• Sonuç bulunamadı

Çeviren. Burcu Karatepe

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Çeviren. Burcu Karatepe"

Copied!
25
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Çeviren

Burcu Karatepe

(2)

Sevgili Kalbi Kırık,

İrlanda’yı baştan sonra gezmek deyince gözünün önüne ne geliyor? Loş, gürültülü bir barda bağıra çağıra şarkılar söy- lemek mi? Yosun tutmuş kaleleri gezmek mi? Dört yapraklı yoncalarla dolu bir tarlada yalın ayak koşmak mı? Belki de Johnny Cash’in şu ünlü şarkısı: yeşil, yeşil, kırk tonuyla yeşil.

Pekâlâ, gözünün önüne gelen her neyse, benim terk edilmiş arkadaşım, yanlış olduğunu üstüne basa basa söyleyebilirim.

Dublin’deki küçük bir meyhanede sarhoş bir şekilde naralar atmayacağını ya da kale arazilerinin fazlaca ıslak toprakların- da bata çıka gezmeyeceğini söylemiyorum. Şunu söyleme- ye çalışıyorum, bu çıktığın gezi aklına gelebilecek her şey- den çok daha güzel olacak. Bana inanmıyor musun? Moher Kayalıkları’nın ucunda durup da rüzgâr saçını evirip çevirip tek bir rasta hâline getirene, kalbini pata pata çalınan bir da- vula çevirene kadar bekle. Ondan sonra konuşalım.

Kendini kırılgan, bir kumru gibi ürkek hissettiğini biliyorum, o yüzden izin ver de ben olan biteni ortaya sereyim. O kırık minik kalbini iyileştirmekle kalmayıp seni her noktada sonuna kadar zorlayacak, sınırlarını keşfetmeni sağlayacak bir yere sı- rılsıklam âşık olmak üzeresin. Bavulunu, zihnini ve de bu reh- beri açma vakti geldi çünkü ben, İrlanda’ya dair her şeyde iflah olmaz bir uzman olduğum kadar, kalp kırıklığı konusun- da da iflah olmaz bir uzmanım. Beni ikisi bir arada rehberi

(3)

gibi düşün. Ayrıca bana ihtiyacın yokmuş gibi de davranma.

İrlanda’ya dair binlerce rehber kitap olduğunu biliyoruz ama sen bunu seçtin.

Doğru yerdesin, benim tatlı çöreğim. Emerald Isle, konu kırık kalpleri onarmak olunca en iyisidir.

Güven bana.

Not: Yakın bir zamanda, havanın oldukça güzel olduğu bir günde County Clare, İrlanda’da tam olarak kırk yedi yeşil tonu saydım. Buna ne diyeceksin, Johnny?

—Kalbi Kırıklar İçin İrlanda: Emerald Isle Hakkında Alışılmadık Bir Rehber, üçüncü baskı

(4)

Giriş

GELMİŞ GEÇMİŞ EN KÖTÜ YAZ.

Aklımdan geçen düşünce tam da buydu. Hayır, Şu anda dü- şüyorum, değildi. Az önce erkek kardeşimi Moher Kayalıkları’ndan aşağı ittim, de değildi. Büyük gününü mahvettiğim için teyzem de beni öldürecek, bile değildi. Sadece, Gelmiş geçmiş en kötü yaz.

Önceliklerimin darmadağın göründüğünü söyleyebilirdiniz.

Tepenin aşağısında yatarken açıkçası ben de darmadağındım.

Nihayet yuvarlanmam sona erip de durana kadar özel di- kim elbisem ve ben, en az on tane çamur deryasının içinden geç- miştik ve şimdi de kesin bir çiftlik hayvanından çıkma bir şeyin içinde yatıyordum. Ama en büyük sorunum inek pisliği değildi.

Yuvarlanırken bir şeye sert bir şekilde çarpmıştım ve ciğerlerim çılgına dönmüş bir şekilde ne yapmaları gerektiğini bulmaya çalışıyorlardı. Nefes al, diye yalvardım. Sadece nefes al.

Nihayet başarabilmiştim. Gözlerimi kapadım ve ne zaman nefesim kesilecek gibi olsa yaptığım gibi derin derin nefes ala- rak beşe kadar saymaya başladım. Ki bu normal bir insana oran- la çok daha sık başıma gelen bir şeydi.

Bende, futbol hocamın hücum faktörü diye adlandırdığı şey vardı. Ne zaman oyuncuların atkuyruklu Atilla Han gibi görün- düğü bir okula gitsek, oyunu sonuna kadar oynayacağımı anlar- dım. Nefessiz kalmak, sıklıkla yaşadığım için üzerinde uzman-

(5)

laştığım bir şey sayılırdı. Ancak genelde bu olduğunda makyajlı ve topuklu ayakkabı değil, krampon ve forma giyiyor olurdum.

Ian neredeydi? Yana doğru dönüp erkek kardeşime bakındım.

O da benim gibi yerde yatıyordu, lacivert ceketi üstünden sıyrıl- mak üzereydi ve başı da otoparktaki devasa turist otobüslerine dönüktü. Ancak o benim aksime hareket etmiyordu.

Hem de hiç.

Olamaz. Hemen ayağa fırladım, panikten görüşüm bulanık- laşmıştı. Yüksek topuklu ayakkabılarım elbisemin eteğine gö- müldü ve onu kurtarmak için bir süre debelendim; gözümün önünden sağlık dersinde izlettikleri klişe kalp masajı video- sundan sahneler beliriyordu. Suni teneffüs mü yapmalıydım?

Göğsüne basınç mı uygulamalıydım? Neden o sağlık dersindeki videoyu daha dikkatli izlememiştim ki?

Tam kendimi üstüne atmak üzereydim ki gözlerini açıverdi.

“Ian?” diye fısıldadım.

“Vay canına,” dedi kollarını oynatmaya çalışırken bitkin bir hâlde.

Rahat bir nefes alarak kendimi geriye attım, yaşlar gözlerimi yakıyordu. Kardeşimi bir tepeden aşağı itmiş olabilirdim ama en azından onu öldürmemiştim. Bu da bir şey sayılırdı.

“İlerlemeye devam edelim, şuraya bakın.” Donup kaldım.

Konuşan bir İngiliz’di ve fazlasıyla yakınımdaydı. “Hag’s Head biraz daha ileride. Ah, bakın, tepede bir düğün var. Şu güzel gelini görebiliyor mu herkes? Ve… ah, Tanrım. Sanırım gelin bir nedimesinden olmuş. Ufak tefek, eflatun bir nedime. Merhaba eflatun nedime. İyi misiniz? Sanırım düştünüz.”

Hızla döndüm, vücudum beni “ufak tefek eflatun nedime”

diye yaftalayan kişinin üzerine atlamaya hazırdı ancak gör-

(6)

sen manzaraya ya da Mel teyzem olan güzel geline bakmıyordu.

Hepsi bana bakıyordu. Otuzu birden.

Gören de daha önce hiç düğün didişmesi görmediklerini sa- nırdı.

Kontrolünü kaybetme.

Ayağa kalkıp eteğimi düzelttim. “Ufak bir yuvarlanma sade- ce,” dedim canlı bir sesle. Hadi ya! “Yuvarlanma” genelde kul- landığım bir kelime değildi. Ayrıca o mutlu, robotik ses benden mi çıkmıştı?

Tur rehberi şemsiyesini bana doğrulttu. “Gerçekten de şu te- peden mi yuvarlandınız?”

“Öyle görünüyor,” dedim yine canlı bir sesle. Ancak aslında söylemek istediğim şey içimden taşmaya hazırdı. Hayır, aslında gübre kaplı bir elbiseyle şurada bir uyku çekeyim demiştim. Gözlerimi Ian’a çevirdim. Ölü taklidi yapıyordu. Ne kadar da uygun bir davranıştı.

“İyi olduğunuza emin misiniz?”

Bu sefer sesime ağır bir, Lütfen, çekip gidin artık, vurgusu ver- meye çalıştım. “Eminim.”

İşe yaramıştı. Rehber bir anlığına kıstığı gözleriyle bana bak- tı, ardından şemsiyesini kaldırıp gruba doğru tuhaf sesler çıkar- dı ve onlar da tek bir beyne itaat eden bir kırkayak gibi ilerleme- ye başladılar. En azından bu halledilmişti.

“Tur grubu konusunda bana yardım edebilirdin,” dedim Ian’ın hareketsiz vücuduna.

Cevap vermedi. Tam ona göre bir davranıştı. Bu aralar, bu yaz olanları aileme anlatmaya ikna etmeye çalışmak dışında bana doğru düzgün bakmamıştı bile. Onu suçlayamazdım tabii.

Ben bile kendime bakamıyordum, her şeyi berbat eden bendim sonuçta.

Üzerime bir yağmur damlası düştü. Ardından da bir diğeri.

Gerçekten mi? Şimdi mi? Gökyüzüne sitem dolu bir bakış attım ve seçeneklerimi değerlendirmeye çalışırken kollarımı kaldırıp başımı dirseklerimin içine gömdüm. Tepenin altına yapılmış

(7)

Hobbit evlerine benzer hediyelik eşya dükkânlarından birine sığınmak dışında tek seçeneğim tepeye çıkıp düğüne dönmekti ki bu plana, tüm bölgeyi kasıp kavuran öfkesiyle annem de da- hildi. Zorunda kalmadıkça kendimi o ateş hattına atmam müm- kün değildi.

Uçuruma vuran vahşi dalgaların sesini ve sadece birkaç da- kika önce savurduğumuz konfetiler gibi tepeden aşağı inen ko- nuşmaları dinledim:

Gördün mü?

Neler oldu?

İyiler mi?

“İyi değilim!” diye bağırdım ama rüzgâr söylediklerimi önü- ne katıp götürmüştü bile. Bir hafta ve de üç gündür, yani tüm yaz boyunca takıldığım ve neredeyse tüm gençlik hayatım bo- yunca âşık olduğum çocuk Cubby Jones’un, kalbimi tuzla buz edip tüm futbol takımının önünde yere çalmaya karar verdiği zamandan beri hiç de iyi değildim. Ian’ın futbol takımı önün- de yani. Bana bakmaya bile katlanamamasının haklı bir nedeni vardı.

Yani hayır. Kesinlikle iyi değildim. Ve uzunca bir süre iyi ol- mayacaktım.

Belki de bir daha asla iyi olmayacaktım.

(8)

Vahşi Atlantik Yolu

Yine ben, tatlım. Yolculuğunu planlama aşamasında işine ya- rayabilecek son derece önemli bir ipucu vereceğim. Dikkat- lice oku çünkü bu, bu kitaptan kapabileceğin az sayıdaki zor ve de hızlı kurallardan biri. Kulağın burada mı? İşte başlıyoruz.

İrlanda’ya ilk kez gidecek biri olarak sakın ama sakın, hangi şartlar altında olursa olsun, yolculuğuna başkent Dublin’den başlama.

Kulağa biraz sert geliyor, biliyorum. Bir haftadır akbaba gibi dolandığın sitede Dublin için inanılmaz bir fırsat var, biliyo- rum ama beni dinle. Bu tavsiyede ısrarcı olmamın sebepleri var ve en önemlisi de şu:

Dublin aklını oynatmana neden olacak kadar baştan çıkarıcıdır.

Şimdi ne yapacağını biliyorum, tatlım. Benimle baştan çıkarı- cı bir şeyin nasıl aklını oynatmana sebep olacağı konusunda tartışmaya gireceksin.

Ama konumuzdan sapmayalım.

Sonuç olarak, Dublin bir elektrikli süpürge gibidir ve sen de o çok sevdiğin sallantılı küpenin teki gibisin, hani şu yılbaşı gecesinden beri kayıp olan küpen. Eğer bu şehre fazla yak- laşırsan seni hüp diye içine çekiverir ve ezilmeden hayatta kalman söz konusu bile olamaz. Fazla dramatik davranıyor gibi mi görünüyorum? Güzel. Çok fazla metafor mu kullan- dım? Mükemmel. Çünkü Dublin de dramatik bir şehirdir ve çok sayıda metafor kullanımına uygundur. İlginç müzelerle, komik sayılabilecek kadar uygunsuz isimleri olan heykellerle

(9)

ve şu dünyadaki gelmiş geçmiş en iyi müzikleri duyabileceğin barlarla doludur. Nereye gidersen git, yapmak, görmek ve ta- dına bakmak isteyeceğin şeylerle karşılaşırsın.

İşte sorun da tam olarak buradadır.

Birçok aklı başında gezgin Dublin’e, birkaç gün orada burada takılıp daha sonrasında İrlanda’nın geri kalan kısmına dikkati- ni vermek niyetiyle ayak basar. Ve birçok aklı başında gezgin kendisini bir hafta sonra, içinde leprikon olan iki kar küresiyle ve de bir çanta dolusu fazlaca pahalı tişörtle Temple Bar’da doksanıncı turunu atarken bulur.

Bu çok ama çok eski bir öyküdür.

Benim sana tavsiyem (belki de emrim?) yolculuğuna batı kıs- mından, özellikle Vahşi Atlantik Yolu’ndan başlamandır. Hatta özellikle Burren ve Moher Kayalıkları’ndan. Bunlara daha son- ra geri döneceğiz.

KALP KIRIKLIĞI ÖDEVİ: Sürpriz! Vahşi topraklarımızda do- lanırken, ben de senin İrlanda’yla kaynaşman ve de yanında gezdirip durduğun kalp kırıklığından yavaşça uzaklaşman için sana küçük egzersizler vereceğim. İlk görev ne mi? Okumaya devam et. Evet, gerçekten. Okumaya devam et.

—Kalbi Kırıklar İçin İrlanda: Emerald Isle Hakkında Alışılmadık Bir Rehber, üçüncü baskı

(10)

“KAVGA EDİYORDUNUZ. HEM DE TÖREN SIRASINDA.”

Annem ne zaman kızsa, sesi üç oktav düşer ve zaten herkesin bildiği bir şeyleri vurgulamaya başlardı.

Gözlerimi, penceremden geçip gitmekte olan yeşilin binlerce tonundan ayırdım ve sakinleşmek için derin bir nefes aldım. El- bisem, çamurlu bir tütü şeklinde etrafımda toplanmıştı ve göz- lerim davul gibi şişmişti. Ama bu konuda konuşmaya hakkım yoktu: Ian’ın gözü çok daha beter görünüyordu. “Anne, tören bitmişti; biz de…”

“Yanlış taraf, yanlış taraf!” diye bağırdı Archie.

Annem küfrü basıp arabayı sola çevirdi ve bize yaklaşmakta olan traktörün önünden çekildik; bense bu esnada tırnaklarımı, bana en yakın insan tenine, en büyük abim Walter’ın koluna ge- çirmiştim.

“Addie, kes şunu!” diye bağırıp kolunu çekti. “Beni ölümüne pençelemeyeceğin konusunda anlaştığımızı sanıyordum.”

“Az önce devasa bir çiftlik aracıyla kafa kafaya girmekten son anda kurtulduk. Ne yaptığımı biliyor muyum sanki ben?”

diye lafı yapıştırıp onu sola ittim. Son yetmiş iki saati her türlü ulaşım aracında iki abimin arasında yolculuk ederek geçirmiş- tim ve klostrofobim zirve yapmıştı. Biraz daha yükselirse yum- ruk atmaya başlayacaktım. Yeniden.

“Sen onu dinleme, anne. Harika gidiyorsun. O traktörle

(11)

aranda en az on santim vardı,” dedi Archie ve koltuk başlığının yanından uzanıp onun omzunu okşadı. Ardından gözlerini kı- sarak bana bakıp sessizce, Onu strese sokmasana, dedi.

Walt’la birbirimize bakarak gözlerimizi devirdik. Havalima- nındaki araba kiralama firmasındaki adam annemin bir saate, maksimum iki saate ters yönde sürmeye alışacağını söylemişti ama kırk sekiz saat olmuştu ve ne zaman arabaya binsek, lu- naparklardaki dandik eğlence trenlerine binince hissettiğim o duyguyu hissediyordum. Kaçınılmaz bir felaket hissi. Eve berabe- rimde götüreceğim tüm duygusal ve psikolojik zararın sorum- lusu olarak araba kiralama firmasındaki adamı görüyordum.

Kurtulamadığı mide bulantısı yüzünden ön koltuk savaşın- da galip gelmiş olan Ian bu durumdan etkilenmemişti. Pence- reyi bir anlığına açıp içeriye inek esanslı soğuk havanın dolma- sını sağladı, her zamanki gibi bacağını sallıyordu. Ian’la ilgili bilmeniz gereken iki önemli şey vardır. Bir, hareket etmeden duramaz. Asla. Erkek kardeşlerimin en küçüğüydü ve benden yalnızca birkaç santim uzundu ama kimse bunu fark etmezdi çünkü her nerede bulunursa, orayı enerjisiyle sarıp sarmalardı.

İki, Ian’ın bir öfke eşiği vardır. Birden sekize kadar olan durum- lar mı? Hepimiz gibi bağırmaya başlardı. Peki dokuz ve üzeri durumlarda? Sessizliğe bürünürdü. Şimdi olduğu gibi.

Morarmış gözüne bakmak için öne eğildim. Kulağının altına bulaşmış bir parça çamur ve saçında da çimenler vardı. Gözü ger- çekten kocaman olmuştu. Neden şimdiden o kadar şişmişti ki?

Ian, sanki aynı şeyi düşünüyormuş gibi temkinli bir şekilde gözünün altına dokundu. “Kavga mı? Hadi ama, anne. Sadece ufak bir tartışmaydı. Bizi gören olmadı bence.” Sesi oldukça sa- kin, hatta sıkılmış gibi çıkıyordu. Gerçekten annemi ikna etme-

(12)

o sakin hâli kaybolmuş gibiydi. Herkes ona baktı; buna, anında yolun ters tarafına kaymaya başlayan annem de dahildi.

“Anne!” diye bağırdı Archie.

“Biliyorum,” diye bağırıp arabayı diğer tarafa çekti annem.

Ian’ın canını yakmıştım. Kalbim oldukça tehlikeli bir düşü- şe kalkışacak gibi oldu ama onu hemen yakalayıp ait olduğu yere koydum. Bir de suçluluk duygusuna ihtiyacım yoktu. Hele ki tıka basa pişmanlık, utanç ve kendine acıma duygularıyla doluyken. Ayrıca Ian o morarmış gözü hak etmişti. Durmadan Cubby’nin bahsini açan oydu. Daha doğrusu, beni onunla sü- rekli dürtmüştü. Bu, ucuna alev topu bağlı bir sopayı ne zaman canı isterse bana batırması gibi bir şeydi.

Bir anda kafamın içinde Ian’ın sesini duydum, son on gün- dür bozuk plak gibi bu kelimeleri dinliyordum. Başka biri yapma- dan önce anneme olanları anlatmalısın.

Alev alev yanan, rahatsız edici o endişe ortaya çıktı ve he- men Archie’nin üzerinden uzanarak camı açıp içerinin temiz havayla dolmasını sağladım. Cubby’yi düşünme. Okulu düşünme.

Sadece düşünme. Üçüncü sınıftan on gün ve yedi bin kilometre kadar uzaktaydım, kalan zamanımı geri döneceğim o korkunç sahneyi düşünerek geçiremezdim.

Kendimi camdan dışarı bakmaya zorladım, manzaraya kon- santre olmaya çalışıyordum. Her yerde tatlı bir şekilde kümele- nen, bembeyaz dış cephelerinin yanında parlak renkli kapıları olan evler ve pansiyonlar vardı. İplerdeki çamaşırlar İrlanda çi- sentisi altında bir ileri bir geri sallanıyor, inekler ve koyunlar o kadar yakında otluyordu ki neredeyse evlerin arka bahçelerinde sayılabilirlerdi.

Hâlâ burada olduğuma inanamıyordum. Tatilli düğün de- yince aklınıza asla İrlanda’nın batı sahilindeki rüzgârlı bir uçurumun dibi gelmezdi herhalde ancak benim teyzem tam da öyle bir yeri seçmişti. Moher Kayalıkları. Moher, morr* diye telaffuz ediliyordu. Daha fazla rüzgâr, daha fazla yağmur, to-

* İngilizcede daha fazla anlamına gelen More kelimesi kastedilmektedir. –çn

(13)

puklu ayakkabılarla katedilecek daha fazla dik yokuş. Ancak, abilerimin teyzemin üvey çocuklarına tepeye kadar tırmanma konusunda yardımcı olmaları gerekse ve o dünya evine girdiği sırada hepimiz çamura batmış olsak da, teyzemin neden burayı seçtiğini çok iyi anlayabiliyordum.

Bir kere ekranda çok iyi görünecekti. Mel teyzemin, yirmili yaşlarının sonunda ve özellikle yüz kılları konusunda inanılmaz yaratıcı gençlerden oluşan gezici kamera ekibi, tören girişini iki kez yaptırmıştı. Kameralar onun etrafında dönerken teyzemin art deco elbisesiyle, rüzgârın da etkisiyle araba yıkamacıların önünde çılgınlar gibi kolunu sallayan şişme adamlar gibi görün- mesi gerekirdi ancak bir şekilde onun narin ve berrak görünme- sini sağlamışlardı. Ardından hepimiz yerlerimizi aldığımızda karşımızda görkemiyle başımızı döndüren bir manzara vardı.

Yeşilin yumuşak tonundaki çalılıklar dik kayalıkların ucunda son buluyor, dalgaların estetik bir şekilde kayalara çarptığı ok- yanusa iniyordu.

Tabii ki yüzyıllardır burada bulunan ve son derece romantik olan kayalıklar, bu yaz hayatımı mahvetmiş olmamla ilgilenmi- yordu. Herkesin önünde kalbin paramparça mı edildi? diye sordu uçurum. Bir de beni şu gelecek dalgayı milyonlarca elmas parçasına çevirirken izle.

Manzara, bir anlığına da olsa aklımdaki her düşünceyi bir kenara itmeyi başarmıştı. Kameralar yoktu, Cubby yoktu, kız- gın abim yoktu. On gündür kendi zihnimden uzaklaşabildiğim tek andı. Ta ki Ian bana doğru eğilip, Anneme ne zaman söylüyor- sun? diye sorana kadar ve sonrasında bastırmaya çalıştığım ne kadar öfke varsa bir anda patlayıvermişti. Neden bu işin peşini bırakamıyordu ki?

(14)

Ian’ın sallanan bacağı durdu, yerini sinirli sinirli yumruk sıkma rutini aldı. Walter’a doğru döndü. “Walt, kapa çeneni.”

“Hepinize söylüyorum...” diye başladı annem ancak hemen sonrasında rengi attı. “Olamaz.”

“Ne? Ne oldu?” Archie boynunu öne uzattı ve muhtemelen bir NASA çalışanının dünyayı küle çevirecek öfkeli bir meteorit, der- ken kullanacağı bir ses tonuyla, “Kavşak,” dedi.

Hemen iki kolumu da abilerimin kollarına kenetledim. Wal- ter emniyet kemerini göğsüne çekti ve Archie de kopilot modu- na geçerek talimatları bağırmaya başladı. “Sürücü, kavşaklarda iç kısımda kalır. İçeri girerken yol ver, içerideyken değil. Odak- lan ve ne olursa olsun sakın frenlere asılma. Bunu başarabilirsin.”

Kavşağa, âdeta köpekbalıklarıyla dolu sulara girermişiz gibi girdik, annem dışında hepimiz nefeslerimizi tutmuştuk. O oldukça gürültülü bir şekilde küfrediyor, Ian ise her zamanki sallama hareketini yapıyordu. Kavşaktan çıktığımızda arka kol- tuktan kolektif bir nefes alma sesi yükseldi ve en son sürücü koltuğundan yükselen bir sesle son buldu.

“Çok iyi işti, anne, her kavşağı böyle atlatırsak bizden iyisi yok,” dedi Archie ve koluna kenetlediğim pençelerimi açtı.

Walt da öne eğilerek beni kendinden ayırdı. “Anne, lütfen küfretmeyi kes, bu işte hiç iyi değilsin.”

“Küfretmede kötü olamazsın,” dedi annem hâlâ titrerken.

“O teoriyi az önce tek başına çürüttün,” diye itiraz etti Walt.

“Bu işin bir matematiği var, bazı kelimeler birbiriyle uyumlu olur. Öyle hepsini ortaya savuramazsın.”

“Şimdi ben sizi bir yerlere savuracağım,” dedi annem.

“Gördün mü bak, bu iyiydi, anne,” dedi. “Belki de akıllıca iğnelemeleri kullanmalısın. Öylesi çok daha iyi oluyor.”

“Konu çok önemli. Ve ayrıca şekline şemaline de saygı gös- termek lazım,” diye ekledi Ian, sesi yeniden sakinleşmiş gibi çıkıyordu. Parmaklarımı çamurlu eteğime geçirdim. Kafam ka- rışmıştı. Ian sinirli sakin miydi yoksa sakin sakin mi?

(15)

Archie hepimize şöyle bir baktı. “Kadın istediği sözcük kom- binasyonunu kullanabilir. Artık bizi otele sağ salim götürmesini sağlayacak ne varsa. Ofis meditasyonlarında yaptıklarını hatır- la, anne. Kendini güçlü hissettiğin yere git.”

“Harika,” diyerek inledi Ian. “Catarina’yı çağırdın.”

“Onu bu işe karıştırmaya hiç gerek yok,” diye ekledim.

Annem hepimize gözlerini kısarak baktı. On üç ay önce an- nem, yoga taytı ve büyük beden tişörtlerini, emlakçı gardrobu ve yaşadığımız bölgede yaşayan emlakçı Catarina Hayford’un İşiniz Olun, İşinizi Düşünün ses kayıtlarıyla değiştirmişti. Ayrıca bu konuyla ilgili onunla dalga bile geçemiyorduk çünkü sade- ce bir yılda ondan çok daha deneyimli iş arkadaşlarına oranla yüzde doksan daha fazla satış yapmış ve çalıştığı firmanın ilan- larında yer alma hakkı kazanmıştı. Bu da, Seattle’ın herhangi bir yerinde kafamı kaldırdığımda, onun bana gülümseyerek baktı- ğını görebildiğim anlamına geliyordu. Ayrıca çok yoğun oldu- ğu dönemlerde, bazen onu sadece oralarda görebiliyordum.

“Neden hepinizi İrlanda’ya getirmek için para döktüğümü hatırlatsanıza,” diye yapıştırdı lafı, sesi hissedilir derecede yük- selmişti.

Walt hemen atladı. “Sen ödemedin ki, Mel teyzem ödedi.

Ayrıca, Addie ve Ian’ın orada sergiledikleri performans olma- saydı, inanılmaz sıkıcı bir düğün olacaktı, hem de o akıllara za- rar manzaraya rağmen.” Beni dürttü. “En sevdiğim kısım da kü- çük kız kardeşimin Ian’ı tepeden aşağı ittiği kısımdı. Öylesine düşünceli bir hareketti ki. Prenses Gelin’de Buttercup, Wesley’yi tepeden itince adamın, Nasıl isterseeeen, diyerek yuvarlanması gibiydi.”

“İki şey söyleyeceğim,” dedi Ian, arkaya döndüğünde uzun

(16)

den önce kimse bana bunu söylemedi? Haklısın. Harbiden de Cinnet Kayalıkları’ndaydık resmen. O sahneyi yeniden canlan- dırabilir…”

“Kes sesini.” Sesimin mümkün olduğunca tehditkâr çıkması- na dikkat etmiştim. Walter başladığında dizel motorlu bir trene dönüşürdü. Oldukça gürültülü ve durdurulması zor.

“Yoksa ne olur? Beni de bir tepeden aşağı mı itersin?”

“Aslında daha çok döner yumruk gibiydi. Ya da sağ kroşe.

Tekniğin çok başarılıydı, Addie, gerçekten etkilendim.”

Ian hızla arkasına döndü, bu sefer morarmış gözü benimki- lerle buluştu. “Beni tepeden aşağı falan itmedi. Kaydım.”

“Evet, tabii.” Walter bir kahkaha attı. “Egonu böyle tatmin etmeye devam edebilirsin, dostum.”

Dirseklerimi Walter ve Archie’nin bacaklarına gömdüm ama ikisi de beni tutup olduğum yere kıstırdı, ta ki ben kıpırdana- rak ellerinden kurtulana dek. “Tepenin tam ters tarafına düştük.

Kimse tehlikede falan değildi.”

Walter başını salladı. “Şanslıydınız. Rüyalarındaki düğünü cinayete teşebbüsle lekelemiş olsaydınız Mel teyzem sizi asla af- fetmezdi.” Cinayet kelimesini, en sevdiği gerçek suç televizyon programında yaptıkları gibi fısıldayarak söylemişti.

“Ama öyle bir şey olsaydı düğün bölümünün reytingleri na- sıl olurdu, düşünebiliyor musunuz?” diye lafı yapıştırdı Archie.

“HGTV size bir ömür boyu minnettar kalırdı. Büyük ihtimalle kendi programınızı yapmanızı önerirdi. Uluslararası düğün ka- çakları kiralık katillere karşı bölümü olurdu.”

“Hepiniz bir susar mısınız?” Annem, sağ şakağını ovmak için direksiyonu bırakma riskini göze almıştı. “Bakın ne diyeceğim, sanırım arabayı kenara çekiyorum.”

“Anne, ne yapıyorsun?” diye bağırdım, annem arabayı yolun kenarına çekerken. Arkamızda bir sıra araba hararetle korna ça- lıyordu. Bu arabada bir saniye daha bu şekilde oturmaya devam etmem gerekirse aklımı sıyıracaktım. “Arkamızda bir sıra araba var. Hem emniyet şeridi de yok gibi bir şey.”

(17)

“Evet, Addie, biliyorum.” Arabayı sert bir şekilde park edin- ce hepimiz öne fırladık. “Bu iş daha fazla bekleyemez.”

“Tepedeki kavga yüzde yüz Ian’ın suçuydu.” Kelimeler hiç de planlamadığım bir çığlık gibi ağzımdan fırlamıştı ve şimdi üç abim de dönmüş korkuyla bana bakıyordu. Bennett kardeş- ler kurallarının en önemlisini ihlal etmiştim: Asla içinizden birini ateşin içine atma. Ama bu Cubby konusu bambaşkaydı. Belki de eski kurallar geçerli olmazdı.

Ian’ın yüzü öfkeyle gerildi. “Asıl sen…”

“YETER!” Annemin sesi arabanın içinde bir gong sesi gibi yankılanmıştı. “Kimin başlattığı umurumda bile değil. Addie seni bala bulayıp bir ayı mağarasına atmış olsa da umurumda değil. Sizler neredeyse yetişkin sayılırsınız. Ve bu tartışmaları- nızdan bana gına geldi. Sen bir tepeden aşağı yuvarlandın. Hem de bir düğünün ortasında.”

Ayı mağarası mı? Bal mı? Annemin gerçekten de harika bir ha- yal gücü vardı. Walter tam gülmeye başlıyordu ki annemin ona döndüğünü görünce hemen sustu. Ardından iyice Ian’a yaklaştı.

“Üniversiteyle aranda sadece bir yıl kaldı. Bu hâllerine göz yumacağımı sanıyorsan çok yanılıyorsun. Ve Addie, her ne ka- dar on altı yaşında olsan da on yaşındaki bir çocuğun kontrolü bile yok sende.”

“Hey!” diyerek araya girmeye yeltendim ama Archie’den bir dirsek yiyince iki büklüm oldum. Gerçekten akıllıca bir hareket- ti. Bu işten sağ çıkma olasılığım varsa bunu ancak sessiz kalarak yapabilirdim. Ayrıca annem de haklıydı. Oradaki patlamam da çok iyi göstermişti ki sadece dürtülerimle hareket etmem başı- ma bela oluyordu.

“İkiniz çok yakındınız,” dedi annem. “İçinizde birbirine en

(18)

rünen cam silecekleri dışında herkes sessizdi. Bu yaz, bu yaz, bu yaz, diye söylenmeye başladılar bir yandan cama su fışkırtırken.

Ian’ın dizi yavaşladı, yüzümde bakışlarının ağırlığını hissedebi- liyordum. Anneme söyle.

Gözlerimi onunkilerle buluşturdum, telepatik olarak gön- dermeye çalıştığım mesaj, en az onunki kadar ısrarcıydı. Anne- me. Söylemeyeceğim.

“Pekâlâ. Söylemeyin.” Annem avuç içini sertçe direksiyo- na vurunca hepimiz irkildik. “Eğer babanız burada olsaydı ilk uçakla Seattle’a dönüyor olurdunuz, biliyorsunuz değil mi?”

Ian’la aynı anda koltuklarımızda dikleştik. “Anne, hayır!

İtalya’ya gitmem gerekiyor. Lina’yı görmeliyim!” diye bağırdım.

Ian’ın ölçülü sesi arabayı doldurdu. “Anne, bunu iyice dü- şünmelisin.”

Annem tenis oyunundaki ters vuruşla sayı karşılıyormuş gibi elini havada şöyle bir salladı. “Gitmeyeceğinizi söylemedim.”

“Tanrım, sakin ol, Addie,” diye fısıldadı Walter. “Ön camı parçalayıp çıkacaksın sandım.”

Panik damarlarımdan yavaşça çekilirken yeniden koltuğu- ma çöktüm. Mel teyzenin düğünüyle ilgili en güzel şey –şahane lokasyonunun yanında– beni, yazın başından beri en yakın ar- kadaşımı çalan kıta olan Avrupa’ya taşıyacak olmasıydı.

Teyzem hepimiz için düğün sonrasında İrlanda’da yapılacak bir tur organize etmişti ama ben bizimkileri, birkaç günlüğüne Lina’yı görmek için İtalya’ya gitmeye ikna etmiştim. Lina, tam olarak doksan iki gün önce babası Howard’la yaşamak üze- re Floransa’ya taşınmıştı ve her geçen gün bana bir ömür gibi hissettirmişti. Onu görmemek gibi bir şey mümkün olamazdı.

Özellikle de şimdi, kalan tek arkadaşım oyken.

Ian rahatlayarak öne eğildi ve saçlarının arkasını toplayıp kıvırdı. Saçlarını sırf kımıldanması için daha fazla sebebi olsun diye uzattığına yemin edebilirdim.

“Beni yanlış anlamayın,” diye devam etti annem. “İkinizi de geri göndermem gerekirdi ancak o Floransa biletlerine çok

(19)

para verdik ve ikinizden, didişip durmalarınızdan biraz da olsa uzaklaşamazsam kafayı yiyeceğim.”

Taze bir öfke dalgasıyla yeniden canlanmıştım. “Lütfen biri bana Ian’ın neden benimle İtalya’ya geldiğini açıklayabilir mi?”

“Addie,” diye çıkıştı annem. O sırada Ian bana tam da şu an- lama gelen bir bakış attı: HEMEN kes sesini.

Ben de inatla ona baktım. Kesinlikle HEMEN sesimi kesiyor olmam gerekse de aklımdaki oldukça geçerli bir soruydu. Be- nim yanımda durmaya bile katlanamazken neden benimle bir- likte gelmek istiyordu ki?

“O yüzden olay şu,” dedi annem, kendisini bakışma müsa- bakamızın arasına sokarak. “Yarın sabah Archie, Walter ve ben turla birlikte ayrılacağız ve siz de Floransa’ya doğru yola çıka- caksınız.” Yavaşça konuşuyordu, sanki bir sıra domino taşını dikkatlice diziyor gibiydi ve ben de ilk taşı ne zaman iteceğini düşünüyordum.

Ancak… o taşı itmedi.

On saniyelik bir sessizlikten sonra başımı kaldırdım, sesim- deki iğneleyici tonu perdeleyebildiğimi umut ederek sordum:

“Bu kadar mı? Gidebiliyor muyuz yani?”

“Onları öylece İtalya’ya mı göndereceksin?” diye sordu Wal- ter, sesinde en az benim hissettiğim kadar kuşku vardı. “Onla- rı… ne bileyim, cezalandırmayacak mısın?”

“Walter!” diye bağırdık Ian’la aynı anda.

Annem yeniden olduğu yerde döndü, önce bana ve ardın- dan Ian’a dikkatlice baktı. Omurgası bu ters duruştan hiç etki- lenmemiş gibiydi. En azından hâlâ yoga derslerinin faydasını görüyordu. “İtalya’ya gidiyorsunuz. Bu sizi, birlikte güzel za- man geçirmeye mecbur bırakacaktır,” dedi, güzel kelimesini faz-

(20)

“İşte başlıyoruz,” diye mırıldandı Ian, sadece benim duyabi- leceğim bir sesle.

Annem bir an durdu, gözleri benimle Ian arasında gidip gi- dip geliyordu. “Beni dinliyor musunuz?”

“Dinliyoruz,” dedim hemen, Ian’ın dizi de onaylar gibi sal- lanmaya başladı. Hiç sabit duramaz mıydı bu çocuk?

“Bana, kendi başınızın çaresine bakabileceğinizi kanıtlamak için bir şans bu. Lina’nın babasından kötü bir şey, herhangi bir şey duyarsam; kavga ederseniz, bağırırsanız, birbirinize ters ters bakarsanız bile ikinizi de takımlardan çıkarırım.”

Bir anlığına ölüm sessizliği oldu ve hemen ardından bekle- nen patlama yaşandı. “Ne?” dedi Archie.

“Durun bir dakika, durun, durun!” Walter başını salladı. “Bu konuda ciddi misin, anne?”

“Takımlardan çıkarırım derken?” diye sordum. “Futbol ta- kımlarımızdan mı yani?”

Başını salladı, kendinden emin bir gülümseme yüzüne sıcak tereyağı gibi yayıldı. Bu kararıyla gurur duyuyor gibiydi sanki.

“Evet. Futbol takımlarınızdan. Ayrıca ikinizin aynı anda bir şey yapmasına da gerek yok. İkinizden biri bir şey yaparsa diğeri de cezayı alır. Ve kesinlikle ikinci bir şans da olmayacak. Tek bir hatayla kaybedersiniz. O kadar.”

Daha fazla panik yapamam derken eski yaşananların da et- kisiyle yüreğim sıkıştı, âdeta akordiyona dönüştü. Öne eğildim ve dengemi bulabilmek için ellerimi ön koltuğa koydum. “Anne, bu yıl oynamam gerektiğini biliyorsun.” Sesim yüksek tonda ve tiz çıkmıştı, hiç de niyetlendiğim gibi aklı başında değildi. “Eğer oynayamazsam üniversitelerin yetenek avcıları beni göremez ve ben de üniversite takımına giremem. En önemli yıl bu yıl. Gele- ceğimden bahsediyoruz burada.”

“O zaman siz de bu işi berbat etmeyin.”

Gözlerim Ian’ınkilerle buluştu, kelimelerin kafası içinde ora- dan oraya zıpladığını görebiliyordum. Çoktan berbat ettin, Addie.

Ona delici bakışlar attım. “Ama...”

(21)

“Bu senin kontrolünde. Ve de Ian’ın. Kararımdan dönmeye- ceğim.”

Sanki bunu söylemesine gerek varmış gibi... Annemle babam şimdiye kadar hiçbir kararlarında geri adım atmamıştı. Haya- tımda en iyi bildiğim şeylerden biriydi bu: İki nokta arasındaki en kısa mesafeye doğru denir, kök birasının tadı köpüğü hafif eriyince daha lezzetli olur ve annemle babam verdikleri cezayı asla geri almaz.

Ama futbol? Futbol, iyi bir okula giriş biletimdi. Çünkü ne kadar çabalarsam çabalayayım notlarım düzelmiyordu ki bu da orta hâlli bir mühendislik programına girmek için spora güven- diğim anlamına geliyordu. Uzak bir ihtimaldi ama denemekten başka çarem yoktu.

Ayrıca, futbol. Gözlerimi kapadım, çimenlerin kokusunu, takım arkadaşlarımın komplike ritmini, zaman kavramının kaybolup hayata dair her şeyin oyunun dışında kalışını düşün- düm. Orası bana aitti. Gerçekten ait olduğum tek yer orasıydı.

Lina’nın taşındığı, Ian’ın da benden nefret ettiği bu dönemde oraya her şeyden daha fazla ihtiyacım vardı.

Gelecekteki Addie’yi unutun. Futbola şimdiki Addie için ih- tiyacım vardı. Eğer Cubby’den sonra hayatta kalma şansım var- sa, bu ancak o sahada mümkün olabilirdi.

Annem, şimdi cansız bir kukla gibi başını sallayan Ian’a dön- dü. “Ian, dinliyor musun?”

“Dinliyorum,” dedi tuhaf bir şekilde uysal bir sesle. Vücut dili ve sesinden, Umurumda değil, mesajı çıkarılabilirdi ama öyle olmadığını biliyordum. Spor, onun hayatında benimkine oranla çok daha büyük bir yer kaplıyordu. Hem de benden çok daha başarılıydı.

(22)

Archie bir parmağını havaya kaldırdı. “Bilgeliğinden şüphe duyduğumdan değil, anne ancak bu biraz acımasız olmadı mı sence de? İçlerinden biri işleri berbat ederse ikisinin de…”

“Siz bu işe karışmayın,” diye lafı yapıştırdı annem.

“Bir dakika, nasıl ya?” diye çıkıştım, cezanın ikinci kısmı ka- fama yeni dank etmişti. “Ian hata yaparsa benim de ceza alaca- ğımı mı söylüyorsun yani?”

“Evet. Eğer sen hata yaparsan Ian da ceza alacak. Bunu bir ekip çalışması olarak düşün. Biriniz batırırsa diğeri de kaybe- der.”

“Ama anne, Ian’ın ne yaptığı konusunda ben söz sahibi deği- lim ki. Bu hiç adil değil,” diye sızlandım.

“Hayat adil değil,” deyiverdi annem sesinde belli belirsiz bir keyifle. İnsanlar peynire, kaliteli şaraba bayılırken bizimkiler böyle klişe lafları severdi.

Hem nasıl oluyordu da Ian bu kadar sakin davranabiliyordu?

Oyunu tek başına tersine çevirdiği ilk futbol müsabakasından ve sonra takımı resmen şampiyonluğa taşıdığı günden beri futbol Ian’ın tüm hayatı olmuştu. Lise takımında oyun kurucu olma- sının yanında iki üniversite onunla burs için görüşme yapmak istemişti. Bir tanesi tam da futbol kampından önce olmuştu. Hiç umurunda değilmiş gibi görünmesine şaşmamak gerekirdi. Bü- yük ihtimalle içten içe çöküş hâlindeydi.

Cubby’nin ne yapmaya çalıştığını anlıyorsun, değil mi? Onun amacı… Ian’ın sözleri hiçbir uyarıda bulunmadan gün yüzüne çıkıverdi ve aklımı çelmeye çalışmadan önce onları derinlere bastırdım. Şu an futbol kampını düşünemezdim. Keçileri kaçı- racak gibi olmaktan, tamamen keçileri kaçırma durumuna geç- mek istemiyorsam tabii. İşin ucunda İtalya varken bunu yapa- mazdım.

“Harika. Hepimiz anlaştık o zaman,” dedi annem sessizce oturduğumuzu görünce. Önüne döndü ve ellerini direksiyonun üzerine mükemmel bir onu on geçe pozisyonuna getirdi. “Bu akşamki plan şöyle: Otele dönünce herkesin bavullarını hazırla-

(23)

masını istiyorum. Walter ve Archie, tur otobüsü yarın sabah çok acımasız bir saatte yola çıkacak, o yüzden hazır olmanız lazım.

Addie ve Ian, üstünüzü değiştirip kendinize çekidüzen vere- ceksiniz, sonra da sizi teyzenizin odasına götüreceğim ve ondan özür dileyip sizi affetmesi için ona yalvaracaksınız.”

“Anne…” diye yakınmaya başladım ama annem bir elini ha- vaya kaldırdı.

“Yalvarmak mı dedim? Dizlerine kapanacaksınız demek iste- miştim. Ondan sonra birlikte düğün yemeğine katılacağız, ora- da medeni insanlar ya da en azından az çok eğitilmiş maymun- lar gibi davranmanızı bekliyorum. Sonrasında dans edeceğiz, pasta yiyeceğiz ya da kız kardeşim bizden her ne yapmamızı istiyorsa onu yapıp sonra da doğruca yataklarımıza gideceğiz.

Addie ve Ian, sizlere şiddet içermeyen bir yöntemle uzlaşmanın bir yolunu bulmanızı tavsiye ederim. Aksi takdirde İtalya’da iç- ler acısı günler geçirirsiniz. Duyduğuma göre Lina’nın yaşadığı daire oldukça küçükmüş.”

“Hayır, değil. Devasa,” diye atlayıverdim.

“Addie,” dedi Ian, sabrı birazdan taşacakmış gibiydi. “Ko- nuşmayı. Kes.”

“Ben sadece neden…”

“Addie!” diye bağırdı hepsi.

Kendimi geriye atıp abilerimin kaslı kolları arasına sıkıştım.

Konuşmayı kes. Futbol oynamaya devam etmek istiyorsam şu iki şeye dikkat etmem gerekiyordu: annemin suyuna gitmek ve Ian’la iyi anlaşmak.

Ian’ın karmakarışık olmuş saçlarına göz ucuyla bakarken dudaklarımın içini kemirmeye başladım. Ian’la iyi anlaşmak, dikkat etmem gereken bir şeye ne ara dönüşmüştü?

(24)

mayı bir oyun hâline getirmişti. Bir keresinde küflenmekte olan çizgi romanlarla dolu bir kulübeye dalmıştık ve başka bir gün beni, üzerine adlarımızın başharflerinin kazındığı devasa bir meşe ağacının içine ite- rek sokmuştu.

“Saha gezileri,” derdi Ian onlara. Büyürken de bu geleneğe sadık kalmıştık, hem artık ehliyetlerimiz de olasılıklarımızın zenginleşmesini sağlamıştı. Hatta üç hafta öncesinde yine böyle bir geziye çıkmıştık.

“Saha gezisi zamanı.” Her zamanki gibi Ian kapıyı tıklatma zah- metine girmemişti. Odaya daldı ve yanımdan geçip kendini dağınık yatağıma attı.

“Olmaz. Bir saate annemin iş arkadaşı gelecek ve hep birlikte ye- mek yiyeceğiz,” dedim annemi taklit ederek. “Ayrıca, çarşaflarımı kir- letiyorsun.”

Aslında henüz ona doğru dönmemiştim ve söylediğim tamamen tahmine dayalıydı. Ama Ian’ı tanıyordum. Normal bir insan gibi duş almak ve üstünü değiştirmek yerine, Ian antrenman bittiği gibi fırla- yıp kaçardı. Arabamızın çamura bulanmış döşemeleri bunun iyi bir kanıtıydı.

Hızlıca son yanıtı da karaladım ve defterimde temiz bir sayfaya geçtim. Yaz okuluna gidiyor olmak beni içten içe bitiriyordu ama bu sene biyolojiyi zar zor geçebilmiştim ve bizimkilerle dersi tekrar alma- mın mantıklı olabileceğine karar vermiştik.

Ian dramatik bir şekilde dönünce yatağın yayları gıcırdadı. “An- nem, çok önemli Sporcu Öğrenciler Komitesi toplantımız için yemeği kaçırmamıza ses etmez.”

“SÖK mü?” Sandalyemde hızlıca ona doğru döndüm. “Lütfen beni ona yazdırmadığını söyle.” SÖK, okulumuzun eyaletteki en ag- resif (yani acımasız) taraftarlara sahip olma yönündeki kötü ününü düzeltmeyi umduğu yeni ve çaresiz bir girişimdi.

Ian, o çok meşhur, tüm yüzünü ele geçiren ve benim heyecan verici bir şeylerin olmak üzere olduğunu anlamamı sağlayan gülüşüyle bana baktı. “Endişelenme. Seni yazdırmadım. Ama annem sorarsa gittiği- miz yer orası.”

Kalemimi masaya bıraktım. “Ama seni yine de oraya alacaklarını

(25)

biliyorsun, değil mi? Bayan Hampton okulun en sevilen sporcuları- nı aralarına alacaklarını söylerken yemin ederim ki gözünü senden ayırmıyordu.” Elimi kalbimin üzerine yerleştirip kadının titrek ve tiz sesini taklit etmeye başladım. “Ian, sen mükemmelliğin parlayan yıl- dızısın. Bizi kendimizden kurtar!”

Suratını astı. “Lütfen, lütfen, lütfen, futbol hakkında konuşma- sak olmaz mı? Seni arabada bekliyorum.” Zıplayarak ayağa kalktı ve rüzgâr gibi odamdan fırlayıp çıkarken beyaz çarşaflarımın üstünde ça- murlu izler bıraktı.

“Ian,” diye homurdandım izlere bakarken. Ama masanın altından spor ayakkabılarımı kaptığım gibi peşinden gittim. Ian’ın peşinden git- mek asla bir seçimmiş gibi görünmemişti bana. Daha çok uyumak ya da dişlerimi fırçalamak gibiydi. Bu sadece yaptığım bir şeydi.

Referanslar

Benzer Belgeler

fliflmanlardaki dopamin almaç say›s›n›n azl›¤›, beyinlerinin çok yeme al›flkanl›¤›n›n yükseltti¤i dopamin düzeylerini dengelemek için gelifltirdi¤i bir

piyadeyim melekler koşar gelir de dertliyim bir suskun elif misali güneş ulûfe dağıtır mı hiç beyhude dolanır ay alnacında işlediği günahın kefaretiyim ve yeni bir

Çocuk gözüyle görseydim ağlarken babamı, onun için üzülürdüm; aciz ve çaresiz, acınılacak birisi duygusuna kapılırdım belki… ama şimdi daha da büyüdü

Eğer eğrilik tensörü R, sıradaki (3.3.1) eşitliğini sağlıyorsa hemen hemen kosimplektik bir manifolda genelleştirilmiş tekrarlayan manifold denir.. Böylece ispat

(18)Ali Cafri, 1937, İlkokul mezunu, evli Karatepe Kalkınma Kooperatifi Başkanı, Karatepe Köyü- Kadirli,.. (19)Hayriye Karabela, 1963, ilkokul, Bekar,

İklim çok sertse kıyafetlerimizi kalın olarak tercih ederiz ve genelde koyu renkli kıyafetler tercih ederiz.. İklim ılımansa ince kıyafetler

Bu çal›flmada hastanemizde yata- rak tedavi gören hastalar›n klinik örneklerinden izole edilen 68 enterokok suflunda Brain Heart Infusion Agar (Oxoid) be- siyerinde 2000 mm

Organik gübre ile birlikte uygulanan ham fosfatın mısır bitkisinin fosfor konsantrasyona göre fizyolojik etkinlik miktarı üzerine etkisini gösteren varyans analiz