t
7: 5#| J K J
u
zaman tüneli
►ERGUN HİÇ Y ILM A Z
Ne padişah, ne sedaret, ne d e ekâbir sofraları... Bilinmez yerlerde, ismi
bilinmezlerin kurduğu hayat sofrası ile "kurt lar sofrası" öylesine farklıydı ki! Am a o sıradan insanlar, yani bitik, yorgun ve yok sullar Ramazan geldiğinde hayat zengin liği ile örterek çıplaklıklarını, yenileşirlerdi... Öfkenin yerini şefkat, almıştır... Daha munis, da h a yardımsever ve alabildiğine sevgi doludur insanlar...
I
şıkların bir bir söndüğü Dersaadet akşamlarında, Ramazan bütün haşmetiy le geldiğinde, yaşadığımı anlıyordum. Bir sultandı gerçekten, 12 aya hükme den ve onlara güzelliğini ve zerafetini gösteren...Onun zerafetine uygun mu yaşıyordu acaba insanlar? Yaşayışlarıyla pekleşti rip, daha anlamlı mı bakıyorlardı haya ta?..
Onca darlık ve yokluk yıllarında bile katık olarak, tek zeytini bile bulamayan ların, Balkan Savaşı’nda ağaç kabuğun dan çorba yapıp oruç bozduğunu nasıl yorumlamak?
Şüphesiz sadece “sofra” değildi Ra mazan...
Ne padişah, ne sedaret, ne de ekâbir sofraları... Bilinmez yerlerde, ismi bilin mezlerin kurduğu hayat sofrası ile “kurt lar sofrası” öylesine farklıydı ki! Ama o sıradan insanlar, yani bitik, yorgun ve yoksullar Ramazan geldiğinde hayat zen ginliği ile örterek çıplaklıklarını, yenile şirlerdi...
Öfkenin yerini şefkat, almıştır... Daha munis, daha yardımsever ve alabildiğine sevgi doludur insanlar...
O güne kadar hep onlarla eğlenildi ğinden midir nedir, eğlenmeyi dileyip, hayat kapısını çalmışlardır.
Ama çalmamalardır...
“Kemân-i Şehir Yorgi Efendi idare sindeki orkestra heyeti de Şark Tiyatro- su’nun girişinde ara müziği çalmaktadıî.
Tromboncu ve klârnetcinin bütün so luğunu, davulcu tüm şamatasına rağmen yok edemiyor.
Kartelaların önünde toplanan kalaba lık “müsamere-i fevkalade”nin emsalsiz ve muhteşem programını müzakere edi yor...
Sanırsınız ki, “Paris Kongresi” top lanmış... Millet ve Ferah Tiyatrolarının önü de kasvetli havayı dağıtanlarla dolup taşmaktadır. Localar günlerce önce ka patıldığından, millet “P aradi”den vaz geçmiş “birinci” ve “ikinci” mevki yerle re bile razı olmuştur...
Onlar hep geç kalmaktadır ve yerler hep “dolu”dur.
Belki, A bdürrezzak’ı, A bdi’yi, Kel Hasan’ı da kaçırmışlar ve “Komik-i Şe hir” Naşit’e de yetişememişlerdir.
Ama yine de “boş” olmayıp, “dolu” yaşamışlardır...
K aragöz ve H a c iv at’a, “o rta oyu n u ”nu ve o p e re te vakıf olup A ntuan Efendi ile zamane tiyatrosunu da gör müşlerdir.
M ah y ala rd a n göz k ırp a n ışık lar, “Krupa” ritmindeki davul sesleri ve Der saadet ezanları ile tekrar “niyet”lenmek hayata...
12 ayın sultanı
Şüphesiz anlata anlata “dilimizde tüy bitmiştir” ama her anlatışımızda kifayet siz kaldığımı düşünmüşümdür.
Mesele güzelliğin tarifinden doğuyor. Hissedip de ifade edememekten doğu yor. Okuyucular bendenizi dün ile bugün arasında elçi tayin edip tasvir bekledikle rinde, hep aynı sıkıntı çalar mazi kapı mı...
Acaba ifademiz, eskinin güzelliğine erişen ve hâlâ İstanbul ve Ramazan has reti duyan okuyucunun alâkasına mazhar olabilecek mi?
Bilnetice günahı sevabından fazla ise, bu kusuru Dersaadet’te değil, ifade-i me ram da güçlük çeken şu fakirde aramalı sınız.
