• Sonuç bulunamadı

Güzin Dino ile yaşamın içinde

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Güzin Dino ile yaşamın içinde"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

D

i

V?

Cüzin Diño ile dolu bir yaşamın içinden...

Güzin Dino

GEL ZAMAN GİT ZAMAN

Güzin Dino... Abidin

Dino ite bütünleşmiş

birisim. Bir insan

yaşamını kat kat

dolduracak bir yaşam

sürmüşler Paris’te,

ama Türkiye ile

bağlarını hiç

koparmamışlar.

Kimler gelip geçmiş

bu yaşamın içinden

tahmin edemezsiniz.

Güzin Dino ile rüya

gibi bir söyleşi

sunuyoruz sizlere.

□ Elif SU ALKAN

G

üzin Dino ile yapacağım söy­leşi için, Sipa Ajans’ta birlikte çalıştığım İbrahim Öğret- men’den de resimleri çekme­ sini rica ediyorum.

Elimizde adres yola çıkıyoruz... “L’Eu- re Sokağında 5 nolu binanın önündeyiz. Zile basıyoruz. Güzin Hanım’ın tatlı ve sevecen sesi: “Merhaba çocuklar hoş geldiniz”. Kucaklayıp öpüyor bizi. “İs­ tanbul kokuyorsun” diyor bana. Salon­ dayız. Yasemin çayı demlemiş, yanında Proust’un çok sevdiği madelin kurabiye­

leri. Gözleri ışıl ışıl, ikinci baharmı yaşa­ yan, hareketli sıcacık bir kadın. Yaşama küsmemiş. Abidin Dino’yu yitirmesine karşın yalnızlık sıkıntısı çekmiyor. Yine eskisi gibi yaşamın, yazının, şiirin, res­ min, kısaca sanatın içinde.

Uzun uzun sohbet ettik. Abidin Di- no’yla tanışmasını, İstanbul’da geçen günlerini, Paris’e yerleşmelerini, Pa­ ris’teki yaşamlarını, ünlü sanatçı dostla­ rını, özel zevklerini tatlı tatlı anlattı.

Şair olduğum için söyleşimiz de haliy­ le önce şiirle başladı.

- Okuduğunuz sevdiğiniz Türk şairleri

hangileri? Yeni kuşak Türk şairlerinin ça­

lışmalarını izleyebiliyor musunuz?

- Bir Yunus Emre var, Nâzım Hikmet, Fuzuli, Nedim var. Bu şairler başkalarıy­ la kıyaslanamaz... Oktay Rifat, Orhan Veli, Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ı çok severim. Melih Cevdet Anday da büyük bir şair.. Yeni nesli pek tanımıyorum. Burada elime pek bir şey geçmiyor. Cumhuriyet gazetesine aboneyim. Bir de Hürriyet gazetesini evden hiç eksik et­ mem. Benim için Türkiye’den gelen bir sestir. Kar, kış da olsa hasta da olsam, üşenmem, çıkar satın alırım.

- Tanıştığınız sanatçılar içinde sizi en

çok etkileyen kimler oldu?

- Nice şairler, yazarlar, romancılar, ni­ ce ünlü ressamlar ve resimler gören göl­ geli gözleri buğulandı:

- O entelektüel çevrenin yarattığı çok güzel bir ortam vardı. Yok artık bu. Ço­ ğu öldü. Elsa, Aragon, Tzara, Soupa- ult... Çok yakın olduğumuz, evlerine gi­ dip geldiğimiz dostlarımızdı bu insanlar. Hepsi beni çok etkiledi. Bir John (Ber- ger) yaşıyor: Alp dağlarının eteğinde bir köyde. Michel Cournot çok sempatik bir insandır, çok severim.

- Karı-koca dostluğunuzu biliyoruz. Bi­

ze Nâzım'dan söz eder misiniz?

(Söz Nâzım Hikmet’ten açılınca Güzin Hanım neşelendi)

- “Dur, önce çayımı tazeleyeyim.

(deyip mutfağa yöneldi. Döndüğünde yüzünde körpe bir gülücük vardı. Kurabi­ yesini çaya bandırıp tadını çıkara çıkara yemeye ve anlatmaya başladı)

- Nâzım birçok kez geldi Paris’e. Biz o yıllarda asansörsüz bir binanın 5. katın­ da oturuyorduk. Nâzım’m kalbi hastay­ dı, enfarktüs geçirmişti. 5 katı tırman­ masını asla istemiyorduk. Bu nedenle de Paris’e her gelişinde bizim eve bitişik otelde kalırdı. Hep dışarda yer, dost ev­ lerinde birlikte olurduk. Sık sık Ara­ gon’lann Varennes Sokağı’ndaki evleri­ ne yemeğe giderdik.

MÜKEMMEL BİR GECE

Ancak son gelişinde ısrarla evimizi görmek istedi. Yaşar Kemal de buraday­ dı. Abidin, Yaşar’a dedi ki: “Merdiven­ leri çıkarken her katta durun, Nâzım’a bir şeyler sor, konuşmaya tut, her katta dinlenmiş olur böylece.” Bu şekilde çık­ tılar beş katı. O gün de Şakir Eczacıbaşı, bize Türkiye’den uçakla koca bir sepet dolusu yiyecek göndermişti. Tesadüf iş­ te... Barbunya, midye dolması, börek, beyaz peynir, zeytin... Binbir çeşit yiye­ cek. Oturduk masaya. Nâzım, Yaşar, Abidin ve ben koca sepetin üstesinden geldik. Anlayacağınız o akşam bile Nâ- zım’a yemek yapamadım, kısmet değil­ miş. Oysa yemek yapmasını çok severim. Güzel İstanbul yemekleri bilirim. Kuzu kapama, padıcanlı pirinç pilavı, börek­ ler, çerkez tavuğu (bu arada bandı durdu­

ruyoruz, Güzin Hanım bana kuzu kapa­ manın tarifini veriyor.) Abidin yemek ye­

mesini seven biriydi. Özellikle de dol­ manın her çeşidini severdi. Yani anlaya­ cağınız evime ilk ve son olarak geldiği o gece de Nâzım’a kendi yemeklerimden yediremedim. Mükemmel bir geceydi, çok hoş vakit geçirdik ve işte o geceden de Nâzım’ın o enfes şiiri çıktı.

“...St. Michel rıhtımında beşinci kattan çıkar yola

Yüzer bacaların üstünde Dino ların ta­ van arası

Burası ölümsüz dostlukların gemisi Tuallerde Antibes denizi cıvıl cıvıl Ve sofrada midye dolması Istanbu- lum’dan

Ve duvarda “Ah!"m iki gözü iki çeşme Ve Güzin ablam zeytin dalıdır. Abidin dümeni Güneydoğu'ya kıvır Varalım Emirgân’a."

30 Aralık 1962

Nâzım buradayken çeşitli davetlere, lokantalara giderdik. Nâzım buraya gel­ meden önce o yıllarda birlikte yaşadığı ve aynı zamanda doktoru da olan Galina Abidin’e mektup yazardı. “Nâzım için şuna şuna dikkat edin, şunları yemesin, şunu şunu yapmasın” diye. Örneğin Nâ­ zım’ın 12 saat yatakta kalması gerekiyor­ du. Diyelim ki gece 12’de mi yattı, mümkünse ertesi gün öğlen 12’ye kadar yatakta kalsın. Biz tabii uyanır uyanmaz Abidin’le otele koşuyor, Nâzım yatağın­ dan kalkmasın diye yanına oturuyoruz. Bir taraftan sohbet ediyor, bir taraftan da gelen telefonları yanıtlıyoruz. Bu şe­ kilde bir ay kaldı Nâzım. Ne olur ne ol­ maz diye iki de kalp doktoru bulduk Pa­ ris’te. Pierre diye bir arkadaşımız vardı, biz olmadığımız zaman Nâzım’a gittiği

(2)

her yerde o eşlik ederdi. Bütün önlemle­ ri almıştık, yanında hep birisi olurdu. Hiç yalnız kalmazdı. Erken yatsın diye de elimizden geleni yapardık. Saat ak­ şam on mu oldu! Abidin Nâzım’a döner “Haydi Nâzım, vakit geç oldu, hepimiz yorgunuz gidip yatalım” derdi. Ben de her şeyine karışırdım. ‘Yok efendim, iki kadeh içtin yeter, şunu ya da bunu ye­ me, şunu yapma vs.” diye. Bana o gün­ lerde bir gramofon plağı hediye etmiş, üzerinede “jandarmaların en tatlısına” diye yazmıştı, çok gülmüştüm.

ARACON İLE TANIŞMA

- Louis Aragon ve Elsa Triolet ile ya­

kın dosttunuz. Onlarla ilgili anılarınız­ dan söz eder misiniz?

- Efendim, biz Abidin’le daha Türki­ ye’de yaşarken Edith Piaf hayranıydık. Monaco radyosundan dinlerdik Piaf’ı. Paris’e gelir gelmez Edith Piaf’ın konse­ rine gitmek istedik. O da o sırada Ame­ rika’daydı. Döndüğünü ve Theâtre Ma- rigny’de konser vereceğini duyunca he­ men bilet aldık. Konser akşamı kapıda müthiş bir kuyruk ve biz de bekliyoruz. Aragon ve Elsa da kuyruktalar. Ben he­ nüz tanımıyorum ama Abidin ikisini de iyi tanıyor. Ben Edith Piaf’ın heyecanı içindeyken Aragon ve Elsa ile tanıştım. Bir de bunun heyecanı eklendi. Ama Edith Piaf o akşam hastalanmış. Biletle­ rimiz iade edildi ve başka bir güne kal­ dı. Aragon ve Elsa ile tanışmam bu şe­ kilde oldu. O günlerde sık sık Ara- gon’ların evine yemeğe giderdik. Böyle akşamlarda Elsa’nın en sevdiği şey ye­ mekten sonra ocağın başına oturmak ve Abidin’le Rusça konuşmaktı. Yine bir akşam Aragon evinde yemek veriyordu. O sıralar “La Chambre d’Elsa”(Elsa’nın Odası) adlı kitabı çıkmıştı. Elsa’nın kız kardeşi Lili Brick de oradaydı. Lili Brick ünlü Rus şairi Mayakovski’nin sevgilisiydi. Lili Elsa’ya yazdığı mektup­ larda Abidin’den çok söz edermiş. Çün­ kü Abidin onların evine çok sık gider­ miş, birlikte çok yemek yemişler. Ara­ gon o gece son şiirlerini ve özellikle de “Elsa’nın Odası” adlı kitabmda yer alan ve Elsa’nın Odası’nı uzun uzun anlatan o ünlü şiirini okuyacak. Biz de banda alacağız ama Aragon banda almak olayı­ na çok sinirlenirdi. Biz de teybi yandaki odaya koyup ses düğmesini sonuna ka­ dar açık bıraktık ve öyle idare ettik. Çok güzel bir yemek salonları vardı. Yemek odasının bir duvarı Picasso bir duvan da Matisse’nin tablolarıyla kaplı. Cennet gibi bir yer. O gece Aragon “La Chamb­ re d’Elsa’ yı okudu. Sürrealistlerden, şa­ ir Philippe Soupault’da orada. Soupault çok şirin, cana yalan biriydi. “Haydi ge­ lin, Elsa’nın odasmı görelim” diye hepi­ mizi arkasına taktı. Ama Elsa “Hayır” diye bağırıyor. Bizi önlemeye çalışıyor. Çünkü daha yeni taşınmışlar ve ortalıkta bir dolu yerleşmemiş eşya, çamaşır, kar­ ton kutuda duruyor. Karı-koca, bize en­ gel olmaya uğraşıyor ama boşuna... Biz hepimiz, Soupault başımızda, odaya ko­ şuyoruz. Soupault yaramaz bir çocuk gi­ bi. Koskoca insanlar çocuklar kadar se­ vinçli koşuyorduk. Çok hoştu.

Araya giriyorum.

- Güzin Hanım, Elsa’dan söz açılmış­ ken size ilginç bir şey anlatayım; Elsa ve Aragon’un son oturdukları St. Arno- ult’daki Değirmen-Ev’lerine gittiğimde rehber bizi yatak odalarının bulunduğu ikinci kata çıkardı. Koridordaki küçük dolap polis romanıyla dolu. Meğer Elsa polis romanlarını çok severmiş ama basit kitaplar olduğu için rahatsızlık duyar, kimse görmesin diye o dolapta gizli tutar­ mış. Bunu da bir tek Aragon bilirmiş.

Güzin Dino; “bunu ben de bilmiyor­

dum” diyor ve konuşmasına devam edi­

yor...

- Gençlik yıllarını yaşıyoruz: “geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...” Ne güzel günler o günler, hiç unutamam,

deyip İstanbul’daki eski günlere uzanı­ yor. “Fransız Basın Ajansı’nın (AFP)

Türkiye muhabiri Andr'e Clot evinde bizlere yemek veriyor. Yemekte davetli olarak da bizlerden Orhan Veli, Oktay Rifat, Nurullah Ataç, Melih Cevdet An- day var. Abidin, Oktay Rifat, Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday hepsi iyi Fransızca biliyor, konuşuyor. Bir ara ye­ mekte 16. asır Fransız Edebiyatı tartışı­ lıyor. Nurullah Ataç, Montaigne’nin bir faslmı neredeyse bir sayfa Fransızcadan ezbere okudu. O kadar güzel ve yanlış­ sız okudu ki hepimiz şaşırdık. Özellikle de Soupault. O yıllarda Orhan Veli’nin Nahid hanım isimli çok yakın bir arka­ daşı vardı. Bu arkadaşınm evinde bah­ çede bir yemek verdik... Hepimiz kolları sıvadık. Abidin sabahtan başladı çalış­ maya, duvarlara gazeteler, resimler dö­ şedi ve resimledi. Ben yemek yaptım, çerkez tavuğu, çeşit çeşit börekler... En­ fes bir ziyafet çektik. Bu arada unutma­ dan şunu da söylemek isterim: Abidin’i Paris’te ilk sergisini açmaya ünlü Fran­ sız şairi Soupault özendirmiş. Abidin bu ilk sergisini 1956 yılında Soupault’un ıs­ rarıyla açtı.”

Bir ara sustuk. Gözlerim duvarlarda Abidin Dino’nun resimlerini aradı, yok­ lular. Bir kuruluşa verilmiş. Sessizliği Güzin Hanım bozdu.

EVDE KÜÇÜK BİR TUR...

- Şimdiki evimiz daha geniş, ama eski­ sini unutamıyorum. Çatı kalındaydık, küçüktü. Seine nehrine bakıyordu.Nice dostlar geldi oraya.

Çay ve kurabiye faslı yeniden başladı. Biz de getirdiğimiz Lübnan tatlılarını koyduk masaya. Bu arada fotoğrafçı arka­ daşım İbrahim Öğretmen çayları yenile­ mek için mutfağa girdi. Korkunç bir gü­ rültü duyduk. İbrahim bir tencere kapa­ ğım yere düşürmüş. Güzin Hanım “Bu

erkekleri mutfağa sokmamak” dedi. Gü­

lüştük.

Konuşmaktan mı yoruldu Güzin abla­ mız? Birden, “haydi çocuklar oturdu­

ğum yeri de tanıtayım size” diyor. Kutu

gibi, iki katlı bir daire. Giriş katında sa­ lon, küçük bir mutfak, banyo ve yatak odası var. Üst katta Abidin Dino’nun re­ sim atölyesi, kitaplığı ve yatak odası. Di­ no’nun başlayıp biteremediği yarım kal­ mış bir resim. Fırçaları, boya tüpleri. Gü­ zin Hanım kutsal eşyaları tutar gibi tutu­ yor, saygı ve özlemle gösteriyor onları. Alt kata iniyoruz. Salon. Salonun köşe­ sinde, pencerenin yanında küçük bir ma­ sa, üstü Dino’nun bronz heykelcikleriyle dolu.

Soruyorum:

- Abidin Dino’yla nerede ve nasıl tanış­ tınız?

Abidin İstanbul’da komşumdu. Üst katımızda otururdu. Ablası Leyla Ha­ nım, annemin ve babamın iyi ahbabıydı. Annemle briç,babamla bezik oynarlardı ama Abidin’i kimse görmezdi. Öğleden sonra çıkar, sabaha karşı dönerdi. Leyla Hanım da hep şikayet ederdi: “Üstü ba­ şı açık çıkıyor, yine üşütecek, hasta olup ateşlenecek, hiç kendine bakmıyor, eve geç saatlerde dönüyor...” gibi. Ö günler­ de bir dergide Abidin’in bir yazısı çık­ mıştı. O yazıyı okuyorum. Bir yerinde aynen şöyle diyor: “Ben köylülerin at arabaları üstünde çizdiği resimleri Leo­ nardo Da Vici’nin resimlerinden çok se­ verim...” Bunu okuyunca içimden “şuna bak, ne ukala adam. Böyle söz olur mu" falan deyip bir öfkelendim, bir öfkelen­ dim... Neyse üzerinden 6 - 7 ay geçti. O zamanlar 19 yaşındayım. Annem bir gün beni Life dergisini istemem için Leyla ablaya gönderdi. Çıktım üst kata, kapıyı Abidin açtı, ilk kez karşılaşıyoruz, ama sanki 40 yıllık ahbapmışız gibi bir sami­ miyet, bir samimiyet bunda, içeri aldı beni, oturdum. Başladık sohbete. Ben de o sıralar Moliere’in “Les Femmes Sa­ vantes” (L’ecole des Femmes’ın bir sah­ nesi) adlı piyesini oynamaya hazırlanı­ yordum. Bunlardan söz ederken Abidin “bu piyes dokuz kez sahnelendi, ben de ayn ayrı sahnelerde gördüm” deyince ben şaşırdım, karşımda müthiş bir adam vardı. Moskova’dan Londra’ya gitmiş, oradan da Paris’e gelip 6 ay kalmış. Her konuda bilgisi var. Çok etkilenmiştim. Daha sonraki günlerde benimle birlikte provalara gidip geldi ve böylece arka­ daşlığımız da başladı. Aradan 15 yıl geç­ mişti, bir gün oturuyoruz. Konu Moli- ere’den açıldı ve ben ona 9 kez sahne­ lendiğini söylediği ve benimle provaları­ na geldiği o piyesten söz edince baktım hiçbir şey anımsamıyor. Tabii hemen an­ ladım, piyesi gördüğü falan yok. Sadece beni etkilemek için söylemiş o gün bu­ nu.

- Siz de resim yapıyor musunuz? - Hayır. Başladım ama sürdürmedim. - Varis’e yerleşeli kaç yıl oldu? - Temmuz’un 8’inde 50 yıl dolacak. Paris’e ilk olarak 1953 yılında annemle geldim. Bizi Marsilya’da Abidin karşıla­ mıştı. O tarihlerde Ankara Dil Tarih ve Coğayfa Fakültesi’nde doçent olarak çalışıyordum. Paris’e de bu vesileyle, yani doçent olarak geldim. Bu ilk geli­ şim benim için çok hoş oldu. Notre Da­ me de Sion Fransız Kız Lisesi

mezunu-yum. Küçük yaşlardan bu yana Fransız kültürü içinde büyüdüm. İstanbul’da o yıllarda kısa dalgadan Edith Piaf’ı din­ ler, Paris’i hayal ederdim. Gelir gelmez Paris’le hemen sarmaş dolaş oldum. Çoktandır beklediğim, özlediğim, içim­ de yaşattığım bir yere gelmiştim. Daha ilk geldiğim gün, annemi ve Abidin’i bı­ rakıp, koşa koşa Pont Neuf köprüsüne, IV’üncü Henri’nin heykelini görmeye gittim. Luxembourg bahçesine bayılır­ dım. Saatlerce Notre Dame kilisesinin karşısma otururdum. Nedense oraya ne zaman öyle otursam içime bir huzur do­ lardı. 9 ay kalıp İstanbul’a döndük. 1954 yılında da Paris’e yerleştim. Bir­ çok yer değiştirdik. Bir zamanlar IV. Henri’nin sevgilisinin evi olan küçük bir otelde bile kaldık. Vagon gibi bir odamız vardı. 6-7 odaya bir tuvalet dü­ şerdi. Dipte bir divan, orada yatardık. Bir de küçük bir ocağımız vardı bir kö­ şede, yemeğimizi pişirirdik. Ama hali­ mizden memnunduk. Önümüz cadde ve Seine nehri, ikinci kattaydık, Pont Neuf Köprüsü. Karşımızda muhteşem bir manzara ama aynı zamanda korkunç bir trafik gürültüsü. Camları açmak bile mümkün değil, ilk oturduğumuz daire de Saint Michel’deydi 16 yıl kaldık o ev­ de. Asıl kökleşme de orada başladı. Traction- Avant marka arabamız vardı ve ben kullanırdım. Çok iyi sürücüy­ düm. Jean Lourçat “cybellus’un keman çaldığı gibi, virtüöz gibi araba kullanı­ yorsun” derdi. 40 yıl önceydi tabü bu anlattıklarım.

RESSAM DOSTLAR

- Birçok ressam dostunuz oldu. Picasso,

Selim Duran, Fikret Mualla, Mübin Or- hon, Avni Arbaş... Bize onlarla ilgili bir­ kaç anınızı anlatır mısınız?

- Mübin yakışıklı, efendi bir çocuktu ama o derece de ayyaştı, içince ağzı bo­ zuk biri olur çıkardı. Kavga ederdi. Ama çok iyi ahbap olmuştuk. Selim iTu- ran, Avni Arbaş ve Mübin hepimiz aynı yerde kalıyorduk. Sonra grubumuza Fikret Mualla da katıldı. Abidin Mual- la’yı daha İstanbul’dan tanıyordu. An­ cak pek samimi değillerdi. Mualla çok içerdi, gece bir resim yapar sabaha onu ucuza satardı. Bazen bir sıcak yemek, bazen de bir şişe şarap karşılığında. Fik­ ret Mualla sefilleri oynardı. Kendi başı­ na biriydi, pek başkalarıyla dolaşmazdı. Bohem yaşamı ve kendisi gibi başıboşla­ rı çok severdi, hani o sokakta yatıp kal­ kan işsiz, genellikle alkol bağımlısı in­ sanlar. Onlarla çok iyi anlaşırdı. Bunlara

(3)

benzer birçok bohem dostu vardı, işte böyle biriydi Fikret Mualla. Evde hiç birlikte olmadık ama dışarda sürekli gö­ rüşürdük. Bir gün Avni’nin karısı Henri­ ette ile atölyedeyiz, içeri Mualla girdi, korkunç telaşlı, dili sürçüyor ve bakışla­ rı bir garip. Ama sarhoş gibi de değil, başka türlü bir şey. Son derece heyecanlı “Avni nerede, Avni nerede” diye sorup duruyor. Yanıt vermemize fırsat bile bı­ rakmadan birden çıkıp gitti. Çok kısa bir süre sonra duyduk ki, Sainte Anne Hastanesi’ne (Alul Hastanesi) kaldır­ mışlar. Abidin kefil olup çıkardı onu oradan. Fikret Mualla yoksulluk içinde öldü denir, ama ayır bu doğru değil. Bu durumu o yaratıyordu. Sefilleri oynama­ yı seviyordu. Ruhunda bir serserilik var­ dı. Yoksa son yıllarda beraber yaşadığı Fransız kadın son derece varlıklı biriydi. Ve ona el bebek gül bebek bakıyordu.

PICASSO VE KUS TÜYÜ HİKÂYESİ

Picasso’yla da güzel bir hikâyemiz var. Yıl 1938. Abidin Picasso’yla Paris’te ta­ nışır. Ve Picasso Abidin’in çizgisini çok beğenir. Bir gün böyle güzel nasıl çizi­ yorsun diye sorduğunda, Abidin der ki: “bu tüyü veren kişiye söz verdim, bu bir sırdır söyleyemem. Ancak bu tüyden bende bir tane daha var, onu da size he­ diye ediyorum” der ve Picasso’ya o kuş tüyünü verir. Aradan birkaç gün geçer. Abidin bir gün Cafe Flore’da. O sıralar­ da Picasso’nun birlikte yaşadığı Dora Mar da orada. Abidin’i görmesine rağ­ men yerinden kalkmaz, içeriye Picasso girer. Dora Mar’ın masasına gider ve ha­ raretli bir tartışma başlar aralarında. Dora Mar, Picasso’ya öfkeyle bağırır “Bana bunu nasıl yaptın?” diye. Abidin sonradan öğrenir ki, Picasso kuş tüyünü aldıktan sonra eve dönmüş ve evde ne kadar kuş tüyü yastık ve yorgan varsa hepsini açıp açı kuş tüyünden aramış ve tabii Dora Mar evi o halde görünce çıl­ dırmış.

Aradan yıllar geçti, tabii Picasso’nun ünü büyüdü, yanma yanaşmak mümkün değil. Yıl 1952. Bir gün Paris’te kitabını imzalıyor... Müthiş bir kuyruk, Abidin de herkes gibi kuyruğa girdi. O sırada âdet: kuyrukta beklerken ufak bir kağı­ da ismini yazıp sıran gelince sanatçının önüne bırakıyorsun. Sıra Abidin’e gelin­ ce Abidin de kâğıdı koydu önüne. Pi­ casso ismini görünce başını kaldırdı, Abidin’e “o kuş tüyünü hâlâ saklıyo­ rum” dedi. Aradan 14 yıl geçmiş ama Picasso Abidin’i unutmamış. Bu olay çok hoşumuza gitmişti.

- Paris’i bir kent olarak mı yoksa daha

çok bir kültür merkezi olarak mı seviyor­ sunuz?

- Kent olarak diyeceğim. Ama Paris’te olunca o kültürü de yaşıyorsun zaten. Bu ve kültürün bir kişiliği var. Bakın bir olay anlatayım; bir tarihte akşam evde bunalınca, kalkar sigara almaya Saint Michel’e giderdim. Sokağa çıkmak,Paris havası almak... Rahatlıyordum. Bir gün Abidin’le yine böyle sigara almaya çık­ mıştık. Baktık ellerinde meşaleler taşı­ yan bir kalabalık. Jean Moulin’in' meza­ rını Pantheon’a taşıyorlar. O dönemin kültür bakanı André Malraux da başı çekiyor. Biz de takıldık arkalarına. Mal­ raux muhteşem bir konuşma yaptı. Ne­ fis bir akşamdı, hiç unutamam. Sonra 68 Mayıs olayları başladı. Bu olaylar bizim oturduğumuz semtte geçti. Fransa’nın tarihinde çok önemli olan bu dönemi dolu dolu yaşadık Abidin’le

- Günlerinizi nasıl değerlendiriyorsu­

nuz, nerelere gidiyorsunuz?

- Artık eskisi gibi pek çıkmıyorum. Çoğu zaman arkadaşlarım geliyor eve. Daha çok akşam 5’ten sonra. Sabah uya­ nır uyanmaz gazetelerimi almaya çıka­ rım. Zaman zaman resim sergilerine gi­ diyorum. Çok ender olarak da sinema­ ya. Yeni iki Türk filmi gördüm; “Uzak” ve “Abdülhamit” iki filmi de çok beğen­ dim.

DOCA TUTKUNU

Doğa tutkunu Güzin Hanım, salonda çeşit çeşit bitkiler ve çiçekler. “Çiçekleri çok seviyorum, çocuğum gibi bakıyo­ rum onlara. Birçoğu da emanet. Senin evin çiçeksiz olmaz diyen dostlarım tati­ le çıkarken saksılarını bana bırakıyorlar” diyor.

- Geçmişe dönüp baktığınızda “şu kişi

olmayı isterdim”şeklinde bir özleminiz var mı?

- Aktrist olmak isterdim. Yine ben olarak kalmak ama aktrist olmak. 1934- 35. On yedi yaşlarındaydım. Tiyatro sa­ natçısı olmak için

iyi de bir olanak çıkmıştı önüme o yıllarda. Ama ba­ bam, “Güzin, tiyat­ ro oynamak istiyor­ san oynarsın., ama bir daha bu eve gi­ remezsin...” deyin­ ce iş bitti. - Türkiye’ye dön­ meyi düşündüğü­ nüz oluyor mu? - Hayır. Artık çok geç. Yaşım müsait değil. İstan­ bul’da benim ola­ naklarımla ev bul­ mak, yerleşmek... kolay değil bütün bunlar. Paris’e 50 senemi verdim. Bir düzen kurdum. Emekliliğim, sigor­ tam var. Her türlü kolaylığım var.

cağız demektir bu. Hiç buna yanaşırlar mı? Sonra önemli bir nokta daha: Avru­ pa Türkiye’yi araşma alırsa, pasaport, vi­ ze zorunluluğu da kalmayacak. Türkler Avrupa’ya akın edecekler. Avrupa zaten yeterince istila edilmiş. Bunun farkında­ lar. Günümüz Avrupa ülkelerine balon bir, her milletten insanla dolu ve bu in­ sanların sayılan her geçen gün hızla artı­ yor. Şu Paris’te öyle semtler var ki, Fransa demeye bin şahit ister.

- Türkiye’ye yönelik çok özlem duydu­

ğunuz bir dönem var mı?

- Efendim, ben belli bir kuşağm

muh-Abidin bir yandan ayakkabılarını boya­ tıyor, bir yandan da sohbet ediyor boya­ cıyla. Bitince parasını veriyor tabii. Tam gidecek, boyacı “dur bey gitme, ne güzel sohbet ediyorduk, izin ver de sana bir kahve ısmarlayayım” diyor. Abidin eve geldi, neredeyse ağlayacak. Çok duygu­ lanmış. “Bak işte Güzin, böyle bir olay da ancak Türkiye’de yaşanır”dı. Uç Yaz’da buna benzer bir dolu güzel anı­ lar var.

- Yıllarca çeviri yaptınız, radyoevinde

çalıştınız... Bu çalışmalarınızı bir de siz­ den dinleyelim...

teşem Ankara’smda yaşadım.

Şimdi artık böyle bir Ankara yok. Belki var da ben bilmiyo­ rum. Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç, Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Orhan Veli, Oktay Ri- fat, Melih Cevdet Anday, Neceti Cuma- lı, Azra Erhat, Abidin Dino. Daha ne çok değerli insan. Şimdi hepsi aklına gelmiyor. Hepimiz bir şeyin başınday- dık, hep beraber bir şeyler yapıyorduk. Şiir tartışmaları oluyordu, hatta şiir kav­ gaları oluyordu. Ama bırakmadılar bizi. Darmadağın ettiler. Haşan Âli’yi attılar. Bin kitabı tercüme ettirmiş müthiş bir insandı. Yazık oldu bu döneme. Türkiye için çok yazık oldu.

- Anılarınızı yazıyor musunuz? - “Gel Zaman Git Zaman”ı yazdım. Yeni bir kitap daha hazırlıyorum. Adı: “Üç Yaz” olacak. Abidin’le Türkiye’de üst üste geçirdiğimiz 91-92-93 yılı yaz anılarımızı anlatıyorum. Muhteşem bir üç yazdı. Tatlı şeylerden söz ediyorum. Örneğin, Abidin Emirgan Kahvesini çok sever. Yine bir gün orada, kahvenin kapısında bir ayakkabı boyacısı var. Önümde artık bir 50 yılım daha yok. Eş,

dost, çevre burada, kendime göre bir düzenim var. Son büyük depremde İs­ tanbul’daydım ve büyük korku yaşadım. Ada’daydım, deprem sırasında denizin derinlerinden gelen o sesi beni çok etki­ ledi. Ürküttü. Bir süre üzerimden ata­ madım bunu. Olası bir büyük İstanbul depreminden çok korkuyorum. Istan- ■, bullu’yum, İstanbul’u çok seviyorum ama keşke biri olsa de her şeyle ilgilen- se, bana sadece İstanbul’a gelip yerleş­ mek kalsa...

- Güncel bir siyasal soru sormak istiyo­

rum. Sizce Avrupa Birliği Türkiye'yi ala­ cak mı arasına?

