• Sonuç bulunamadı

Memduh Şevket Esendal’ın Nezihe Meriç Hakkındaki Bir Yazısı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Memduh Şevket Esendal’ın Nezihe Meriç Hakkındaki Bir Yazısı"

Copied!
30
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 5, Nisan 2012, s. 181-207

Şükrü Çağlayan

*

AN ESSAY ON NEZİHE MERİÇ BY MEMDUH ŞEVKET ESENDAL

Tanımaktan onur duyduğum, 3 Şubat 2011 tarihinde vefat eden, Memduh Şevket Esendal’ın kızı Emine Sarıdal (Esendal)’dan babası, Cumhuriyetimizin kurucuları, o yılların edebiyatçıları ve ileri gelen siyasetçileri hakkında enteresan hatıralar dinledim.

Rahmetli Emine Sarıdal (Esendal)’ın evinin orta odasında; bazı sandıklar, re-simler, çantalar vardı. Arada oradan bazı eşyalar çıkartır, gösterir, anlatır tekrar yeri-ne koyardı. Buradaki iki büyük sandıkta babası Memduh Şevket Esendal’ın yazıları vardı. Bu yazıların bir kısmı, Memduh Bey’in eski yazı ile yazılmış hikâyeleri ki bunlar; Memduh Şevket’in büyük oğlu Kaptan Suat Esendal tarafından yeni yazıya çevrilmiş ve daktilo ile yazılmıştı. Yazıların diğer bir kısmı ise Harf Devrimi’nden aylarca evvel Latin harfl eriyle Türkçe yazmaya çalışan, Harf Devrimi’yle birlikte Türk alfabesini kullanmaya başlayan Memduh Şevket’in kendi el yazısı idi.

Emine Hanım’ın vefatı ile birlikte, yeğeni Neslihan Esendal’a intikal eden bu yazıları incelediğimizde çoğunun basılmış hikâyeler olduğunu gördük. Bunların ya-nında basılmamış edebî, sosyal, siyasî ve tarih yazıları da vardı, bir kısmı ise “Devlet memuru, siyasetçi Memduh Şevket Esendal”a ait evraktı.

Bu evrakın içinde yer alan yazılardan biri, Memduh Şevket Esendal’ın da belirt-tiği gibi Nezihe Meriç’in Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayımlanan hikâyeleri üze-rine kaleme alınmıştır.1

* Araştırmacı yazar.

1 Yazıya konu olan hikâyeler, Seçilmiş Hikâyeler (C. 5, nr. 40-41, 1951) dergisinin Nezihe Meriç Özel

(4)

Esendal bu hikâyeleri sırasıyla ele alıp onlar hakkındaki görüşlerini dile getir-miştir. Bu görüşler, bazen hikâyedeki olayların akışı bazen hikâyenin yapısı bazen de Nezihe Meriç’in dili üzerinedir. Hikâyeler hakkında genel olarak olumlu düşüncelere sahip olan Esendal, bu görüşlerini aktarmakla kalmaz, ayrıca hikâyelerdeki olayların, kişilerin kendisinde uyandırdığı izlenimleri de okuyucusuyla paylaşır. Böylece yazı, onun çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrenmek bakımından da önem arz etmektedir.

Memduh Bey’in dolmakalem ve kendi el yazısı ile 158 adet beyaz A5 boyut-larında pelur kâğıdına yazdığı bu eleştirisinin üzerinde birçok silinti ve düzeltme vardır. Yazıya son hali verilmemiştir. İmlâ düzeltmeleri çok eksiktir. Bu yüzden ya-zıyı günümüz imlasına aktarmak bakımından bazı düzeltmeler yaptık, ancak bazen bilinçli olarak kullandığını düşündüğümüz (nakadar gibi) değişik kelimeleri aynen bıraktık.

Eleştirinin, hikâyelerin yayın tarihi ile Memduh Bey’in öldüğü tarih olan 17 Mayıs 1952 arası yazıldığı düşünülürse; sağlık sorunları yüzünden son haline getiri-lemediği düşünülebilir.

İzlenimci bir edebî eleştiri yazısından çok, bir fi lozofun, bir sosyoloğun, bir antro-poloğun, bir cumhuriyet devrimcisinin kaleminden çıkan keyifl i bir yazı.

*

Bu yaşıma geldim, hiçbir hikâyeyi yahut başka bir “sanat eserini” tenkit etmeği deneme-dim. İyi kötü birtakım hikâyeler yazmaktan hoşlanırım. Böyle bir adamın bir başka hikâ-yeciyi tenkit etmesini de doğru bulanlardan hiç değilim. İşitmişim ki: İnsan, beğenmedi-ği şeyleri iyi tenkit edermiş. Ben ise bu tenkit edecebeğenmedi-ğim hikâyeleri beğeniyorum. Bütün bunlarla bile gene oturdum bu yazıları yazıyorum. Niçin? Bilmem, hoşuma gidiyor. Bu yazıları bir tenkit olmaktan çok bir tanıtma işi olarak yaptığımı sanıyorum.

Seçme Hikâyeler dergisinde Nezihe Meriç adında bir bayanın sekiz hikâyesini basmışlar.

Bunları okudum.

Bu hikâyeler tenha sokaklarda sıraya dizilmiş uyuyan ufaklı, büyüklü evciklerin kapı-larını size açıp oralarda yuvalanmış insanların yaşayışkapı-larını gösteriyor, düşüncelerini, konuşuşlarını anlatıyor. Bu türlü hikâyelerden hoşlanır mısınız? Kendine göre görüş-leri, tatlı bir de anlatışı var. Bu anlatış içinde kendisini de gizlemiyor. Başkalarını da görüyorsunuz yazanı da! Öyle, paltosunun yakası kalkık, kaşları çatık, ortalığa küskün, sizi suçlu gören, hırpalamak isteyen, gerçek adına her iyiliği yalanlayan bir yazıcı değil. Korkunç, ihtilâlci suratlı yazıcılar vardır. Onları okumaktan korkarım. İnsan okudukça bütün gücünü yitirir, yuğunmuş mutfak paçavrasına döner. Kendini dereye atacağı yahut tentürdiyot içeceği gelir.

Bu yazıcıları okumaktan hoşlanan arkadaşlar Nezihe Meriç’i okumasınlar. Nezihe Me-riç’in bir amacı yok. Yazılarını kimsenin yazılarına benzetmeye de çalışmıyor.

Ben ufak şehirlerde, sessiz mahallelerin evlerinin, sokaklarının hikâyelerini okumaktan çok hoşlanırım. Belki Bayan Meriç’in yazılarını da bunun için seviyorum.

Burada okuduğum hikâyelerin hemen hepsi bir soydan. Başta “Alaturka Şarkılar” diye bir hikâye var.

Tuzu Biberi”, s. 19-24; “Kurumak”, s. 25-33; “On Sekiz Yaşında Biri”, s. 35-40; “Sinir Hastalıkları Mütehassısı”, s. 41-49; “Kekik Türküsü”, s. 51-60; “Dışarlıklı”, s. 61-69; “Oda Müziği”, s. 71-79.

(5)

Bu şarkılar, şehirden bir uzakça bir yerde oturan Rana Hanım adında biri ile kocası ko-miser emeklisi Ahmet Efendinin hayatlarının sevgilerinin, ayrılıklarının, bin türlü duy-gularının ifâdesi olan şarkılardır.

Hikâyede bir genç kız Râna Hanımın evine gidiyor, gece de orada kalıyor. Hepsi bu kadar.

Yazılışına göre bu hikâye, bana sorulursa iki bölümdür. Birinci bölümde: hikâyeyi yazan bir çayırlıkta. Evden Râna Hanıma gitmek için çıkmışa benzemiyor. Gezintiye çıkmış, yolu bir çayırlığa düşmüş. Bu çayırlık faslı tatlı, ama bunun, ikinci bölüm olan Râna Hanımın evi ile hiçbir ilgisi yok. Evinden kız Râna Hanıma gitmek için çıkmış değil. Çıktıktan sonra da aklına gelmiyor. Sanki yola çıkmışken ayakları yahut yollar onu götü-rüyor. Bunun için ben hikâyeyi iki bölüm buluyorum.

Bu birinci bölümde içinde bir genişlik, bir Allah buluş var. Doğrusu çokları ister de bu duyguyu, bu rahatlık duygusunu böylece yazamaz.

Burada bir “zannediyorum” sözü var. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var; ben olsam bunu “sanıyordum” yazacaktım. Niçin? Bilmem ikisi de belki bir kökten. Ama sanmak daha bizleşmiş. Neyse, bu o kadar önemli bir şey değil. Asıl iş duyduğu iç rahatlığını Allah sözü ile burada bu tatlı edâyı vermekte, anlatmak istediğini de anlatabilmekte. Sonunda da bir “Gözlerim sulandı”sı var.

Daha sonra çobanın helvası fıkrası var. Pek parlak bir fıkra değilse de yerinde sırıtmıyor. Büyük babanın çayırda güreş tutmak aşkı daha canlı. Bunun canlılığını anlamak için de, adam Urumelli, Deliorman köylüsü olmalı, biraz da bu adamlarla düşüp kalkmalı. Ben inanmam ki bunu buraya yazan hanım bu yaşayışı, bu âdetleri yaşamış, yakından bilmiş olsun. O yalnız işitmiş, yazıyor. İri şal sarıklar sarar, uzun yün kuşaklar sarar, salta potur giyer dağ gibi adamlardılar. Aralarında eski okka yüz otuz, yüz okka gelenleri çoktu. On beş, on altı yaşında çocuklar, şakalaşarak güreşe tutuşacak olsalar, yetmişlik seksenlik yaşlılar, kahve pencerelerine yığılır, aşk içinde, ateş içinde “Künde ulan yatır elini, kap bacağını…” diye bağrışarak güreş seyrederlerdi. Böyle şakadan güreş seyrederken, daya-namayıp kendilerinin soyunup, yağlanıp, güreşe girdikleri de çok olurdu. Ne insanlardı. Onlar ne yapılı köylülerdi. Ne çalışmak, o ne rahat geçimdi. Kadınları da erkekleri gibi idi. “Pehlivan anadan yetişir!” denirdi. Ana soyu pehlivan olanların iyi pehlivan olacağı-nı söylerlerdi. Dal gibi incecik kızların, üstü dolu bakır tepsiyi bir elleri ile kapıdan tutup misafi r odasına uzattıkları yakına kadar görüldü durdu. Şarkılarını türkülerini az çok bugün de işitiyorsunuz. Bugün bilmezlikle çoğunu yanlış okuyoruz. Erkek türkülerini kadınlara çağırtıyoruz. Ne ince duygulu adamlardılar. O türkülerin hikâyelerini ben yaz-sam, bunları yazanların, çağıranların ne ince duygulu adamlar olduklarını görürsünüz. Yıkılan bu yerler insanlığın doyulmaz, kıyılmaz bir parçası idi. Bir daha yerine konmaz bir çevre dağıtıldı. Bunu yıkıp dağıtanlar bu yeryüzünde ettiklerini buldular, bir hiç uğ-runa ettikleri fi til fi til burunlarından geldi; yarın ahrette de onları toplayıp toplayıp dağı-tacaklar. Dedenin güreş hasreti, bütün bir çevrenin, bir cennetin hasretidir.

Bunları burada yazmak gerekmezdi ya! Neyse. Yazdım işte. Bizim gençler ne uzak, ne yakın geçmişi, iyice okumadılar, bilmezler. Suç bunlarda değil, yazılmadı. Tez karar ver-memek, araştırmak, ağır olmak terbiyesi de göremediler. Basma kalıp bilgi, taklit çok oluyor…

Bunları ne için yazıyorum? Burası bu ukalâlığın yeri değil! Bayan Nezihe Meriç kendi ukalâlığından tatlı tatlı dert yanar. Rumelilileri gücendirmese, “Bu Rumelilikten gelir” diyeceğim!

“Deniz açık yeşil mi, uçuk mavi mi?” diye soruşu güzel buldum.

(6)

tatlıdır.

(Bu imge sözünden de na kadar hoşlanıyorum. “Hayâl” sözü de güzel sözdür. Uzun “A” varsa da gene de güzeldir, ama imge kadar tutucu değil.)

Ben orada bir dere düşünür de arkasından “Ama yoktur ki!” diye de hayıfl anırım. Sonra bir ıslık sesi. Arkasından bir kumral delikanlı! Her güzelliği gösterecek bir kişi is-ter. Bu günkü duyguları ile, çok güzel bir yerde adamoğlu cehennemde gibidir. İranlı bir şâir: “İçinde adam olmayan cennetin toprak başına!” demiş. Doğrudur. Bundan da başka her şey gibi insan da çoğalacak. Eş isteyecek. Eğer istemiyorsa hasta demektir. Kumral, kaygusuz delikanlı sağlık belgesidir!

Islık sesi arkasından iki asker. Yılışırlarsa… Hemen bir tasarı: “Şöyle davranır, böyle derim!” Erler başlarını bile çevirmiyor, yürüyüp geçiyor, yollarına gidiyorlar. Yanşak-laşmamış gençler, bu yurdun külhanbeyleri bile sokakta olsun, kır başında olsun, kendi yoluna giden kadına sarkıntılık etmezler. Bu sarkıntılıkları yapanlar soysuzlaşmış hay-vansı adamlardır. Ama genç kız arkadan gelenlerin ne takım adamlar olduklarını bilir mi? Korkar.

Bayırın başında oraların yeni bir parçasının toptan görünüşü var, bu arada yeşillik arasın-da evlerin kiremitleri “Üvez” renkte görünüyor. Bu üvez sakın “Güvez” olmasın? Üvez renk değiştirir bir yemiştir. Yeşilden sarıdan başlar, çürüyünce kirli kahve rengine kadar gider. Bilmem, Güvez daha çok yakışıyor. Bu bir dizme yanlışlığı olacak.

Burada hikâyenin birinci bölümü bitiyor.

Kırda gezintiye çıkan kız Râna Hanımın evine gelmiş bulunuyor. Hiç sözü geçmiyorsa da kız, buraya gelmeyi önceden tasarlamış olsa gerek.

Burada “Bir kadının boynuna sarılmak istedim” cümlesindeki bir kadın, “Bu kadın” olsa gerek.

Sigara böreğine de biz “Cigara” deriz. Hangisi daha doğrudur, iyidir, bilmem. Biz cigara, candarma, Capon deriz. Tekel İdaresi sigara yazar. Sigara da değildir, sigarettir. Sigar kullanmıyoruz, puro diyoruz. Neyse adı sigara ise kavga etmeyiz.

Bence hikâyenin ikinci bölümü birincisinden daha tatlı, daha değerlidir.

Kenarca mahallelerden birinde bir ufak ev. Burada Râna Hanımla, komiser emeklisi Ahmet Efendi yaşıyorlar. Evlerine giden Bayanın ailesi ile bu adamlar teklifsiz tanışık, bilişiktirler.

Bu Râna Hanımla Ahmet Efendi yahut Bey evli midirler? Evet. Belki nikâhları bile var. Bunlardan erkek eski kabadayılardan. Kadın da kendine göre esmiş savurmuşlardandır-lar. Râna Hanım sevmiş, yaşamış, o olmamış, ötekini sevmiş, sevgi peşinde dolaşmış, yaşlanmış, şişmanlaşmış, ama gene kahkahası var, udu var, kendine göre sesi var. Acılar, ayrılıklar sözle anlatılamaz da bir türkü, bir şarkı bu geçmiş günlerin duygularını, dil-lendiriverir. İş şarkının iyiliğinde, kötülüğünde değildir de canlandırdığı sevgide, kaşta, gözde, sözde, o geçmiş gündedir.

Bir bahçe: yarısına zerzevat ekilmiş. Yeşil soğanları tanıyor, ötekileri bilemiyor. Biraz nane, biraz maydanoz, birkaç ocak sakız kabağı, salatalık, biraz taze soğanları tanıdığını anlattığı yerde bir de “Katî” sözü yazıyor ki benim hoşuma gitmedi. Onun yerine ne kullansa idi? Ne bileyim. Başka bir söz bulurdu.

Râna Hanım bahçesine belki biraz da marul, kıvırcık salata, dereotu ektirmiştir. Fasulya, bakla, birkaç ocak domates de ekmiş olabilir. Misafi r Bayan uzaktan bakıyor. Taze soğan saplarını tanıyor.

Bunlar, şehirliler için de tanınmaz şeyler değildir. Oturduğu yerden bakıyor, tanıyamıyor. Ada vapurunda ut çalan adam Râna Teyzeyi hatırlatıyor, para vermek istiyor, veremiyor. Bu parçayı pek beğeniyorum. Ne güzel yazılmış. Bu gibi şeyleri ben de yazmak isterim

(7)

de beceremem. Soğuk düşer. Bunları duymaktan yazmak daha güçtür. Bayan Nezihe bu tatlı yazışta çok başarı gösteriyor. Yazılarını okuyan arkadaşların çoğu da yazısını değerli buldular.

Utçuya parsa parası verememekte, yazının o tatlı geçidi imrendiricidir. Herkes imren-se dahi yazamaz. Yazılsa bile belki taklit olur. Düşünüş yazışa uymuş. Hikâyenin çok yerinde bu güzellik var. Yalnız Nezihe Meriç “Fakat” sözünden çekinmiyor. Hele biri birine yakın olursa, benim kulağıma çekiç gibi vurur. Bir eksikliktir diye söylemiyorum. Anlamlarını, kullanılış yerlerini iyi bilemediğim sözlerden, edatlardan korkum vardır, yazılarımı nakadar güçleştirir de vazgeçemem. İşlenmiş, anlamları sağlamlaşmış bol ke-limesi olan bir dil içinde yazı yazmak ne hoş, ne iyi, ne kolaydır. Yazı dilimizin başka dil-ler içinde gelişmiş olması, yabancıların Türkleştirilememedil-lerinden korkulması bizi nasıl büyük üzüntülere düşürüyor. Yanılıyor muyum? Biz başkalarına uyuyoruz da başkalarını kendimize uyduramıyoruz. Bu eksikliği düzeltemeyecek miyiz?

Ahmet Beyin sofrada meraklı zabıta hikâyeleri anlatmasını doğru bulmadım. “Bir eski komiserin kimbilir ne meraklı hikâyeleri vardır?” diye düşünürüz. Ama ben denedim, iş başka türlüdür. Ahmet Beyden sorsan: “Aman çekilmez başağrısıdır” der, “Kavga eder gelir karakola, adam vurur, hırsızlık eder, karısı ile kavga eder karakola! İşin yoksa uğraş dur! Her gün bir bela!”

Görürsünüz ki bıkmıştır. Kitaplara yazılan hırsız polis işleri hayatta hem o kadar çok değildir, hem de o kadar parlak olmaz! İnsanlar arasında kendi mesleğini seven de az-dır. Komisere sorarsın balık avcılığı meraklısıaz-dır. Balıkçıya sorarsın o da bahçevanlıktan hoşlanır. Bahçevanla konuşursun horoz döğüşüne merak sarmıştır. Yahut tavlaya beziğe düşkündür. Bunun için Ahmet Beyin meraklı meslek hikâyelerini yadırgarım.

Hikâyenin bitişini pek sevdim. O anneyi, Râna teyzeyi düşünüş. Sonra hikâyeyi böyle bir bağlantıya getiriş, bana yaşamak tadını tattırıyor. Bu hikâye nasıl bitirilip bağlanabi-lirdi diye düşündüm. Bayan Nezihe’nin bulduğu bitirişi kendi düşündüklerimden üstün buldum.

“Evin Tuzu Biberi” hikâyesine gelince o da bu soydan hikâyelerin bir başkasıdır. Hikâyeden önce şu “Meral” adı üzerine düşündüklerimi yazayım: Bu ad aslında Ma-ral’dır. Geyik cinsinden bir hayvanın adıdır. Türk diyeleklerinin bir çoğunda vardır. Bu İstanbul dilinde unutulmuştu. 1908’den sonra yeniden kullanılmaya başladı. O yıllarda Türkçe, Arap harfl eri ile yazılırdı. Maral sözünü de MRAL yazdılar. Bunu İstanbul in-celtmek için olacak Meral okudu. Türkçede yok iken, (A)’dan sonra (L) de ince okundu, yeni harfl erle imlasını da Meral şekline soktu.

İmdi: bir, halkın arkasına takılıp Meral deyip gitmek var, bir de doğrusunu kullanmak var. Bunun hangisini yapmak doğrudur bilmiyorum. Bilenlere danışmalı. Ben aslı yaban-cı olan bir sözün yanlış kullanılmasına sevinirim, ama aslı Türkçe olan bir sözün yanlış kullanılması oldukça acıklıdır.

Neyse, bunu geçelim de hikâyeye gelelim.

Sıra ile evleri iki keçeli dizilmiş bir sokak. Bu evlerde nasıl yaşanıyor, nasıl düşünülü-yor, nasıl sevişiliyor bilmek istemezseniz, bu hikâyeyi okumayınız. Sizin için yazılmış değildir. Bu sessiz sokağın açtığı delikten yaradılışın hemen her yerde birbirine benzeyen kılığını bilmek isterseniz Nezihe Meriç anlatıyor. Bir yerde yaşayan biri birine alışık karı kocalar darılışıyor, sonra barışılınca, aralarında bir yabancılık buğusu dağıldığını duyu-yor yeni evlenmiş gibi oluduyu-yorlar. Kişi sevgiyi bu yabancılıkta buluduyu-yor. Karı kocadırlar, bir kızları da olmuştur. Biribirini yakından tanıyorlar. Karı koca aralarında bir utangaçlık saklamalı, örtüleri perdeleri büsbütün kaldırmamalı. Bu gizli kalmanın değerini anlama-mışlarsa karılık kocalık, iki ayrı gövde ortadan kalkar. Daha şimdilik biribirinin

(8)

yaban-cısı iseler, isterse ufak olsun bir anlaşmazlık çıkarıp biraz daha yabancılaşır, sonra sevi-şirler. Çocuk uyumuş, komşuların perdeleri ışıklı, sokak boş, ev sessiz, oda da sıcaktır. Ufacık bir hayat parçası! Tanrı yoksulu sevindirmek isterse eşeğini kaybettirir de sonra buldururmuş. Kaybolmamış eşeğin hiç değeri yoktur. Eşek kaybolunca göz bebeği olur. Bu yoksulların da bir ufacık kavgaları bir günlük sevgilerinin kaynağıdır. Türlü yaşayış-ların türlü oyunları var. Temel hepsinde birdir. İş, görüp de yazmakta.

Bu hikâyecikten anladıklarımı yazdım. Hoşuma gidiyor bu Bayanın yazdıkları. Onun yaşattığı yerlerde yaşıyor, onun tanıştırdığı kimselerin sözlerini dinliyor, o insanlarla bir-likte bulunmaktan hoşlanıyorum. Onlarla çocuk oluyor, büyük oluyor, evin tuzundan, biberinden tadıyorum.

“Kurumak” hikâyesine gelince, Nezihe Meriç, mahallesini, sokaklarını evlerini değiştir-meden Bilge adında bir kızın üzüntüsünü anlatıyor. Bilge, neden bu sıkıntıyı, bu rahatsız-lığı çektiğini biliyor, bildiğini de söylüyor: “Ben, insan kümeleri, yığınları, insan sürüleri üzerinde iz bırakmak, Sokrat hakîmin anlattığı o iri heyecanı duymak istiyorum, yapa da bilmiyorum, küçük insan, parazit insan, dudakları, tırnakları boyalı bir hanım kız olarak kaldığıma sıkılıyorum.” diyor. Macit de bunu anlamıyor. (Bilge’nin bir Macit’i var.) “Ca-nım bu kadar uzatacak ne var, sen açık havada yaşamak istiyorsun!” diyor. Ben Bilge’nin yerinde olsaydım, bu Macit’i hemen sepetlerdim… Zaten adı da çirkin!

Bilge’yi anlamak güç değil. Açık söylüyor: “Ben insanlar üzerinde iz bırakan bir adam olayım. Böyle olursam küçük adam, parazit adam olmaktan kurtulurum. Böyle bir adam da olamıyorum, huzursuzluğum bundan ileri geliyor!” diyor. Bunda anlaşılmayacak ne var? Ben Bilge’yi anladığımı sanıyorum. Beethoven gibi bir adam olmak istiyor. Ken-disinden sonra gelen insanlar üzerinde derin izler bırakmış. Yalnız Bilge, “Bende belki bir sanatkâr yaradılışı var, ama bir sanatkâr değilim!” de diyor. Bu söz “sanatkâr olmaya da çalışmam!” demek ise, insan üzerinde iz bırakan yalnız sanat adamları değil ya! Bu insanlar üzerinde kanlı kansız ne izler var! Fizikçilerden, kimyacılardan, hekimlerden, seyyahlardan tut da, yukardan aşağı siyasetçilere kadar insanoğlu üstünde hepsi türlü izler bırakmışlar. Bunlardan biri olmaya da Bilge çalışabilir. İstediği budur. “Ben bir sev-gili değil, bir arkadaş istiyorum!” demesi de budur. “Bana yardım edin yolumu bulayım, üstünde yürüyebileceğim bir yol bulayım da beni istediğim yere götürsün. Ancak orada, ben bu içimdeki huzursuzluktan kurtulurum!” diyor.

Bilge’nin sözlerinden benim anladığım budur.

Macit bunu niçin anlayamıyor? Burası yazılmamış. Bu Macit Bilge’ye arkadaşlık edip yoluna ışık tutacak adam değil. O gün, Bilge’nin yoluna evin keçelerini çırpan komşu kadın ile Cemil Bey adında eski kaptanlardan biri çıkıyor. Bunlardan komşu kadın, yaşı-yor. Kocası var, çocukları var, evi var. Çalışıyaşı-yor. Minder hanımı değil. Bu evi o çeviriyaşı-yor. Kendini de beğeniyor. Asıl iş de bu beğenmekte! Bilge bunu pencereden görüyor. Bu ka-dının rahatını, saadetini seziyor. Çalışkan olduğunu yazıyor. Bu kadın Bilge’ye yaşamak yolunda bir ışık tutuyor. Bunu Bilge duyuyor, ama ondan ne anlıyor? Yalnız bir seziş! Sonra Cemil Bey de Bilge’ye bir ışık gösteriyor. “Her şeye rağmen, bulunduğunuz şartlar dahilinde memnun ve mesut olmaya çalışmalısınız.”

Burada Bilge’nin rahatsızlığı kendisini toplum üstünde bulması oluyor. Huzursuzluktan kurtulması için, insanlar üzerinde iz bırakacak bir şey yapabilmesi gerektir. Yapamazsa bu sıkıntı onun yakasını bırakmayacak, kendini avutamayacaktır. Bu üzüntüler içinde hiçbir şey olamayıp kalmaya Bilge “Kurumak” diye bir ad koymuş. Hikâye döne döne, hep bunu anlatıyor.

Ben olsaydım bu hikâyenin adını “Üzgün Gönüller” koyacaktım. Adını beğenmediğim için değil, konuyu daha kolay anlatabilmiş olmak için.

(9)

Kişinin huzuru, saadeti kendini beğenmesi, sevmesidir. Bilge’nin içindeki gönül sesi, eğer ona, “Bilge, kızım, doğrusu bir adamsın!” dese, Bilge’yi beğense, sevse, dışardaki yağmurlar taş olup yağsa, dişi ağrısa, başı ağrısa, Tanrı gecinden versin, Macit’in başı-na bir kaza gelse Bilge gene mesuttur, gene huzur içindedir. Çünkü herkes bilir ki saa-det kendini beğenerek sevebilmekten başka bir şey değildir. Güzel güzel yağan yağmur ona üzüntü veriyorsa, bu yağmurun tasa, kaygu dağıtmasından değil, Bilge’nin kendini beğenmemesindendir. İçindeki ses Bilgeye, “Sen bir hiçsin kızım, bir küçük adam, bir parazitsin!” deyip duruyor. Bilge kendinden soğumuş, nasıl olsun da yağmuru sevsin. Hava açık değildi. Eğer açık, günlük güneşlik olsaydı görecektiniz ki Bilge bu sefer de bu gözleri kör edici, çivi gibi, insanların kafasını delici bu güneşi sıkıcı, tasalı bulacaktı. “Bilge önüne gelen hayatı yaşamıyor, kendini toplumun üstünde görüyor” diyoruz, hiç doğru değil. Eğer kendini beğense idi, severdi. Toplumdan yüksek olmak istiyor, olma-dığı için de huzursuzluğa kapılıyor.

İnsanlar arasında vicdan sesi, gönül tenkidi hep bir derecede olmadığı gibi istek de her-keste bir derecede olmaz. Bunun için de, huzursuzluk duygusu ayrı ayrı olur. Biri biraz tavla oynamakla içindeki üzüntüyü unutabilir. Öteki bu gönülden gelen sesi işitmemek için gider içer. İçince vicdan sesi az çok susar. İç tenkidi cılız olanlarda içki vicdanı tez susturur. (Tolstoy’un Plaisirs Vicieux adlı kitabını okuyunuz.)

Bu anlayışa göre kişinin içindeki huzursuzluğun kaynağı istektir. Bunun içindir ki menfi dinler getiren peygamberler insan saadetini, isteği öldürmekte bulmuşlar. Menfi dinlerle onlara yardımcı dervişlik yolları insanda, onun yaradılışında bir eksiklik bulur, bu eksik-liği rahatsızlıkların, başı kaynağı sayarlar. Bağışla! Evlenme! gibi emirlerin başı budur. Bunlara, “İnsan soyu tükenir!” dersen, “Daha iyi ya!” derler.

Müsbet dinler ise huzursuzluğu bir eksik yaradılış saymaz. Bu üzüntüler hayatın ken-dinde vardır. Adamoğlu isen bu üzgünlüğü çekeceksin, çektikçe insanlaşacaksın, derler. Fuzuli rahmetlinin “Bî-dertler” dediği hayvanlar demektir.

Müsbet tarikatlarda “Halika noksan isnat olunamaz” derler. “İstek” helbette olacaktır. Helbette huzursuzluk çekeceksin o isteği elde etmeye çalışacaksın. Elde edemezsen de o üzüntüyü çekeceksin! İnsan için saadet bu yoldadır! derler. Müsbet dinler, müsbet fel-sefeye inanmış olan fi lozofl ar, insan oğluna saadeti bu yolda bulmuşlar, menfi dinlere inanmış olanlar da yaradılışın huzursuzluk veren isteğini bir eksiklik sayarak “Bu isteği öldürünüz ta ki sizi bitmez cehennemlere sürüklemesin!” derler.

Tarih boyunca bu iki yol biribirine karışmış, birçok yerlerde menfi olan dinler müsbet-leşmiş, müsbetler menfi leşmiş olmasına bakmayarak, bir tasnif tutulursa insanın bu iki esaslı yoldan başka yol bulamadığı anlaşılır.

Yalnız şunu da söylemek gerektir ki insan oğlunun ezici çoğunluğu menfi dinlerin göster-diği yolu sevse, bayılsa dahi müspet dinler yolundan yürümüş, menfi felsefe de bir ikilik olarak içinde yaşamıştır.

Nasıl ki kişi, kuzuların, analarından ayrılıp kesmeye götürüldüklerini görmeye bile da-yanamaz, ama kesilmiş kuzuları da oturup güzelce yer, kürklerini de giyer. Yalnız hay-vanları değil, insanları da, insan çocuklarını da, yalvarıp ağlamalarına kulak asmayıp öldürür. Bir yandan da etmediği ilenci de koymaz.

İnsanoğlu, başkalarına iyilik etmek ister, kötülük eder. iyi olmak, başkalarına yararlı ol-mak insanoğlunun gönlünde bir ülkü olarak yaşayacaktır.

Yazımızla ilgili gördüğüm bu düşünceleri yazdıktan sonra gene Bayan Bilge’ye dönü-yorum. Cemil Bey, onu nakadar tanıyordu bilinemez. Umulan, dudakları, tırnakları bo-yalı bu hanımın başkalarından ayrı bir istekle üzüldüğünün bilememesidir. Ancak hava yağmurlu elektiriklidir; aralarında bir sezinti başlamıştır. Ya böyle bir sezintiden, yahut

(10)

kimbilir… belki de rasgele Bayan Bilge’ye bir ışık tutuyor; diyor ki: “Bu yaşayış o kadar uzun sürmez, bu gençlik de böyle kalmaz. Önünüze çıkan hayatta çok eksiklik arama-yınız. Bu yaşayışı hem kendimize hem başkalarına hoş geçirtmek için, elinizden geleni yapınız! Bundan başkası yalandır!” diyor.

Bununla bugünlük avunacağını anlayan Bilge, açılıyor. Ancak yalnız bu yüreğindeki is-teği de öldüremeyeceğini anladığından, “Bu şimdi geçti, ancak bu huzursuzluk benim yakamı bırakmaz!” diye düşünüyor. Cemil Beyin sözleri, biraz da “İsteklerinizi sustu-run!” demek gibi bir sözdür. İnsanın hoşuna gider, ama, binlerce insanlar yıllarca çalış-mış, beline kıl kuşak bağlaçalış-mış, akla gelmedik işkencelere katlanmış da isteği gönüllerin-den atamamışlardır.

Bayan Bilge de isteği atamayacaktır. Kendini beğenmek, saadete kavuşmak için kendini insanlar arasından yükselmiş görmek istiyor. Bunsuz, her gün, içindeki o sesin: “Sen de adam mısın Bilge?” dediğini işitecektir. Güçlü bir vicdan sesi söylemeye başladı mı ona dayanmak olmaz! Bunun için Bilge üzüntü çekecektir. Bilge gibi bir kız yalnız bi-zim çevrelerimizde değil, başka yerlerde de seçilip gelişecek, ortaya çıkacaktır. Bibi-zim Bilge’yi tanıdığımız günler, daha onu kimsenin tanımadığı günlerdir. Bu yaradılışta bir kişiyi kimse anlamaz demek mahallede yetişen güzel bir kızı kimse görmez, kimse de yüzüne bakmaz! demek gibi bir şeydir. Eğer hikâyeci Bilge’nin daha tanınmadığı günle-rini yazmayıp da biraz sonrasını yazsa idi, orada Bilge’yi bu kadar huzursuz görmeyecek idik. Kendi gönlünün tenkidi altında, kişi için, olabileceği kadar rahat yaşamanın, bir yandan da bir yaradılış oyunu olduğu yolunda sözü uzatmak var; hikâyenin değeri oldu-ğu da açık ise de benim yazımın genişliği elverişli olmadığından okuyucularıma bu kadar tanıtmayı biraz çokça bile kaçmış buluyorum.

Bu kadar yazdıktan sonra hikâyenin iki yerinde, gözüme çarpan iki sözün de bence yan-lışlığını söyleyeceğim. Bunlardan biri, karşı komşunun halıyı çarptığıdır. Bu “çırpmak” olacak. Belki tertip yanlışıdır.

İkincisi de, Cemil Beyin çok sevdiği rast şarkıdaki “Vallahi bu sevdada benim ‘yoktur’” değil, “yoktu” günahım olmasıdır.

“Onsekiz Yaşında Biri” hikâyesinde gözüme ilk çarpan, başlangıcın güzelliği oldu. Bu yazışa ben de özenirim. Hikâyeye, hem iyi yerinden başlamış hem de yazılışı tatlı dü-şürmüş. Bayan Nezihe’nin bütün yazılarında kendine göre bu akıcılık var. Okuyanlarını geçmiş sigaların yoruculuğundan koruyor; fi illeri sona getirmeyeyim diye, okuyanı du-vardan duvara vurmaktan çekiniyor; yazı kurallarını yenileştirmekte, Türkçe’yi iyi konu-şanlarından daha ileri geçmiyor.

Hele bu hikâyesinin başlangıcında, benim anlayışımca örnek bir yazı yazmıştır. Bunu böyle söylemekle “Yazının hiç eksiği yoktur.” demek istemiyorum. Eksikleri var-dır ama yazı güzeldir.

Yazı, daha ilk satırlarında, bir “fakat” ile başlayıp iki satırlık bir cümleyi sakatlıyor. Ben “fakat” sözünden hoşlanmam ya, bunu bir yana bırakınız; bu söz başında bu “fakat” ne demek oluyor. “Bu yol sizi doğruca deniz kıyısına götürür. Daha ilk bakışta da bizim ev gözünüze çarpacaktır.” Bana sorulursa hiç aksamıyor. Ben “fakat”lardan nakadar hoşlan-mazsam bayan Nezihe de o kadar hoşlanıyor. Birkaç satır aşağıda bir “fakat” daha yazı-yor! Burada “fakat” sözlüklerin yazdıkları gibi “ama” yerinde kullanılmış ise de sözün gelişi bir ama istemiyor. “Bahçenin kırmızı tuğla duvarı, kremle yeşil renk arasında, eşi çok az görülen bir ahenk yaratırsa da ben ondan çok evimizin önündeki salkım ağacı ile sokak fenerini severim.”

Yanılmıyorsam, beş on yıl önceye kadar bu akasya ağaçlarına bizim dilimizde “salkım” ağacı derlerdi. Duvar salkımlarına da, “mor salkım” derlerdi. Sonra bilmem nereden bu

(11)

“akasya” geldi sokuldu, herkes de kullanmaya başladı, ben salkımı, sanki bu ağaç gitmiş de yerine “akasya” adında başka bir ağaç almış gibi kıskanmaya başladım. Onun için buraya da salkım diye yazdım.

“Fakat” sözünü de ben kendi keyfi me uyup dilimizden çıkaracak, Bayan Nezihe’ye de güzel yazılarından kovduracak değilim, helbette! Yalnız, bu yazıda bu iki “fakat”ı da yersiz bulduğumu, yazıyı sakatladığını söylemek istedim.

Hikâyenin özüne gelince: Bir kızcağızın biri evde yalnız, penceresi önünde oturur so-kağa bakar, düşünürken sokaktan on sekiz yaşında bir adam geçiyor. Anlaşılıyor ki bu sokaktan gelip geçenler azdır. On sekiz yaşlarında uzun esmer bir oğlanın geçişi de bir meseledir! Geçiyor, pencerenin tam önünde de cigarasını yakıyor. Boşalan kutuyu da atıyor. Bu atışı da kız beğeniyor. Nasıl atıyorsa… Paketi bir sümsük ayaklarının arasına düşürüş var, bir de tâ karşı duvara fırlatış var. İkisinin arasında fark yok mu?

İnsan hiç yoktan ne uzak, ne olmayacak şeyler düşünür yahut hiç düşünmeden duyar. Kutu da yere düşünce tok bir ses çıkarır! Evde kimse yok, sokak da boş. Bu yalnızlık içgüdüyü gıcıklar, uyandırır. Orada pencereye düşen salkım gölgesinde bir kız olduğunu duyuracak; erkek de yaklaşacak, koklaşacaklar. Sonra kadın gülüp kaçacak erkek kovala-yacak. Yaradılışın buyruğu! Delikanlı orada kızı görüyor, nasıl olduğunu bilmediğim bir bakışı da var. Sonra da aldırmıyor, yürüyüp gidiyor. İşte burada bir bozuluş var. Burada insanoğlu ile hayvan ayrılıyor. Hayvanda yaradılışın buyruğu yürür. İnsanda aksar. On sekiz yaşında adam yürüyüp gidiyor.

Yaradılışta bir nokta geliyor ki kadın ile erkek eşitliği kalmıyor. Kadına verilen ödev bir yere kadar, ondan sonra kadına yapacak bir şey kalmıyor. Erkek kendine düşen ilgiyi göstermeyince kadın da öz ödevini yapamamış oluyor. Bundan da üzüntü doğuyor. De-likanlı yürüyüp gidiyor, geriye de dönmüyor. Ertesi akşam da geçmiyor. Züppenin biri! Bu işi daha iyi incelemek için başka türlü de düşünelim:

Yaz gecesi, sokak boş, pencerede bir kız var. Erkek bir ilgi gösterir mi? Gösterir. Nasıl gösterir? Erkeğine göre. Erkek olur döner bakar, bir daha bakar, karşı kaldırıma geçip biraz uzaklaşınca durur bakar. Islık çalar, gider döner bir daha geçer.

Eğer oğlan başka bir kızı seviyorsa. Gene ilgi gösterir.

Delikanlı vardır ki, kızı orada gördü mü hiç şaşırmaz. Yaklaşır “Şey…, der, affedersiniz saati soracaktım da ...” Kız saati söyler. Oğlanın da gözlerinin içine bakar. Oğlan da “Ben de deniz kıyısına gidiyordum! Bir arkadaş da bulamadım da!”

Kız vardır ki konuşur alay eder. Kapı önünde bile iner, arkadaşlaşır. Sonra öyle kızlar da vardır ki, oğlan bana söz söyledi diye içeri kaçar, oğlan da yürüyüp giderse oturup ağlar, üzülür, oğlanı da bekler. Oğlan gelirse gene de görüşemez. Günlerce kapısının önünden geçip de kızla görüşemeyen delikanlılar da vardır.

Bunların en ağırı kızın çağırıp ta oğlanın ilgisiz kalmasıdır.

Burada yaradılışın türesi bir bozukluğa uğramış oluyor. Bu türeyi yerine getirmek için kadın zor kullanamaz. Dudağını boyar, kaşını yolar, yüzünü boyar, erkek neden hoşla-nıyorsa onu yapar, güler, kırıtır, sonra da bekler. Kadının yaptıkları tutmayacak olursa yaradılışın bozulan yasasını kadın düzeltemez. Eğer erkek çağırmış da kadın duymamış ise, erkek kendini duyurabilir. Bu fark bu yazıda anlatılmış olan üzüntünün acının kay-nağıdır.

Hikâyenin kalan yerlerinde yalnız, babanın tavla partisini anlatması, biraz cılızdır. Kime anlatıyor. Karısına anlatır mı? Kadın da orada değil mi idi? Çocuklarına da anlatmaz. Gene karısına anlatmış olacak. Anlatıp da ne diyebilir? Bu, o gece orada bulunmayıp da, tavlaya da meraklı olan arkadaşlara anlatılır. Eğer tavla maçında bir anlaşmazlık, bir gürültü çıkmış ise eve dönünce karısına haklı olduğunu anlatmaya çalışabilir.

(12)

Bu parça çıkarılır da geri kalan yerleri, –başkalarını bilmem– beni kıskandıracak kadar geniştir. İnsanı ne etrafl ı anlatıyor. O üç Rabbiyessir, o Tanrı’ya sığınmış! Çünkü bu adamlar ne yapsınlar? Biraz sonra ne olacaklarını bilmezler. Yağmurları, karları, fırtına-ları, depremleri, yangınfırtına-ları, kendi içlerinde yaşattığı şeytanfırtına-ları, kıskançlıkları ile Tanrı bunların üstlerindedir. Bu kuytu evi bir vuruşla bozup dağıtabilir. Ne yapar da insan ko-runabilir. Tanrı’ya sığınmaktan başka yapacağı da yok. “Kendine güven!” diyorlar. Bunu söyleyenler kendilerine güvenip de ne yapıyorlar? Boş yere aldanıyorlar.

Hikâyenin son bölümünde “gelene aksilendim” diye bir “Aksilendim” fi ili var.

Konuşurken, yazarken, çokları bunu “Aksileşmek” olarak kullanıyorlar. Fiil tam tasrifl i değildir. Kök fi ilin de kullanıldığı yok. Lazım sigası da hiç gelmiyor. Bütün bunlar böyle olmakla bile mutavat yerinde Aksilenmenin kullanılması doğrudur. Aksileşmek müşare-ket olsa daha yerinde olur sanırım.

Bundan sonra “Sinir Hastalıkları Mütehassısı” hikâyesi geliyor. Bu hikâye sinirlerinden hasta bir kızın anlattığı, kendi hikâyesi. Hekim Hanım için hiçbir söz yok desem yanlış olmaz. Hikâyenin adı da Sinir Hastalıkları Mütehassısı. Niçin hasta kız değil de hekim. Bu hekim Hanım bir şey değil. Hastası odaya giriyor da yavaşça, göz ucu ile bakıyor, bakmamış, aldırmamış görünüyor, önündeki kitabını okuyor. Bu hastayı sinirlendirmek yahut sinirlendirmemek için hekimlerce bilinen bir ustalık mı?

Burada hasta, hekimin yaşayışını düşünüyor. Güzel.

Hasta kız, hekime kızmıyor. “Söyle” diyor, kız da anlatıyor. Ben olsam, hekim kadına kızar, anlatmaz, yahut onu şaşırtıcı şeyler söylerdim. Hekim ustalık satıyor, “Sen istedi-ğini söyle ben anlayacağımı anlarım!” demek istiyor. Bu büyük sözdür. “Hasta hekimi şaşırtamaz” demektir. Boş söz! Ne deliler vardır ki hekimi aldatır. Yalnız aldatır da değil kandırır.

Hekim Hanım da dinliyor, sonra hasta kıza her ne ise öğütlerini vermeye başlayacak, hikâye bitiyor. Bundan da şu anlaşılıyor ki “Hikâye işte budur. Hekimin sözlerinin bir değeri yoktur!” Hikâyenin adı bu “mütehassıs” olmasa, hepsi anlaşılır!

Hekim Hanım da hiç anlaşılamaz bir kadın değil.

Sonra anlaşılıyor ki, mütehassıs hanım, bu kızı bekliyor. Daha önce de görmüş değil. İçinden çıkamadığım bir karışıklık var. Hekimin hastayı karşılayışı soğuktur. “Bu takım hastalar böyle karşılanmaktan hoşlanırlar” diyebilir misiniz?

Hikâyenin sinir hastalıkları mütehassısını anlatan satırlarında, bir sözü ile bir ölüyü diril-teceğini sanan tipten bir hekim hanım seziyorsunuz, ama değerli bir şey değil.

Ha, hekim hanım bir de hikmet savuruyor: “Herkesin sinirleri bozulabilir, sağlam bir teşhis, bir iki damla ilaç!”

Teşhisi korsun, ilacı da verirsin, hastalık da geçmez. Buna ne buyrulur?

Belki Bayan hekim, kızı avutmak için söylüyor. Ama sinirleri böyle tambura teli gibi gergin kız kolayca avutulur mu? O yalnız konuşulan sözü değil, konuşulmayanı da du-yacak kadar gerilmiş hasta yaratık avutulur mu? Bu mütehassıs bayanın ne marifeti var da hikâyeye adını koymuş. Nesini arayacağız? İyiliğini mi kötülüğünü mü? Ben biraz bocalıyorum.

Bilmem gözünüze çarptı mı? Bayan Nezihe’nin seçme hikâyelerde çıkan bu sekiz hikâ-yesinin çoğu iki bölümdür. Bu hikâye de gene iki bölüm. Birinci bölüm: Kızın gelişi. Kızı kızdıran hekim, sinir uzmanı olan Bayan Doktor. Doktorun özel yaşayışı üzerine kızın düşünüşleri. Bu birinci bölüm oluyor. İkinci bölüm de kızın anlattıkları. Bunun da en ince, en dokunaklı yeri o si bemol! Ne güzel. Yahut bana güzel geliyor. Bir büyük apartmanın, üçüncü katının köşesinde geniş bir salon. Hava kapalı. Başını çevirince kar-şıdaki evlerin üstünden, kül renkli bir deniz görünüyor. Uzakta bir ada; ne bir tek ağacı

(13)

var ne evi. Bir sürgünler adası. Günler kötü. Yapacak pek çok iş var, hiç birini yapamaz-sın. Gece gündüz bir yol arar düşünürsün, kafanı zorlarsın bir ufak ışık bulamazyapamaz-sın. Her türlü yiyecek var, bir damlacık istek yok. Bir umut da yok. Bir bardak çay istemişsindir; onu da getirip piyanonun üstüne koymuşlar, sana da acıyarak bakmış, çıkıp gitmişlerdir. Büyük kuyruklu bir piyano. Sen kolunu bu piyanonun üstüne koymuş, başını da kolu-na dayamışsın bir tek klavyeye dokunup sesini dinlersin. Bu öksüz notayı ben bilirim. Uzaklık, uzaklık, gurbet! Bir tek adam yok. Ne duyuyorsan sende kalacak. Ara sıra ba-şını kaldırır denize bakarsın. Sert bir meltem esiyor, şehrin tozlarını, dumanlarını denize götürüyor. Kıyıdan uzaklaştıkça yeleleri köpükle ağaran dalgalar uzaklara kaçıyor. Boş bir deniz. O notayı vurur sesini dinlersiniz. Zavallılığınıza içinizden inanır, buralarda geçmiş yüzyıllarda yaşamış adamları, bir kirli perde arkasından görürsünüz!

Orada bana bakan adamlar acaba benim için neler düşünürlerdi.

Bu kız gibi tek notanın sesini büsbütün başka yollarda ben de dinlemiş olduğum için burada okuyunca gönlümde duydum. Nakadar da güzel yazılmış. Eline sağlık.

Bayan Nezihe’nin hikâyeleri kısadır, ama iyice okunmalıdır. Bu kız ilk karşılaştığı he-kime, kendisine “hasta” dedi diye kızıyor; ama kendisinin, deli olduğunun farkındadır. Dedesi de deli imiş. Kızın içini yırtan iğne de budur. Delidir, deli olduğunu da biliyor. Normal olmayan birçok şeyleri bile bile yapıyor. Yalnız bu kızın deliliği de başka türlü. Delilerin çoğu ağlayamazlar, acımazlar. Delilerin gözyaşları da sinirleri sağlam olanların gözyaşları gibi değildir. Sinir hastası. Hekimler bir ad takarlar.

Hiç aslı faslı yokken durduğunuz yerde içinize bir küskünlük çöktüğü yok mudur? Bu yeryüzünde, anaları babaları öldürülmüş çocukların ölümden biraz önce duydukları kor-ku ile kardaşlarına sarılıp gözlerini kapadıklarını duyup sabırsız kaldığınız var mıdır? İç âlemi ne olduğunu bilmeyiz. Sinir tellerine birçok ayırıcı billurlar sarılmış, çalışan akan sinir ihtizazını her telde kendi yolunda tutmaya çalışır. Bu bozulunca yalnız içi-nizde, sizce hiç anlamı olmayan bir ürperişi değil, okyanuslarda yosunlarla örümcekler arasındaki elektirikleşmeyi de duyabilir, duyduğundan da hiçbir şey anlamaz.

Bir sinir mütehassısının sinirleri çok sağlamsa hastasını anlayamaz.

Mütehassıs Mefkure Hanım hasta kız üzerinde iyi bir duygu uyandırıyor. Ona “İki mavi çizgi!” diyor. Ben de hasta olsaydım, az aralıklı kalınca iki mavi çizgi benim üstümde de ılık, yumuşak bir iz bırakırdı. İnsanın sinirleri hesapsız bozulur, karmakarışık olursa o adam kıpkırmızı, rahatsız bir deli olur. Güzel bir tesadüfl e hesaplı bozulursa ortaya in-sana benzer bir başka yaratık çıkar. Kimsenin duymadıklarını duyar, görür, işitir. Her ne kadar rahatsız olursa da, çünkü gövdenin çekemeyeceği yükler altında kalır, başkalarının duyamayacakları bir dünyada da yaşar. Bu hikâye de burada biter.

“Keklik Türküsü”ne geçiyorum. Oya adında bir kız. Anası, kızının adını “Oya” koyacak bir kadına benzemiyor. Makbule Hanıma kalsa kızının adını Melahat koyardı. Belki öyle de koymuştur da sonradan kız değiştirmiştir. Bizim komşularımızdan biri vardı, kızının adını Sabahat koymuştu da sonradan kızı değiştirdi “Birsen” koydu. Şimdi koca kadındır. Bu da öyle olabilir. Yahut komşu Doktor Sâim Beyin kızları “Oya” adını koymuşlardır. Oya’nın yanakları ateş içinde, Süzük mavi gözleri de pırıl pırıl.

Sıtmalı, ateşli bir yüz. Oda içindeki sesleri sanki uzakta konuşuluyormuş gibi işitiyor. Ateşi olanlarda olur.

Bir Zehra Hanım teyze gelmiş, anası Oya’yı ona çekiştiriyor. O da Oya’ya öğüt verecek oluyor. Anası düşünüyor ki, “Yarın bu Zehra Hanım komşuların yanında ‘A, neme lazım, kaç kere kadın benim yanımda kızına çıkıştı, söyledi ama bugünün kızları söz dinliyorlar mı?’ diyecek!” Komşu hanım da düşünüyor ki, Oya’nın anası komşularına “A, neme lazım, eksik olmasın kaç kere komşum söyledi. Kızım yapma etme, dedi, benim kızım

(14)

dinler mi?” İş de nedir? Oya’yı kocaya istiyorlarmış o da varmıyormuş. Zehra Hanım diyor ki, “Koca ekmeği meydan ekmeği!”

Bu bir atalar sözünün yarısıdır. Zehra Hanım bunu bilmiyor, yerinde de kullanamıyor. Bunun aslı: “Koca ekmeği meydan ekmeği, evlat ekmeği zindan ekmeği”dir. Bu da koca-sı ile oğlu olan kadınlar, ikisi arakoca-sında kıyas için söylerler. “Kadıncağız evlat eline kaldı hanım, benzer mi? Koca ekmeği meydan ekmeği, evlat ekmeği zindan ekmeği!” Zehra Hanım kullanıyor, ama bilmiyor. “Meydan ekmeği ” nedir onu da bilmez, çokları gibi.

Oya’nın anası da yanlış bir tabir kullanıyor. “Sapsız üzüm” diyor. İstanbul sözlüğünde bu “çöpsüz”dür. Her şeye bir eksik bir kusur bulmak yerinde “Armudun sapı var, üzümün çöpü var!” derler.

Sonra Zehra Hanım, “erkek kısmısı” diyor. Belki bu kadın Rum dönmesi, zenci bacı-lardan yahut Çerkes ise böyle konuşabilir. İstanbul kadını, “A, ilâhi Makbulânım, erkek kısmının umurunda mı?” derdi, sanıyorum. Dili bozulmadık bir İstanbullu’dan sormalı. Makbule Hanım biraz, nasıl diyeyim, akılsız gibi, terbiyesi de kıtca! Yoksa, Oya ona, “Elalem bana ne karışıyor!” deyince, annesi, “Sen aklını kaçırmışsın kızım, elâlem ne karışıyor olur mu? İşte teyzen söylesin! Dedim ya kimse çocuğum var, kızım var güven-mesin!” diyebilir, sitem de ederdi. “Köpek gibi hırlamak”, “Cehennemin dibine git!” gibi sözlerle bir de “Çenen tutulsun!” diye bir ilenç. Bu aileyi aşağılaştırıyor. Bu aşağı aile içinde Oya aşkı akide şekeri ile anlatmaya kalkışamaz. “Ah bilmezsiniz, buramı açmışlar bir kürek ateş dökmüşler, ne gece rahatım var ne gündüz!” der durur.

Hikâye birçokların başlarından geçmiş, bugün de geçmekte olan göz ilgisi hikâyesidir. Türkçemizde bir adı da vardır, düşündüm şimdi bulamadım.

Bir güzele boş yere bakıp durmaya “Göz kocatmak” derler, ama iki kişinin gözle seviş-melerine ne adı verirler hatırlayamıyorum.

Sevişmenin bu türlüsünün başka dillerde de adı vardır. Bu tanışma, sonra sevişmede yeni hiçbir şey yok. Tatlı tatlı anlatıyor. Bu hemen herkeste böyle olur. Yenilik Oya’nın düşünüşlerinde.

Burada iki soru ile karşılaşıyorum. Biri: Oya’nın çevresi bu işlek düşünceleri verir mi? Verebilir. Oya’nın çevresi yalnız evi mahallesi değil ya! Başka insanlar var, kitaplar var. Bunlardan alıp içinde kendi yarattığı, hiçbir yerde eşi olmayan, evler, mahalleler, sev-gililer, konuşuşlar var. Bunlarla kişinin çevresi geniştir. Bunlarla insan kendi yaşadığı âlemden ayrılabilir. Ev başka, kafanın içi başkadır. Bu böyledir, ama nedense ben düşün-düğü düşünceleri, söylediği sözleri Oya’ya çok görüyorum. Bu anasının, benim içimde bıraktığı izden olsa gerek.

Bir de oğlan, gemide, gün oluyor ki kızı arıyor, iskelelerde bekliyor. Onun gönlünü al-mak için! Bu ilgi bir eğlence mi? Kız ona bağlanıyor, oğlan hiç. Kıza da hiç çaktırmıyor. Kız, oğlanın sevgisi olmadığını bilse eğlence olarak kullanılmasına izin vermezdi. Bu yeryüzünde gerçi neler var. Sevdiğinin sevgilisine hizmetçilik edenler bile görülmüştür, ama Oya bu hasta kadınlardan mı?

Günün birinde oğlan bir başka kadınla nişanlanıyor. Oya gene darılmış sayılmaz. Ama eskiden onun yanında bir kız görse küsüyor, kaçıyordu. Oğlan başkası ile bağlanınca ona darılamıyor. Darılamıyor da değil de, bu oğlan üstüne kurduğu hayat imgesini yıkmaya acıyor. Ama buralarını ne güzel yazmış. Eşsiz güzel. Kendine çok yakışan bir yazışı da var!

Yalvarışı, Allaha sığınışı her hikâyesinde biribirine benziyor. Bunları bir kızın hayatının hikâyesinin epizotları gibi yazmak da hoş olurdu. Hikâye bir yere kadar yazıldıktan sonra hep o kız ortaya çıkıyor, konuşuyor, acılarını, hasretlerini, gözyaşlarını ortaya döküyor,

(15)

hikâye de bitiyor. Ama bu kızın söyleyişleri, anlayışları, anlattıklarını ortaya döküşle-ri ne kadar hoştur. Okumalı. Doğrusu ben severek okuyorum. Son satırlarda anasından kalın küfürler ilençler işite işite yetişmiş olan Oya, birinci sınıf bir sanatkâr oluyor. Çok seçkin kişiler, hatıra defterine “keklik” türküsünü yazabilirler. Ne olurdu Oya’nın daha yumuşak bir anası olsaydı! Hovarda bir baba! Alaycı kardaşlar. Biraz geçsin bütün bu hikâyeleri, hele “Keklik Türküsü”nü yeniden okuyacağım!

“DIŞARLIKLI”

Nereli olduğu, bence anlaşılmayan Remziye adında bir kız, Anadolu’nun batı halkın-dan olsa gerek, kendi oturduğu vilayet yerlilerini istemiyor da bir yabancıya varacağını söylüyor. Niçin? Yaşadığı çevre dışında daha geniş bir yaşayış sürüldüğünü sezmiş, ona doğru yürümek gitmek istiyor; istediğini de yapıyor, valinin şoförüne varıyor. O şoför de bunu İstanbul’a getiriyor.

İstanbul’da Remziye’nin karşısına Despina diye bir Rum kızı ile komşuları bir subay karısı çıkıyor.

Remziye saçını yaptırıyor olmuyor, Despina önüne alıp tarıyor, oluyor. Subayın karı-sının, “Ah canım ayol!” yahut bir “E… kör olma Remziye!” deyişleri var. Remziye ne yapsa yetişemez.

Remziye, Rum kızının kiracısı oluyor. Mahalle ile tanışıyor, karışıyor, bu şehir yaşayı-şına karışıyor, onların bildiklerine de inanıyor, yapacağını onlara sorup yapmaktan da hoşlanmıyor. Beceremiyor yahut beceriyor, ama yavaş yavaş her şeyi yapıyor. Bir gün de bir sütyen diktiriyor, adına da kendi “Memelik” diye güzel bir ad koyuyor.

Ben de bu Remziye’ye benzer bir kız tanırdım. O da sütyen’e “sütleğen” diye bir ad tak-mıştı. Sonra bu takan o kız olmadığını, çoklarının bu adı kullandıklarını, dükkancılardan bile bu adı öğrenenler olduğunu işittim. Şehirliler Türkçede kullanılan yabancı adların yabancılığını bozmaktan korkarlar. Bu kızlarda o korku olmadığı için, kolaylıkla ad tak-makta başarılı oluyorlar. Bilginler, bir şeye ad takarken, bu Remziye kız kadar serbest olamıyorlar. Bilgi çerçevesi içinde sıkışıp eğri büğrü adlar da takıyorlar.

Burada hoşuma giden, karar verdikten sonra Remziye’nin memeliği yaptırıncaya kadar üç dört gün bir sarhoşluk geçirmesidir. İyi bir görüştür.

Hikâye buralarda sona eriyor. Remziye’nin yanında Despina’nın yolsuzluğu konuşu-luyor. O mahalledeki bütün kadınlar Despina’nın bu yolsuzluğunu biliyorlarmış. Daha önce bunun lakırdısı hiç geçmemiş mi?

“Remziye, bu Despina eve adam alıyor. Bir yerde oturuyorsunuz, sen de sıkı fıkı görüşü-yorsun!” diye komşularından biri ikisi Remziye’nin gizlice kulağına koymamış mı? Bu o mahallelerde olur işlerden değildir. Çoktan, Remziye’ye açılmış olmalı, komşulardan biri bir sabah Remziye’ye, “Sana şaşıyorum doğrusu Remziye” demeli idi, “Bu Despina ile bir evde oturuyorsun. Genç kocan var. Gözünü dört aç! O kaçın kurasıdır. Cavid’i elinden bir uçurur sen de şaşarsın!”

Bu sözler edilmeli idi. Remziye, Despina’nın bilgiçliğine inandığı için bu sözler iz bı-rakırdı.

Sonra ne olur? Bu söz, Despina’nın kulağına gider, uzun bir dedikodu kapısı açılır. Des-pina’ya taraf çıkanlar da olur. Epeyce işler olurdu. E, başlangıcı hiç yokken bu laf bir komşu toplantısında, hikâyede olduğu gibi ortaya atılamaz mı? Atılır belki; ama ne bile-yim biraz cılız düşmez mi? İyi bilmediğim için çok atılganlıkla söyleyemiyorum. Bana öyle geliyor ki: mahalle dedikoduları ilkin arkadan yavaş yavaş başlar, gittikçe dal budak salar, herkes ateşlenir, haftalarca sürer, dargınlıklar, acı sözler de olur, döğüşe kadar gitti-ği de olur. Böyle bir şehir dedikodusunda dışarlıklı bir çocuğun gösterecegitti-ği tepki de çok değerli bir ders olarak okunur.

(16)

Sonra bu hikâyede Remziye bu yeni düştüğü çevrede şehirlileşmeye dalmış görünüyor. Despina’nın yolsuzluğu gözüne çarpmamış. Bu yolsuzluklara yalnız şehirlilerin değil, dışarlıklıların da akılları erer. Görünüyor ki Remziye akılsız, anlayışsız bir kız değildir. Kocasını saklamaz mı? Cavit, genç karısının ayartılabileceğini düşünmez mi? Eğer Des-pina korkulacak bir kız değil de Ayşe Hanım öyle atmış, ağzına gelip öyle söylemişse orada olan kadınlardan biri çıkıp, “Yok şaka hoş, ama günahına girmeyelim; ben bir yıl kapı karşı komşuluğunu ettim. Doğrusu hiçbir şeyini görmedim, neme lazım. Ne gün de bir işimiz düşse koşar!” demez mi idi.

Bayan Nezihe’nin hikâyelerindeki o bükülüp çevreye, insanlara, geçen olaylara uyarak o değişiş bu hikâyede yok. Yazanın görüşlerine başka hikâyelerinde çokça inandığım için “Remziye tipi iyi bulunmuş da iyi yazılamamış” demeye dilim varmıyor.

İstanbul’da yetişmiş hikâyecilerin köyü yazışta gösterdikleri beceriksizliğin bu hikâyede bir kokusu var, demek de bilmem nakadar doğru olur?

Sözün kısası: Bu hikâye ölçülü bir tenkitçinin gözünden geçmeli.

Bayan Meriç’in yazdığı güzel hikâyelerden biri de bu “Oda Müziği” hikâyesidir. Bizim hikâyeciliğimizde bir eşine ben rast gelmedim. Her elime geçen hikâyeyi de okurum. Bu hikâyede yaşayış, nakadar olduğu gibidir. Bir Necmiye Hanımı anlatır. Bir kış günüdür. Akşamüstü. Ortalık kararmış olacak. Evlerimizde ikindi oldu mu, akşam olup ışıklar yanıncaya kadar, bir tasa, bir üzgünlük sanki duvarlardan akar, odalarda göllenir. Kadın pencere önünde bir koltuğa oturmuş arada sırada perdeyi aralayıp sokağa bakar, kocasını bekler, anasından mektup almadığına da üzülür.

Küçük Çetin can sıkıntısından, biraz da belki uykusu geldiğinden, halının üstüne yüzü-koyun yatmış mızırganır. (Mızıklanır değil!)

Bayan Nezihe diyalektleri hikâyeye can vereceği için kullanır. Ben de bunu yapmaya özenirim de becerememekten korkar çekinirim.

Ülkemizin bugünkü sınırları içinde dilimizin, az çok farklı yirmi altı diyalekti olduğu gibi, İstanbul şehri içinde ana dili Türkçe olanlar arasında altı diyalekt bulunduğunu işit-miş idim. Bunları bilmek ayırmak, benim için, güç bir şey olduğu gibi, işittiğimi doğruca yazabilmek de pek becerebileceğim işlerden değildir!

Bilgisizliğim dolayısı ile başkalarının yazılarına karşı da biraz yabancı, biraz korkak davranıyorum. Bu arada Bayan Meriç’in yazışlarına biraz uzakça gibiyim. Çocuk yerde densizliğini gösterirken “Yâ… Uyumıcam” diyor. Çocuktur; sözü yanlış da söyler, ama bunu ben yazacak olsaydım “Uyumıycâm” diye yazacaktım. Bu ufak şeylerle uğraşı-yorum, okuyanlarım beni bağışlasınlar. Ben hoşlandığım yazıların eksiksiz olduklarını istiyorum. Biri çıkıp da bana, “Yanlış söylüyorsun, hikâyede yazılan daha doğrudur!” dese sevinirim. İleri gitmem. Biraz da kıskanırım… O da başka.

Benim kıskançlığım şakacılıktır, sevincim ise köklü. Bu yurdu, baştanbaşa şenlenmiş, yol boyları evlerle bağlar, bahçelerle dolmuş, her dağdan taştan çocuk sesi, kuş sesi gelir olmuş görürseniz sevinmez misiniz? Her bastığınız yeri arı, her baktığınız yeri yapılı bulursanız hoşlanmaz mısınız? Bu yurdun dili, şiiri gibi hikâyeciliği de gün günden ge-lişmiş, yapınmış görmek, yeni adamlar yetiştiğini duymak, anlamak sizi sevindirmez mi? Yola çıksanız da giydiğiniz çizmeler ayağınıza ağır gelse, dönüşte almak üzere, çıkarıp yolun kıyısına bıraksanız, dönüşte de bıraktığınız yerden alıp evinize gitseniz, yurdumuz böyle bir yurt olsa hoşunuza gitmez mi? Küçük kız, yetiştirdiği bir saksı çiçeği, kucak-layıp evden getirir, Güven anıtının kıyısına kor, orası çiçekle dolar, bunu yaptığı için de kimseden alkış beklemez. Kimse de onu alkışlamayı aklına getirmezse… Böyle bir memlekette yaşamaktan hoşlanmaz mısınız?

(17)

Siz de bana sorarsanız, bunu hikâyeci yapar, derim. Hikâyeci yapar, öğretmen yapar, şair yapar, tenkitçi yapar, fi lozof yapar. Bunların da iyimserleri, yumuşak yüzlüleri, gülüm-serleri yapar. Kaşları çatık, insanlıktan bezgin hikâyeciler, ortalığı cehennemle korkutan vaizcilere benzerler. Erleri önlerine dizer arkalarına da makinalı tüfeği kurar, savaşa sür-mek isterler. Kimse gönülsüz döğüşmez. İlk fırsatta kaçar. Umutsuzlukla, asık suratla kimse cennete çağrılmaz. Acı şeyler bile güler yüzle anlatılır. Her türlü yaşayışın kendine göre bir sevimli yüzü vardır. Bayan Nezihe’yi okurken bunlar nakadar iyi duyuluyor. Halkı yeni bir yaşayışa, yeni bir ahlaka böyle bir kalem çağırabilir. Halkımız sinemalarda bir katlı, temiz kır evlerini gördükçe içleri yanarak istiyor, bu yaşayışın bize nereden, nasıl geleceğini bilmiyorlar. Bu yarının yaşayışını yazacak adamı bekliyorlar demektir. Bir var ki halk ister, yapar, siz de oturur hikâyesini yazarsınız. Bir de var ki halkın iste-diğini duyar o daha isteğini söylemeyi düşünürken, siz hikâyesini yazmış bulunursunuz. Bu, halkın isteği önünde gitmek demektir.

Bugünkü medenî yaşayışta büyük şehirlerin diş dişe, tırnak tırnağa hayatı, anlayışlı yara-tılmış insanları üzmeye, incitmeye başlamıştır. Bir parçacık kolayını bulabilenler kırlar-da yaşamaya can atıyorlar. Birçok yerlerde demiryolu ile saatlarca gidiyorlar, yeryüzüne yayılmış evler, bağlar, bahçeler bitmiyor. Bizim halkımızın anlayışlı olanları da sinema perdelerinde gördükleri kır evlerine, kır yaşayışına gönülden bağlanıyorlar. Bilmiyorlar, ama hoşlanıyorlar. Bu hayatı mutlaka kırda aramak gerekmez. Bizim en kalabalık şehri-miz içinde bile birçok köyler yaşar. Kasabalarımız da köylü hayatı yaşar. Râna Hanımın evi bir köy evidir. Yalnız orada başka şeyler üzerinde durulmuş oradaki rahat içinde yaşayış ikinci sıraya alınmıştır.

Ben gözlerimi kapayınca Nezihe Hanımın kadınlarının, kızlarının anaçlaşmış gelin sa-hibi, güvey sahibi kadınların tezgâh dokuyup, reçel kaynattıklarını, mektepte toplanıp piyes oynadıklarını, toplanıp aralarında oyunlar çıkardıklarını görüyorum. Delikanlının biri bahçesinin bir ucundan öteki köşesine, el arabası ile toprak taşıyor, araba tekerleği de yağlanmadığı için keskin bir cıyıltı çıkarıyordu. Komşu kızı sökük dikiyor; delik ço-rapları ayırıyordu, bu tekerlek sesini dinledi, içi sıkıldı. İşini bırakıp bahçeye fırladı. İki bahçe arasındaki çite gidip oradan delikanlıya seslendi

— Hey… Şu tekerleği yağlasana! İçin de mi sıkılmıyor?

Oğlan başını çevirdi; kızı görünce arabayı bırakıp kıza doğru koştu. Çite dayanıp konuş-maya başladılar. Oğlan sordu:

— Nasılsın? dedi.

— İyiyim senin alnına ne oldu? Oğlan elini alnına götürdü. Sırıtarak: — Ağaca çarptım, dedi

— Hangi ağaca, nasıl çarptın?

— Sokaktaki ağaçlardan birine! Ben postaya mektup götürüyordum, Kara Halil’in kızı ile Döne Kız da yolun ötesinde durmuş, bana bakıp gülüşüyorlardı. Onlara bakayım der-ken der-kendimi ağaca çarpmışım!

Kız güldü:

— Aman, dedi, senin gibisini hiç görmedim! Sonra kızlar ne yaptılar?

— İlkin gülüyorlardı, benim başımdan kan aktığını görünce yanıma geldiler, beni ecza-neye götürüp başımı sardırdılar.

— Eczanedekiler gülmediler mi?

— Döne kız, ayağımız kaydığını, korunamayıp ağaca çarptığımı söyledi. Oradakiler de inanmadılar, işin içinde bir dalga olduğunu çaktılar, ama üstüne düşmediler. Ben de kız-lara bakayım derken sersemlik edip ağaca çarptığımı söylemedim!”

(18)

Kız gülerek:

— Eyi etmişsin! dedi.

— Sana bir şey soracağım, dedi. — Sor.

— Kara Halil’in kızı mı güzel, Döne Kız mı? Kız:

— A, ben ne bileyim? dedi, arkadaşın delikanlılara sor. Ben kız onlar kız. Bana sorarsan ben hepsinden güzelim!

— Canım şakayı bırak da düzgün konuşalım!

— A, neden şaka olsun? Ben her aynaya bakıyorum, onların ikisinden de güzelim. Be-ğenemedin mi?

— Beğendim canım… Ben seni sormadım ki! Onların hangisi güzel dedim. — Ne olacak? Ben falanca güzel dersem nişan yüzüğü mü yollayacaksın?

— Hah. Bekle! İşim kalmadı da! Sordum işte. Sen çağırmadan ben onu düşünüyordum. Sana da sordum. Ne oldu? Bu da suç mu?

— Suç ya! Elin işte gözün oynaşta! Sen kızları düşüneceğine arabanı yağlasana! — Ne var? Benim arabam yağsız mı?

— İşitmiyorsun değil mi? Gıcırtısı ortalığı tuttu.

Bu çene yarışı uzar. İşin can alacak yeri şu ki ikisi de çitin dibinden ayrılamazlar. Kız gider içerden yağ getirir. Arabanın tekerleğini yağlarlar. Bu arada kız:

— Lakırdıya tutma, benim evde işim var… dedi, dedi ama oradan da ayrılamadı. Bir aydır hazırlanıyorlar, daha da kim bilir nakadar hazırlanacaklar, ocak ayında başlayıp bir operet birkaç da piyes oynayacaklar. Bu delikanlının da sesi tenor. Birinci tenoru oynayacak.

Kızın yeni yetişen bir kızkardaşı var. Bunların seslerini işitiyor. O da bahçeye iniyor. Ablasını biraz da kıskanıyor, beğenmiyor. Hiç kimseyi beğenmiyor. Kendini büyümüş, genç kız olmuş sanıyor. Ablasının orda delikanlı ile konuştuğunu istemiyor. Niçin? Hiç! Kendi de bilmiyor. Çocuklar anaları ile babalarının yan yana oturduklarını istemezler. Bu kız da ablasının ayrılıp içeri girdiğini istiyor. Onu içeri götürecek. Bir iş çıkarmalı. Gelip söze karışıyor. Biraz da arsızlık ediyor. Olmuyor, içeri gidip anasını kandırmaya çalışıyor. Hiç kimseden yüz bulamayınca sokağa çıkıp karşı komşunun kızını buluyor, bir başka komşunun kızını bulmaya gidiyorlar. Daha neler… Sonra da bu oğlanla bu kız nişanlanıyorlar. Burası bir köy. Gençlerin içinde yüksek öğretim görmüş olanları da var. Hepsi köylüdürler. Bu genç adamlar arasında mühendis olanları, baytar olanları, eczacı olanları var. Bütün köyde bir cins bir kumaş dokunuyor. Kim boş kalırsa tezgaha girip bu kumaşı dokuyabiliyor. Kumaşın kıyısına da “Elde dokunmuştur” diye yazıyorlar. Bu köyde her cinsten, her boyda fırçalar da yapılıyor. Kasabada bir adam, kılını, tahtası-nı, telini, boyasını getiriyor. Yapılmışları topluyor. Evlerde işliyorlar. Atları, inekleri var, yaşamak kolay.

Bu köyde insanlar gene bizim adamlar ama ahlâk biraz değişmiş. Hikâyede hiç bir şey yazılmuyor ama okurken anlaşılıyor ki yemsiz hayvan beslemek kalmamış, atlar, inekler, ev halkından gibi olmuş. Köy sokaklarındaki ağaçlar herkesin ağacıdır. Onlara bakıyor-lar. Yolları temizliyorbakıyor-lar. İnsan gene insandır. Kıskançlığı, kötülüğü, kini, hasedi, öcü var; ama bugünkü gibi değil, o günün genel terbiyesine göre değişmiş, azalmış. Hafi fl eş-miş daha akıllı olmuş. Kötülükler de daha akıllıca. Köy okulunda, Belediye Kulübü’nde piyano var. Evlerde keman, fl üt bulunuyor. Saksafon, klarnet çalan gençler de var. Köyde hekimlik okumuş bir kadın iki erkek bulunuyorsa da bunlardan yalnız biri köy hekimliği-ni de ediyor. On kilometre uzakta, orman içinde bütün memleketçe meşhur bir araştırma

(19)

kliniği var.

Kişi özene özene, düşüne düşüne, göre göre yavaş yavaş kendi yaşayışını düzeltir. Top-rağına bağlı kalması gerekli bir milletin, başkalarını bilmeyerek taklit etmesi kadar acı bir şey olmaz. Burada sanat sahibi öne çıkar, elde olanı değiştirmeyip yalnızca biraz düzelterek işe başlar. Çokları onun gösterdiği yaşayışa özenir. Bir gün bir imge olan bir şey bakarsın bir nesil sonra yaşamağa başlar.

Hoşa gider de bir işe yararsa diye bu satırları yazdım. Baştan da söylediğim gibi tenkit-çiliği kendime yakıştıramıyorum.

Nezihe Meriç’in yazılarının bana düşündürdüğü bu yazıları buraya yazmak bir tenkit değildir. Sebebi de bu yazıların, bütün memleket isteklerini toplayan bir ölçüsü yoktur. Bunlar hep “bana göre” düşüncelerdir. Ben bu yahut başka yazıları yazdım diye yazıcı da yolunu değiştirecek değil ya! Hoşuna gelen yerleri olursa alır, üst yanını da atar kâğıt sepetine!

(20)
(21)
(22)
(23)
(24)
(25)
(26)
(27)
(28)
(29)
(30)

Referanslar

Benzer Belgeler

Suda askıda duran katı madde- ler akarsularla, rüzgârlarla taşınan doğal kaynak- lı maddeler olabildiği gibi evsel ve endüstriyel atık- lar kaynaklı maddeler de

Önceleri Vanlı E- fendi ismine izafeten Vanhköyü diye adlandırılan mahalle- niha­ yet değişe değişe «Vaniköyü» şek lıne girmiştir.. Bize bu izahatı veren

Yuvarlak bir kaide üzerin­ de dört köşe olarak inşa edilen çeşmenin köşeleri yuvarlatı­ larak birer sebil yerleştirildiği gibi, ortalarındaki düz kısımlara

Bu nedenle nem oranı yüksek hava -kışın hava sıcaklığı genellikle vücut sıcaklığından daha düşük olduğu için- ısının vücudumuzdan çevreye daha kolay

Bu tür tasarımlar Formula1 yarışları için 1982’de ya- saklanmış olsa da kavramsal araç için bu yasak göz önüne alınmamış, çünkü otomobilin alt kısmının da

İkinci zevci Mahmut Celalettin Paşa ile oğlu Prens Sa- | bahattinin Mutlakıyetle mücadele iciıı Avrııpaya firar etmiş ol- | maları Seniha Sultanın İkinci

Yaşla birlikte deride, subkutan dokuda ve damarlarda meydana gelen fizyolojik değişiklikler ayrıca yaşa eşlik eden hastalıklar, yetersiz beslenme veya yetersiz hidrasyon

Yukarıda belirtilen sosyal davranışlar aşağıdaki gibi bazı idealize edilmiş kurallarla basitleştirilmiştir (Meng vd., 2016). Kural 1: Her kuş uyanıklık davranışı