unum il* «m
nn15 A R A L I K 1967
1 lira
f, H M I J İ ¿ i ı ı * i l » • ■ » ‘ ■•I* » 1 S » l i l r ö i - r r ç f i -% * 1r / l i L t i İm
m
CÎİİy
D O Ğ U M U N U N 100. YIL1IVOA F İ K R E T
DOĞUMUNUN 100. YILDÖNÜMÜNDE
TEVFİK FİKRET
★
S u u t K e m a l Y e t k i n i
Şiirimizin yenileşmesinde büyük payı olan Tevfik Fikret 24 aralık 1867 de doğmuştu. Pek yakında 100 üncü yılı kutlanacak bu doğumun. Yeni batı şiirinin başı sayılan Charles Baude- laire de 31 ağustos 1867 de ölmüştü. Bu ölü mün 100 üncü yılı da Batı’nm belli başlı mem
leketlerinde anılıyor. Aşağı yukarı üç aylık
aralıkla, birinin öldüğü tarihte öbürü doğmuş tur. Şüphesiz bir raslantı bu. Tevfik Fikret’in 100 üncü doğum yılı vesilesiyle Charles Bau-
delaire’i anıyorsam, Edebiyat-ı Cedide'nin en
ünlü romancısı Halit Ziya Uşaklıgil’in her iki şairi karşılaştırarak vardığı yargı üzerinde dur mak, ve bir sonuca varmak içindir.
Aşk-ı Memnu’ yazarının Baudelaire için yaz
dığı eleştirmenin şu satırlarım birlikte okuya lım: "...Bu şairden bahsederken kendi edebî hayatımıza dönerek ona az çok benzetilebilecek bir şahsiyet aradım ve kendi kendime, pek hu susi hallerini bildiğim Tevfik Fikret’le onun arasında bir karâbet ve müşabehet noktası bu lunup bulunmıyacağma muhakememi şevket tim.
İkisinin arasında hayatları itibariyle benze tilebilecek hiçbir şey yoktur. Tevfik Fikret’in bütün ömrü bir ismet ve iffet içinde geçmiş ti... O müstekreh olan zevklere her vakit pek uzak kalmış, her suretle ahlâkî ve hissî düşün
celerinde ve bunlara makes olan şiirlerinde
tam bir nezâketi muhafaza etmiştir. Bu iti
barla Baudelaire’den büsbütün ayrılır, ve şii rinde arasıra görülen bedbin duygulara rağ men Elem Çiçekleri ile Rübab-ı Şikeste arasın da bir mulcarenet bulunmaz.”
Bu karşılaştırmadan sonra Uşaklıgil şu so nuca varıyor: "... bu mukayeseyi itmam için diyeceğim ki, Türk şairi sanat, lisan, üslûp ze mininde Fransız şairine kat kat faiktır. Onun aleyhinde hüküm yürütenlere karşı denebile cek tek bir söz vardır:
işte Rübab-ı Şikeste ve işte Elem Çiçekleri!
Bu ikisini mukayese etmeli. Tekâmül devre
lerini aşmamış bir lisan ile her türlü istihale
lerden geçerek kemâlin en son mertebesine
vâsıl olmuş bir lisan arasında sanat bakımın dan bu iki eser azîm bir fark gösterir ve bu fark Türk şairinin lehinedir.” (1)
Edebiyat-ı Cedide’nin en büyük romancısı
Halit Ziya Uşaklıgil, düşüncelerinde çok yanılı
yordu. Nasıl yanılmasın ki Baudelaire’e, dar
bir çevre dışında, kendi memleketinin edebi yatçıları bile bundan elli yıl öncesine kadar kapalı kalmışlardı. Bu bakımdan Halit Ziya’- nın Baudelaire’i tutmamasını, Fikret’in de on dan habersiz görünmesini tabiî saymak gere kir. Halit Ziyaya, Fikret’le kıyaslayacağı baş ka bir Fransız şairi gerekiyordu. Bu şair de ancak François Coppee olabilirdi. Nitekim böy le olmuştur. Bakınız ne diyor Uşaklıgil bu Fransız şairi için: "Bu devre (2), bizim nesli mizin de gençlik zamanına ait coşkunluk hen- gâmına tesadüf ettiğinden, Edebiyat-ı Cedîde’-
nin mahsulleri de, ezcümle Tevfik Fikret’le
Cenap Şahabeddin de onun tesirleri altında kalmıştır.” (3)
Bilindiği gibi gerçekçiliğin şiirde karşılığı
parnassizm’dir. Bu bakımdan Goncourt’larm,
Daudet’nin açtıkları çığırda yürüyen Halit
Ziya’yı Coppee tutkunluğunda yadırgamamak gerekir. Bu tutkuyu Kırık Hayatlar yazarı şöy le anlatmaktadır: "...François Coppee’nin bü yük kıtada ve pek güzel resimlerle müzeyyen
Uç ciltlik bir külliyatı neşrolundu, bunu da
tedarik ettim. Bugün şu mekaleleri yazmak
için bu üç büyük cildin karşısındayım. Bu sa tırlar, onları uzun uzun karıştırırken, arasıra
dalıp okumakta gecike gecike bir ömür ka
dar uzun yıllardan beri uyuyan ve şimdi göz lerimin önünde gençliğimin ihtirasları taze bir hayat ile silkinip dirilirken yazılıyor. Sayfala
rı çevirirken onlarda eski zamanın yadigâr
larını buluyorum. Yaprakların arasına dökül müş ve dikiş yerlerine sıkışmış tütün külleri... Kimbilir, o yaprakları okurken ne dalgınlıklar arasında,’ tütünümün küllerine bile dikkat e- decek halde değilmişim.
... O zaman bu samimi, halka ve halkla be
raber bütün hassas kalplere pek yakın olan
şairi nasıl candan bir sevgi ile severdim, öyle zamanlar oldu ki, bana tatlı yaşlar döktürdü.
Bugün yine şurasından burasından okurken,
eski sevginin akislerini buldum; fakat heyhat! ömrümün müthiş acılariyle- gözlerimde artık yaş bulamıyarak tekrar ağlıyamadım.” (4)
Bu hayranlık, Tevfik Fikret’te daha da ile riye gitmiştir. Şair, Coppée’nin La Grève des
Forgerons adındaki manzumesi hakkında (5)
düşüncelerini belirttikten sonra sözlerini şöyle
bitirmektedir: “Vakıa Victor Hugo’nun La
Légende des Siècles’deki manzum hikâyecik lerini okumuş, pek de beğenmiştim. Fakat on larda bu tabiiyet, bu samimiyet, bu hayat gö rülmüyordu. Hâlâ zihnimde François Coppée nâmiyle La Grève des Gorgerons unvanı bir likte mahkûktür.”
Bu hayranlık onu, Coppée’nin nazım tekni ğindeki bütün özellikleri kendi şiirlerinde uy gulayacak kadar etkilemiştir. Bunların başın da, bir mısra sonunda bitmeyen bir sözün son raki mısı-alarda tamamlanması gelir, öyle ki Coppée’nin ve Tevfik Fikret’in mısraları, alt- alta değil de yanyana dizilse, düz yazıdan hiç de ayırtedilmez. Zaten Fikret bu tekniği da
ha çok uyaklı hikâyeleri için kullanmıştır.
Coppée’nin Baba. Fikret in de Balıkçılar adın daki koşuklarını karşılaştırınız, sonuç birdir.
Bahkçilar’ın şu mısralarını okuyalım: Şafak sökerken o yalnız, bir eski teknecimin Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşamk İlerliyordu; deniz ayni şiddetiyle şırak Şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin Siyah kaburgasını...
Bu uyaklı hikâye açlıkla ve denizle savaşan, fakir, küçük bir ailenin serüvenidir. Baba, ba lığa çıkamıyacak haldedir. Oğlu, onun yerine kabaran denize açılır. Açılır ve bir daha dön mez.
leh i, kazâ-zede bir tekne karşısında peder Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor; Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler...
Hikâyenin bütün yükünü bu son üç mısra
taşımaktadır. Coppée’nin Baba'sı da aynı yü rek burkucu hava içindedir. Her akşam eve sarhoş dönen ve somurtkan gördüğü karısını döven bir koca. Açlık ve soğuk içinde dünya ya gelen bir oğlan. Ama adam her zamanki gibi eve gene sarhoş dönmektedir. Yalnız kü çük bir değişiklik, titreyen elini ana olan ka rışma kaldırmaz olmuştur. Kollarında çocuğu nu sallayarak uyutan ana bu değişiklik karşı sında bir gün dayanamaz haykırır: "Vursana, kim tutuyor seni? Kış daha mı hafif sanki? Ekmek daha mı ucuz? Gel, hazırım!” Adam, suçüstü yakalanmış gibi mırıldanır: "Çocuğu uyandırmaktan korkuyorum."
Günlük hayattan alınmış, toplumun bir ya rasma dokunan bir hikâye. Burada da ağırlık adamın son sözünde toplanmış. Mısralar, kar şılıklı konuşmaların akışı içinde, aynı teknikle gelişiyor.