- Hayır efendim. Avrupa bizi almaz. Biz 72 milyonuz. Alırlarsa Avrupa’nın en kalabalık devleti biz olacağız. Avrupa Parlamentosu denen bir şey var. O Par­ lamentonun 60 üyesi varsa 35 i biz

ola-- Bakın size bir sırrımı vereyim. Ben tercüme yapmayı hiç sevmem ama bü­ tün yaşantım boyunca da elime hep ter­ cüme verildi. İstanbul Üniversitesi’nde bile tercümanlık dersi veriyordum. Sa­ bahattin Eyüboğluda benim gibi aynı üniversitede ders veriyordu o yıllarda. Çeviri çok zor bir iş, en güç meslek­ lerden biri. Türk edebiyatından çeviri yaparken ismimi vermemeye bile hazı­ rım. Benim ismimin bir önemi yok, ye­ ter ki çeviri iyi olsun. Edebiyatımız hak­ kınca tanıtılsın. Yunus Emre’yi Nâzım Hikmet’i, Yaşar Kemal’i, Mahmut Ma- kal’ı çevirdim. Bir gün UNESCO’dan bir mektup geldi. Yabarjcı ülkelere tanı­ tılması gereken bir Türk yazarlar listesi yapmışlar. Birçok insan var listede. Ya­ şar Kemal de var. Yaşar Kemal’in ince Memed’ini okumuş ve çok sevmiştim. Yaşar’ın renkli, destansal bir üslubu var. Abidin’le “Bugünkü Türkiye’yi temsil edecek yazar Yaşar Kemal’dir” dedik, ince Memed’i, ardındanda Makal’ın “Bizim Köy” nü çevirdim. Bütün Fran­ sızca konuşulan ülkelerde satıldı, inanır mısınız bu kadar yıl sonra halen telif hakkı geliyor. Düşünsenize, 1963 ydında çıkan bir kitap için.

Yunus Emre çevirilerim de var. Marc Delouze’le birlikte çevirdik. Kitap çok ilgi gördü. Jacques Lacarirere ve Prof. Etiemble gibi büyük yazarlar çok ilgi­ lendiler. Yunus Emre’yi tanıtmak için “Okuma Günleri” düzenlendi. Prof. Etiemble, Marc Delouze’la beni Sor- bonne’de düzenlenen Şiir Çevirisi gece­ sine davet etti.

Güzin Dino’ya doyum olmaz. Gece­ nin geç saati onun sağlığını düşünerek ayrılmak zorunda kaldık. O güzel anılar esrikleştirdi bizi. Hemen dönemedik ev­ lerimize. Yağmur yine başladı. Az sonra ayrıldı İbrahim. Ben gecenin kıyısında yağmur yüzlü Elif Su Alkan, saçlarım yüzüme yapışmış, Güzin ablamın anlat­ tığı anılarla ve ülkemin özlemiyle dolu, Boulogne Ormanı yakasındaki evime yollandım. ■

(1) Jean Moulin, Fransız Direniş Eyle­

minin lideri (Elif Alkan)

Gel Zaman Git Zaman/ Güzin Dino/

I Can Yayınları/ 208 s.

C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 7 5 4

Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Sözleşme’nin somut olaya uygulanmasına gelince; Filistin’e göre, olayda diplomatik misyon kabul eden Devlette kurul- mamış ve fakat özel bir uluslararası statüye sahip

turmaların Yürütülmesi, Soruşturma Evrakının Düzenlenmesinde ve Tamamlan- masında Dikkat Edilecek Hususlar” (Genelgeler; http://www.cigm.adalet.gov. Erişim tarihi

Kocanın artık evin reisi kabul edilmemesi ve evlilik birliğini ilgilendiren konularda, ortak ko- nutun seçilmesinde eşlerin ortak karar alması ilkesinin getirilmiş olma- sı,

59 Ancak bugün itibariyle 5510 sayılı Kanun’da, işverenler tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortala- rına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen tutarların

27 Anayasa Mahkemesi’nin de, kararname, tüzük ve yönet- melik dışında kalan düzenleyici işlemlere karşı açılan iptal davalarını kabul etmediği göz önünde

When Anthony Minghella, writer and director of The English Patient (1996), the movie, said, “The book [The English Patient] defies adaptation,” an controversy which existed since

Dairesi, 95 davacının yerleşim ye- rinin Ankara İli, Çankaya İlçesi, Çiğdem Mahallesi olarak gösterildiği, yıkımı istenen yapının ise coğrafi olarak davacının

Çünkü borçlunun, ihtiyati tedbir kararı alıp (İİK m. 72/II, c: 3) uygulattıktan sonra, açtığı menfi (olumsuz) tespit davasından feragat etmesi halinde,