• Sonuç bulunamadı

Babıalide 50 yıl

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Babıalide 50 yıl"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

BABIALIDE

YIL

DİZİ YAZILAR

G İR İŞ

V ?

H

A Ü T Ziya UşakhgiTin "Kırk YıV'tnt okurken şöyle düşündüğümü anımsıyo­ rum: Nasıl yaşanır bunca zaman? İnsan kırk-elh y ıl sonra anılarını yazabilir mi? Her gün not tutmuşsa belki! Yoksa anılar dağıhr gider, biçim değiştirir. Bir takım ya ­ şantılar bize göre, size göre anlam kazanır.

Yaşb kişilerin anlattıklarım dinlerken ya da okurken, işi büyüttüklerini, saptırdıklarım, daha doğrusu kendilerine göre yorumla­ dıklarım hep düşünmüşüzdür. Yakınlarımızın gençlik, ortayaşhhk amlanmn öykülenmesinde nice yanlışlar, yamlgılar vardır. Yine de onları severek dinleriz, bir şeyler anlamak, dersler al­ mak için.

Üstelik ben 1940'lordan bugüne dek, za­ man zaman ihmal etsem de, gündelik notlar tut­ mayı alışkanlık etmiş biriyim. Üç beş satır bile o günün havasım çizer. Bu yazı dizisini hazırlar­ ken o defterlere başvurmazhk edemedim. Ama daha çok belleğin gücüne dayandım. Bellek, al­ datıcı bir organdır. Ne demişti Adnan Bey

"Hafıza-t beşer nisyan ile malûldür". Yani bel­ lek, her şeyi unutur, öyledir, ama o kadar da değil, önem li olan omlarımızda kalanlardır. En değerli, en kalıcı omlardır bellekte kalanlar. Ben de bu yazılarda onları kâğıtlara dökmeye çahştım.

"B a b Iâ li’de E lli Y ıl" doğrusu y a özet bir anılar yığını. Daha yazarken birçok olayı, kişiyi unuttuğumu anlıyordum. Elli y ıl bu! Üstelik de çoğunlukla sanat, kültür, basın çevrelerinde geçmiş yarım yüzyıl. Küçük yaşta Babıâli dün­ yasına giren bir insanın yaşamından daha çok insan, daha çok olay geçmiştir elbet. Ben okur­ lara bir özet sımuyorum daha çok... Babıali ko ­ nusunda, baş kişisinin kendim olduğum dağınık bir anılar yığını...

Yaşayanlar var, yaşamdan ayrılmış olanlar var. Bunlara ait iyi, kötü, güzel, çirkin anılar var. Anım sadıkça üzüldüğüm, yanılgılar, acı­ lar, öfkeler... N eye yarar adlar vermek, kişileri bunca y ıl sonra suçlar gibi konuşmak!

"Babıâli’de Elli Yıl". Bir bakım a benim y a ­ şamımdan elli yıl.

Hepsi bu. _________ O .A . —TT- r a l ? % 3 İlk k e z b a s ı ­ n d a ç ı k a n y a z ı m ı , s t a d ­ y u m d a k ü l a h y a p ı p b a ş ı ­ m a g e ç i r d i ­ ğ i m g a z e t e ­ d e g ö r d ü m ARANLIKTA merdi­ venleri çıkıyoruz. Burası Etem İzzet Benice'nin “ Son Telgraf” , “ Gece Postası” gazeteleri­

nin yönetim yeri. Şimdi orada Benice Han'ı var. "M llliyet"in az çok karşısına düşüyor. En üst katta Ali Naci Karacan'- ın “ İkdam” gazetesi. Sallanan trabzan- lara tutuna tutuna göz kararınca ilerli­ yoruz. Birbirimize tutunarak. Mevsim kış. Merdivenlerde elektrik yok. Akşa­ mın saat beşi, ama hava kararmış.

“ Sen söyleyeceksin, unutma” diyo­

rum Cavit'e. “ Ben para sözünü ağzıma

alamam.”

Cavit, başını sallıyor. Romanya’nın Silistre ilinden birkaç ay önce gelmiş. Benden iki yaş büyük. Deneyimli bir ki­ şi. Neler bilmiyor ki! Aylık bir yazın der­ gisi de çıkartmış orada: "Festival.” Ağabeyi ile birlikte Türkiye'ye gelmiş­ ler. Köstence'den kalkan bir vapurun güvertesinde. Kumkapı’da bir yurtta ka­ lıyor. Orda Güzelsanat okulunda oku­ yormuş. İstanbul'a gelince bizim sınıfa vermişler. Esmer bir delikanlı. Yaş 19.

“Orada her yazıya para verirler.

Adet böyledir” demişti. Ben 19 Mayıs

1939’dan bu yana öykülerimi, çevirileri­ mi postayla “ İkdam” gazetesine yollu­ yorum. Edebiyat öğretmenimiz Zahir Güvemli'nin resimleriyle Ikdam'da ya­ yınlanıyor. Cavit'in (Cavit Yamaç) Ro- menceden birkaç çevirisini yollamış­ tım, onlar da yayınlandı. Şimdi biz bu yazıların parasını almaya, daha doğru­ su istemeye gidiyoruz. Ben kekeme­ yim, utangaç bir İstanbul çocuğu olarak "para” sözcüğünü söylemeyecek biri! Bütün umut, Cavit’te...

Yaş on

İS

a b a h l a r ı g ü n ış ır ı ş ım a z p e n c e r e ö n ü n d e g a z e t e d a ğ ı t a n y a ş lı a d a m ı b e k l e r d i m . B i r g ü n k a r ş ı k o m ş u " O ğ lu m p a ş a lık h a b e r i n i m l b e k l l y o r s u n ? ” d i y e t a k ı l m ı ş t ı İLKYAZI

Fenerbahçe Stadı'nda bir 19 Mayıs Spor Bayramı'ndaydık. Benimle bir iki arkadaş tribünde oturuyoruz. Beden eğitimi gösterilerine katılmadık. Ben daha o günlerde kendimi "yazar" say­ mışım! Bir "yazar" nasıl olur da stad­ yumda bunca insanın karşısında elini kolunu kaldırır, yere yatar? Uzaktan seyrediyorum gençleri! Hava çok sıcak. Güneş yakıyor. Bakıyorum herkes başı­ na gazeteden külahlar yapmış. Bir ga­ zete dağıtıcısı dolaşıyor ortalıkta. Bir gazete almalı, yalnızca kafamı koru­ mak için.

“ Bir İkdam ver.”

Nedeni? İkdam üç kuruş, ötekiler ise beş. En ucuzunu almak en iyisi. Ga­ zete zaten altı sayfa. Sayfaları külah ya­ pıp başıma geçiriyorum. Derken güneş bir bulutun altına giriyor. Gazeteye bir gözatmak gerek. Bir de ne görsem; be­ nim bir öyküm dördüncü sayfanın "Hi kâye' sütununda çıkmamış mı? “ Ana

K atili.” Zahir Hoca da bir resim çizmiş.

Adım koca harflerle karşımda. İlk kez gündelik basında çıkan imzalı yazım. 19 Mayıs 1939. Benim yazarlık tarihimde unutulmaz bir gün!

O güne kadar başka yazılarım ya­ yınlanmıştı, ama çocuk dergilerinde. Ortaokulun ilk sınıfında adım “ muhar- rir” e çıkmıştı. Türkçe öğretmenimiz Meliha Hanım, Ahmet Haşim’in “ Merdi­

ven” şiiri konusundaki bir yazımı okuduk­

tan sonra ilerde "yazar” olacağımı söyle­ mişti. Artık okulda “ gel muharrir, git mu­ harrir!” . Yüreklenmiştim ben de, yazı­ larımı dergilere postalamaya baş­ lamıştım. Sinema dergileri, çocuk der­ gileri! Bir gün de “ Çocuk Duygusu” dergi­ sini yöneten ve o günlerin ünlü yazarı İskender Fahrettin Sertelli’yle görüşmeye gitmiştim. Yazılarımı beğenerek dergiye koyan (yıl 1937) Sertelli dergiye küçük bir bildiri koymuş, beni görüşmeye çağırmıştı. İskender Bey sürekli yazmamı istemiş, övücü sözler söylemişti. Ama gündelik basında çıkan ilk yazım “ Ana Katlir’ydi...

AYAKTAKİ ADAM

Üst kata ulaştık. Arasından ışıklar sızan tahta kapıyı açıp içeri girdik. Birden bol aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Oda du­ man içindeydi. İnsanların yüzleri görül­ müyordu. Koca bir oda. Bir adam ayakta geziniyor. Tahta uzun bir masanın başı­ nda bir iki gölge var. Tam karşı duvarın önünde de daha küçük bir masa, orada da genç bir hanım oturuyor. Biz iki çocuk içe­ ri girince herkes sustu. Ayaktaki adam bize yaklaştı, ne istediğimizi sordu. Ben Cavit’e baktım, öyle ya, o konuşmayacak mıydı? Ama susuyordu Cavit. Çaresiz ben kekelememeye çalışarak “ Benim hlkAyelerim gazetenizde çıktı” dedim.

Ayaktaki adam adımı sordu, söyledim. Oralı bile olmadı. “ Birçok hikâyem yayı­

nlandı Ikdam’da” diye sürdürdüm. Adam

yan masadaki hanıma baktı. Ayağa kalkınca sarışın ve genç bir hanım oldu­ ğunu gördüm.

“ Evet” dedi ‘Biliyorum, ben koydum yazılarını, çok kabiliyetlisin.”

Ayaktaki adam, ki Ali Naci Bey'miş.

“ öyle mi? Aferin çocuğum” dedi.

Sonra okulumu sordu, kaçıncı sınıfta oku­ duğumu, yabancı di! bilip bilmediğimi. Hangi yazarları okuduğumu. Böyle şey­ ler. Konuşma bitmişti. Ne diyecektik daha başka? Para isteyecektik. Baktım Cavit’e, biraz da koluna dokundum. Ses çıkarmı­ yor, bir şey diyemiyor.

“ Arkadaşım da bizim sınıfta, onun da yazıları çıktı” diyebildim.

Ali Naci Bey bize bakıyordu. Bir şey demiyordu artık.

Nasıl söylemeli? Ne demeli?

“ Yine yazı göndersek yayınlanır mı?”

demez miyim! Sarışın hanım:

“ Tabii. Her zaman bekleriz” dedi.

Kapıyı açıp çıktım. Cavit de arkamdan. Sessizce merdivenlerden indik. Sokakta biraz yürüdükten sonra döndüm:

“ Hani para isteyecektik?” dedim “ Hani sen konuşacaktın.”

“ Yapamadım” dedi. SABAH BBOfYİŞLERİ

Sabahları gün ışır ışımaz pencere önünde gazete dağıtan yaşlı adamı bek­ lerdim. Bazen dayanamaz sokak kapısının önünde dururdum. Fatih’in ünlü dağıtıcısı “ Avedisler” diye bağırdı mı, ta­ mamdı! Komşu hanımlar benim sabahları

en daha o günlerde kendimi

yazar saymışım. Bir yazar nasıl

o lu r da stadyum da bunca in­

sanın karşısında elini kolunu

kaldırır, yere yatar? 0 nedenle

19 Mayıs gösterilerine katı­

lm adım ____________________

gazeteciyi beklediğimi görünce şa­ şarlarmış. Bu çocuk ne bekliyor diye. Bir gün karşı komşu “ Oğlum paşalık

haberini mi bekliyorsun?” diye takılmıştı. Gazeteler gelecek, dergiler gelecek benim postayla yolladığım öy­ küler bakalım hangisinde yer alacak? Uzun yıllar sonra şair Ece Ayhan'dan dinlemiştim, şiirleriyle dergileri mek­ tup üstüne mektup göndererek nasıl

“ bombardıman” ettiğini. Ece’ce bir dil­

le yazılmış şiirleri uzun süre kimse der­ gisine koymamıştı. Ama direnmişti so­ nuna kadar. Gün gelmiş o şiirlerin de­ ğerini bilenler çıkmış. Ece de çağdaş şiirimizde yerini almıştı.

3 KURUŞLUK İKDAM KAPANINCA

Derken, derken “ İkdam” gazetesi ka­ pandı. Ali Naci Bey’in basında uğradığı bir yenilgi daha! Benim daha bir çok öyküm çıktı, doğallıkla para pul al­ madık, istemeye de kalkmadık. Ne ya­ pacaktım, üç kuruşluk gazete İkinci Dünya Savaşı'nın patırtısı arasında or­ tadan kalkmıştı. Benim hemen başka bir gazete bulmam gerekiyordu. İlle de yazılarımı basacak bir yer bul­ malıydım. O günlerde yazdıklarımdan birkaçı duruyor. Ne kadar çocukça şey­ lermiş! Dönemin ünlü romancılarına, Karakurt'lara, Mükerrem Kamil’lere, Kerime Nadir’lere yakışan şeyler! Ben gerçek edebiyatın ne olduğunu, daha doğrusu nasıl olması gerektiğini bir iki yıl sonra anlayacaktım. Sait Faik’i, Sa­ bahattin Ali'yi, Ataç’ın eleştirilerini yakından tanıdıktan sonra. Anımsarım 1939’da bir gün Nurullah Ataç liseye gelmiş, bir konuşma yapmıştı. Ömer Seyfettin’in önemli bir öykü yazarı ol­ madığını söylemişti de bizler öfkelen­ miştik. Demek istediğim, o 1939-1940 yıllarında benim yazıp gazetelere gön­ derdiğim öyküler pek uydurmaca şey­ lerdi. On altı, on yedi yaşın ürünleriydi ne olsa...

SAMİ KARAYEL

Bu kez “ Yeni Sabah” gazetesine öykülerimi postayla yollamaya başla­ dım. Üst üste yayınlanan bu öyküler de öncekiler gibiydi. Lisede beden eğitimi öğretmenimiz Sami Karayel. Yüzlerce tefrikada anlattığı güreşlerin yazarı. Aliço'nun Sultan Aziz’le saatlerce nasıl güreştiğini anlatır. Koca Yusuf’un, Adalı Halil’in daha başkalarının padi­ şah huzurundaki kapışmalarını, ince ayrıntılarıyla, sanki o güreşleri seyret­ miş gibi! O güreşleri az çok hatırlayan yaşlı bir eski pehlivan vardı o günlerde. Suyolcu Mehmet Efendi. Beyazıt'taki Küllük kahvesine gelirdi. Cemal pehli­ van -ki Gümrükçü diye anılırdı- ba­ bamın dostuydu. Suyolcu Mehmet 1930'larda seksene dayanmıştı. O ünlü pehlivanların döneminden kalmış biri. Bizim hoca da herhalde ondan dinle­ mişti o ünlü pehlivan güreşlerini. Ama günler günler sürdürürdü bir karşılaş­ mayı ayrıntılarıyla anlatmayı.

(2)

8NİSAN1992 K o s k o c a b i r g a z e t e s o ­ r u m l u s u , o n y e d i y a ş ı n d a b i r h e v e s l i ­ n i n p a r a s ı n ı c e b i n e a t m ı ş t ı

BabIali’de

ilk aldatıiı

BABIAUDE

S

AMİ Karayel bir gün "Yeni Sabah” taki öy­

külerimin parasını alıp almadığımı sor­ du. O da "Yeni Sa­

bah” yazarıydı. Hiç­

bir zaman gazeteye uğramadığımı öğre­ nince, “ Sana bir kart yazayım, git yazı­

larının parasını al” dedi. Bu kez tek ba­

şıma kalkıp “ Yeni Sabah” a gittim. Genç bir yazı işleri yönetmeni vardı. Ona çık­ tım. Kartı okudu, “ Ben de seni merak

ediyordum” dedi. “ Kaç öykün çıktıysa tarihleriyle bir kâğıda yaz getir” . Birkaç

gün sonra elimde listeyle o kişiye gittim. Galiba yirmi öyküydü hepsi. Bir kâğıda bir şeyler yazdı. "Bunu imzala, sonra

salı günü gel, paranı al” dedi. Her öykü­

ye bir buçuk lira alacaktım. Tümü otuz lira! O günlere göre bir memur maaşına yakın! Çok sevinmiştim. İlk kez yazı­ larımın karşılığını alacaktım. Dediği gün gazeteye gittim. O ilgili kişi yoktu. Bir başka gün gittim. Yine yok! Üçüncü kez gittiğimde kapıdaki adam, "Müdürü mü

arıyorsun? İstanbul’da değil” dedi. İçe­

riye sokmak istemedi. Ama ben şöyle bir göz atınca o kişinin pencere önünde do­ laştığını gördüm. Bir daha da “ Yeni Sa-

bah” a uğramadım. İmzaladığım kâğıtta

yazılarımın bedelini aldığımı yazmışım. O gazete sorumlusu da benim yerime otuz lirayı almıştı. İlk kırgınlığımdı bu. BabIali’yi gerçek yüzüyle ilk tanımam! Koskoca bir gazete sorumlusu on yedi yaşında bir heveslinin parasını cebine nasıl atardı? Ama atmıştı! O kişi şimdi yaşamda değil. Olsa da adını yaz­ mazdım. Ha AJj, ha Veli olmuş, ne farke- der? •. .

... YENİ ARAYIŞLAR

Bu kez dergilere yöneldim. Türkiye Yayınevi'nin çıkardığı “ Blnbir Roman” ,

“ Yavrutürk” , “ Yıldız” gibi dergilerde

Pek çok yazım çıktı. İlk aldığım telif hak­ kı, “ Yeşil Mumya” adlı bir çevirinin kar­ şılığı on liradır. İki yıl önce “ Ateş” der­ gisine gitmiştik sınıf arkadaşım Necati ile. “ Biz gazeteci olmak istiyoruz” de­ miştik. Konuştuğumuz kişiyi önemli biri sanmıştık. Meğer derginin bayii imiş!

“ Gazetecilikte her iş yapılır” deyip eli­

mize kocaman bir defter tutuşturmuştu, bayi adresleriydi bu. Ben bu defteri te­ mize çekmenin gazetecilikle ilgili bir iş olmadığını biliyordum ama Necati bir dergide yazılarını yayınlatmanın yolu­ nun böyle işlerle başladığı kanısındaydı.

"Ben yazarım” dedi, aldı, birkaç gün

sonra o da güzel yazısıyla temize çekip götürdü.

i k t hJfh a k k i

“ Ateş” in yazı müdürü Cemil Cahit Cem’di. Bizi sevigiyle karşıladı. Dil bil­

diğimi öğrenince bana bir kitap verdi, birkaç satırı da çevirmemi istedi. O ro­ manı almış, saklamıştım. Zaten dergi de bir süre sonra kapanmıştı. İki yıl sonra, 1940’ta o çeviriyi tamamlayıp “ Binbir

Roman” ın yönetmeni Burhan Bllbaşar’a

götürdüm. Okudu, beğendi. Bana on lira ödediler. 1940’ta on lira genç bir öğrenci için önemli bir paraydı. Gidip kendime bir kravat aldım, anneme de koca bir pasta. Yine de on liranın önemli bir bölü­ mü kaldı. O günden sonra, yani 1940-45 arasında Türkiye Yayınevi’nin sürekli yazarlarındandım. Değişik adlarla 'Bln-

blr Roman’a, ‘Yavrutürk” e, ‘Çocuk Haf- tası’na, 'Blnbir’in özel sayılarına çeşitli

yazılar yazdım. Her hafta cumartesileri de gidip yazı paralarımı Türkiye Yayınevi 40’larda önemli canlı bir yerdi. Cemil Cahit Cem, Tahsin

Demlray, Rakım Çalapala, Burhan

Bll-başar daha başkaları yakın ilgi gösteriyor­

lardı. Burhan Bey yeni çıkaracağı “ Mas­

ke” dergisi için yabancı dergilerden ko­

parılmış resimler veriyor, bunların her bi­ rine uygun birer öykü uyduruyordum. Ce­

mil Cahit Bey de ünlü sinema yıldızlarının

yaşam öykülerini yazmamı istiyor, küçük broşürlerdeki bilgileri genişlettirerek otuz altı sayfalık özel sayılar çıkartıyordu. Mar­

lène Dietrlch ve Clark Gable özel sayıları

benim yazdığım birer uzun öykü gibidir, örneğin o broşürlerde şöyle yazılıyordu:

“ Marlöne savaştaki sevgilisini düşünerek ahyla uçup giderken yere düştü.” Ben bu

bir cümlelik bilgiyi alıyor, üç sayfada an­ latıyordum. Sevgilinin durumu, Marléne’in

hayalinden geçenler, çevrenin görüntüsü vb. Burhan Bey Beyoğiu'nda bir sinemada oynayan Mr. Moto ya da Charlie Chan film­ lerini izleyip bunları uzun bir öykü biçimin­ de yazmamı istiyordu. Hemen İpek ya da Sümer sinemalarına koşup, filmi en az üç kez izliyor, karanlıkta notlar alarak, ko­ nuyu, kişileri, olayları ezbere alıp, evde daktilo başına geçip sayfalar dolusu ya­ zıyor, yazıyordum.

SO YILLIK SERVETİFÜNUN

1943 yılının yağmurlu bir gününde Ca-

vlt Yamaç, Nahlre Kaşav’la evlendi. Nikâh

tanığı eski askeri ataşe Ihsan Boran’la Şu-

küfe NlhaTle Ahmet Hamdl Başar’ın kızı Günay’dı. Ben de tek izleyiciydim. Nikâhtan sonra Tuna Birahanesi'ne gittik.

Günay piyanoda valsler çaldı, gülüp eğ­

lendik, sonra hep birlikte Haydarpaşa’ya geçtik. Yamaç’ları Adana trenine bindir­ dik. Cavit, Adana'da bir gazetenin yönet­ meni olmuştu. İki yıldır üstlendiği “ Serveti-

fünun” dergisi yöneticiliğini de bana

bırakmıştı. Ahmet Ihsan Basımevf’nin alt katında karanlık bir bölümdü yönetim yeri.

“ Kovuk” adını vermiştik. 40’lı yılların genç

ünlülerinin buluştuğu yer. Orhon Arıburnu,

Cahit Irgat, Suavl Koçar, Gavsl Ozansoy, Ilhan Berk, S.Nahit Bilga, özdemlr Asaf, Kenan Harun vb.'yle dolup taşardı o küçük “ Kovuk” ... Yazın heveslisi genç kızlar, de­

likanlılar. Derken Galatasaray öğrencileri,

Nairn Tlrall, Adnan Bulak, Ali Avni öneş...

Elli yıllık bir derginin sorumlusuydum. Yaş yirmi. Birkaç yüz abonesi vardı dergi­ nin. Yurt içinde, yurt dışında... Bin kadar basılıyordu. Piyasada iki yüz tane satılıyor­ du. Ama saygınlığı vardı. Ne de olsa yarım yüzyıllık bir yayın organı. Bir anda kendimi bir dergi yönetmeni olarak görmenin deği­ şik ruh hali içindeydim. Şiirler, öyküler, yazılar geliyor, ben onları yanıtlıyordum. Kendimden yaşlı insanlara yol gösteriyor­ dum. Bir gün şişmanca bir adam geldi. Öy­ küler yazmış, dergimizde yayınlamak isti­ yor. Aldık, okuduk, özdemlr Asaf, Kenan

Harun şöyle bir göz attılar, beğenmediler.

Ben de dikkatle okudum. Saçma-sapan şeylerdi. Adam birkaç gün sonra geldi. Be­ ğenmediğimizi söyleyiverdik, özdemlr

Asaf da yanımdaydı. Adam bir ona, bir

bana baktı, yirmi yaşlarında iki gencin söz­ lerine öfkelenmişti. “ Siz kim oluyorsunuz?

Ben gümrüklerde amirim. Siz edebiyattan ne anlarsınız?” diye çıkışmaz mı? Bizi sor­

gulamaya girişti. Ne okurmuşuz? özdemlr birkaç Fransız yazarının adını andı. Hiçbi­ rini duymamış, övüne övüne, "Hah. Ben

Balzac okurum” dedi, çıktı gitti.

Dergiye şiir gönderenler pek çoktu. Bir gün "Şükran Kurdakul” imzalı birkaç şiir geldi. Bayan imzasını taşıyan bu şiirlerde hiç de “ kadınsı” bir hava yoktu. Neden bir bayan toplumcu şiirler yazmaktaydı? Der­ gide şöyle bir yanıt verdim: “ Kadın ruhu­

nun inceliklerini anlatacağınıza, niye er­ keksi tutum içindesiniz?” Yıllar sonra Şük­ ran Kurdakul'la karşılaşınca yanıldığımı

anlamıştım. Hem de şiirdeki erkeksi an­ latımı sezdiğim için biraz da sevinmiştim.

İlginç yazarlarımız vardı. Biri Suavi

Koçer. Yıllardır şiir yazıyordu. “ Fransa’da olsam çoktan akademiye seçilmiştim” di­

yordu. Konserlere, tiyatrolara parasız giri­ yordu. “ Gazeteciyim” diyordu. Hangi ga­ zete denince, atıyordu Son Posta, Akşam,

Cumhuriyet, Haber,VakiL Aklına hangisi

gelirse. Uzun mu uzun şiirler getirirdi. Bir

“ Bahar Şarkıları” vardı ki roman kadar

uzundu. Her hafta gelir, yirmi-otuz dergi alır, sözde satıp parasını getirecek. Ne ge­ zer. Ya dağıtırdı, ya da parasını cebine atardı. Şehir Tiyatrolarının dergiye ayırdığı koltuk biletlerini de öylesine dağıtırmış, ya da satarmış. Şiirlerinde her şeyden söz edermiş, öyle derdi. Hangi ko­ nuda şiir ararsan bende vardır, derdi. Bir gün Nisuaz Pastanesi’nde Sait Faik laf ol­ sun diye sormuş: “ Kız Kulesi var mı?” Ko­

çer hemen sabah-akşam koltuğunda gez­

dirdiği şiir dosyasını oracıkta yerlere ser­ miş yarım saat aradıktan sonra bulmuş Kız Kulesi'nin geçtiği bir dizeyi... Bir gün de

Sait Falk’e, şu ülkede nesirde sen, şiirde

ben dediği için kavgaya tutuştukları an­ latılırdı. Nisuaz'da masalar arasında yum- ruklaşırlarken, ayağı orada bulunan bir bayan yazara çarpınca Sait’e eliyle “ Dur” der, bayandan özür diler, sonra kavgayı sürdürmüş.

Ilhan Berk Giresun’da ilkokul öğret­

meniydi. 1943 yazında İstanbul’daydı. Walt Whitman’inkilere benzeyen “ yorgan gibi” uzun dizeler yazardı. “ Beniilm İnsan­

larım” diye başlardı bu şiirler. Servetifü-

nun üç yıl önce “ Tasfiye” eyleminin öncü­ lüğünü etmişti. Abidin Dino, Saik Faik, Ca­

hit Irgat, Gavsi Ozansoy, Cavit Yamaç .tas­

fiyecilerin eiebaşiarıydı. Gavsi, babası Ha­

lit Fahri’yi de “ tasfiye” listesine koymak­

tan çekinmemişti. Yıllar yıllar sonra bunu anımsattığımda “ Tercüman” da “ Gavsi’-

nin önüne düştüler. Bana karşı kışkırttılar”

diye yazmış, beni suçlamıştı. Oysa o tasfi­ ye olayında (ki 1940'tı) ben daha lise

öğ-rencisiydira. Kimler miydi edebiyattan tasfiye edilecekler? Başta Hececiler. Bir gün “ Cemile” imzalı bir şiir gelmiş. O günlerin Servetifünun yöneticileri pek beğenmişler hemen basmışlar. Şiiri ya­ zan tasfiye listesinin başında yer alan

Yusuf Ziya Ortaç değil miymiş? “ Çına- raltT’da bu muzipliği yazarak, sanatına

karşı değil, kişiliğine karşı bir düşmanlık saymıştı bu tasfiye işini!

AYDA YÜZ LİRAYLA

Ben “ Servetifünun-Uyanış” ı iki yıl yönettim. Aldığım aylık 50 liraydı. Türki­ ye Yayınevi'nin çeşitli dergilerine çevi­ riler yapıyor, öyküler yazıyordum. Şöyle böyle bir elli lira da oradan alıyordum. Etti mi yüz! O sıralarda Reşat altını ya dokuz, ya on liraydı. Yani en az on altın! Bugünkü parayla 450 bin! Demek yirmi yaşında bugünün parasıyla 4 buçuk mil­ yon TL. elime geçiyormuş! Nerden nere­ ye! O yaşiarda ev-bark sorumluluğu da yok, yaşamımın en renkli günleri imiş de haberim yokmuş! Sinemalar, içkili yer­ ler, kravatlar, bilmem neler.

Servetifünun, 1944’te kapandı. Son sayıları Cavit Yamaç çıkarmıştı. Ahmet

Ihsan Tokgöz ailesi dergiyi ona bırak­

mıştı. Bir kâğıt parasına Cavit dergiye sahiplenmişi! Bizler de, Fahir Onger,

özdemlr Asaf la yardım ediyorduk. Ya­

zarak, dergiyi satarak, sattırarak. Her hafta bir takım dergi alır sokak sokak dağıtırdık. Cağaioğlu’ndan başlar, köp­ rüden geçer, Yüksekkaldırım’dan Be- yoğiu’na tırmanır, Taksim’e, Şişli’ye ka­ dar satıcılara verirdik üçer-dörder... Satılmayan dergileri geri alırdık. Elde et­ tiğimiz parayı da Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı'nda bira ve leblebiyle harcardık. Ne var ki umutlar kısa sürede söndü. Servetifünun’un son sayısını ben çıkardım. Yazı bile yoktu koyacak... Orta sayfaya kocaman bir resim koydum. Sanırım Kâğıthane safasını gösteren bir eski klişe. Tevfik Fikret döneminden kalmış. Böylece 55 yıl süren bir Serveti­ fünun geleneğini kapatmış olduk.

NECİP FAZIL

O 1943 yılında yeni bir dergi ortaya çıkmak üzereydi. Bu dergiyi Necip Fazıl ile Faruk Gürtunca çıkaracaklardı. Adı

“ Büyük Doğu.” Necip Fazıl bir akşam

üstü biz genç yazarları topladı, özdemlr,

Faik Baysal, Kenan Harun, belki Ilhan Berk, kalabalık bir genç şair, yazar top­

luluğu. Birlikte Cağaloğlu’ndan aşağı in­ dik. Yoldan geçenler, Necip Fazıl’ın pe­ şinde yürüyen gençlere hayretle ba­ kıyorlardı. Necip Fazıl şair, yazar olarak en parlak çağını yaşıyordu. “ Mistik” bir şairdi, ama o günlerde dinsellik tutkusu ortaya çıkmamıştı. Bizi Sirkeci'de bir bahçeli gazinoya götürdü. Biralar geldi. Söyleşi başladı. Üstad yeni bir dergi çı­ karacaktı, yıllar önceki “ Ağaç” dergisin­ den çok daha üstün, çok daha yaygın bir organ olacaktı bu. Cistad, “ Eski kuşakta

iş yok, benim kuşağım da artık tükendi, umut sîzlerde, sizin kuşakta” diyerek

bizi övüyordu. Derken “ Büyük Doğu” çıktı. Gerçekten de önemli bir satışa ulaştı. Bir süre sonra Gürtunca ile anlaş­ mazlığa düşmüş, dergi çıkamaz olmuş­ tu. Ama üstad ne yaptı-etti, durumu dü­ zeltti, “ Büyük Doğu” haftalık bir dergi olarak yaşamını sürdürdü. Benim ilk öy­ külerim burada çıktı. Sayfa düzenlenme­ sinde, resimlenmesinde büyük çaba gösteriyordu, öyküler en güzel biçimde okura sunuluyordu. Resimlerle, desen­ lerle... “ Meydan” , “ önce Ekmekler Bo­

zuldu” , “ Kibrit Alevi” gibi öykülerim il­

giyle karşılandı. Yurdun dört bir yerine dağılıyordu “ Büyük Doğu” . Bizim çıkardığımız bin-iki bin tirajlı dergilere benzemiyordu.

(3)

9 NİSAN 1992

• •

DİZİ YAZILAR

BABALDE

Necip Fazıl Kısakürek’e göre, 30 yaşından genç

olanlar arasında değerli şair ve yazar yoktu

T an M atbaası

baskını

1 9 4 5 in d a r k afa lı g e n ç ö ğ r e n c ile r i b ir s ü re s o n ra d e ğ iş ­ m iş le rd i, y a d a d e ğ iş m iş g ib i g ö r ü n e r e k b ir y e r le r e

u la ş m a y ı b e c e r m iş le r d i. A d v e r m e k g e re k s iz. B ö y le le rln i d a h a s o n ra ç o k g ö r e c e k t im . G ö r m e k t e y im d e ...

Tan'a saldıranlardan

bazılarını daha sonraki

yıllarda önem li

görevlerde

gördüğüm de, hem de

sola yakın p artilerd e

üst yerlerde

gördüğüm de az

şaşırm arm stım

N

E var ki daha ilk sayı­larda üstad bir soruş­ turma yayınladı. Birta­ kım ünlü ünsüz kişile­ re değişik konularda düşüncelerini soru­ yordu. “ Tanrı’ya İna­

nır mısınız?” diye. “ Yaşı otuzdan aşağı kuşaklarda değerli yazar, şair var mı?”

diye. Ben şaşırmıştım, sordum kendisi­ ne “ Hem bizleri, çoğunlukla yaşı otuz­

dan aşağı olanları derginize toplamak istediniz hem de onları aşağılayan ya­ nıtlar alıp yayınlıyorsunuz, bu olur mu?” “ Bu, senin için geçerli değil” de­

mişti. Birde ne görsem, Celal Sılay bile otuzundan aşağı yaştakileri kötülemi­ yor mu? O günlerde Sılay otuzunu aş­ mıştı da ondan!

Büyük Doğu’nun 1943-45 yılları ara­ sındaki yaşamı süresinde pek çok öy­ küm, birçok da edebiyatsal yazım çıktı. Üstad her birine o zamana göre önemli bir telif hakkı ödüyordu, hatta yabancı dergileri alabilmem, onlardan haber ni­ teliğinde yazılar çıkarmam için ayrıca ayda yirmi lira veriyordu. Türk basının­ da Exİ8tenciallsme’le ilgili ilk yazıları ben yazdım sanırım. “ Sanat Dünyasın­

dan” başlıklı bir köşem vardı. Bir kez

orda André Malraux’dan söz etmiştim. Üstad, hemen “ Ne yapıyorsun, o yazar

azılı bir komünisttir” demişti. O sırada Malraux, De Gaulle hükümetinde Ha­

berleşme Bakanı'ydı. Bunu anımsattı­ ğımda da, “ Bakma, öyleleri her kalıba

girer” gibi bir söz söylemişti. AVRUPAİ BİR DERGİ

Bir yandan üniversite, bir yandan

“ Büyük Doğu” yazarlığı ile 1945'in son

aylarına ulaştık. O sıralarda Göztepe’­ de büyükbabamın evinde kalıyordum. Sabahları üstadla birlikte Kadıköy’e inerdik, vapurda beraber olurduk. O günlerde Zekerlya Sertel’in “ Görüşler” dergisi çıktı. Vapurda “ Görüşler” i oku­ duğumu gören üstad birden köpürdü

“ Bunu mu okuyorsun?” deyiverdi. Ben

de “ Ama üstad Avrupai bir dergi” de­ miştim. Bu “ Avrupai” sözünü hiç unut­ madı. Otuz yıl sonra Cağaloğlu’ndan dolmuşa binerken Necip Fazıl’ı gör­ düm. Bir süredir ne konuşuyor, ne se­ lâmlaşıyorduk. Birden bana dönerek

“ Nasılsınız Avrupai Oktay Bey” diye

bağırmaz mı? Ben de pencereyi açıp yanıtladım:"Sağolun Asya! Necip Bey...”

4 ARALIK OLAYI

Birkaç gün geçti geçmedi 4 Aralık olayı patlak verdi. Bu kez vapurda yal­ nızdım. Karaköy’e inince bir de gördüm ki, köprü açılmış. Mavnalar Eminönü'- ne adam taşıyor. Kentte bir karışıklık, bir olağanüstülük var. Bir mavnaya bin­ dim. Tıklım tıklım doluydu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. “ Yalçın’ın bir yazısın­

dan dolayı Tan'ı basmışlar” diyordu bi­

ri. Başka biri “ Yok, Tan değil Tanin” di­ yordu. Eminönü’ne vardığımızda ne görsek! Kâğıt bobinleri Babıali Yo- kuşu'ndan bu yana sürüklenerek gel­ miş. Yürüdüm, Tan gazetesinin önüne geldim. Bir gençlik yığını bağırıp çağırı­ yor, “ Sertel’ler Moskova’ya” , “ Kahrol­

sun Sertel’ler, kahrolsun komünistler”

çığlıkları yeri göğü inletiyor. ABC Kita- bevi paramparça edilmekte, güzelim romanlar yerle bir edilmiş. Az ilerde Marmara Kitabevi vardı. Naci Baysal adlı bir felsefeci açmıştı o kitabevini,

Gölpınarlı’nın “ Divan Edebiyatı

Beya-nındadır” adlı kitabını yeni çıkarmıştı. Hilmi Ziya Ülken’in de bir felsefe kitabı­

nı. İki kitap vitrinlerdeydi. Naci telaş içinde çırpınıyordu. “ Gelirlerse vuru­

rum” gibi sözler geveliyordu. Biz iki ar­

kadaşla vitrinin önünde durduk, kitapla­ rı gözlerden sakladık, önümüzden gençler bağıra çağıra geçiyor, ellerin­ de Türk bayrağı dalgalanıyordu. “ Ak­

şam” ve “ Vatan” gazetelerine gittikleri

söyleniyordu. Biz korku içinde duruyor­ duk vitrinin önünde. Hatta önümüzden geçen tanıdık kişilere el sallıyor, sö- zümona Marmara Kitabevl’nin de ABC gibi yağmalanmasını önlemek istiyor­ duk.

NECİP FAZIL

O unutulmaz 4 Aralık 1945 günü Tan’a, ABC'ye saldıranlardan bazıları­ nı daha sonraki yıllarda önemli görev­ lerde gördüğümde, hem de “ sol” a ya­ kın partilerde üst yerlerde gördüğümde az şaşırmamıştım. 1945’in dar kafalı genç öğrencileri bir süre sonra değiş­ mişlerdi, ya da değişmiş gibi görüne­ rek bir yerlere ulaşmayı becermişlerdi. Ad vermek gereksiz. Böylelerini daha sonra çok görecektim. Görmekteyim de...

Kitaplar, dergiler, yazı makineleri, dizgi makinelerinin parçaları, kâğıt bo­ binleri, bir gazede yönetim yerinde ne varsa yerlerdeydi. “ Tan” gazetesi yer­ le bir edilmişti. ABC Kitabevi de. Neyse bir iki üç arkadaşla Marmara

Kitabevi’-ni kurtarmıştık. Şimdi binlerce genç başka gazetelere doğru gidiyordu. Neyse o gazetelere bir şey olmadı. Gençliğin coşkusu bağıra çağıra sona erdi. Bir soru vardı: Kimdi bu kalkışma­ nın sorumlusu? “ Tanin” de “ Kalkın ey

ehl-i vatan” başlıklı bir yazı yazan Hü­ seyin Cahit Bey mi? Yoksa İstanbul

CHP örgütünün başındakiler mi?

NECİP FAZIL'DAN KOPUŞ

Ben “ Büyük Doğu” yönetim yerine koştum. Belki Necip Fazıl bir şeyler öğ­ renmişti. Akşam gazetesinin sokağın­ daki eski bir handaydı Büyük Doğu. İçe­ risi tıklım tıklımdı. Bir gürültüdür gidi­ yordu. Üstad başına üşüşen gençlere bir şeyler anlatıyordu. Gençler birtakım “ belge” ler getirmişlerdi. Masada onla­ rı yan yana dizmekteydi. İlk çıkacak sa­ yının kapağını hazırlıyormuşl “ işte Bel­

geleri” Baktım, yabancı basından da

alıntılar var. Biri de “ Carrâfour” adlı bir Fransız dergisinden. Gençler, bu ko­ münist belgeleri Tan Basımevi’nde bul­ muşlar!

“ Üstad, bu dergi sağcıdır. Hiç değil­ se onu çıkarın.”

Üstad hiç bozuntu vermeden,

“ Onu tezyini amaçla kullanıyorum”

demez mi?

Artık söyleyecek bir şey yoktu. Üs­ tad, Tan Basımevi’ni yıkanların kendi “ adam” ları olduğu inanandaydı. Bü­ yük bir iş başarmış kişilerin ruh halin­ deydi. Bana dönüp,

“ Bir bild iri hazırladım. Bütün Büyük Doğucular imzalayacak” dedi.

Bir köşeye çekilip bildiriyi okudum. Baştan başa yanlıştı. Benim kabul et­ meyeceğim birtakım gerici düşünceler­ le dopdoluydu.

“ Ben bunu imzalamam” dedim. “ Bu, korkunç bir vandallzm. Siz de bu­ nu savunuyorsunuz. Ben bir daha der­ giye yazı yazmam.”

Üstad öfkelenmişti,

“ Büyük Doğu bataklıkta giden bir gemi. P ırıl p ırıl, apaydınlık. Bu gemiye binen kurtulur, binmeyen batar. Sen bi­ lirsin” dedi.

BURHAN BELGE DE

O sırada gelen Burhan Belge -ki dergide dış poitika yazıları yazmaktay­ dı- de o bildiriyi okudu, o da imzalama­ dı. Bildiride o günün ünlü birçok yazarı­ nın, profesörünün imzaları vardı. Bur­

han Bey de, ben de, dosyadaki yazıları­

mızı istedik. Çıkarıp verdi. Burhan Bel­

ge ile birlikte binadan çıktık. Atatürk

devrimlerini savunacak haftalık bir der­ gi çıkartma planları kurmaya başladık.

Burhan Bey birkaç gün sonra Moda’-

daki evinde buluşmamızı önerdi. Bir kış günü Salah Birsel’le birlikte

Burhan Bey’e gittiğimizi anımsıyorum. Burhan Bey, Atatürk devrini savunan

genç yazarları toplamak istiyordu. Uzun uzun konuştuk. Projeler yaptık. Bu arada küçük sarışın bir çocuk odaya girip çıkıyordu. Adı Murat’mış. Bugün­ lerin ünlü Murat Belge’sini o 1945 günü tanımış oldum. Sonunda bir şey çıkma­ dı. Burhan Bey, yeni kurulan Demokrat Parti’ye girdi. Mektup biçiminde yazıla­ rını yayınlamaya, demokrasi savaşımı­ nı “ mektup’Marla sürdürmeye başladı.

SOSYALİST PARTİLER

1946’ya gelmiştik. Çoğulcu denilen yönetimin başlangıcına. Birbiri ardına partiler kuruluyordu. Gazetelerin çoğu

yeni partiden yana yer alıyorlardı. CHP’yi savunan bir de “ Memleket” ga­ zetesi çıkmıştı. “ Ulus” , “ Akşam” , “ Ta-

nln” de CHP’den yanaydı. Oysa Vatan,

Cumhuriyet, Son Posta gibi gazeteler Demokrat Parti’yi desteklemekteydiler. Bu arada iki de sosyalist parti kuruldu. Birinin başında cezaevleri eski genel müdürü Esat Adil Müstecaplıoğlu vardı.

“ Gerçek” adlı bir dergide sosyalist gö­

rüşteki yazarlar bir araya gelmişti. Be­ nim de bu dergide birkaç yazım çıktı. Biz, yirmi yaşlarındaki gençlerin umu­ du bu partideydi. Ne var ki bir sosyalist parti daha kurulmuştu. Şefik Hüsnü

Deymer’in liderliğindeki Türkiye Sos­

yalist İşçi ve Köylü Partisi. Gizli TKP’nin gün yüzüne çıkmasıydı bu. Pek çok ünlü yazar, sanatçı da bu partide yer alıyor­ du. Iki sosyalist parti, anlaşmak şöyle dursun, birbirinin can düşmanı gibiydi. Çok geçmedi, iki parti de kapatıldı, yö­ neticileri de tutuklandı. Ben o günlerde ağır bir tifo geçirdim. Üç ay yattım. Bu parti serüvenine katılma olanağı bula­ madım.

DP'YE BAKIŞ

DP’nin programını okumuştum. Kültürle, sanatla ilgili hemen hemen hiçbir şey yoktu. Gericiliğe ödün ver­ meye hazır bir politikacılar topluluğu gibi göründü bana. 0 1946 Haziran’ında yapılan genel seçimde hastalığım ne­ deniyle oy vermedim. Ama her şeye karşın CHP’den yanaydım. Hiç değilse pek çok ödün vermekle birlikte yine de CHP idi Atatürk devriminin sürdürücü- sü. Çok partili düzen, bir oyun gibi geli­ yordu bana. Bunun en önemli kanıtı si­ yasal yelpazede solun yasaklanmış ol­ masıydı. Tek kanatlı kuş nasıl bir türlü uçamazsa Türkiye'de başlayan yeni dönem, (ki çok partili dönem adı verili­ yordu) bir kısır döngüden öteye gitme­ yecekti. CHP kökenli politikacıların oluşturduğu DP’nin gerçek anlamda halkçı, devrimci bir yol izleyeceğine inanmıyordum. İki sosyalist partinin birkaç aylık birçalışmadan sonra kapa­ tılmaları, yöneticilerin hapislere atıl­ maları bendeki bütün umutları söndür­ müştü.

BU İYİSİ EDEBİYAT

Geldik 1947’ye. Bu arada ilk kitabım

“ Önce Ekmekler Bozuldu” çıktı. Olum­

lu eleştiriler aldı. Kendimi öyküye, ro­ mana vermiştim, Ankara'da çıkan “ Sa­

nat ve Edebiyat” dergisinde yazıyor­

dum. Gazeteciliği kendime çok uzak buluyordum. Hele gazete yazarlığını da küçümsüyordum. Bunun bir nedeni de, 40’lı yıllardaki köşe yazarlarının, yani eski deyimle fıkracıların şiire, öyküye, daha doğrusu genç edebiyatçılara kar­ şı olumsuz tutumlarıydı. Va-Nu gibi, Ce­

mal Refik gibi, daha birçok fıkracı Or­ han Veli’lerle, Asaf H alefle eğlenen ya­

zılar yazıyorlardı. Babıali basınının ün­ lü kişilerinde çağdaş sanata, edebiyata karşı bir hoşgörüsüzlük, bir anlayışsız­ lık vardı. İçlerinde yalnız Şevket Rado idi Akşam gazetesindeki sütununda gençleri savunan. Akşam gazetesinde

Sadettin Gökçepınar’ın soruşturması­

na hemen bütün eski kuşak yazarları

“ Gençlerde iş yok” yargısını vermek­

ten çekinmemişlerdi. Böylesine kör bir BabIali’de benim gibi sanata gönül ve­ ren gençlere yer olabilir miydi?

(4)

m . K a r ş ı m a ö f k e li

s ö y l ü y o r d u . B a ş b a k a n ’ m ı ş . . .

1957 b ir d ö n ü m y ılı oldu. B a sın d a m u h a le ­

f e t g ü çlen m işti. D P ik tid a rın ın b ir y ıkılışa

do ğ ru g ittiğ i belliydi

'in güzünde “ Vatan” da çalışmaya başladım. O günlerde Ah­ met Emin ’alman coş­ kulu bir DP yandaşı idi. “ Vatan” zaten 1945'lerden bu yana yeni partinin yarı resmi bir organı durumundaydı. Men­

deres’ in, Köprülü’nün yazıları “ Vatan” -

da çıkmıştı. Yalman yeni partinin baş­ yazarı sayılıyordu. Ben DP’nin başarılı olamayacağına inanıyordum, ama ne çare ki geçim derdi vardı. “ Valan” da düzeltme servisinde çalışmaya başla­ dım. Bir yandan da haftalık kitap eleşti­ rileri yazıyordum.

Yazı İşleri Müdürü Melih Yener’di.

Yardımcısı da Ihsan Ada. Ecvet Güreşin de istihbarat şefi... Önceleri yeni partiyi destekleyen “ Vatan” önemli tiraja ulaşmıştı. Ama 1953'lerde yavaş yavaş satışında düşmeler görüldü. Hele 1954’te Yalman, Menderes iktidarını hafif hafif eleştirince DP'ii okur tepki gösterdi. Ben de iki yıl düzeltmen ola­ rak çalıştıktan sonra dış haberler sek­ reteri olarak yeni bir göreve geçtim. O zamanlar gazetelerde sabaha kadar çalışılırdı. Melih Yener yeni bir iş kurup gazeteden ayrılınca Ihsan Ada yazı mü­ dürü oldu. “ Vatan” gazetesinin eski ah­ şap binasının arkasında yeni yapılan basımevinin orta katı, gece çalışan eki­ be ayrılmıştı. Üst kat ise mürettiphaney­ di. Her aksam saat sekize doğru göreve gelirdik. Ihsan Ada, Selaml Akpınar,

Nezih Yener ve telefonda Ankara ha­

berlerini alan Kadri Bey. Sekizde baş­ lardık çalışmaya, gece yarısından son­ ra saat üçte işi bitirirdik. Rotatif de dört­ te dönmeye başlardı. Yaşantımda il­ ginç bir dönemdir bu.

GECE TRAMVAYLARI

Sirkeci’den iki tramvay kalkardı. Bi­ ri Şişli'ye doğru, biri Edirnekapı'ya... Saat üçe beş kala “ Vatan” , “ Cumhuri­

yet” , “ Son Posta” çalışanları Divan-

yolu’ndaki -sanırım bugün de orda du­ ruyor- yorgancının bol aydınlık kaldırı­ mında buluşurduk, öyküler anlatılır, şa­ kalar yapılırdı. Kimi zaman tramvay ka­ çardı. Ben 1951-54 arası Arnavutköy'de oturuyordum. Sonra Kadıköy’de, daha sonra da Levent’te. Sabaha karşı hiçbir araç yoktu beni o yönlere götürecek. Çaresiz ya sabahı masa başında uyuk­ layarak, radyodan Batı istasyanların- daki şarkıları dinleyerek geçirirdim, ya da tabana kuvvet dizgici arkadaşlarla birlikte Fatih'e kadar yürürdüm.

HABBfİ ATLAMA

Gazetecilik yaşamımda önemli bir olay da DP döneminde ilk devalüasyon kararını atlayışımdır. Benim işim AP ve AA ajanslarının bültenlerini inceleyip- ilgi çekici haberleri kesip yazı müdürü­ ne vermek idi. İç haberlere başka bir arkadaş bakıyordu. O gece ilgili kişi gelmedi, böylece İç haber bültenlerine bakmak bana düştü. Üç satırlık bir ha­ berdi, Bakanlar Kurulu'nda Türk para­ sının değerini düşürme kararı alınmış! Kesip bir kenara koydum. Kendi işleri­ me daldım. Kısacası o önemli, hem de çok önemli bir haberi bir yanda unut­

muşum. Sabaha karşı evimize gittik. Er­ tesi gün saat on birde uyandım. Öğleden sonra Cağaloğlu’na doğru yola çıktım. Bakıyorum, bütün gazetelerde sekiz sütu­ na büyük bir haber var, Türk parasının değeri düşürülmüş. Haber bütün gazete­ lerde var, bizde yok. Hemen anımsadım. O küçük haberi kesmiştim. Sonra da unut­ muştum. Kıyamet kopacaktı şimdi. Ne yapsam? Kaçmak mı? Ortada görünme­ mek mi? Çaresiz suçu kabul etmek en iyi­ siydi.

Daha kapıdan adım atar atmaz beni

C

müdürünün beklediğini söylediler. rx Bey'in odasına gittim. Çok üzgün­ dü. Durumu anlattım. “ Çok kötü oldu”

dedi. Ahmet Emin Yalman da bağırıp

çağırmış -ki her zaman sessiz sakin ko­ nuşurdu- bana bir ceza verdiler. Aylığı­ mın bilmem ne kadarı kesildi. Gazetecilik yaşamımda ilk ve son ceza!..

1955'e gelmiştik. Gündüzleri sanatçı dostlarla buluşuyorduk. Dağlarca, Birsel,

özdem ir Asaf vb. Saat sekizde gazetede

oluyordum. İlle de radyo gazetesini dinle­ mek gerek! Gece yarısında işim bitince boş bir yere çekilip roman yazıyordum.

“ Suçumuz İnsan Olmak” Vatan gazetesi­

nin o kocaman salonunda yazılmıştır. BBC’yi dinleyerek, ilk sabah tramvayına yetişmek için gözüm saatte olarak...

8 EYLÜL GECESİ

Bir geceydi. İstanbul’da büyük bir kar­ gaşanın başlatıldığını öğrendik. Biri gidi­ yor, başka biri geliyordu. Günlerden 6 Ey­ lül akşamı. Selanik'teki Atatürk evine bomba koymuş Yunanlılar. “ Ekspres” gazetesi manşet çekmiş. İstanbul'un dört bir yanından insanlar ellerinde bayraklar Atatürk büstleri, sopalar, kılıçlar yollara dökülmüşler. Mağazaları basıyorlar, her şeyi yağmalıyorlar, kiliseler, evler yerle bir... BiraraCağaloğlu Meydanı'na kadar çıktım. Bir sigara almak üzereyken tütün­ cünün önüne bir jip geldi. Ardında kosko­ ca bir buzdolabını sürüklüyordu. Ne var ki dolap tanınmaz biçime girmiş,

yamru-1 9 5 0 - yamru-1 9 6 0 d ö n e m i n ­ d e k i s a v a ş ı m l a r ı n 2 7 M a y ıs e y l e m i y l e s o n a e r d i ğ i n i s a n d ı k . A m a y a n ı l d ı k . H e r ş e y y e n i ­ d e n b a ş la d ı . A r a y ı ş l a r , u m u t l a r , b e k l e n t i l e r

yumru bir yığın olmuştu. Jipten inen de­ likanlı gitti buzdolabına bir tekme attı, “ Gi­

dinin gavurun dölü” diye! Oradakiler sı­

rayla buzdolabına yaklaşıp tekmeler sa­ vurdular. Buzdolabına tekme atmayan bir bendim. Bakıyorlardı, “ Ne diye gidip do­

laba bir tekme atmıyor” diye! Ne yap­

malıydım? Gülünç bir şeydi şu hurda- laşmış dolabı düşman bilerek dövmeye kalkışmak!.. Bir anda toz oldum oracı­ ktan. Gazeteye geldim. Kapının önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Vatan ga­ zetesinin sağlam demir kapısı vardı. El­ lerde bayraklar, kılıçlar, büstler. Bağırı­ yorlar: “ Neden karanlık burası? Neden bi­

zim zaferimizi kutlamıyorsunuz?” Hemen

ön binanın merdivenine çıktım, “ Bu­

rası gündüz çalışma yeri. Arka binada her şeyi yazıyoruz. Merak etmeyin” diye

bağırdım. Kalabalıktan sesler: “ Resmimi­

zi çekin.” Fotoğrafçı arkadaş yanıma gel­

mişti, “ Birkaç fotoğraf çek” diye seslen­ dim. Fotoğrafçı, “ Abi, içinde film yok” de­ mez mi? “ Olsun, birkaç flaş patlat.” O ka­ labalık içinde askerler, denizci erler de vardı. Flaşlar patlayınca içleri rahat etmiş olmalı ki çekip gittiler.

Gece yarısından sonra sıkıyönetim ilan edildi. Sokağa çıkma yasağı kondu. Hemen vilayete adam gönderip izin kâğıtları aldırdık. Sabaha karşı ilk aydın­ lıkta Beyazıt’a doğru yürümeye başladık. Şehir tanınmaz haldeydi. Hele Beyazıt’­ taki kocaman mağazanın hepsi yurt dışından getirilmiş buzdolapları, çamaşır makineleri binbir parçaya bölünmüştü. Sonradan öğrendim, Beyoğlu tam bir yağmaya uğramış. Kuyumcular, ku­ maşçılar delik-deşik edilmiş. Ankara'ya gitmekte olan Cumhurbaşkanı, Başbakan da geriye dönmüşler.

Bir türlü anlaşılamadı kimin etkisiyle bu karmaşanın yaratıldığı... Zamanla za­ rara uğrayanlara büyük tazminat ödendi. Üstelik bütün dünyada bir kez daha “ bar­

bar Türkler” diye anıldık. Gereksiz, an­

lamsız bir çılgınlık Türkiye’nin saygınlığı­ na büyük zarar vermişti. 6-7 Eylül olayları diye tarihe geçen bu korkunç kargaşanın sorumluları da belli olmadı. Yassıada’- daki duruşmalardan da kesin bir sonuç çıkmadı.

KÖŞE YAZARLIĞI

1956’da Vatan’a “ Kısaca” başlığıy­ la köşe yazıları yazmaya başladım. Birgün ben, birgün Sadun Tanju yazı­ yorduk. Daha sonra “ Evet-Hayır” başlığıyla sürekli her gün. Tam da ikti­ dara karşı sert muhalefet başlamıştı. DP ve Menderes hızla saygınlığını yitir­ mekteydi. İlk köşe yazım “ Tek Sesli" başlığını taşıyordu. Radyoda yalnızca iktidar partisinin propagandasının yanlışlığını belirtiyordum. CHP lideri

İnönü de, “ Radyo Bakanı” , “ Kütük Ba­ kanı” gibi sözlerle radyodan ve seç­

men kütüklerinden sorumlu bakanları suçlamaya başlamıştı. 1957 seçimle­ rinde iktidarın büyük oranda oy yitire­ ceğine kesin gözle bakılıyordu. “ Va­

tan” ve başyazarı Ahmet Emin Bey

dünkü dostları Bayar, Menderes ve ar­ kadaşlarına 'şiddetli muhalefete baş­ lamıştı. Hep birlikte iktiarın seçim yo­ luyla değiştirilmesinde yarar görüyor­ duk. Ülkemizde özlenen çoğulcu de­ mokratik düzenin bir türlü kurulama­ ması üzüntü veren bir durumdu. Bası­ na özgürlük, birey haklarını çağdaş bir düzeye yüceltme vaatleriyle işbaşına gelen DP liderileri gün geçtikçe, hele halkın gözünde saygınlıklarını yitirdik­ çe daha katı, daha baskıcı olmaya baş­ lamışlardı. 1950’de, 54’te üstün başarı kazanan iktidar 1956'dan sonra gücünü yitirmiş gör^müyojdu.

Bir gece yarısı telefon çaldı. Açtım. Karşıma öfkeli bir adam çıktı. Yazı işle­ ri müdürünü istiyordu. Yakışıksız söz­ ler söylüyordu. Ihsan Ada aldı telefonu. Her zaman nazik ve efendi bir kişi olan

Ada, karşısındakinin laf saldırısı karşı­

sında yanıt vermekte zorluk çekiyordu. Evet, evet gibi sözlerle yetindi. Kim di­ ye sorduk. “ Başbakan” mış. Gazetede çıkan bir habere kızmış, düzeltilmesini istiyormuş. Bir başbakanın bu denli öf­ keyle, nezaket çizgisini aşan bir tonla konuşması şaşırtıcıydı. Belliydi, DP iktidarının bir yıkılışa doğru gittiği.

1957, bir dönüm yılı oldu. Basında muhalefet güçlenmişti, önemli bütün gazeteler iktidarı, başta Menderes’i en aşırı biçimde eleştirmekteydi. Hele ge­ nel seçimde CHP 178 sandalye kaza­ nınca iktidar çok zor bir duruma düştü. İstanbul’da seçimi DP binbir güçlükle kazanmıştı. Belki kazanamamıştı. 1946 seçimlerindeki gibi sandık oyunlarına başvurmak zorunda kalmışlardı. Gire­ sun'da, Gaziantep'te CHP’nin kazandı­ ğı açıklanmış, ama sonradan bu haber yalanlanmıştı. Bence gerçekte CHP 178’den çok sandalye elde etmişti. Ama o gece yarısı Menderes’in söyle­ diği şu söz “ Allah bize bir daha böyle

bir gece göstermesin” , DP’nin o seçim

sonuçları karşısındaki durumunu gös­ termeye yeter.

Kitaplar dolusu yazmak, anlatmak gerekir o 1957-60 dönemini. Hele gaze­ teci olarak yaşamak... Her zaman sanılmıştır ki, içinde olduğunuz dönem daha önceleri yaşanmadı, daha sonra da yaşanmayacak. Oysa her şey yeni­ den başlar. Hatta eskisini de aratır! 1950-60 dönemindeki savaşımların 27 Mayıs eylemiyle sona erdiğini sandık. Ama yanıldık. Her şey yeniden başladı. Arayışlar, umutlar, beklentiler...

(5)

seçimlerin­ den bir-iki ay önce CHP Genel Başkanı, Kars ve Er­ zurum’a gitti. Ben de "Vatan” adına katıldım bu geziye. O günlerin genç gazetecileri vardı. Vedil Evsal, Fikret Otyam, İbra­

him örs, Sabahat Toktamış, Ayhan Hû- nalp vb.

O güne dek muhabir olarak hiçbir çalışma yapmamıştım. Hep gazetenin mutfağında çalışmıştım. Bir de yazar­ lık... İki gün süren polis muhabirliğim dışında!.. 1944'te Ecvet Güreşin, “ Yeni Sabah” ın polis muhabirliğinden ayrılıp

“ Tanfn” e geçmişti. Ecvet Güresln’i

yüksekokul çıkışlı olduğu İçin “ Servetl-

tünun” un sorumlu müdürlüğüne getir­

miştik. Tanışıklığımız o günlerde baş­ lar. Ecvet, çalışkan bir kişiydi, öğret­ mendi, Üsküdar Halkevi'nde kol başka- nıydı, gazeteciydi. "Yeni Sabah” tan ay­ da 50 lira alırmış, “ Tanin” on beş lira fazla verince oraya geçmiş. “ Yeni Sa- bah” ın sahibi Cemalettin Saraçoğlu

“ Yerine birini bul” demiş.

Ecvet, bula bula beni buldu! Böyle

öykü falan yazmakla yetinmenin olası olmadığını, ille de bir gazetede çalış­ mam gerektiğini söyledi. Daha önce de Türkiye Yayınevi nin sahibi Tahsin De-

mlray ve Rakım Çalapala da yalnızca

edebiyatla yaşamımı kazanamayacağı­ mı söylemişti. Ecvet, kendi yerine beni öğütledi. Beni de kandırmayı başardı. Bana 40 lira vereceklerdi. Polis muha­ birliği öyle sanıldığı gibi zor bir iş değil­ di. Çaresiz kabul ettim. Gazeteye gittik, görüştük. İşin püf noktalarını öğren­ mem için usta bir gazetecinin eşliğinde birkaç gün çalışıp, işin girdisini-çıktısını öğrenecektim.

O günlerin ünlü muhabirlerinden bi­ ri Mahmut Erhan’dı. İlk gün beni aldı, Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Birta­ kım polis şefleriyle tanıştırdı. Emniyet ­ teki basın odasındaki muhabirlere ta­ nıttı. Arada bir içeriye Emniyet’ten ko­ miserler, görevliler giriyordu. Benim tadına varamadığım şakalar, takılma­ lar, açık-saçık konuşmalar... Yaşamım­ da daha karakola adım atmamıştım. Karakola düşmek Şehzadebaşı'nda ye­ tişmiş bir çocuk için bağışlanmaz bir kusurdu. Nasıl olacak da bu işi başara­ bilecektim? Mahmut Bey'le iki gün bir­ takım yerlere gittik, bir takım kişilerle tanıştık. Üçüncü gün ben gazeteye git­ medim. Hoşuma gitmemişti bu iş. Bana göre değildi. Ecvet durumu öğrenince çok kızdı. “ Senden gazeteci olmaz” de­ di. “ Yazarlıkla da bu ülkede kamın do-

maz" diye de ekledi. İNÖNÜ İLE GEZİDE

İşte 1944’ten bu yana İlk kez “ muha­

bir” olarak bir geziye çıkıyordum. Ney­

se ki sevgili Ayhan Hünalp yanımdaydı. Erzurum Ekspresi’ne bindik. Bizimle birlikte eski milletvekillerinden Mebru-

re Aksoley de Erzurum’a gidiyordu. Bir

gün bir gece yolculuktan sonra Erzu­ rum'a vardık. Bizi karşılayan tek kişi,

“ Vatan” ın muhabiri, yeni kurulmuş

olan Hürriyet» Partisi’nin Erzurum İl Başkanı Turhan Bilgin oldu (sonradan AP’ye geçen, bir ara da Devlet Bakanı olan). CHP’den kimse yoktu. Kars’a bizi götürecek bir araba buldu. Akaşam ka­

ranlığında yola çıktık. Yollar iyi değil, garip sesler duyuluyor, silah patlamaları geliyor, kö­ pekler uluyor. Sarıka­ mış’ta bir aşçı dükkânı bulduk. Ben yalnızca yoğurt, peynir, ekmek yedim. Ayhan’la Mebru-

re Hanım ise köfte. Yine

yola koyulduk. Aradan yarım saat geçti-geç- medi. İki arkadaşın bağırsaklarında bir bo­ zukluk, bir bozukluk. Keçi etiydi yedikleri! Dura-kalka gece yarısı­ ndan sonra Kars’a vardık. Otellerde yer yok. Karslı gazeteci -daha sonra Kars Millet­ vekili- Cengiz Ekinci, bizi evinde ağırladı. Bir sedire uzanıp sabahı et­ tik.

Sabah İnönü’nün kaldığı eve gittik. Kars güzel bir kentti, düzenli, uyumlu. Yetmiş yıl Rus- lar’da kalmış. Yolları yapmışlar. Şehircilik anlayışına uygun biçim­ de... İnönü önce gazete­ cilerin tıraşlı olup ol­ madıklarına baktı. Bir şeyler söyledi. Sonra birlikte il kongresinin yapılacağı sinemaya gittik. Valilik büyük ön­ lemler almıştı. Ama halkın coşkusu bütün bu engelleri yıktı. Sinema korkunç kalabalık ve sıcaktı. Ne de olsa ay­ lardan Haziran...

ERZURUM'DA RASIN TOPLANTISI

öğleden sonra ar­ kadaşlarla kenti gezdik.

Kaleye çıktık. Gece yeniden hep birlikte Erzurum’a döndük. