladı. Suyun sesi, bir sevgilinin sesi gibi tatlı idi. Su:

- Ey insanoğlu! Böyle kerpiç atarak beni rahatsız etmenin sana ne faydası var?

Adam dedi ki:

- İki faydası var ey su! Bu nedenle kerpiç atmaktan vazgeçemem. İlki, suyun sesini duymamdır. O ses, susuzlara rebap sesi gibi pek tatlı gelir. İsrafil’in sûru gibidir; ölü bile bu sesi işitince dirilmektedir. İlkbahar günlerindeki gök gürültüsüne benzer; bu sesle bağlar bahçeler yeşile bürünüp çi- çeklerle donanır. O, yoksul için zekât, mah- pus için hapisten kurtuluş müjdesi gibidir.

Su sesi, Yakup’un ruhuna dolan Yusuf’un kokusu, kıyamet gününde Peygamber Efendimizin asilere erişen şefaat nefesi gi- bidir. Kerpiçleri atmamın ikinci faydası da şudur: Koparıp attığım her kerpiçle duvar alçalıyor ve ben de suya biraz daha yakla- şıyorum. Duvarın alçalması suya yaklaştırır, ortadan kalkması ise kavuşmadır.

İşte, namaz kılarken secde etmek de

“Secde et de yaklaş.”2 âyetinde belirtildiği gibi, duvardan kerpiç koparmaya benzer.

Varlık duvarı yüksek bulundukça, baş eğ-

meye yani secde etmeye engel olur. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip âb-ı hayata secde etme ve ondan doya doya içme imkânı yoktur. Bu varlık duva- rı üstünde bulunanlardan kim daha fazla susamışsa, duvarın taşını, kerpicini o daha çabuk koparır atar. Suyun sesine daha faz- la âşık olan kişi ise, ona engel olan varlık duvarından daha büyük parçalar koparır.

Günlerini ganimet bilip borcunu eda ede- ne ne mutlu!”

Namaz, yapmakla mükellef olduğumuz ilk ibadettir. Kulluğumuzun temeli, ilk ve daimî tezahürüdür. Namazın emredildiği ayet-i kerimelerde, “ikâme etmek” ifadesi kullanılır. Namazı ikame etmek, dini ayakta tutmak, yapıp ettiklerimizde namazımızın söz sahibi olması demektir.

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, on- lar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar, gös- teriş yapanlardır; hayra da mânî olurlar.”3

Namazı ciddiye almak ne demektir?

Kur’ân-ı Kerim’de kurtuluşa eren mümin- lerin nitelikleri anlatılırken “Onlar namaz- larında huşu içindedirler.”4 ve “Namazlarını devamlı kılarlar.”5 buyruluyor. Huşu içinde yani ne yaptığımızın, kimin huzurunda bulunduğumuzun, ne okuduğumuzun, ne söylediğimizin farkına vararak, kalbimi- zi, aklımızı, ruhumuzu Rabb’imize teslim ederek, üzerimizde ilahî vahyin kök salıp yeşereceği, dallanıp yapraklanacağı top- rak haline gelerek. Namazı ikâme etmek müminin özelliğidir. Böyle bir namaz insa- nı günahtan nehyeder. Der ki namazımız bize: “Sen, biraz önce Rabb’inin huzurun- da sadece sana kulluk yapacağım diye söz vermedin mi? Allah katında sivrisineğin

“Kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allah onu rahmetiyle o felâketten kurtarır da seni derde uğratır.” buyuruyor Peygamberimiz. Bir insan için asıl felaket, sevincini, mutluluğunu

kardeşinin sıkıntılarına, başarısızlıklarına bağlamasıdır ki bu

hakikaten azaptır.

(8)

kanadı kadar dahi değeri olmayan şu fanî dünya menfaati için nasıl paranın, şöhre- tin, gücün, makamın kulu olursun, nasıl yalan söylersin, nasıl haram yersin, türlü hilelerle önce kendini sonra da insanları kandırarak haksız kazanca el uzatırsın, ye- timin, öksüzün, muhtaçların hakkını gas- pettiğin yetmezmiş gibi başkalarının da hayrına engel olmaya kalkarsın, her şeyden çok sevdiğini söylediğin o Allah’ın, o Âlem- ler Sultânı’nın sevgili kullarını nasıl incitir- sin, onlara nasıl haksızlık yaparsın? Bir iki saat sonra Rabb’inin huzuruna çıktığında ne diyeceksin?” Ve daha neler neler... Na- mazımızın sesini duyabiliyor muyuz?

Namazı ikâme eden Müslümanların bulunduğu toplumda en az iş görenler, polisler ve emniyet görevlileri olacaktır.

Çünkü namaz çok güçlü bir otokontrol mekanizmasıdır. Beş vakit Allah’ın huzuru- na çıkıp hesap vereceğinin şuurunda olan bir mümin harama el uzatamaz ki. İşini ak- satmaz ki. İnsanlara ve diğer mahlûkata, onların canlarına, mallarına, namuslarına zarar veremez ki. Müslüman bir toplumda

güvenlik görevlileri her geçen gün artıyor- sa o toplumdaki Müslümanlar namazlarını ikame etmiyor, namazlarından gaflet için- de demektir.

Her namazımızı, maddî ve manevî kir- lerden biraz daha arınarak, günahlardan, haramlardan biraz daha uzak durarak ikame edelim. Her secdemizle, bizi dünya menfaati ve metaının kölesi yapan arzular- dan, ihtiraslardan biraz daha kurtulalım.

Susuzluktan kavrulmuş adamın duvardan kerpiç koparıp nehre atması gibi, Allah ve Rasûlü’nün emirlerini ihmal etmemi- ze neden olan her meşguliyeti, her isteği, her engeli secde nehrine atalım. Atalım ki her namazımız bizi Rabb’imize biraz daha yaklaştırsın; Rasulullah’ı göklere yükselten

‘mi’rac’ gibi.

Dipnot

1. Müslim, Salât, 225.

2. 96/Alâk, 19.

3. 107/Mâûn, 4-7.

4. 23/Mü’minûn, 2.

5. 23/Mü’minûn, 9.

Beni

Ettiler dost nazarında, Esir, göze, kaşa beni, Sorgusuz can pazarında, Yazdılar en başa beni.

Boyum yüce arşa-değin, Gücünüz yeterse eğin!

Meyil vermiş bellemeyin, Acı pişmiş aşa beni.

Efkârım zor gelir dile, Sözüm, sohbetim mert ile, Nice olunmaz dert ile, Koydunuz baş başa beni.

Yok bu işte sayım, suyum, Gönülce olmalı uyum, Ben toprağın tohumuyum, Ekmeyiniz taşa beni.

Ateş değse çam dalına, Demir döner at nalına, Kızgın haset mangalına, Yapmayınız maşa beni.

Kimler düşüme girdiler, Dal misali devirdiler, Gam yüküydüm çevirdiler Gözden akan yaşa beni.

Feyzi HALICI

(9)

Gençliğim Eyvah

Genci, ileri düzeyde bir eğitimle profesyonel bir eleman ve yüksek bir ahlak ile erdemli bir insan haline getirebileceğimiz gibi, anarşik bir ortamın etkisine terk ederek tehlikeli bir varlık olmasına da sebep olabiliriz. Bu sebeple gençlerimizi; ben kimim, yarınım

nasıl olacak, görev ve sorumluluklarım nelerdir, sorusu üzerine düşündürerek ve aydınlatıcı bilgiler vererek doğru cevabı bulmalarına rehberlik etmeliyiz.

Emine Büşra YÜKSEL

Gençlik; gelişme çağındaki bireyde, ki- şiliğin oluştuğu ve geleceğe yönelik hayatî adımların atıldığı kritik ve dinamik bir sü- reçtir. Unesco kriterlerine göre 12-24 yaş diliminde olanlara genç deniliyor. Dinî kay- naklarda ise 33 yaşına kadar olanlar genç kabul edilmektedir.

Genci, ileri düzeyde bir eğitimle pro- fesyonel bir eleman ve yüksek bir ahlak ile erdemli bir insan haline getirebileceğimiz gibi, anarşik bir ortamın etkisine terk ede- rek tehlikeli bir varlık olmasına da sebep olabiliriz. Bu sebeple gençlerimizi; ben ki- mim, yarınım nasıl olacak, görev ve sorum- luluklarım nelerdir, sorusu üzerine düşün- dürerek ve aydınlatıcı bilgiler vererek doğ- ru cevabı bulmalarına rehberlik etmeliyiz.

İyi bir eğitim, öğretim ve istihdam ile gençliğini geleceğe hazırlayan toplumlar, 30 yıl sonrasını garantilemiş sayılırlar. Bu- nun için belli bir dünya görüşü ve sosyal projesi olan dinî, felsefî, siyasî ve düşünsel kuruluşlar, gençliği hedef kitle olarak se- çerler.

Fatih Sultan Mehmet de İstanbul’u fet- hettiğinde yirmi bir yaşındaydı. Şu husus hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, büyük- lerinin tecrübelerinden yararlanmasını bilen gençler, kendilerine fırsat verildi- ğinde giriştikleri işte daima yaşlılardan daha başarılı olmaktadırlar. Sarıkamış’ta 90.000, Çanakkale’de 250.000, Kurtuluş Savaşı’nda 15.000, terörle mücadelede 15.000’den fazla şehidin tamamının genç olduğunu, onların kahramanlıkları saye- sinde şu anda huzur ve güven içerisinde yaşadığımızı akl-ı selim sahibi herkes tak- dir eder.

Genç bazen sevgi ve aşk saikiyle ken- disini romantizmin rüzgârına kaptırır. Bu durumda da gencimiz, makûl ve ölçülü hareket etmesi halinde özlemini duydu- ğu mutluluğa erişeceğini bilmelidir. Sevgi, fıtrîdir ve tabiidir ama aşk bir tür gönül hastalığıdır. Kimseye gönül hastalığına ka- pılmasını önermeyiz ama âşıklara da tıpkı hastalara olduğu gibi merhametle yaklaş- mak gerektiğini tavsiye ederiz.

(10)

Şehide Sahabe

Ümmü Varaka (R. Anha)

Ümmü Varaka (r. anha), Allah yolunda cihad etme arzusuyla yaşayan ve şehidlik özlemiyle gönlü kavrulan bir hanım sahabe!..

Bedir Savaşı’na katılmak için ısrarla müsa- ade istemesi üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in, “Allah sana şehidlik nasib edecek- tir.” diye müjde verdiği bir bahtiyar!.. Onu her gördüğü yerde “şehide” hitabıyla karşılayan mutlu bir hanım!..

Hasretini çektiği makama kendi köleleri tarafından evinde şehid edilerek kavuşan bir hanım sahabe!..

O cesur ve bilgili bir hanımdı. Dinî konu- larda geniş bilgisi vardı. İslâm’ı en güzel şe- kilde yaşamak için gayret ederdi. Ev halkına ve etrafındaki insanlara dinî meselelerde yardımcı olurdu. Bildiklerini yaşayarak çevre- sine örnek olurdu.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz zaman zaman Ümmü Varaka (r.anha)’yı evinde ziyaret eder hâl hatırını sorardı. Ashab-ı ki- ram böylesi fırsatları ganimet bilirdi. Böyle zamanları en iyi şekilde değerlendirmeye gayret ederlerdi. Efendimiz (s.a.v.)’e ikramda bulunabilmek onu memnun edebilmek için adeta yarışırcasına ellerinden gelen hizmeti yapmak isterlerdi. Bu arada zihinlerini meş- gul eden konularda sorular sorarlardı.

Birgün, ensarlı bir hanım vefat etmişti.

Ümmü Varaka (r.anha) dinî konulara çok meraklı idi. Kendi kendine: “Acaba öldükten sonra birbirimizi görür müyüz?” diye zihnin-

den geçirdi. Bu soruya cevap aradı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (s.a.v.)’in evine geldiği bir sırada: “Ya Rasûlallah! Öldüğümüz zaman birbirimizi görür müyüz?” diye sordu. Rasûl- i Ekrem Efendimiz: “Can, ağaca konmuş bir kuş gibidir. Öyle ki, kıyamet günü geldiğinde her can cesedine girer.” buyurdu.

Ümmü Varaka (r.anha)’nın biri erkek biri de kadın iki kölesi vardı. Vefatından sonra onların hürriyetlerine kavuşturulmalarını vasiyet etti. Köle ile cariye hırsa kapıldılar.

Şeytana uydular. Bir an evvel hürriyetlerine kavuşma düşüncesiyle, aralarında anlaşıp Ümmü Varaka (r.anha)’ya suikast hazırladı- lar. Odasına zorla girip öldürüp kaçtılar.

Bu hâdise Hz. Ömer (r.a.) devrinde oldu.

Bütün Müslümanları derinden üzdü. Halife bu haberi duyar duymaz: “Rasûlullah (s.a.v.) doğru söyledi.” dedi. Ona müjdelenen şe- hitliğin gerçekleştiğini anladı. Suçluların yakalanması için emir verdi. Suçlular kısa zamanda yakalanıp gerekli sorgulamaları ya- pıldıktan ve cürümlerini itiraf ettikten sonra suçlarının cezası olarak idam edildiler. Me- dine’de asılarak idam edilen ilk suçlu bu iki köle oldu.

Hz. Ömer (r.a.) zaman zaman arkadaş- larına: “Kalkın gidip şu şehidenin kabrini zi- yaret edelim.” derdi. Ümmü Varaka (r.anha) ashab arasında sayılan ve sevilen bir İslâm hanımefendisiydi. Allah ondan razı olsun.

Rabb’imiz şefaatlerine nâil eylesin. Âmin...

Ayşe Gül PINAR

* Genç, güzel bir gelecek özlemi ile ha- yalini süsler. Genç, özlemini duyduğu gü- zel geleceğe sistemli çalışma ve fırsatları iyi değerlendirerek ulaşabilir. Şans yoktur, kısmet vardır. Sizin şans dediğiniz şey, tam donanımlı kimselere konjonktürün sundu- ğu fırsatlardır.

* Genç, toplumda kanaatlerinin dikkate alınmasını ve yetişkinler gibi saygı görmeyi bekler. Saygılı olan saygı görür, büyük sözü dinleyenin sözü dinlenir.

* Gençlik, geleceğe ilişkin hayatî karar- ların (evlilik-işe girme vs.) alındığı bir dö- nemdir. Bu dönemde acele karar verenler ve ailesi ile istişare etmeyenler bir ömür boyu pişmanlık duyacağı ve telafisi imkân- sız hatalar yapacağını bilmelidirler.

* Dünyayı değiştirmek isteyen bütün düşünce akımları gibi şeytanın da hedef kitlesi özellikle gençlerdir. Şeytan profes- yonel bir hacker gibi harddiskimize yerle- şerek nefis adlı virüsü aktif hâle getiriyor.

Buna karşı etkili bir antivirüs kullanmalıyız.

Bence bu antivirüs ise güzel ahlaktır. An- cak bunu da ibadetlerle güncellemek ge- rekiyor.

* Gençlerde millî duygular da en üst seviyededir. Ölçülü olmak şartıyla millî duygular gerekli ve faydalıdır. Bu konuda ölçüyü kaçıranlar faşizme kayar.

Günümüz gençliği zamanının çoğunu bilgisayar ve akıllı kabul edilen telefonlar vasıtası ile girdikleri internette geçiriyorlar, gerçek hayatı bir yana bırakıp sanal âlem- de yaşıyorlar. Sanalda ve hayal âleminde geçen zaman sebebiyle o gün, o ay ve o yıl yapılması gereken işler erteleniyor, hayatın en verimli dönemi olan gençlik zayi oluyor.

Hayatın her alanında hem kızlarda hem de erkeklerde ciddi yozlaşmalar gözleniyor.

Ancak bir karı koca arasında yaşanabile- cek özel duygular paylaşılıyor. Bu sebeple gençliğimizin heba olmasına yol açan, za- man israfından öte bir işlevi olmayan in- ternet bağımlılığına karşı irademize hâkim olmamız gerekiyor.

(11)

Sonsuz Maviliklere Güvercin Saflığıyla

A. Tuba BÂKÎLER

Önce kul sonra Rasûl olan Efendiler Efendisi (s.a.v.)’nin hayatımıza ışık tutması için perdeyi hafifçe aralamamız gerekiyor. Tanımak, anlamak; sonra yaşamak... Ne çok muhtacız onun diriltici nefesine. Çatışmalar, çıkarlar, kavgalar, ihanetler, hoyratlıklar,

ezilmeler ve nihayetinde yok olup gitmelerle sürüklendiğimiz günün akışı, ancak O’nun diriltici nasihatleri, öğüt verici bilgeliği ve yaşayışındaki sadelikle bize

yansıyacaktır.

Ne çok çıkmaz içindeyiz, ne büyük buhranlarla boğuşuyoruz insanlık olarak bu asırda. Kemikleşmiş, ahtapotlaşmış te- rör örgütleriyle amansız mücadele, başını alıp giden işsizliğe çare bulma krizleri, arı- duru bir şekilde menfaatleşmiş ilişkiler(!), kendi zenginliğini katmerlemeye çalışan hodgâm güruh, haritada gözüne kestirdi- ği yere tüneyen leş kargaları, nezaketten, gerçek medeniyetten uzaklaştıkça “ne oldum”a dönen alışveriş çılgınları, gün geç- tikçe artan ana-baba katilleri, eziyet gören,

“cennet ayakları altında olan” anneler, mü- tesettir genç kızlar, aldatılan, haksızlığa mâruz kalan mâsum halk, ruhları dingin- leşen, dinden uzaklaştıkça çıkmaza sapla- nan insanoğlu, küresel kriz, küresel ısınma, küresel çıldırma vs. vs. Misalleri çoğaltmak mümkün. Dünyanın dönme hızıyla orantılı olarak başı döndükçe dönen varlık âlemi ve eşref-i mahlûkat olan âdemoğlu…

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

Fevza bütün âfâkını sarmıştı bütün zeminin Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi

Bir mahkeme salonunda itirazları, su- numları, dilekçeleri yahut farklı düşünce- leri beğenmeyen hâzırûn, kendi aralarında fısıldaşmaya, eleştiri ve tartışma yapmaya başlar ya hani? Tam o esnada bütün ses- lerin üstüne çıkacak şiddette ve hayrete düşüren bir ses duyulur: Hâkim gonga vur- muştur. Herkes kendi homurtusunu kesip, büyük bir şaşkınlık ve hayretle, sesin geldi- ği yöne refleks olarak dönüp dikkatle ba- kar. Artık “karar” verilmiştir. Her yetkilinin üzerinde bir yetkili ve söz sahibi olduğunu hatırlatan bu gong, her şeyi açıklamıştır, bir tokat gibi akis bulmuştur. Karar bazılarının

menfaatine uymasa da, kendilerine ağır gelse de, zor hükümler içerse de uymak mecbûridir, kabul etmek keyfe bırakılma- mıştır. O makamda oturan bir kula böyle uyma mecburiyeti varken, kâinatın kural koyucusuna uymamak, itiraz etmek, işine geldiği gibi davranmak da neyin nesi Allah aşkına? Hep bu misali ve sorunun cevabını düşünmüşümdür. Evrensel ve tek çağrının aziz elçisi, gönüllerimizi çölden göle çe- viren, varlığımızı varlığına borçlu olduğu- muz gül Nebî (s.a.v.)’in kâinatı şereflendi- rişinin yıldönümünü yaşadığımız bu kutlu doğum, nice kutlu doğuşları beraberinde getirsin duasındayım.

Önce kul sonra Rasûl olan bu Efendiler Efendisi (s.a.v.)’nin hayatımıza ışık tutması için perdeyi hafifçe aralamamız gerekiyor efen- dim. Tanımak, anlamak; sonra yaşamak... Ne çok muhtacız onun diriltici nefesine. Çatış- malar, çıkarlar, kavgalar, ihanetler, hoyratlıklar, ezilmeler ve nihayetinde yok olup gitmelerle sürüklendiğimiz günün akışı, ancak O’nun diriltici nasihatleri, öğüt verici bilgeliği ve ya- şayışındaki sadelikle bize yansıyacaktır. Şanlı ecdâdımızdan aldığımız güç, parlak geçmi- şimizin bize tutacağı ışık huzmesi, Asr-ı Saa- det’in göz kamaştırıcı ihtişamına daha sağlıklı bakmamızı sağlayacaktır biiznillah...

Güdükleşen ruhlarımızı budamak, taş- laşan yüreklerimizi hamurlaştırmak, nasır- laşan kalp gözlerimizi ferah-fezâ iklimlere taşımak ancak Allah’ın kopmayan ipine yani Kur’an’ın kurtarıcı davetine icabet ile olur değerli dostlar. Yine bir baharla yeni kutlu doğuşlar bizim hamlemizi bekliyor.

Bembeyaz bir güvercinin sonsuz mavilik- lere süzülüşü gibi dupduru ve taptaze ik- limlere yol almanız temennilerimle...Hayra karşı...

(12)

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri Darende’e, İmam Hatip Lisesi’nin açılışı sırasında yaptığı konuşmada: “Biz çocukluğumuzda, acıkınca annemizden ekmek

bile isteyemezdik. Bu okulun yapılması için kapı kapı dolaşıp yardım topladık.”

diyerek, halka hizmet söz konusu olunca, gayrısını düşünmediğini anlatır bize. Yine Osman Hulusi Efendi Hazretleri’nin “Elime bir taş geçse onu milletimin hizmeti için kullanırım.” sözünden, hizmet anlayışının sınırlarının ne kadar geniş olduğunu anlarız.

Raziye SAĞLAM

Hâl Diliyle Hizmet

Tasavvuf yolunun sultanları, bütün gü- zellikleri hâl diliyle anlatırlar. Onlar bu hâlleri yaşarken birçok çile de çekerler ama elbette ki bunu çile olarak görmezler. Maşûka ka- vuşma yolundaki hangi çile, aşığa zor gelir ki? Zira bu yolun erleri, her mahlûkatta Yara- dan’ın güzelliğini görürler. Hakk’a olan o bü- yük muhabbetleri ve rızasına kavuşma iste- ğiyle de, başta insan olmak üzere her mahlû- kata hizmeti bir tabii hâl olarak benimserler.

Bu hizmet bazen bir okul veya bir hastane ya da daha soyut olarak yaralı gönüllerin tesel- lisi ve bazı kötü huylarının güzelleştirilmesi, eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın en saf ve güzel hâline dönüştürülmesi olarak kendini gösterir. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü.” sözündeki gibi, bu sevgiyle yapılan hizmetlerin muhatabı olan gönüller yumuşar, üzerinde kir pas ne varsa yok olmaya mahkûm olur.

Cümlenin malumudur ki, Es-Seyyid Os- man Hulûsi Efendi Hazretleri’nin hizmet an- layışında, eğitim ilk sıralarda yer alır. Daren- de’e, İmam Hatip Lisesi’nin açılışı sırasında yaptığı konuşmada:

“Biz çocukluğumuzda, acıkınca anne- mizden ekmek bile isteyemezdik. Bu okulun yapılması için kapı kapı dolaşıp yardım topla- dık.” diyerek, halka hizmet söz konusu olun- ca, gayrısını düşünmediğini anlatır bize. Yine Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin “Elime bir taş geçse onu milletimin hizmeti için kul- lanırım.” sözünden, hizmet anlayışının sınır- larının ne kadar geniş olduğunu anlarız.

Hamideddin Ateş Efendi, sevgili validesi için “O, Hulûsi Efendi Hazretleri’nin ayna- sıdır.” der. Bu cümleden hareketle, bizler de görürüz ki, Hacı Naciye Hanım da aynı mü- barek eşi Hulûsi Efendi gibi, hizmet yolunda örnek bir şahsiyettir. Misal, Hacı Naciye Ateş Okulları’ndan birinin arsasını Hacı Valide

vermiştir ve orada okul yapılması için maddi manevi destek olmuştur... Darende’de Os- man Hulûsi Efendi’nin öncülüğünde yapılan okullarda eğitim gören ya da vazife yapan- lardan ziyaretlerine gelmek isteyenlere sof- ralarını açmış, ailelerinden uzakta olanların gariplik çekmemeleri için, onlarla her zaman şefkatle ilgilenmiştir.

Ondan dinlediğimiz bir anı ile sözlerimizi noktalayalım:

Torunlarından biri, bir gün ödevini yap- mak istemeyip huzursuzlanmaktadır. Hacı Valide onun sıkıntısını fark eder ve: “Oğlum!

Kitabını al da gel, beraber çalışalım.” der. As- lında kendisi de okuma yazma bilmemekte- dir. Torunu dersini okur, o da dinler. Sonra kendisine anlatmasını söyler. O dersini öğre- nene kadar sabırla ve şefkatle yanında oturur ve dinler. Ertesi günü öğretmen çocuğu der- se kaldırır ve onun konuyu güzelce anlattığı- nı görünce: “Aferin sana! Ne güzel çalışmış- sın.” der. Torun gülerek, “Beni babaannem çalıştırdı.“ deyince, bu defa, “Babaannene de aferin. Ne güzel çalıştırmış seni.” der.

(13)

Yılın Sonu

Rukiye Yıldız ERDOĞMUŞ

Yılbaşı değil, yılsonu çünkü yeni yıla gir- meden önce bir yılın hitamına eriyoruz, bir yıl daha eskitiyoruz, yani parmaklarımızın arasından akıp giden kum taneleri gibi, za- man fanusundan zevale tekrar yaşanması muhal olan bir yılı daha aktarıyoruz. Hayat heybemizdeki zaman nevalemizden birazı daha eksilmiş oluyor, ömür mataramızdaki yaşam suyumuz bir parmak daha eksiliyor.

Ölüm en büyük nasihat… Kısıtlı zaman aralığında dünyaya gelen insanlar olarak, kısıtlı bir sermayeye sahip olduğumuzu kültürel yozlaşma sonucu unutuyoruz.

Behimî hazlar peşinde ömür sermayesini tüketiyor, yılbaşı gibi bir dönüm nokta- sında, yani yıl tekerleğinin bir dönüşünün daha tamamlandığı demde oturup tefek- kür edeceğimiz yerde, haz veren eğlen- celere tevessül ederek, uyuşma yollarına başvuruyoruz.

İnsan eğitilebilir bir varlık olduğu gibi, cahil kalınca ya da yanlış eğitilince de azılı bir canavar gibi oluyor. Ya toplumlar? Top- lumsal dinamikler ötelenerek, ruhu bes- lemekten yoksun bir kültürün veledi olan Batı tandanslı yaşamı benimseyerek,, ne yaptığının, niye yaptığının bilincinde/şuu- runda olmadan, komut almış bir robot gibi,

‘Şu gün şu hareketi, diğer gün şu kutlamayı yapacaksın.’ emrine itaat eden insanlar yı- ğını oluyoruz. Bunları düşünerek etrafıma bakıyorum, şehrin caddeleri, dükkânların vitrinleri rengârenk ışıklandırılmış, süslü çam ağaçlarının üzerindeki parlak toplar, küçük süsler dikkat çekiyor ama bütün bunlar içimi sıkıyor, irite oluyorum o sivri cadı şapkalarını görünce.

Hülasa, yılbaşı denilince, meyve, kola ve hindi taşıyan babalar, kömür-odun kokusu

yayılan, is kokan, kapalı, soğuk, gri gökyü- zü, “Yılbaşında ne yaptınız?” diye sınıfta soru soran öğretmene en cafcaflısından anlatacağı hikâyeyi düşünüp hayalinden de bir şeyler katmaya çalışan öğrenci, evde koşturan, sıkıntı ile hazırlık yapan anneler, sadece hava atmak için yapılan yapmacık hareketler, sanki mecburlarmış gibi zora- ki eğlenmeye çalışanlar, içki içip kusanlar, ülkeme dair bu soğuk imgeler düşerken beynimin arka odalarına; yabancı ülkeler-

de içki içen, eğlenen huzursuz insanların huzur araması, bunun için uyuşmaya çalı- şarak eğlenmeleri, huzur değil haz veren eğlencelerin peşinden koşmaları, mat su- ratları, bir de kibritçi kız hikâyesi geliyor aklıma. Zengin, azgın, diğergâmlığı bilme- yen toplumda donarak ölen yoksullar ge- liyor gözümün önüne. Yortu geceleri dahi kibritçi kız kimsenin umurunda olmuyor.

Kibritçi kız belki remiz belki hayal, ama o ülkelerdeki gettolarda yaşayanların sefa- letini bize göstermeyen, onların hayranı

Ölüm en büyük nasihat… Kısıtlı zaman aralığında dünyaya gelen insanlar olarak, kısıtlı bir sermayeye sahip olduğumuzu kültürel yozlaşma sonucu unutuyoruz. Behimî hazlar peşinde ömür sermayesini tüketiyor, yılbaşı gibi bir dönüm noktasında, yani yıl

tekerleğinin bir dönüşünün daha tamamlandığı demde oturup tefekkür edeceğimiz

yerde, haz veren eğlencelere tevessül ederek, uyuşma yollarına başvuruyoruz.

(14)

televizyonların rağmına, biz biliyoruz ki, onlar yardımlaşma duygusundan yoksun, bencil, narsist tabloların ön plana çıktığı toplumlar. Hâlbuki bizim bayramlarımız yardımlaşma üzerine bina edilmiştir. Bay- ramlarımızın ana ritüeli, ziyaret, iyilik yap- mak fakirleri gözetmek… Nasıl da huzur damıtır onların soğuk gecelerine karışan kahkahaların aksine bizim her bir ritüe- linde erdem tüten bayramlarımız… Bizim bayramlarımızda, neşeli kalabalıkların sev- gi dolu hal hatır sormaları, nezih ortam- larda hamiyetli duruşları, mutluluk veren ziyaretleri, hep birlikte bütün toplumun kucaklaşması, “Fakirleri gözetin!” emri ica- bınca fakirlerin gözetildiği, yüreklerin bu güzel heyecanı toplu yaşadığı sahneler izlenir. Cennet kokulu ümmetin samimi bayramlaşmaları… Serin, ferah-feza seher- lerde, sükûn veren, sürura gark eden bay- ram namazları, mü’minlerin camide saf saf, meleklerle kol kola secde etmeleri… Bütün bunların farkına varamayanlar, huzur ver- meyen haz peşinde koşanlar, yılbaşı saba-

hı baş ağrıları ile uyananların iç sıkıntılarına talip olanlar…

Kültürel benzemenin en büyük tesli- miyet olduğu, en tehlikeli işgal olduğu sö- zünden mütevellit, yozlaşmanın en büyük teslimiyet olacağını söylemek istiyorum.

Hızla asimile olan Türk halkının, bilhassa gençlerin, özenti ile yaptıklarını görünce de sonucunun nereye varacağını düşün- mek beni ürkütüyor. Celladına âşık olan kız gibi, bizim gençlerimizin de bizi biz ya- pan, toplumu ayakta tutan saiklere bomba döşeyen yabancı kültüre âşık olmaları beni korkutuyor. Ülkeme dair tüm hayallerim yıkılıyor.

Evet, ömrümüzden bir yıl daha eksildi;

gelir ve giderlerimizin bilançosunu çıkarıp tefekkür edelim.

Hayat, öyle saçma eğlencelerle israf edilemez, bol akçe gibi heba etmeye gel- mez, sınırlı sayıda bir avuç gündür vücut avucuna sıkıştırılan zaman akçesi. Yelko- vana asılırsın, o kaçar; akrebi bağlarsın, o çözer; yıllar tekerlek gibi bir çırpıda döner döner ve sermayen biter. Tekerlek dö- ner döner, her yılbaşı bir tur daha biter.

Gençliğe tırmanırken, orta yaştan inerken bulursun kendini. “Orta yaş mı?” diye so- ramadan ihtiyarlık büker belini, dönen za- man dişlisi öğütmeden çabuk tutmalı elini.

Ah bilseniz, mürur-u zaman insana neler eder? Çizgiler derinleşir, bakışlar buğulu, akan seller neleri sürükler! Sizce bu hüzün veren gün neden kutlamaya değer?

Yılbaşıymış!

Gün güheri ile tezyin olan ömür ağa- cımdan bugün yine bir avuç inci, mercan döküldü.

Canlısını aratmayacak güller yapalım.

Boyları istediğiniz uzunlukta olsun. Büyük uzun vazolara da koyabilirsiniz. Renkli kar- tonlardan -diğer adı fon kâğıtları- yapabi- lirsiniz. Kâğıtların renkleri, yeşil ve pembe olacak.

Tabii siz farklı isterseniz başka renkler- de de yapabilirsiniz. Güllerin sapları, ter- cihinize göre, tahta çubuktan ya da kalın bakır telden... Her iki cins kullanımda da sapları 2’li 3’lü bir araya getirerek, yeşil renk veya siyah renkte olabilir, izole bant- larla yapıştırın. Bu bantları elektrikçilerde bulabilirsiniz.

Gülünüzün her bir taç yaprağını kalp şeklinde kâğıttan keseceksiniz. Çiçeğinizi büyük boy yapmak istiyorsanız kestiğiniz kalp şeklindeki çanak yaprakların boyları 10-15 cm uzunlukta olsun. Her bir gül için

20 tane kadar kalp şeklinde çanak yaprak kesin. Gülümüz geniş ve çok yapraklı ola- cak.

Yeşil yaprakları için 2 tane uzun yap- rak boyları 15 cm olacak. 4 tane de gülün pembe çanak yapraklarının etrafını sarmak için olacak. Bütün malzemeler ve yapılışla- rı resimlerde gösterilmiştir. Gösterişli gül- ler yapalım.

Önce, gülün çanak yani taç yapraklarını daha önce anlattığımız şekilde hazırlamış olduğunuz tellere birbirinin içine geçecek şekilde silikon yapıştırıcısıyla yapıştırın.

Pembe kâğıtların yapışması bitince kes- miş olduğunuz 4 küçük yaprağa bunları da pembe yaprakların etrafını saracak şe- kilde yapıştırın ve son olarak gülün sapına 2 tane uzun yaprağı yapıştırdıktan sonra, gülünüz hazır olacak.

Kâğıttan El İşi Gül Yapımı

(15)

Peygamberimize Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderilen cariyelerden Hz.

Mâriye (r. anha) Peygamber Efendimiz ile konuştuktan sonra; onun sohbetine, güzel konuşmasına, alçak gönüllülüğüne hayran kalıp hemen Müslüman oldu.

Peygamberimiz (s.a.v.) ise onun bu davranışından ve iman ederek Müslüman oluşundan çok memnun oldu. Hz. Mâriye’yi kendisine nikâhlayarak diğer hanımları

arasına kattı.

Nagehan Nida DURAN

Peygamber Efendimiz’in cariyesi iken iman eden kadın sahabi. Hz. Mâriye (r.

anha), Mısır-İskenderiye’nin hükümdarı Mukavkıs’tan hediye olarak gönderildiği için, nesebi (silsilesi) ve doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Ömer’in hali- feliğinin son yıllarında H. 16 (M. 629)’da Medine’de vefat etti. Bakî Kabristanlığı’na defnedildi. Peygamber Efendimiz, İslâmi- yet’e davet etmek için hükümdarlara ve valilere mektuplar yazıp hazırladı. Daha sonra ashab-ı kiramı (r. anhüm) toplayarak:

“Ey Müslümanlar, ey bütün ecir ve se- vapların karşılığını Allahu Teâlâ’dan bek- leyenler! Şu mektubu, sevabı Allahu Teâlâ tarafından ödenmek üzere; Mısır Mukav- kısı, İskenderiye Valisi’ne hanginiz götü- rür?” diye sahabelere sorunca; orada bulu- nan Hatîb bin Ebî Beltea; imanının verdiği heyecanla hemen ayağa kalktı ve Peygam- berimiz (s.a.v.)’e: “Ben götürürüm!” dedi.

Peygamber Efendimiz, Hatîb bin Ebî Beltea’nın bu davranış ve cevabına çok se- vinip: “Ey Hatîb! Senin kabul ettiğin bu va-

zifeni Allahu Teâlâ, hakkında hayırlı ve mü- barek kılsın.” diyerek dua buyurdu. Önce Mısır’a uğradı. Orada Mukavkıs’ı bulama- yınca, İskenderiye’ye geçti. Peygamberi- miz (s.a.v.)’in mektubunu buradaki sarayda bulunan Mukavkıs’a takdim etti. Mukav- kıs, Peygamberimiz (s.a.v.)’in mektubunu saygı ile açtırdı ve okuttu.

Mukavkıs, Peygamberimiz (s.a.v.)’in okunan bu mektubundan sonra, O’nun el- çisi Hatîb bin Ebî Beltea’ya: “Hayırlı olsun, seni kutlarım.” diyerek onu yanına çağırdı.

Mukavkıs, Peygamberimiz’in mektu- bunu alıp fildişinden güzel bir kutu içine kendi eli ile koydu ve ağzını mühürleterek özel hizmetçisine koruması için teslim etti.

Ama Mukavkıs Müslüman olmadı.

Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.), Mukavkıs’ın Peygamberimiz’e gönderdiği mektup, Hz.

Mâriye ve Sirîn isminde iki cariye, elbise yapımında kullanılacak bir miktar Mısır kumaşı, Düldül isminde bir katır gibi he- diyelerle Medine’ye döndü. Hediyeler;

Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından kabul

Hz. Mâriye (R. Anha)

(16)

zi gücendirecek herhangi bir söz söyle- meyiz.” buyurdu. Bu sırada gözlerinden damla damla yaşlar akıyordu. Peygambe- rimiz’in bu hâlini gören yanındaki arkadaşı Abdurrahman bin Avf (r.a.)’ın: “Yâ Rasû- lallah, siz de mi ağlıyorsunuz?” demesine karşılık Peygamberimiz (s.a.v.): “Ben sizi ağlamaktan menetmem; o, insanın elinde, iradesinde değildir. Ama sesli ağlamaktan ve feryat etmekten ve Cahiliye âdetlerin- den menederim. Bunlar Allahu Teâlâ’nın rızasına muhaliftir (uygun değildir). Ama gayri ihtiyari gözyaşı dökülür ve mahzun olunur.” buyurmuştur. Bu ise, vefat edenler için bağırıp çağırmadan, üst baş yırtma- dan, Allahu Teâlâ’ya karşı şirk koşmayacak durumda üzülmenin serbest olduğunun Müslümanlara güzel bir şekilde izahı ol- muştur.

Peygamberimiz (s.a.v.), aynı gün oğlu İbrahim’in cenaze namazını kendi kıldırdı.

İbrahim, Bakî Kabristanlığı’na defnedildi.

Kabrinin üzerini hafifçe açarak su döktü.

Baş tarafına ise büyükçe bir taş koydu. Bu durum, Peygamberimiz’in sünneti olarak,

Müslümanlar arasında bugün de devam etmektedir.

Yine aynı gün -İbrahim’in defnedildiği gün- güneş tutulmuş, her taraf kararmış- tı. Bunu gören herkes, Peygamberimiz’in oğlu İbrahim’in ölümüne yormuştu. Bunu duyan Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “Ay ve Güneş, Allahu Teâlâ’nın ayetlerinden ikisi- dir. Kimsenin ölümünden dolayı tutulmaz- lar.” buyurmuşlar ve bu olayın tabiî bir hâl olduğunu ashab-ı kirama açıklamışlardı.

Hz. Mâriye ve oğlu İbrahim’in hayatı, Müslümanların birçok İslâmî konuda uya- rılmasına sebep olmuştur. Hz. Mâriye (r.

anha) çok sakin, sessiz ve kendi halinde olduğu için, kendisinden hadis rivayeti ol- mamıştır. Hz. Mâriye (r. anha), Halife Hz.

Ömer’in halifeliğinin son-yıllarında vefat etmiştir.

Allah ondan razı olsun…

edildi. Peygamberimiz (s.a.v.) bizzat Mu- kavkıs’tan gelen mektubu kendisi açtı ve okuttuktan sonra: “Kötü ve akılsız adam!

Saltanatından vazgeçemedi. Koruduğu malı ve saltanatının hiçbirisi kendisinde kalmayacak.” buyurdu.

Peygamberimize Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderilen cariyelerden Hz.

Mâriye (r. anha) Peygamber Efendimi ile konuştuktan sonra; onun sohbetine, güzel konuşmasına, alçak gönüllülüğüne hayran kalıp hemen Müslüman oldu. Peygambe- rimiz (s.a.v.) ise onun bu davranışından ve iman ederek Müslüman oluşundan çok memnun oldu. Hz. Mâriye’yi kendisine nikâhlayarak diğer hanımları arasına kattı.

Peygamber Efendimiz, evlenmelerinin hepsini Hz. Âişe’yi Allahu Teâlâ’nın emri ile nikâhladıktan sonra yaptı. Bunlar dinî, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek yap- tığı evlenmelerdir (Bkz. Muhammed Aley- hisselâm). Nitekim cariye olan Hz. Mâriye (r. anha) ile olan evlenmeleri de böyledir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı ev-

lendirmem, hepsi, Cebrail (a.s.)’ın Allahu Teâlâ’dan getirdiği izinle olmuştur.” Hz.

Mâriye (r. anha) da herkesin arzu ettiği, fa- kat kimseye nasib olmayan dereceye, iman etmesiyle yükselmiş, bütün Müslümanla- rın annesi olarak herkesin saygısını kazan- mıştı. Ona bu saygıyı ve şerefi kazandıran, Peygamberimiz’i görür görmez Allahu Teâlâ’ya iman edip Müslüman olmasıdır.

Peygamberimiz’in Hz. Mâriye’den İb- rahim adında bir oğlu dünyaya geldi. Bu sebeple de Peygamberimiz’in hanımları içinde Hz. Hatice’den sonra çocuğu olan ikinci hanımı olma şerefine de kavuşmuş oldu. Peygamberimiz’in oğlu İbrahim, Me- dine dışında bulunan Avali isminde bir köyde, sütanneye verildi. Peygamber Efen- dimiz sık sık bu köye oğlunu ziyarete gider, onu şefkat ve merhametle severdi. Yine bir gün aynı köye, oğlu İbrahim’i ziyarete gitti.

Oğlunun ruhunu teslim etmek üzere oldu- ğunu görür görmez onu hemen bağrına bastı. Saçlarını okşamaya başladı. Birkaç dakika sonra İbrahim vefat edince: “Yâ İb- rahim! Ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat Rabb’imi-

Kaynakça

M. Necati Bursalı, Ehli Beyt’in Mübarek Hanımları, Barış Yayıncılık, İstanbul, ss. 116-118.

(17)

Umut; yaşam fonksiyonlarına anlam katan, sıradanlığı çekilebilir hâle getiren, uykusuzluğu, açlığı, hasreti, acıyı avutan, “anlamlı” bulan için “iki dünya saadeti”ni

müjdeleyen en güzel kelime.

Umutlu Bakış:

İyiliğe Yandaş Olmak

Elif SÖNMEZIŞIK

Çağın vebası yabancılaşma, iyi ve güzel olana dair umutlarımızı yağmalarken, can havliyle tutunmaya uğraşan “nefret söy- lemleri” ile burun buruna gelişlerimiz yoru- yor bizi en çok. İşin kötüsü, artık kaçacak bir yer de yok. Nerede olursanız olun, hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıveri- yorlar. Herkesin cümleleri herkese ulaşabi- lir olduğundan beri…

Kişinin kendi sözü yetmediğinde bile bir yerlerden laf aşırarak başkasını hırpala- ma arzusunu ayyuka çıkaran nedir sorusu geliyor akla. Darbeler karşılıklı. Canı yansa da yanmasa da can yakmak elzem.

İster istemez bir sebep arıyorsunuz.

“Nefret söylemleri”nin arkasında yatan hikâyeler buluyorsunuz bazen. Hepsi gü- nümüze dair bir şey söyler ya da söylemez.

Lakin beldesinden çok hikâyesi olan bir memleket burası. Elbet bugüne dair bir anlam taşır diyerek, adı konmuş acılar kar- şısında saygıyla geri çekiliyorsunuz. Ama devşirme nefretler bıkkınlık veriyor, mide bulandırıyor. Sefahatlerin içinden fışkıran asılsız yaygaralar ise kulak tırmalayan, etki- siz, çirkin ve yersiz laf kalabalıkları... Bunca yapaylığına rağmen izleyicileri, dinleyicileri ve takipçileri olması, hüsran olduğu kadar gerçek de.

Ortada dönüp duranları toplayıp kendi içinde tekrar edenlerin “özentisi” bir tara- fa, topluma, sistemlere kinlenenlerin söy- lemlerinde, acının sıradanlaşması, yarasını saracak örf’e karşı yabancılık ve umudun yalpalayışı duyuluyor en çok.

Asık suratlı, sert mizaçlı çehrelerden yayılan kelimeler, ümitten ve anlayıştan yoksun.

Burada Kierkegaard’in sözü aklıma geli- yor yine: “Umutsuzluk, ölümcül hastalıktır.”

derken ben’in hastalığıdır diyor Kierkega- ard ve ekliyor: “Sonsuza değin ölmek, öl- memekle birlikte ölmek, demektir bu.”

Umutsuzluktan ölmek bir nevi…

Umut; yaşam fonksiyonlarına anlam katan, sıradanlığı çekilebilir hâle getiren, uykusuzluğu, açlığı, hasreti, acıyı avutan,

“anlamlı” bulan için “iki dünya saadeti”ni müjdeleyen en güzel kelime.

Bu denklem şu sonuca çıkıyor: Umut- suz insanın kendine hayrı olmaz ki, başka- sına olsun. En çok da bu yüzden umut ile iyilik birbirinden ayrılabilir değil. Biri diğe- rini besleyen, gerçekleşmesine sebep olan

“yâren”.

İnternet ortamındaki blogların, sözlük- lerin, sohbetlerin iyilik hakkında ne söyle- diğine bakmak, çağın yaklaşımını biraz ol- sun anlamaya yetiyor. İyilik adına umudun yok olduğu, iyilik edenin kendini “enayi”

olarak gördüğü, iyiliğin tavsiye edilmediği, kötülerin inançlarına göre sınıflandırıldığı, iyiliğin kişinin “öz tercihi”, kötülüğün ise

“din prangasıyla hapsolanların bastırılmış-

(18)

lıklarının bir tepkisi” olduğu ile ilgili ne çok cümle var, bilseniz! Bu tür beyanlar artık iyiliğin yaşadığına, iyiye olan inancın var olduğuna inananların daha da azaldığını anlatıyor aslında. Muhayyilemize, umut- suzluktan ölen çorak gönüllerle dolu bir dünya çizdiriyor.

Ham zihinlerimiz, bu bozuk denklem- lerin sonucunu aramakla meşgul.

Öyleyse nefret söylemlerine şaşırma- malı. Umut da iyilik ve sevgi gibi azalıp ço- ğalabiliyor.

Tıpkı kötülük gibi…

İyilikten vazgeçmek elbette kötü olmak değil. Ancak, umutsuz olmak iyiliğin ye- şereceği toprağı kurutmaya yetiyor. Bu da kötülüğün alanını genişletiyor, ona doku- nulmazlık vaat ediyor ve onu kontrol nok- talarından uzaklaştırıyor.

Yüzleştiğimiz yabancılaşma ve güven- sizliğe bu azalma ve çoğalmalar esnasın- da yitirilen dengelerin etkisi yadsınamaz.

Her şeyi kötü görme ve herkesten kötülük bekleme eğilimimizin, çoktan, gündelik alışkanlığa dönüştüğünü söylememiz de kimseyi şaşırtmaz bu yüzden.

Ve umudun uzağında durduğumuz gerçeğini de değiştiremez.

Bu topraklardaki inancın geleneğinde, umut etmek neredeyse bir emir gibidir.

“Korku ile ümit arasında olmak” tavsiye edilir. Korku, yersiz ve fazladan özgüvenin ince ayarı, ümit ise defalarca dönüp geldi- ği kapının bir gün açılabileceği ihtimalinin muştusu âdeta. İkisi de insanın yanılabile- ceğini hatırlatan, bilincini uyanık tutan ki- rişlere benziyor.

Kendine ve başkalarına duyulan güven- sizlik, bir anlamda, yaradılışını kabullene- memişlik ve umudunu kaybetmişlik, kötü- lüğü hâkim unsur olarak kabul etmeye yeti- yor da artıyor bile. “Nefret söylemleri”nden medet ummak da bu yüzden.

Umut ile iyilik yan yana. Umut edebi- len için iyilik zemini daima mevcut. Yapı- labilmesi, teşvik ve tavsiye edilmesi daima mümkün.

Umutların tamamı yıkıldığında iyilik to- murcuklarının da heba edileceği, yerine başı sonu belirsiz distopik durumlarla kar- şılaşılacağı, bugünün misallerine bakınca, her zamankinden daha inandırıcı geliyor.

(19)

Referanslar

Benzer Belgeler

Peygamber’in anne-babasının dinî konumu gündeme getirilerek söz konusu konuya ilişkin müstakil bir çok risale telif edildiği, bu çerçevede tarihi süreç içinde konuyla

Gençlerin zararlı akımlardan kendilerini korumaları ve bu dünyada mutlu ve huzurlu bir hayat sürüp ahirette ebedi kurtuluşa erişebilmeleri için ibadet

Kaynak: Koç, Din Eğitiminde Etkili İletişim; Köylü, Psiko-Sosyal Açıdan Dinî İletişi; Hasan Tutar vd., Genel İletişim, Kavramlar ve Modeller (Ankara: Seçkin

Peygamber’in (s.a.s) evliliklerinin siyasî, sosyal, psikolojik ve teşriî birçok nedeni mevcuttur.. Kendi zamanı ve kültürü içinde değerlendirilmesi ge- reken çok

Yukarıdaki rivayetlerde komşu kelimesi mutlak gelmiştir -. Müslüman, kafir, hür, köle, dindar, fasık, dost, düşman, yerli-ya- banci, akraba, akraba olmayan, evce

13 Allah’ın varlığı hakkında (O’nu kim yarattı? Nasıl oluştu? vb) 11 Allah'ın varlığının kanıtının olup olmadığı hakkında (Somut delil) 11 Cinlerin musallat olup

6 Bu ayette ifade edilen “nazar” eyleminin eğitsel açıdan taşıdığı değere dair ayrıntılı bilgi için bkz.. peygamber haricindeki kişilerin söz

Schottky bariyer diyotun kararhhgi ve performansi, metal ve yaniletken arasmda olusturulan arayiizey tabakasmdan oldukca etkilenir[2). n-tip i InP iizerine metal-yaruletken