Fikret’le Coppée arasındaki bir benzerlik te her ikisinin duygulu, kişisel şiirlerle başladık ları halde, toplumcu şiirde karar kılmalarıdır. Coppée’nin ilk önemli şiirleri Intimités (1867) adı altında toplanmıştır. Bunlar kişisel nite
liktedir. Ona ün kazandıran Les Humbles
(1872) deki şiirler ise fakir, zavallı küçük hal kın dertlerini, acılarını dile getirir ve toplum cu bir özellik taşır.
Tevfik Fikret’te de aynı ikiliği görürüz. Rü- bab-ı Şikeste nin daha çok kişisel olan şiir lerine karşılık, Halûkun Defteri’ndekiler, top lumcu niteliktedir. İşte bu toplumculuk yönü dür ki onu, şiirden hikâyeyi, öğüt ve ders ver meyi, uyarmayı uzaklaştıran, şiiri kendi özü ne kavuşturan Baudelaire’e kapalı tutmuştur. Ama buna karşılık Fikret’i, örnek aldığı Cop- pée'den ayıran da gene onun vatan ve insan
lık ölçüsündeki toplumculuğu ve ülkücülüğü
olmuştur. Coppee, bugün Fransa’da unutulup gittiği, okunmadığı halde, Fikret dilinin ağır lığına rağmen, hâlâ okunuyorsa, bunun nede ni, şimdi değindiğim çift özelliğidir. O istesey di Seza gibi. Seninle gibi, ömr-i Muhayyel gi bi duygulu başka şiirler de yazabilirdi. Bunu
yapmadı; acıklı sahneler karşısında uyanan
duygularını da, Hasta Çocuk, Balıkçılar, Ra-
ma.zan Sadakası gibi birkaç hikâyeye sıkıştır
makla yetindi. Kalemini bozuk bir düzeni iyi leştirmek için, hürriyet için, eşitlik için kul landı. Milletçe kurtuluş yolunu Batı uygarlı ğında buldu. Bu bakımdan Rübab ile Halûk'un
D efteri’nden kalacak olanlar, Sis, Sabah Olur sa, Halûk’un Vedaı, Ferda gibi şiirlerdir.
Halit Ziya, Rübab-ı Şikeste vesilesiyle söy lediği: "Fikret’in bu manzumelerde her şeyden ziyade dikkati çeken hüneri, nazma tasarruf tur ve Türkçeyi arûzun eğilip bükülen, kıvrı
lıp akan seyelânına hiç aksamadan, sendele
meden uydurabilmiş olmasıdır.” (6) demesini
biz de paylaşırız. Hele bazı şiirlerinde göster diği sanat gücüne hayran olmamak mümkün değildir. Yukarıda bir parçasını verdiğim Ba- lıkçılar’ın şu mısralarına bakınız:
....deniz ayni şiddetiyle şırak
Şırak döğüp eziyor köhne teknenin Siyah kaburgasını....
Sanatçı, dalganın köhne tekneye çarptıktan sonra geriye çekilmesini, sonra toparlanarak tekrar şiddetle vurmasını, ikinci mısradaki şı rak kelimesini, birinci mısraın şırak uyağın dan ayırmakla sağlıyor ki iki dalgayı ayıran
küçük zaman parçası, bundan daha ustalıkla
elde edilemezdi. Fikret'in şiirleri incelenirse, sanat gücünü gösteren buna benzer daha baş ka örnekler de bulunur.
Şiir anlayışı, zaman akımı içinde ne deği şiklikler geçirirse geçirsin, haksızlıklar, yol
suzluklar, baskılar, kısıntılar, ezilmeler bu
dünyada kaldıkça, toplumlar bunaldıkça, Fik ret’in ülkücü şiirleri, anlamsız şiirlerin aksine, daima okunacaktır; ve bir şair için yaşamak
okunmaksa, o her zaman aramızda yaşıya-
caktır.
(1) Halit Ziya Uşaklıgil, Charles Baudelaire (Sanata Dair IV de, 89. s.)
(2) Parnasse şairlerinin eserlerini yayımla dıkları devre.
(S) Halit Ziya Uşaklıgil, François Coppie (Sanata Dair, IV de, 138. s.)
f !,) Aynı eser, aynı makale, 139-11,0. s). (5) Tevfik Fikret, François Coppö nin bir şiiri (Servet’i Fünun, sayı 452, yıl 22 nisan 1315 (1899)
(6) Halit Ziya Uşaklıgil, Tevfik Fikret (Sa nata Dair, IV de, 262. s.)
3
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi