• Sonuç bulunamadı

Bir arkada

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bir arkada"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Bir arkadaşım “Üç güzelliği yitirmeyin, UMUDU, TEBESSÜMÜ ve SEVGİYİ.” diye yazıp bir çok siyasi fıkra yollamış. Biz de öyle yapalım ve umudumuzu yitirmeksizin, böyle bir yasayı kabul eden milletimiz ve vekilleri üzerine bir çözümleme denemesi yapalım. Ama önce fıkralardan kısa olan üçü:

İsmi lazım değil bir ülkenin dönem başbakanı akıl hastanesinde konuşma yapıyormuş. Bir kişi dışında dinleyicilerin tümü alkışlamış. Başbakan, alkışlamayan kişiye dönerek, "Siz niçin alkışlamıyorsunuz?" diye sormuş. Adam

yanıtlamış: "Ben hastabakıcıyım".

Aynı ülkede, aynı başbakanın partisinin kuruluş yıldönümü törenleri sırasında bir ihtiyar taşıdığı pankartla ilgi çekmiş: "çocukluğumuzu bize bağışlayan başbakanımıza teşekkürler". İhtiyarı sorguya çekmişler... "Sen kiminle alay ediyorsun? Sen çocukken başbakanımız henüz doğmamıştı bile!!?". İhtiyar: "İşte onun için teşekkür ediyorum ya!..."

Aynı ülkede, aynı dönemde 550 milletvekili hepsi birden aynı uçağa binmişler. Uçak teröristler tarafından kaçırılmış. Teröristler istedikleri yapılmazsa her saat başı bir milletvekilini serbest bırakacaklarını ilan etmişler. Fıkralar böyle sürüp gidiyor…

Bugünlerde (aslında 12 Eylül Darbesi ve onun sonrasındaki ekonomide 28 Ocak kararlarını içine alan Özal’lı yıllardan beri) kendisini yukarıdaki iki fıkranın kahramanı gibi hissetmeyen pek az çevre korumacı, yeşil ve tabiatperest

yurttaşımız vardır. Ne var ki 12 Eylül Darbesi bu ülkenin hastabakıcı ve kahraman sayısı çok azaltıldı.

Hastabakıcılarımıza ve kahramanlarımıza öyle ağır cezalar, yargısız uzun yıllar süren tutukluluklar verdiler; astılar, öldürdüler; kalanları ve gelecek nesilleri de siz de böyle olursunuz diye öyle korkuttular; siyaset yasaklarını öyle genişlettiler ve siyaseti kötülediler ki; kimsenin ne siyasetle ilgilenme ve topluma liderlik yapma hevesi, ne de cesareti kaldı.

Nükleer santral yasası diye kısalttığımız ve 09 Kasım 2007’de TBMM’inde iktidar partisinin oyları ile kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylayarak 21 Kasım 2007 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun”; 11 Kasım 1938’de başlayıp 12 Eylül 1980’de son cilası atılan işte bu uzunca sürecin enerji alanındaki sonucudur. İçme suyu

analizlerinde pek çok ölçütle birlikte koliform bakteri de aranır. Koliform bakteri suya insan veya hayvan dışkısı karışıp karışmadığının; yani temizliğin veya kirliliğin göstergesidir. Yasalar, kendilerini çıkartan meclislerin ve milletlerin pek çok ölçütünün göstergeleridir. Nükleer yasa da işte böyle bir gösterge yasadır ve daha önce çıkarılan başta ‘Maden Yasası’ olmak üzere pek çok yasada görüldüğü gibi, gerek meclisteki iktidar partisi milletvekillerinin, ve onların akıldanesi ilgili toplum ve meslek katmanlarının pek çok gösterge yanında ekolojik zeka yönünden de çağdaş-çağcıl toplum standartlarına uymadıklarının göstergesidir.

Bilimsel ve çağcıl Eğitimin Başarılamadığının Göstergesidir

12 Eylül’ü yapanları da, bu başbakanları ve başkanlık koltuğuna zamkla yapışmış yaşlı ana muhalefet partisi

başkanlarını da bu millet yarattı. Bu millet Mine G. Kırıkkanat’ın 21 Kasım 2007 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki “Cinnet Vatan” yazısındaki gibi nükleer santralı atom bombasına giden bir basamak teknoloji transferi gören milliyetçileri, liberalleri, ulusalcı hekim ve kimi ulusalcı sosyalistleri yarattı (1).

Yoksa tam tersi; 12 Eylül darbesi ve sonrasındaki ABD-AB yalağı iktidarlar mı bu milletin demokrasi evrimini yarıda kesti? Pek çoğunuz tabii ki ikincisi dese de bence özgür ve bilimsel düşünce karşıtı antidemokratik feodal mayamız hiç değişmedi. Siyaseten çok güçlü (karizmatik), korkusuz, cesur, çok akıllı ve tam bir vatansever ve aynı zamanda bir dahi olan olan Mustafa Kemal bir istisna idi; Hükümetlerini kendisi belirliyordu ve tek parti iktidarında sayılarını bilemediğimiz karşı devrimciler Mustafa Kemal’in gücünün yarattığı görece güçsüzlüklerinin farkında olarak erimek ve yurt düzeyine yayılmak için iklimini bekleyen tam bir buzdağı idiler. Bence, O yıllarda ‘milletin kendisi” diye anlatılan pek çok insan Cumhuriyet’i de “Mustafa Kemal seviyor” diye seviyordu. Bu milleti oluşturan iki etnik grubun mayasındaki bugün çok daha belirginleşen İslami eğitim sistemi yüzünden, derin köklerinde hiçbir zaman

(2)

demokrasi ve ekolojik akıl yoktu. Hâlâ da yok. Olsa, Orta Asya’dan Ön Asya’ya fethettikleri her coğrafyayı ve kutsal toprakları ve şimdi de Anadolu’yu bozkıra çevirmezlerdi.

M. Ali Kılıçbay, bugünler hakkındaki kehanetini Cumhuriyet Gazetesi’nin Kitap eki çerçeve’nin Eylül 1988 tarihli sayısında “Türkiye’de Okuma Neden Sevilmez” başlıklı yazısında yapıyor (2):

“…Zihniyet çözümlemeleri sosyal bilimlerin şu anda en geri alanlarından birini meydana getirmektedir. İnsanların çoğunun okurken sadece daha önceden alışık oldukları kalıpları yakaladıkları, hatta aslında değişik içerikte bile yazılanları bu kalıplara uydurarak özümledikleri ortak bilinen bir gerçektir.

Aslında çoğu kimse laik safta yer aldığını sanmasına rağmen doğruların bir kere bulunduktan sonra ebediyen geçerli olacaklarına inanarak, dinsel bir düşünce yapısı oluşturduklarının farkına bile varamamaktadır. Bunun sonucunda bu cins insanların okuma faaliyetleri müminlerinkinden hiç farklı olmamakta ve yalnızca doğruların teyidine

yönelmektedir. Tabii bir diğer sonuç da kendi doğrularına uymayanların yanlış cenahına sürgüne yollanmak

olmaktadır… Eğer, herkes düşüncelerinin bir gün yanlışlanabilir nitelikte olduğunu kabul edebilirse dinsel zihniyetten laik zihniyete geçilmiş olacaktır. Laik zihniyetin ülkemizde yerleşmemiş olmasının yansımalarından biri de en aydın çevrede bile kanaat önderlerinin çok büyük bir önem taşımakta olmalarıdır. İslami eğitim sistemi akli değil, naklidir. Bilgiyi üretmek veya ileri götürmek söz konusu olmayıp sadece var olanı nakletmek asıldır.

Bu çerçeveyi kıranlara ise sapkın, çıkıntı, egzantrik gözüyle bakılmakta veya küçümseyici bir ifade ile entel denilmektedir…

Tüketim toplumunun parlaklığına çok çabuk ve hazırlıksız yakalanan insanlarımız, doğrudan maddi olanaklar

sağlayacağına inanmadıkları okuma faaliyetlerine kulak asmamaktadırlar ve yakın bir gelecekte bu darboğaz aşılabilir olarak gözükmemektedir.”

Aynı yazarın, “Matematik Öğrenmek Mutlu Yapmaz” başlıklı yazısından alıntılarla devam edelim (3): “Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) her yıl yayınladığı “Bir Bakışta Eğitim” raporu çıktı. OECD’ye üye 30 ülkeyi kapsamına alan bu raporda, Türkiye ölçülen tüm kıstaslarda son sıralarda yer aldı… Türk öğrenciler, ortalama % 10 oranında daha fazla ders almalarına rağmen, 15 yaşına geldiklerinde edinilmiş bilgi açısından OECD

ortalamasının çok gerisinde kalıyorlar. Örneğin OECD’nin belirlediği matematik bilgisi ölçeği PISA sıralamasında Türk öğrenciler sondan ikinciliği elde etmiş durumdalar… İnsanlar arasında pek ciddi zekâ farkları olmadığına göre, bunun nedenlerini başka yerlerde aramak gerekiyor… OECD’de öğrenci başına ortalama harcama ortaöğretimde 7 bin, yüksek öğretimde 11.254 dolar iken, Türkiye’de yalnızca 1.200 dolar. Demek ki Türk eğitiminin kalitesi baştan düşük. Türk öğrencilere ders yüklemesi yapılmasına rağmen, Türkiye’de okula gitme süresi ortalama 4,3 yıl iken, OECD ortalaması 11,9 yıl. Demek ki biz eğitimi askerlik gibi, mutlaka geçilmesi gereken bir süreç olarak görüyor, bunun yetiştirici yanlarını hiç fark etmiyoruz.

İş burada da kalmıyor. Türkiye’de okumanın herhangi bir işlevi olduğuna inanılmıyor. çocuk Vakfı tarafından yapılan araştırmaya göre, Türkiye’de okul sonrası nüfusun % 88’i okuma yazma biliyor, ama kitap okuma oranı % 1.

Gençlerin % 70’i hiç kitap okumuyor. Yetişkinlerin % 95’i yalnızca televizyon seyrediyor. Öğretmenlerin ise % 63’ü bazen kitap okuyor, ama okudukları kitapların çok azı bilgilendirici ve geliştirici nitelikte, örneğin kitap okuyan öğretmenlerin % 11’i sadece çizgi roman okuyor.

Böylesine bir tablo içinde dünyayı tanımayan ve sadece kendi ülkesinin yüzeysel görünüşü içinde anlık ve sistemsiz “bilgi”lere sahip olan Türkler, herhangi bir kıyas olanağına sahip olmadıklarından ve zaten böyle bir ihtiyaç da duymadıklarından, “kendileriyle gurur duymaktadırlar”… ESTIMA ajansının yaptığı araştırmaya göre, “Herkes Türk olsa dünya daha iyi bir yer olurdu” önermesine % 57 evet cevabı verilmiş. “Türkiye dünyadaki pek çok ülkeden iyidir”e % 72 katılım olurken, “ülkeler yanlış yapsa bile insanlar ülkelerini desteklemelidir” önermesi % 69 destek almış. Türklerin tarihleriyle gurur duyma oranları ise şöyle: çok gurur duyuyorum % 66,5, gurur duyuyorum % 22,7, toplam % 89,2. Ancak Türkiye’den gurur duyma eğitim düzeyiyle ters orantılı. “Türkiye ile çok gurur duyanlar”ın oranı ilköğretim mezunları arasında % 82,4, ortaöğretimde % 77, üniversite mezunlarında ise % 66. Ve kadınlar, erkeklerden “daha çok gurur duyuyor”.

(3)

takım sahte kutsallıklara dayalı, kapalı devre bir düzen sürüp gidiyor. Bu kutsallıklar, gerçek olmayan bir takım gerekçelere dayandırılıp, sürdürüldüğü için, insanların gözlerinin açılması pek mümkün olmuyor…”

Özetlersek Nükleer Güç Yasası bilgiyi sistemli edinme, kullanma ve karşılaştırmayı öğreten bilimsel ve çağcıl eğitimin Türkiye’yi bugün yönetenlere ve yönetenleri seçenlere verilemediğinin göstergesidir.

Diğer Göstergeler

Malum, pek çok zekâ çeşidinden birisi de ‘Duygusal Zekâ’dır (4). Duygusal zekâ doğuştan kazanılmıyor, tamamıyla öğrenilen bir zekâ türü. çok büyük olasılıkla eğitim-öğretim kademelerine devam edecek kadar ‘çoklu zekâ kuramı’nın (5) öngördüğü zekâ katsayılarından belirli bir puana sahip insanların sahip olabilecekleri bir zekâ türü, ama o da ne yazık ki eğitimle kazanılıyor. Kılıçbay’ın açıklamalarından gelirsek eğitim sistemimiz ve kurumlarımız yüzünden milletimizin duygusal zekâlarının pek yüksek olmasının mümkün olmadığını söylemek olası.. Pek çok mahkeme dosyası ve cinayet haberi de bize bunu destekler. çok basit bir neden yüzünden arkadaşını, sevgilisini, yolda gideni öldürüp 24 yıl veya ömür boyu hapis cezası almanın başka bir izah tarzı yok. Tıpkı, hiçbir teknik veya toplumsal zorunluluk yok iken ve üstelik kulaktan dolma veya naklen edindikleri bilgilere dayanarak (veya birisi el kaldırın dediği için) ülkeye nesiller boyu nükleer santral ve nükleer atıklarının hapsine almanın başka izahının olmadığı gibi. Duygusal zekâyıda çoklu zeka gibi sınıflara ayırsaydık ne olursa olsun kalkınma edebiyatının getirdiği küresel çevre sağlığı sorunlarını anlamayanlarda duygusal zekânın ekolojik bölümünün kıt olduğunu söylemek hatalı olmazdı. Ülkemizde hemen hemen her ülkede olduğu gibi aydınların ve ülkenin önemli karar alma noktalarında görev alan meslek insanlarının yetiştiği ve çokça bulunduğu kurumlar, üniversitelerdir. Gerek üniversiteli gerekse üniversitesiz aydınlarımız için de geçerli olan her bilimsel disiplinin ve her mesleğin her şeyi bilmesinin zorluğu ve insanlığın yarattığı bilgi birikiminin bir kişi ya da bir bilim alanının yetenek ve bellek sığasının üzerine çıkması gelişmiş ülkelerde multidisipliner yaklaşımları ve uzmanlaşmayı zorunlu kılmıştır (6).

Önemli olan bilmediğini ya da eksik bildiğini bilmek ve mültidisiplinerliğe saygı göstermektir. Konusuna ve kendini ilgilendiren diğer mesleki ve bilimsel konulara bütüncü (holistik-tümel) yaklaşmayan; meslekî konularla meslek ahlâkı ve etiği konularında bütüncü eğitim almayan; kendi konusunda bile at gözlükleri takmış; geçmişte aldığı eğitim

modelindeki ve bilimsel yaklaşımlardaki değişimi izlemeyenlerin çokça bulunduğu ve batılı anlamda entelektüeli (yok denecek kadar) az ülkemizde bu önem daha belirginleşir; toplumsal olarak zararlıdan öte yıkıcı etki boyutuna tırmanır (7). Ülkemizdeki bilim ve meslek eğitiminin yapılmasından ve düzenlenmesinden; dolayısı ile aydın insan gücü yetiştirmekten ağırlıklı olarak üniversiteler ve bağlı oldukları üst yönetim kurumu adının herkesçe bildik kısaltması YÖK olan Yüksek Öğretim Kurumu sorumludur. Ne ki, yasaklı bir dönemin ve uzunca bir dönem Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemeyen bir yasanın ürünü olan YÖK, bilime aittir; ülkemizin bilimini yönetir, ama Feyerabend’in de vurguladığı gibi, karar düzenekleri ve işleyişi bilimsel, demokratik ve özerk değildir (8).

Bilimin Yönetimin Bilimsel Olmadığının Göstergesidir

Bilimin yönetiminin bilimsel olmaması anlaşılır bir olgudur, ama bilimin bilimsel olmayan konuları, ancak tarafların (öğrenci, idari ve akademik personelden oluşan üniversiter aktörlerin) eşit temsil hakkı ile kararlara katıldığı;

olabildiğince bilimsel yöntemler kullanılarak, bilimsel önerilere ve geribildirimlere vb dikkat ederek, olabildiğince bütüncü yaklaşımlarla ve fakat demokratik bir biçimde karara bağlandığı zaman büyük çoğunluk ve bilim insanlarınca kabul görürler. Bilimsel konularda ise demokrasi yok gibi gözükse de bilimsel uygulamalar (teknoloji)

toplumsallaşınca kesinliğini kaybeder ve görelileşir. Bilimin görelilik ilkesinden aldığı ders ve bu ilkenin diğer bilim alanlarına taşınması multidisipliner bilim ve meslek yaklaşımları ve sayısız mitin öğrettiği ve bugüne taşıdığı kadim değerlerin bugünkü görüntüsü olan meslek etiği ve ahlâkı kuralları ile gerçekleşir. Özellikle yargısal ve politik

kararlara (mevzuat) temel ve dayanak olacak bu tip bilimsel kararlar multidisipliner bilirkişi, bilim ve etik kurullarında uzlaşılarak alınmalıdır.

Neden Sorunları çözecek Yasaları Yanlış Hazırlıyoruz?

Bu sorunun, kuantum fiziğinin Görelilik ve Tamamlayıcılık İlkelerinin bütün bilim alanlarına uygulanması dışında multidisiplinerliği gerektiren bir kaç nedeni daha var: Birkaç yıl önce doğru sanıp uygulamaya soktuğumuz

yeniliklerin eksik, hatalı hattâ zararlı olduğu ortaya çıkıveriyor. Bu bilimsel bilginin doğasında var, ama bilim

(4)

sağlayan yeni veya aykırı ve büyük olasılıkla var olana muhalif ve yenilikçi görüş

sahibi bilim ve meslek insanlarının önü çeşitli yıldırma politikaları, yönetimsel baskılar veya demokrasi yasakları ile engelleniyorsa; akademik ve yönetimsel (mesleki) yükselmeler kariyerist değil de hiyerarşik ise, değişmeleri ve gelişmeleri izleyemeyen ve onlara kendini uyarlamayan ya da tek yönlü izleyen yapısıyla, bilimsel gelişmeleri, yeni uygulama yöntemlerini ve multisipliner meslek ahlâkı kurallarını, yetiştirdiği aydın ve meslek sahiplerine

öğretemeyen sadece üniversiteler değil; aynı zamanda o üniversitelerin ülkesi ve ulusu da, giderek, başka ülkelerin çıkarlarına karşı korumasız ve yasalarını yanlış yapar hale geliyor.

Oysa, başlangıcında ve 1940’lı-60’lı yıllara kadar görece daha yavaş olan ve bir insan yeteneklerinin ve anlama sığasının içine sığabilecek boyutta olan bilimsel ve teknik bilgi giderek artan bir hızla çoğalıyor, çeşitleniyor ve bu arada sürekli değişiyor. Örneğin sadece hekimlik mesleği bilimi (tıp) alanındaki bilginin % 50’sinin beş yılda bir değiştiği ve giderek bu sürenin 3-5 yıla düştüğü dillendiriliyor. Her ne kadar bu değişimin hızı temel bilgilerde bu kadar büyük ve o kadar hızlı değilse de, değişen bu % 50’nin bütünün neresinde olduğunun bilinememesi; değişim ve yenilikleri izlemeyi zorunlu kılıyor (9). Bu zorunluluk ve hızlı değişim bütün bilimlerde, giderek çok daha fazla uzmanlaşma eğilimini ve bir konunun birden fazla uzmanlık bilgisine gereksinimini aynı paralellik ve nedensellikle artıyor.

Her mesleki ve bilimsel değişim beraberinde meslek ahlâkı ve etiği değişikliklerini de getiriyor. Böylece ülkemiz için oldukça yeni bir kavram olan meslek ve bilim etiğindeki gelişmelerin de konuyla ilgili bütün bilim dalları ve meslek sahiplerince izlenmesi gerekiyor. Aksi olunca Nükleer Santrallerin çevreye Etkileri’nin tartışılacağı bir panel öncesi yaptığı açılış konuşmasında bir üniversitemizin Alman Edebiyatı profesörü kökenli olan rektörü “Nükleer santrallerin bir sigara içimi kadar zararlı etkisi olmadığını” ya da veteriner kökenli bir anatomi profesörü olan başka bir

üniversitenin rektörü basın önünde “Ben çevrecilere karşı değilim, ama bu ülkeye nükleer santral kurulması gereklidir” ya da Çevre Bakanı “Ben Çevre profesörüyüm; Nükleer santral zararsız bir teknolojidir, kurulmalıdır” diyebiliyor. YÖK düzeninde rektörün, idari kademede bir bakanın evet dediği bir konuya bir teknokrat veya kadro bekleyen bir akademisyenin hayır demesinin başka birçok olumsuzluğu da göze alabilmek demek olduğu ise üniversitelerimizdeki her bilim insanı ve her düzeydeki teknokratlar tarafından zamanla öğrenilen ve iyi bilinen bir gerçek.

Gelişmeye açık, tutucu olmayan bir kişiliği de barındıran bir meslek ve bilim insanı kişiliği, ancak uygun ve nitelikli bir eğitimle gerçekleşebilir. Profesörlüğü de içeren 80’den fazla çevre sağlığı mesleği ve uzmanlığı alanının eğitim ve öğretiminde izlenen modellerden birisi olan ‘Bütüncü (Holistik) Eğitim Modeli’; neredeyse bütün bilim dallarından gelen bilginin öğrenilmesi ile elde edildiği için bütün bilim ve meslek alanlarına uygulanabilir. Biyolojik bilimleri veya sosyal bilimleri öne çıkaran diğer eğitim modellerine göre bu hızlı değişime ve Çevre sağlığı konularının içerdiği multidisiplinerliğin gerektirdiği gereksinimleri karşılamaya bizce en uygun olanıdır. Bu modele göre: Hekimlik (tıp) ve halk sağlığı biliminin de içinde olduğu (Çevre sağlığı) meslekler(i) (bilim insanları dahil) ve bilimler(i); biyoloji, fizik, istatistik (bilişimi de içine alan) ve sosyal bilimler olmak üzere dört farklı alanda temel bütüncü bir eğitimin birlikte veril(mesi gereken)diği bilimler ve mesleklerdir. Bu modelde, sosyal bilimler içerisinde en çok, temel sosyoloji ve psikoloji; sosyal ekonomi (makro ekonomik ilkeler ve eğilimler; devlet ve hükümet etme modelleri; özel ve halkçı (devletçi-kamucu) sektör modelleri; sağlık ve çevre ekonomisi ve sağlık ahlâkı felsefesi (etiği) öne çıkar. Bir (Çevre sağlığı) bilim ve meslek insanından, temel sosyal, ekonomik ve politik yapıları ve etkenleri bilmesi; ekonomi, toplum ve hükümet arasındaki ilişkilerin farkında olması ve de çevre ve sağlık sektörlerinin yönetimini anlaması beklenir (10).

Ülkemiz ne yazık ki böyle bir eğitim modelinden büyük ölçüde yoksundur. Bu yoksunluk meslek ve bilim eğitimi veren üniversiter kurumlarda da vardır. Ülkemizde bilim insanlarına köklü, üniversitelerarası içerik birliği sağlanmış ve yeterli bir bilim felsefesi, bilim insanı mesleği ahlâkı, bilim etiği ve giderek en geniş kapsamıyla bütüncü bir bilim insanlığı eğitimi verilmesinde sorunlar ve büyük eksikler vardır. Örneğin, bilimlerin anası olan felsefenin ve bilimsel bilginin en önemli özelliği olan şüphecilik, bilimsel ve geleneksel bilginin ve inancın sorgulanması; bilim ve iktidar ilişkileri bilim insanı yetiştirme aşamalarında (doktora ve tıpda uzmanlık eğitiminde) yeterince öğretilmemektedir. Böyle bir eğitimi almayanlar arasından ve çoğunlukla da inbreeding (kendi içinde veya kendine benzeyerek) oluşan bu yüzden de akraba evliliklerinde olduğu gibi ilk eğitiminden gelen eksiklikleri ve sakatlıkları taşıma ve sürdürme olasılıkları yüksek akademik insan gücü ve bilim politikaları ile üniversitelerimizin üniversite olma özellikleri tartışılır hale gelmiştir. Üniversitelerimizin bilimsel ve toplumsal yönden içine kapanıklığı, tutuculuğu ve fakat bununla

(5)

bilirkişiler ve (çevre sağlığı başta olmak üzere) hukuka dayanak olacak standart ve izin verilebilir (çevre sağlığı) sınırlarını hazırlayan yönetmelik kurulları ve TBMM yasa komisyonları (ağırlıklı olarak) üniversitelerdeki bilim insanlarından ve onların eğittiği meslek insanlarından oluşan bürokratlardan oluşmaktadır. Bu durum

üniversitelerimizin dolayısıyla YÖK’ün, (Çevre sağlığı) meslek ve bilimler(i) üzerinden sonuçları ülke (enerji) politikalarında hatalı politik kararlar verilmesine de yol açan (tetikleyen) ikincil tehlikeli yan (domino) etkisidir. Bütün bunlar bir başka eksikliğe yol açıyor. Gerek mesleki gerekse bilimsel yönden ülke yönetimine kadar varan yüksek bürokrat ve teknokratları ve üniversitelerdeki öğretim üyelerimizi (özellikle profesörlerimizi) oluşturan bu kadar zeki (matematik, mantık ve dil zekası bölümü demek olan IQ’sü görece yüksek) (asker ve sivil) insan, kendileri ve aileleri de zararlı etki ile karşılaşacağı için aptallıkla eşdeğer olan bunca toplumsal zarara yol açabilecek kararlara ve suskunluklara neden imza atabiliyor veya böyle sonuçlara karşı istekli veya dirençsiz olabiliyorlar (bkz.

Bergama’daki Siyanürlü Liç Yöntemi ile altın çıkarılması hakkındaki TÜBİTAK Raporu, Hava Kirliliği Kontrol Yönetmeliği, Radyasyon Güvenliği Tüzüğü ve Nükleer Güç Yasası, Maden Yasası vb.)?

Çünkü bu kişilerin çoğu:

a) Yukarıda sözü edilen sadece bilgi naklini (aktarımını) değil aynı zamanda yorum ve analiz yeteneği de gerektiren bütüncü eğitim modeli ile eğitilmemişler. Bu durumları onları, kendilerini geliştirirken, bütüncü anlamda istenen düzeye gelmeleri tesadüflere, kendiliğindenliğe (keyfiliğe) ve kişisel ilgilerine ve zaaflarına kalıyor;

b) İlerlemiş yaşları ve gündelik işleri (idari iş ve ağır ders yükleri vb) nedeniyle mesleki ve bilimsel gelişmelerden (sürekli mesleki eğitim) kopmuşlar. Buna rağmen değişimi algılamadıkları ya da bunun dürüstlük olmadığını (meslek ahlâkı kurallarını) eksiksiz bilmedikleri ve bunun sonuçlarını önemsemedikleri için bu onları eski bildiklerinde ısrar etmelerine yol açıyor;

c) İlk iki nedenden dolayı multidisiplinerliğin ve çevre sağlığındaki mesleki davranış yeterliliklerinin, meslek ve bilim ahlâkının ve eksiklerinin farkında değiller;

d) Üniversite yöneticisi iseler seçilmiş değil, atanmışlar ve bu nedenle bilim insanı gibi değil resmi otoritenin sözcüleri, bürokratı ya da teknokratı gibi davranıyorlar (Bu onları iktidarların kabul edeceği seçenekleri yaratmakta kendilerini zorunlu görmelerine yol açıyor. Bunun sonucu ise bilimin siyasallaşması; farkında değiller);

e) Akademisyenseler çoğunluğu bilim insanı değil öğretim üyesidirler; akademik yükselme kademelerinin birinde veya bir kaçında bilimsel çalışmalarından ve kariyerlerinden ziyade liyakatleri ve kayırılmaları vb rol oynamıştır. Bu onları rektörün, bölüm başkanının sözünden çıkamaz yapıyor;

f) Ve özellikle çoklu zeka kuramına göre, günümüzün küresel ekolojik sorunlarının algılanıp çözülebilmesinde çok gerekli olan doğa zekası ve duygusal zekanın ekolojik boyutu yönünden yetersiz, eğitimsiz ya da deneyimsizler (bu yönüyle geçmişte nükleer santralı içine sindiremeyen, Eski Başbakan Sayın Bülent Ecevit yüksek duygusal zekası ile bu kuralı bozan istisna ve bilimdışı olmasına rağmen az görülen olumlu bir örnektir)(4, 5).

Bütün bu özelliklerin en olumsuz sonucu, bu kişiler, kendiliğinden ya da aile içi nedenlerle oluşmamış; eğitim

kurumlarında öğretilmemiş veya bildikleri halde toplum çıkarlarından çok kendi küçük çıkarları için uygulamadıkları meslek ahlâkı ilkeleri nedeniyle yüksek katsayılı zekâlarını akıllı olmak yerine kurnaz olmaya ve bu kurnazlığı

toplumsal aklın değil kendi küçük akıllarının kullanımına sunarak, insan ömrü boyunca bir bütün olarak

irdelendiğinde, kendilerini ve ülkelerini, kendi özyaşamlarına, ailelerine ve ülkelerine zarar veren aptalca bir yaşama mahkum etmiş olurlar.

Meslek Sahiplerinde Bulunması Beklenen Davranış Özellikleri

çok doğal olarak giderek daha da çok konu ile uğraşan artan sayıdaki meslek ve uzmanlık alanı ve onları yetiştirmekle ve bilimsel araştırma yapmakla

yükümlü bilim dalları arasındaki ortak multidisipliner çalışmalar, hangi ilkelerle örneğin sorumluluk ve yetki önceliği (patronaj), kuvvetler ayrılığı; etik çalışmaya ilişkin kurallar ve birlikte çalışma vb; hangi meslekî davranış

(6)

olabilirler? Bütün bunlar aslında, ülkemizde biçimsel (formal) eğitim dediğimiz belirli bir eğitim ve sınav anlayışının dışına çıkılamadığı için eğitim modellerinde nitelik ve içerik birliği ile verilemeyen; daha ziyade usta-çırak ilişkisiyle ve uygulamalı eğitim aşamalarında öğrencilerin herhangi bir sınava uğramadan kendiliğinden öğrenmeye ve

oluşturmaya çalıştıkları; daha çok anlama, algılama ve analiz ve sentez gerektiren becerilerdir. İşte incelememizde ülkemiz için bizce çok yaşamsal bu “Meslekleri Sahiplerinde Bulunması Gereken Davranış Yeterlilikleri” yani gündelik dilde “Meslek Ahlâkı İlkeleri” şunlardır (6):

Meslek Sahiplerinde Bulunması Gereken Davranış Yeterlilikleri (Meslek Ahlâkı Kuralları)

1. Toplumsal davranışları merak etmek

2. Halk ilgilendiren konulara eylemli (aktif) ilgisi olmak

3. Yaptığı iş ve mesleğin gereklilik olduğuna bireysel kanısı olmak

4. Diğer bilimsel yaklaşımların liderliğinde veya ekibin bir parçası olarak çalışmak için iyiniyeti olmak 5. Diğer bilimsel yaklaşımların rolünü değerli bulma ve karşılıklı saygı

6. Sorun çözme noktasında diğer mesleklerin uzmanlığına duyulan gereksinimi tanıma yetene" "şi

7. Sorunların ve yanıtların bilinmediği durumlarda dürüstlük 8. Bağımsız öğrenme isteği

9. Personel gelişimi için çaba gösterme kararlılığı 10. Belirsizliklerle ilgilenme yeteneği

11. Deneyimlerin ışığında değişik düşünme ve gelişme yeteneği 12. Bireysel ve toplumsal dürüstlük

13. Kendi kendisinin önyargılarının farkında olma, nesnellik ve açık görüşlülük

14. Mesleği ile ilgili konularda (örn: Bilinçli çevre dostu ve sağlıklı yaşam biçimlerinde)yaşam biçimi ile örnek rol alma

15. Seçtiği iş alanıyla ilgili gurur duyma ve inanma duygusu 16. Seçtiği meslek yaşamında istek ve çalışkanlık

17. İnsan hakları ve demokratik ilkelerde kararlılık 18. Herkes için sağlık ilkelerinde kararlılık

19. İlgili konularda ısrarcı ve kararlı olma

20. Halkı ilgilendiren konularda ilkeli bir tavır alma için iyi niyet 21. Sorunlar üzerinde onurlu bir uzlaşma arayışı için iyi niyet

(7)

22. Uygun düzeydeki gizlilik gereksinimine saygı

23. Eylemleriyle ilgili sorumlu olma ve sorumluluk alma iyi niyeti.

Meslek sahipleri ve aydınlarda aranan ve her biri üzerinde uzun uzun düşünüp nice makale yazılabilecek ve çok sayıdaki davranış (meslek ahlâkı) yeterlilikleri, Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,/ Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır” dizelerinde söylemek isteğinin bütüncü meslek yaklaşımına ve görelilik ilkesine uygun meslek ve aydın yaklaşımlarının uzun ve çağdaş bir yorumudur. Meslekler arası ilişkilerde yetki dağılımının, paylaşımının ya da eşgüdümlü çalışmanın sağlanması bu ilkelerin uygulanmasını gerektirir. Bu ülkedeki, meydanı boş bulmuş kirli enerji uzmanlarında ve Bergama’daki Siyanürlü Liç Yöntemiyle Altın çıkaran maden işletmesine karşı yürütülen yurttaşlık ve hukuk mücadelesi ve bilirkişi raporlarına karşı TÜBİTAK Raporu’na vb imza koyan; çernobil Nükleer Felaketi sonrası üniversitelere ve bilim insanlarına araştırma ve açıklama yapma yasağı koyanlarda hiç bulunmayan bu yeterlilik ilkeleri (14, 15), Nobel ödüllü ünlü hayvan bilimcisi Kontrad Lorenz’in bir şirketin yönetim kurulu üyeleri için söylediği sözlerinde olduğu gibi: En çok da, “Özel hayatında son derece namuslu ve modern bir bilim insanının çokbilimli (multidisipliner) bir inceleme veya bilirkişi kurulu içinde sorumluluğu birden çok kişiyle birlikte yüklenince birden zeki bir katil gibi davranmasını” önlemek için gereklidir (16).

Ya, TBMM’nde 550 kişi ile yüklenilen sorumluluklar. Tolga Yarman’ın dediği gibi “Hesabı sorulur”. Dr.Umur Gürsoy, Halk Sağlığı Uzmanı

KAYNAKÇA

1. Kırıkkanat, M. G., “Cinnet Vatan”, 21 Kasım 2007 tarihli Vatan Gazetesi.

2. Kılıçbay, M. A., “Türkiye’de Okuma Neden Sevilmez”, çerçeve (Cumhuriyet Gazetesi kitap ekinin o zaman ki adı), Eylül 1988.

3. Kılıçbay,M. A., “Matematik Öğrenmek Mutlu Yapmaz”, http://www.hurhaber.com/author_article_detail.php? id=258&uniq_id=1181757528 adresine 21.11.2007 tarihli ziyaretimiz.

4. Goleman, D., “Duygusal Zeka Neden IQ’dan daha önemlidir?”, 17. Basım, Varlık Yayınları, İstanbul, Türkiye, 2000.

5. Vural, B., “Öğrenci Merkezli Eğitim ve çoklu Zeka”, Hayat Yayıncılık, İstanbul, Türkiye, 2004.. 6. Karakaş, S., “Bilimde Multidisipliner Yaklaşım”, Bilim ve Ütopya, 12, 75, 72-75, Eylül 2000.

7. Edward Said, “Entelektüel-Sürgün, Marjinal, Yabancı”, çev.: Birkan T., Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2004, İstanbul, Türkiye. Arka Kapaktan: “Entelektüel, eskiden olduğu gibi, toplumda bir uzlaşma oluşturacak genel simgeleri yaratan biri değil, bu simgeleri sorgulayan, kutsal sayılan gelenek ve değerlerin iki yüzlülüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teşhir eden; hiçbir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla mücadeleden çekinmeyen kişidir. Profesyonelleşmenin baskısı artarken, amatör kalıp kamusal alanda yoksullar, yok sayılanlar, güçsüzler adına kendi görüşünü ve tavrını temsil etmekte ısrar eden bireydir entelektüel. Hiçbir kahramana ve siyasi tanrıya inanmaz”. 8. Feyerabend, P., “Akla Veda”, Ayrıntı Yayınları, 1995, İstanbul, Türkiye. “Sayısız mit bize entelektüellerin ancak daha dün ve büyük mücadele vererek nihayet anladıkları bir şeyi anlatır: Doğduğu ortamdan koparılmış bilgi yıkıcı eğilimler taşır ve doğanın seyri bedelsiz değiştirilemez… Bilimin değer ve kullanımı ile ilgili kararlar bilimsel değildir; bunlar ’varoluşsal’ kararlardır; belirli bir tarz yaşama, düşünme, hissetme, davranma kararlarıdır. Bu gibi şeyler ne tür bir hayat istediğimize bağlı bağlı olarak iyi ya da kötüdür; yardımcı ya da yıkıcıdır”.

9. Gürsoy U.: “Eğitim Sorunlarının Neden ve Sonuçları”, Toplum ve Hekim, 47 (1):47-48, 1991.

10. Fitzpatrick, M., Bonnefoy, X., “Guidance on the Development of Educational and Training Curricula”,

(8)

1999.

11. 7. Ortaş, İ., “Üniversitelerin Yeni Yeni Öğretim Döneminde Eğitim Modelleri Sorgulanmalıdır”, çukurova

Üniversitesi Ziraat Fakültesi, 02.10.2004 tarihli elektronik posta yazısı. asportas@mail.cu.edu.tr adresinden istenebilir. 12. Ortaş, İ., “Öğretim Üyesi ya da Bilim İnsanı Kimdir?” 27.01.2004 tarihli elektronik posta yazısı.

asportas@mail.cu.edu.tr adresinden istenebilir.

13. Ortaş, İ., “Üniversitelerin Öğretim Üyesi Yetiştirme Sorunu: Inbreeding (Kendi İçinde çoğalma veya Kendine Benzeyerek çoğalma)”, yazarla yapılan elektronik posta yazışması, yazının aslına yazarın asportas@mail.cu.edu.tr adresinden ulaşılabilir.

14. Gürsoy, U., Enerjide Toplumsal Maliyet ve Temiz ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları, Türk Tabipleri Birliği, Ankara, 2004.

15. Amato Okuyan, Z., Şahin, Ü., TTB Bergama Raporu –2001 (Siyanür Liç Yöntemiyle Yapılan Altın Madenciliğinin İnsan ve çevre Sağlığı Üzerindeki Etkileri ve Bergama-Ovacık Altın Madeninin Yaratacağı Risklerin

Değerlendirilmesi), Türk Tabipler Birliği Yayını, Ankara, 2001.

16. Gürsoy, U., Dikensiz Gül Temiz Enerji (Doğu Akdeniz çevrecileri Temiz ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Raporu), İskenderun çevre Koruma Derneği Yayını, İskenderun, 1999: 7.

Referanslar

Benzer Belgeler

• Genel olarak açık havada ya da havalandırılma- sı kolay ortamlarda yaşamayı sürdürmek, olabil- diğince az yabancı teması ile, grup olmak gerek- tiğinde yüzyüze

Tan, tarımsal üretimin ve yaban hayatın ekolojik sisteminin tamamen çöktü ğünü, Beşiktaş Vadisi’ndeki patlatmalar nedeniyle Beşiktaş Deresi’nin kayalarla

Selingue’deki yerel toplulukla Nyeleni’de bir toplant ı alanı yaratmak için çalışırken, besin egemenliği için kolektif hareketimizi güçlendirme, yeni taraflar

• Çevre kirlenmesinin insan sağlığı üzerine şimdiki zararlı etkileri yanında doğayı tahribi ve gelecek nesiller üzerine olan uzun süreli kötü etkileri göz

• Eskiden çevre sağlığı insan ve toplum sağlığını doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen fiziksel, kimyasal, biyolojik, sosyal ve psikolojik etkenlerin

radikal değişikliği, besin seçimlerini, beslenme alışkanlıklarını, sigara içme, alkol tüketimi ve fiziksel durağanlık, değişik bulaşıcı olmayan süreğen

Pestisitlerin çoğu hedef organizma için etkili olurken, hedef olmayan insan ve diğer canlılara da zarar vermektedir.. Özellikle doğal parçalanmaya karşı

Dolayısı ile bugün burada bulunmamız, Türk Eğitim Derneği tarafından düzenlenen “Eğitim Hakkı ve Gelecek Perspektifleri” forumuna Milli Eğitim Bakanlığı olarak en