• Sonuç bulunamadı

M Geçmiş Bir Rüzgâr İle

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "M Geçmiş Bir Rüzgâr İle"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

M

esafeler… Uzaktasın, hatta belki de yoksun. Varlığın hiçbir zaman gerçek olmadı galiba. Bir olgu olarak vardın hep. Bir olgu gerçekliğiyle… Etrafımda pişmiş tuğlalar, topraklar yı- ğını. Bir kule için. Bunları örerek bir kule öyküsü yazmayı düşlüyorum.

Kule ama kuyu… Bir tür zindan da denebilir. Kuleye kapatılan kişi (yani ben) aslında bir kuyuda olduğunu zannederek yaşayacak (yani yaşaya- cağım), minarelerde olduğu gibi kıvrılan bir merdiveni (bir kulede başka türlü bir merdiven mümkün mü?) her gün belki de defalarca inip çıkacak (yani inip çıkacağım). Tepede, sadece gökyüzünü gösteren bir açıklık olmalı. Buraya kadar yeter. Bu düşün, bir öykü düşünün arasında seni hatırlıyorum sık sık. Uzaktasın ve… Ne demiştim, belki de yoksun. Şüp- heli varlığınla bile beni kendine bağlayabilmenin bir izahı olmalı. Var- lığının şüpheliliği… Oysa daha dün gece öpüştük seninle. Rüya mıydı?

Bir yerde ve bir zamanda tanışmış olmalıyız. Hatta bunun böyle ol- ması şart. Geriye dönüp bakarken ne yaptığımın izahını yapamıyorum çoğu zaman. Geriye dönüp bakmak, geriyi yani geçmişi yeniden kurgu- lamak olabilir, hatta öyledir. Bu sadece yargılarımdan biri ve yargı olma- sına rağmen bir kesinlik içermiyor. Kesinlik içermeyen yargılarım var.

Tanıştığımız yeri ve zamanı hatırlamak demek sadece geçmişi yeniden kurgulamak demek değildir kesin olmayan yargımı esas alırsak, aynı za- manda seni ve beni de yeniden kurgulamak, hatta yaratmak demektir en azından. Bu yargımın gerisinde geçmişin tekrarlanamaz oluşu gerçeği (bu da bir yargıdır elbette ve kesin olmayabilir) sağlam bir dayanak nok-

Geçmiş Bir Rüzgâr İle

Bahtiyar ASLAN

(2)

tası olarak duruyor. Geçmişle birlikte bizim de, yaşadıklarımızın da yani fiillerin de, faillerin de tekrarlanması mümkün görünmüyor. Hatırlamak böyle bakınca ne kadar mühim bir şeye dönüşüyor değil mi! Hatırlamak, geçmişi, geçmişin içindeki her şeyi yeniden yaratmak demektir. Birbiri- mizi böyle çoğaltabiliriz.

Hadi kurgulayalım (yani hatırlayarak geçmişi yeniden yaratalım).

Böyle mi yapıyor yazarlar? Aslında her şey geçmişte mi? Geleceği kur- gularken bile hatırlayarak… Yalnızsın değil mi? Yalnız ve uzaktasın…

Bunun bir soruya dönüşmesi benim suçum değil, tamamen senle ilgili.

Neyse, kurgulayalım. Ben bir kuşu yontarken, bir ağaçta ya da bir taşta, sen seke seke gelen, ökseyi seven, ökseyi öven, sevdiği ve övdüğü ök- seyle oyun oynayan, tuzağa düşmediği hâlde düşmüş görünen, tuzağa hem düşmek isteyen, hem özgürlüğü kutsayan, tuzağı kuranı seven ama tuzağı kuran olduğu gerçeğine yenilen (fakat tuzağı kuranın yakalamak istediğinden, böyle bir niyeti, emeli olduğundan kim emin olabilir ki?) bir kuş olarak, kanatlarındaki ışığı gözlerime, kirpiklerime süren, gölge- sini saçlarıma düşüren bir kuş olarak geldin ve elimdeki bıçağın ağzında durdun. Hepsi bu aslında. Geçmişe bakınca görebileceğimiz başka ne var!

Kuleyi yazacağım elbette, kuyuya benzeyen, kuyu sanılan kuleyi.

Böyle bir aldanışın anlamı, aldanıştan ne daha fazladır, ne de daha eksik.

Bir olgunun anlamı kendisini aşmaya başlarsa, gerçek yaralanmaya baş- lar. Önemli mi? Gerçek gerçekten önemli mi? Bunu ne zaman sormuştun hatırlıyor musun? Senin ancak ve ancak üç farklı kadının hayatının bir yorumu olabileceğini söylediğimi hatırlarsın. “Gerçek, kendisinden daha önemlidir.” demiştim, ne demekse… Üç farklı kadının biri, geçmiş za- man içinde kaybolmuş, hayatının çizgileri silikleşmiş ve bu yüzden de masallarda görünür olmuş, hatta her iki masaldan birinde (sonraları Shakespeare’in tiyatrolarında) bizi selamlayan, kralın en küçük kızıydı.

Çizgiler siline siline yuvarlaklaşmış. Hayatının ayrıntıları kaybolmuş bir prenses. Senin hatlarına benziyor. Yüzün hariç… “Seni tuz kadar seviyo- rum baba”…

Fakat öykümün adı ne “kule”, ne de “kuyu” olmalı. Fakat kuyu ve kule olmalı. Tam olarak böyle bir başlıktan söz etmiyorum, ikisini de ifade eden tek bir kelime… Bulacağım. Kimin için? O tek kelime kimin

(3)

için kuyu ve kuleyi ifade edecek? Kim bunun böyle olduğunu anlaya- cak? Kimin anlaması gerekecek?

Bu masalı anlatırken, (hangi?) -içinde üç prenses olan, en küçüğü- nün babasını tuz kadar sevdiği masalı- ölen benim amcam olmalı. Hatır- lıyorum. (Kurguluyorum mu demeliyim?). Ama bir sürü masalın içinde üç prenses vardır. Olsun. Amcam masalın bir yerinde durur ve; “Anlatı- lacak bir hayatın olmalı.” derdi. Kastettiği hayatın yaşanmışlıklarla örü- lü olması gerektiğini biliyorum. Hayır, tam olarak anlatamadım, olaylar- la örülü… Serüven bildiğin. Sergüzeşt de olur. Onun anlatılacak bir hayatı yoktu, sade yaşamıştı. Bir iki av hikâyesi, bir de kısa süren bir pehlivanlık macerası… Hepsi bu. Az şey mi? Galiba geçmişe dönüp baktığında birkaç cümlelik bir hayat görüyordu. (Kurgulayamıyordu de- mek istemiyorum ama sanırım öyleydi). Bu yüzden başkalarının hayatını anlatıyordu. Çoğu zaman da masalları ve birtakım tarihî olayları ve kişi- leri. Masalları masal gibi anlatan amcam, tarihî olayları ve şahısları an- latırken şahitliğe başvuruyordu. Yani olup biten her şeyi görmüş gibi anlatıyordu. Böylece belki de içinde eksik kalan, bir türlü gerçekleşme- miş olan kahramana hayat veriyordu. (Bu da bir kurgudur değil mi!).

Karanlık sulara benziyor saçların. Köşeli bir yüzün var ve saçların taranmaya hiç ihtiyaç duymuyor. Yine de dizlerime oturup taramamı is- tiyorsun. Bir temrin bu, sevilme temrini. Ne kadar çok taratırsan o kadar ustalaşacağım, biliyorsun. Kanatlarındaki ışığı gözüme böyle böyle mi sürüyorsun, bilmiyorum. Hatırlıyorum bak. (Kurguluyorum, kurguladı- ğıma bakma). Kulenin anlamını düşünüyorsun şimdi, kule ve kuyunun.

Birbirine alçalan, birbirine yükselen… Bir yere varacak elbet bu öykü- nün sonu, ama söyleyecek değilim şimdi. Ne sana, ne kendime… “Öpüş- tük” diyordum “dün gece”, sahiden öpüştük ve üstelik rüyadaydık, üste- lik uzun bir yolun ortasında (sonunu göremediğimiz bir yolun ortasında olma duygusu), -hayat gibi- ikindi güneşine yaslanarak… Üç farklı kadı- nın ikincisi miydin öpüşürken? Bunu sana soramam ki? Üç farklı kadı- nın ikincisi neydi? Bir prenses değil kesinlikle. Bir sokak kadını? Bir azize? Yahut bir kahraman? Bir anne? Böylece kalsın bu sorular. Sebep- sizce kalsın.

Anlatılacak bir hayatım olmadı benim. Yaşasa bunu amcama aynı rahatlıkla söyleyebilir miydim, bilmiyorum. Yorumlanacak bir hayatım

(4)

oldu benim. Yaşasa bunu amcama aynı rahatlıkla söyleyebilir miydim, bilmiyorum. Sonuçta yorumlanacak bir hayattan söz ediyorum. Düş gibi bir şey… Amcamın babaannem olmayan annesi düş yorumcusuydu ve yaşasa benim hayatımı bir yumak gibi çözüp atardı ortaya. Bundan emi- nim adım gibi. Bazı düşleri suskunlukla geçiştirirdi, “Git, bir suya söyle”

derdi. Sesinde şefkat ve emir tonu müthiş bir uyumla bir aradaydı. Bazen de bir avuç -muhakkak belli bir sayıdaydı- bakla atardı kilimin üstüne, oradan yorumlardı. O da yorumlanacak bir hayat yaşamış olmalıydı. Öl- meden önce bir baykuşu çağırıp uzun uzun sohbet ettiğini söylerdi am- cam, çoktan kurumuş bir ağacın dalında.

Akşamdı ve hava soğuktu. Batı ufku -bunun bir öykü adı olması ge- rekmez mi sence de?- buz gibi bir kırmızıyla tutuşuyordu. Sofada durup bütün evlerden aynı ahenkle yükselen kirli sarıya çalan dumanlara bakı- yordum. Göğe doğru bir boru gibi uzuyorlar, sonra bir yerde birbirlerine dolaşıp karışıyor, dağılıp kızıllaşıyorlardı. Sofanın iki direği arasına ge- rili ipteki çamaşırlar çoktan buz tutmuş, kalıp hâlini almışlardı. Pantolon paçalarında, kazakların kol ağızlarında küçücük buz sarkıtlar oluşmuştu.

Şu yeşil fon üzerine mavi devetabanları olan benim. Annem ördü. Biraz- dan onu alıp sobanın borusundaki oklardan birine (CHP’nin oklarına benzetirdim o zaman, hâlâ da öyle) asacağım. Sabaha kadar kuruması lazım. Galiba başka kazağım yok. Bir de ağaçların çıplak dallarının üşü- düğünü hatırlıyorum. Parmaklarımı hohlayarak ısıtıyorum ve bir şey bekliyorum. Bulut gibi bir karga sürüsü peyda oluyor, önce gelip ağaçla- rı siyaha bürüyor, sonra birden büyük bir gürültüyle çığlık çığlık havala- nıyorlar, gidip caminin çatısına konuyorlar. Birkaç dakika sonra aşağıda, batı ufkunda batan güneşe karşı dansa başlıyorlar. İlk önce tek bir vücut- muş gibi, kıvrılarak, dalgalanarak, tatlı bir ahenkle gökyüzünün kızıllığı- nı selamlıyorlar, sonra iki eşit sürüye ayrılıyorlar, gene belli bir ahenkle birbirlerinden uzaklaşıyorlar, sonra bir an sabit kalıp sanki bir işaretle aynı anda, aynı hızla, aynı dalgalanmalarla birbirlerine doğru uçuyorlar.

Her şey sanki göğün boşluğundaki bir aynada gerçekleşiyor. Kuşların aynası bu olmalı. Gökyüzünde akan bu suya bakarken saçlarını hatırlıyo- rum. Bir kuş olarak gelip bıçağın ağzında durduğun zaman… Belki de işte böyle, bu kuşlar gibi bir aynaya bakıyordun. Bir aynaya, yani bana…

(5)

İçine giremediğin, girmekten korktuğun, girmenin imkânsız olduğu ay- naya… Bu yüzden mi uzaktasın şimdi?

Sonra nasıl olduysa amcamın evinin bacasından havalanan baykuşu gördüm. Birden bacalarındaki dumanın zehirli bir renkle koyulaştığını fark ettim. (Belki de öyle olmamıştır, yorumluyorum, hatırlayarak yo- rumluyorum, kurguluyorum). Öyle öldü amcamın babaannem olmayan annesi, bir akşamüstü. Gece yaklaşırken, kargalar dans ederken. Düşle- rim öksüz kaldı sandım. Oysa bir çocuğun düşleri ne kadar muhtaçtır ki yoruma! Neyse, “öpüştük” diyordum. Bunun bir düş olduğunu söylemiş- tim değil mi? O akşam ve ertesi günler boyunca herkes gibi ben de ağla- dım. Herkes sustuğunda evin kuytularından (çok odalı bir evdi ve odala- rın bir kısmı hakikaten karanlık ve kuytuydu) kesik hıçkırıklar duyuluyordu, sahipsiz olduğunu sandığım. O öldükten sonra amcamın masallarının rengi değişmeye başladı. Üç farklı kadının üçüncüsü bu masallarda belirdi sanırım. Kötü bir annenin elinde büyümüş, bir erkek olarak dünyaya gelememiş olmanın öfkesiyle yaşamış, erkekleri bakışla- rıyla esir eden ve bir zindanda olmadık sınavlarla sınayan… Bana bu sınavda yardım edecek kuşlara (martı olmalı) hatta belki de karıncalara ihtiyacım olacak. Amcamın masallarında kuşlar olurdu, karıncalar olur- du. Fakat hatırladıkça, geriye dönüp kurguladıkça üç kadının üçüncüsü- nün zindanının bir kule olabileceğini fark ediyorum. Eğer öyleyse, senin varlığın (aslında uzaktasın hatta belki de yoksun) bir şekilde hayatıma yön vermeye devam ediyor demektir.

İçinde üç prenses olan, en küçüğünün babasını tuz kadar sevdiği ma- salı anlatırken ölen benim amcam olmalı. Uzaktasın ve bu masalı dinle- me ihtimalin yok denecek kadar az. Zaten amcam öldü onu anlatırken.

Çiçekli bir minderin üstünde oturarak, göğsünü ısrarla kıbleye çevirme- lerini isteyerek, babamdan ve kardeşimden. Bahçede de çiçekler olurdu.

Yer mineleri kaplardı kiraz ağaçlarının altını. Masal anlatırken bir eliyle mineleri severdi, okşardı. Bir eli daima sakalında. Bazen batı ufkuna bakardı nedense. Batı ufku… Bir öykü adı olmalı kesinlikle. O ölürken de ben uzaktaydım. Önce; “Dizlerim ağrıyor” dedi telefonda. Pehlivan- lık günlerini hatırlattım, “Az kaldı, geleceğim, güreşeceğiz çayırda. Al- lah de, yekin hele” dedim kendi üslubunca. Az kalmıştı gerçekten de.

Ama ölüme daha az. Yazın ortasında pencereden süzülen incelikli bir

(6)

ışığa bakarak ve göğsünü ölüm meleğinin geldiği yöne dönerek… Yat- mamış, ayakta karşılamak istemiş. Hiç değilse oturarak… Hatırlıyorum, duyduklarımı hatırlıyorum. Duyduklarımı kurguluyorum. Amcam, ken- di hayatını, yaşanmışlığı, serüveni, sergüzeşti sınırlı olan hayatını yo- rumlayamıyor artık. Şimdi kaldığı yerden yorumlamaya başladım. Kal- dığı yani öldüğü… Onun hayatını yorumlarken, anlattığımın onun gerçekliğiyle örtüşmediğini biliyorum. /Geldiğim nokta şu; anlatılan her şey kurgudur. Gerçek, gerçekleştiği anda biten, kaybolan bir şeydir./ Ağ- ladığımı hatırlıyorum. İkindi üzeri gökyüzünden süyüm süyüm inen bir hüzün eşlik etti köye girişime. Evinin önüne yığdığı toprağın üstüne otu- rup... Sonra çok sürmedi, evi de bir toprak yığınına döndü. Daha büyük bir yığın, bir tepe…

Bir kuleyi kurgulayarak geçecek hayatım belki de. Fakat üç farklı kadının hangi yüzüyle geleceksin? Belki üçünün yüzüyle ayrı ayrı, üçü- nün yüzüyle tek olarak… Bir terkip işte. Belki birden farklı terkiple çok defa… Mümkün bu elbette. Öpüşürken fark ettim bunu aslında. Rüyaydı ama fark ettim. Her rüyadan sonra olduğu gibi… Öpüştük ve bunun far- kına uyanınca vardım. Böyle olmalı tam olarak. Çünkü rüya kendi ger- çekliğinden kurtularak (Neden kurtuluyor ki?) hayatın gerçekliğiyle al- gılanmaya ancak rüyadan sonra başlıyor. Rüyada yaptığımın ya da yaşadığımın gerçekliğiyle uyanınca buluşuyorum. Sonra her şeyin rüya- da olduğunun bilincine eriyorum. Böylece rüyayı hatırlayarak aslında kurgulamaya başlamış oluyorum. Sonra da yeni bir kurgu (yorum) için…

Fakat işte amcamın babaannem olmayan annesi öldü. Ona, senin bir rüya olduğunu söylemek isterdim. Büyüdüm üstelik ve benim rüyalarımın ta- bire ihtiyacı var artık. Böyle çoğalıyoruz, dedim ya… Bu kule ya da kuyudan bir roman çıkar mı? Yorumlaya yorumlaya nereye varır yaşa- maya yabancı bir insan? Ne güzel cevaplar bulurdun şimdi burada olsan.

Bıkkınlıkla, tedirginlikle, yabancılaşarak sorduğum sorulara, soru kılı- ğındaki yargılara (hepsi de gitmeyi, terk etmeyi, yok olmayı, ölmeyi, kaybolmayı haber veren) teselli edici, hayata, yaşamaya ikna edici ce- vaplar… Oysa mesafe ne kadar kısa… Zaman ne kadar dar… Ölümle aramdaki mesafenin seninle aramdaki mesafeden daha kısa olduğunu düşünmenin neresi yanlış, neresi kötü? Uzaktasın ve hatta belki de yok- sun.

(7)

“Kim kimin düşü, kim kimin yorumu?” Amcama bunu sormak ister- dim kuyunun başında otururken. (Kuyuya bakarak derinleşirdi amcam ve o zaman sessizce otururdum yanında saatlerce, sonra birkaç kelimey- le konuşurdu, kısa ama bir güne sığmayan, şiir olurdu sanki her şey, ha- tırlamak şimdi yalnızlığı duyuran bir acıya dönüşüyor, ne kötü!) O var- ken bu soru yoktu, şimdi bu soru var ve o yok. Öyleyse cevap nerede?

Geriye dönüp bakarken bu soruyu soruyorum şimdi; kim kimin düşü, kim kimin yorumu? Geçmişi bu soruyla hatırlayacağım (kurgulayaca- ğım). Amcam kuyuya eğilirdi mutlaka, sorabilseydim. Belki ben de -tıp- kı onun yapacağını umduğum gibi- kuyuya eğileceğim. Belki de bir ku- leye tırmanacağım. Şimdi bir yargıya daha varıyorum böylece: kule kuyunun yorumudur, kuyu da kulenin… Gidip bir kerpiç duvara yasla- nacağım, bir kiraz ağacının altına oturacağım, yer minelerini okşayarak sakallarımın uzamasını bekleyeceğim. Usul usul konuşacağım, usul usul yorumlayacağım ikimizin yaşanmamışlıklarını. Belki yaşasak hatırlana- cak (kurgulanacak) bir şeyimiz olmazdı. Bu yüzden “sen benim yoru- mumsun” demek isterdim sana… Ama bir şeyin yorumu bu kadar uzak olamaz o şeyden. Olmamalı…

Uzaktasın hatta belki de yoksun…

Referanslar

Benzer Belgeler

Atatürk, bir defasında, çok sev­ diği “ Câna, rakibi handan edersin” şarkısını Safiye Ayladan dinledikten sonra takdirlerini şu kelimelerle be­ lirtti:..

Ayrıca önümüzdeki yıl Muhsin Ertuğrul .Tiyatrosu’nda bu büyük sanat adam ım ızın adına layık eserler sergileneceğini umud ede­ riz. Son yıllarda seyirciyi

Ankara 6 (Telefonla) — Tarih mü* derrisleri ve muallimleri içtimai bugün mesaisine devam etmiş ve öğleden ev­ vel Türk tarihi tetkik cemiyeti azasın­

Pulmoner TB formu daha yayg›n olarak görülmesine karfl›n ekstrapulmoner tüberküloz (EPT) halen önemli bir klinik problem- dir.. Bu çal›flmada EPT tespit edilen

Çalışmada Ulusal Referans Laboratuvarımıza Centers for Disease Control and Prevention (CDC, Atlanta, GA, ABD) tara- fından gönderilen “real-time” RT-PCR reaktifl eri

” Değişim böyle dümdüz bir yol da izlemez her zaman: Bir yerde, “dokuz on yaşlarında bir çocuk” , kendisine seslenenlere doğru, “yavaş yavaş, ağır

Kjeldahl metodunda incelikli sonuçlar alınmakla beraber uzun bir süre gerekmekte ve ana­ liz esnasında niimune bünyesi, kimyasal işlem ler yüzünden değişikliğe

onlan şiirde düşünceyi reddetmeğe, onun bir oyun, bir fan tezi olduğunu söylemeye kadar gö­ türmüştür Elbette ki şiir bir takım sistemli veya sistemsiz