Öylesine cezbedici, öylesine etkileyici ki! Sanki bütün güzelliklerini kuşanıp, bir iftar vakti çıkagelmiş karşıma. Oru cun bir bardak su ve “şükür” lezzetinin “tadı damağımda” kalmıştır o Ramazan.
Hatırlayabildiğim ve anlamaktan yok sun olduğum seneleri de biraraya getir- sek neredeyse yarım asırdır tanışıyorum Ramazanla... Teşrifinden memnuniyet duyduğum bu 12 ayın sultanı ile bu defa nasıl müşerref olsam acaba?
En iyisi orucu bozduktan sonra reha veti atlatıp, Şark sedirine değil de Direk- lera ra sı’na uzanmak galiba? Epey za mandır Peruz’u, Şamram’ı ve diğerlerini arayıp sormadık, lütfettikleri davetlerine klâsik “trafik” mazeretinden dolayı ica bet edemedik. Hanımefendilerin bu “ya zınsal” nezaketsizliğimizi
“göze gelm em ek” gerekiyor. En iyisi ufaktan kalabalığa karışıp vınlamak... Bizden önceki yazarlar devr-i Abdülha- mid’i bir hayli tenkid edip hafiye teşkila tından dem vurur... Meselâ “Yıldız” lâfı etmek jurnal sebebi olacağından “Gökte hiç yıldız yok” gibilerinden “Yıldız Sara yı” hatırlatmak... Mesela fiyonk ve “çu buk” varken, kalkıp da “yıldız”da diret mek...
Neyse m akarna ve şehriyeye kadar düşürülen bu Devr-i Abdülhamit analizi ni bir kenara bırakalım ve o döneme bir “göz” atalım...
“Halk, hiç durmadan bir sel gibi geçi yor. Mevsim yazsa fesleri kaslarına doğru hafif eğik, sinekkaydı traşlı, pomatlı bı yıkları ince ve yukarı doğru kıvrık, eldi venli ellerindeki ucu gümüş veya altın b astona nazik nazik basarak yürüyen alafranga şık beyler... Ceketlerinin ara sından alamod desenli yelekleri görünü yor. Gözlerde kelebek gözlükler...
İşte mektepliler, bazısının kitapları koltuğunda. İşte eli tesbihli gözleri oru cun tesiri ile, sigara tiryakiliği ile dalgın bakışlı beyler, Beyefendiler... Uşakları ise arkalarından geliyor. İşte uzaktan beyaz sarıkları ile göze çarpan hoca efendiler. Ara sıra ortaya çıkan kimi kısa, kimi sırık gibi uzun "boylu çömezler... Sonra biraz düşkün hallerinden belli, ikiyüz kuruş maaşlı kalem efendileri.. Ketebeden diye anılanlar”... Halit Fahri Ozansoy bu eski yi tarayan gezisinde rehberliğini eğlence lerin tam içine kadar götürmez ve kapıya gelince bizi “dank” diye durdurur. (Eski rı kanaatindeyim.
Aslında bir “Kupa”ya atlayıp yola da ha erken çıkmak gerekiyordu... Çünkü Direklerarası iftara daha bir saat olması na rağmen yükünü almış bulunuyor.
K a h v e lerin ve tiy a tr o la r ın ö n le ri Mahmutpaşa Yokuşu’ndaki kalabalıktan pek farklı değil... Dersaadet’i bilmeseniz, sanırsınız ki D ire k le ra ra sı’nda İkinci M eşrutiyet’in önemine binaen mitingi andırır bir hareket var...
Zaman zaman kupa ve faytonlardan “destur” sesleri yükseliyor ama tiyatro çı ğırtkanlarının müşteri çağrıları arasında kaybolup gidiyor.
(Eski İstanbul’da Muhabbet, Ergun Hiçyılmaz, Cep Yayınları)
Mahşeri yarıp geçmek ve kalabalığı
bertaraf edici bir “yarma” hareketinde de bulunm ak mümkün değil... Çünkü zaptiyeler devamlı tarassut halinde ve huzur bozucu her hareketi “göz hapsi”ne almışlar... O zamanlar “göz hapsi” bile yeterli. Önce gözle hapis sonra tekdir ile hapis var...
Coptan daha etkileyici göz... Bu ba kımdan “göz hapsi”ne uğram am ak ve
Gramofondan yükselip bütün odayı ve duygulan teslim alan müzik, o eski Ramazanların da vazgeçilmez eğlencesiydi. (Fotoğraflar Pera Orient Yayıncılık/Hiçyılmaz koleksiyonundandır.)
uymak heve sinde bulunan genç kızlarımızın ve ka dınlarımızın çoğu incelmek hevesi ile Ramazanı kendilerine uysal bir suç or tağı haline getirdiler. Halbuki Rama zan eski neslin hayalinde müstesna bir bolluk devresiydi...
Bizim küçük bayanlar Ramazanı da soluk benizli sıska ve dermansız bir acuze haline soktular. Onun yalnız oruç tarafını aldılar, yemek tarafını bir tarafa attılar. Bozulmamış endamların, ince çizgilerin, elâstik vücutların hiç aleyhinde değilim. Ramazanın bir per hiz rejimi şeklinde düşünülmesi bende derin hayret ve teessür uyandırıyor. (Yeni Ramazan telâkkisi, Hüseyin Ca- hut Yalçın, Yedigün Sayı: 1 44-1 45)
Perhiz rejimi
"Simdi modern ideal tipe
a r# ;
■ J l
f
İstanbul Ramazanları, İnkilap ve Aka Ki- tapevleri- 1968)
Gözümüz kadar kulağımızı da açma mızda fayda var. Yoksa kimi zaman fısıl tıyla, kimi zaman m anilerle gelen bu dünyaya uzak kalırız.
“Maşrabam tıkırdıyor, küpte su yo k galiba Sana asil diyorlar, asaletin evde m i kaldı Galip A ğa...”
Cevabı anında verip, atışmaya girelim:
‘Yazdan toplar erzakını, kışa saklar karınca Canan bizi affetsin yalvarıp yakınca... ”
O sırada adamın yüreğini hoplatacak birileri geçiyorsa, maninin gidişatı da değişecektir.
“Bıı ne hikmet, gece ay gündüz güneş” Dolaştım Ş a m ’ı, bulamadım düzgün bir eş...”
Manici ve destancı takımı
İstanbul’un manici ve destancılarının şöhretini ifade etmeye tabi ki bu mani ler “mani” teşkil edecektir. Asıl manici ve destancı takımı “kol” tabir edilen gü zide meslek temsilcileridir. Sayıları 40- 50 arasında değişen bu sanatçılar arasın da “Zil İzzet”, “Bodur Tevfik” ve “Ba dik Ömer” önemli bir yer işgal ediyordu. Aralarında Rum ve Ermeniler de vardır ve “Tatavlalı Kör Yani” ile “Sarı On- nik” ve “Usta Karabet” diğerleri kadar meşhurdur.
Kış aylarına rastlayan Ramazanlarda bu aşık kahvelerinin duvarları çok aykırı ama aynı zamanda naif ve ilgi çekici re simlerle süslenirdi. Kız Kulesi’nden ba lıkçı kayıklarına kadar, parlak
aynalar-Şimdi yalnız resimlerde kalan bir tablo... Meddahın çevresine toplanan halk iftar sonrası keyfi yapıyor.
dun yan sıy an re s im le r, in s a n la r bir “Halk müzesi”nde olduklarını hissetti rirdi.
Tavanın ortasından yanlara uzatılmış rengârenk kağıtlar ve cilâlı “Yeni Dün y a la r alıp bizi götürürdü, yeni dünyala ra.
Bu semai kahvesi, biraz başka telden çalan külhanilerin ise, bu görünüşe yeni bir dekor eklenecektir. Tulumbacıların sanına uygun münasip hortum , fener, baskı kolları ve diğer aksesuvar ile kah ve “havalı” bir hale gelirdi.
(Y o sm a la r, K a b a d a y ıla r - E rgun Hiçyılmaz, Pera Orient Yayınları)
Sanki “ayak”lı gazete
Semai ve destan okuyacak ya da ma ni müsabakası yapacak şahıs, daha yük sekçe bir yerde oturmaktadır. Oruç açıl dıktan sonra kahve diğer eğlence yerleri gibi yükünü alınca “curcuna”ya geçilirdi. Klarnet, çağırtma, çiftenare, darbuka ve zillimaşa ile ortalık neşelenir sonra da mani faslına geçilirdi. Curcuna ile mani arasında türküler de yer almakta ve böy- lece misafirlerin de havaya girmesi sağ lanmaktadır.
Manicilerin “ayak atma”sı, bizim hu susi hayatımızdaki “ayak’Mara pek ben zemez. Manici kafiye, yani bir “ayak” atar, karşısındaki de buna münasip bir beyitle cevap verirdi. Biz de kahveden bir misalle hemen “ayak’lanalım:
“Bülbül kanatların kırılsın, neden güle ettin naz?
Felek, senin elinden ağlayan çok, gülen az. ”
Cevap anında patlatılacak ve bu “ayak”lar sürüp gidecektir:
“Arzuladık şu ihvanı, geldik Kadıköy’e Zaptiye haraç keserken, ne yapar kadı, köye?”
Destancılar da bir alemdir... Müba rek hepsi sanki “ayak’Mı gazetedir ve o dönemlerin hadiselerini “mufassal” ve rirler. Yani “hadiselere tercüman” olur lar... Mesela “Yemen” Destanı, “Hazre- ti Ali” Destanı, “Fatih” destanı “Kocam Yusuf” destanı gibi her zaman okunan destanlar vardır. Günün mana ve
ehem-Yıl 1938... Yeni Cami’nin merdivenlerinde iftar saatini bekleyenler sabırsızlık içinde.
ıııiyclim belirten "m eşrutiyet' destanları da... Günümüzde yaşasalardı, şüphesiz hemen bir “Susurluk” destanı döktürür- lerdi.
Direklerarası’nda ışıkların söndüğü yıllar 1930’lar olmalı...
Öncesinde yaşayan ve yaşatan Direk- l e r a r a s ı ’nın z a te n sa lla n a n d ire ğ in i
1958’de kırmıştık.
Beyazıt Meydam’ndaki havuzdan Sa- raçhanebaşı’na uzanan yolu, genişlet mek uğruna yerle bir edilen Direklera- rası, şimdi mazi kabristanına dönmüş bulunuyor.
Tiyatro ve kıraathaneler
Burhan Arpad, Direklerarası’rida sa dece yaz-kış değil, gündüz ve gecesiyle kendi deyişi ile “içli dışlı” yaşamıştı:
“Tiyatro ve sinema antreleri, parodi leri, perde arkası ve kulisleriyle. Eskile rin Fevziye Kıraathanesi yerinde yükse len tek katlı “Felek SinemasF’nın giriş yerinde müşteri kızıştıran ziller, Şark ve M illet tiy atro larının kapı ağızlarında “Tem aşaperveran”ı çağıran borusu ve davul sesleri hâlâ kulaklarımda. Daracık caddeyi bir bayram yerine çeviren allı mollu kartelalar, Ferah Tiyatro’da Da- rülbedayi-i Osmâni sanatkârları, Ertuğ- rul Muhsin ve arkadaşları, “Cemal Sahir Operet Heyeti” bugün gibi gözümüzün önünde...”
Osm anlı ve C um huriyet’in tiyatro müzik ve fikir merkezini yok eden zihni yetin afişi “muazzam cinai dram” olarak hafızalarımızda duruyor...
Bu hafızanın ışığında Kavuklu Ham- di’den Pişekâr İsmail Efendi ile bir “or ta oyunu” istemeye lüzum yok...”
“O rta”ya düşmüş, hep beraber “or taoyunu” oynuyoruz...
Hem “ortanın sağı”nda, hem “orta nın solu”nda...
Bir bulabilsek “orta”yı... %
Hilâl ve Yıldız
Fransız edibi Theophile Gautier İstanbul gecelerini anlatırken Tanzimat Devri Ramazan larına şöyle bir ışık tutar:
"Alelâde zamanlarda İstanbul’ un sokakları aydınlık değildi. Herkesin sanki birini arıyor muş gibi fenerini elde taşıması icap ederdi. Fakat Ramazan gelince herşey değişiverirdi. İstanbul bir Şark hükümdarının yakuttan tacı gibi ışıl ışıl parıldıyordu. Camilerin minare leri, şerefelerin her birinde kandilden birer bilezik taşıyordu. Bir minareden bir minareye İlâhi bir kitabın sahifelerinden inmiş gibi, ateşten harflerle yazılmış mahyalar süzülüyor du. Sultanahmet, Yenicemi, Süleymaniye ve Sarayburnu'ndan Eyüp tepelerine doğru yükselen bütün mâbetler nur içinde parlıyordu. Hilâl, önündeki yıldızlarla semavi bir bayrağa sanki Türklüğün sembolünü işler gibiydi."
27
1^2
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi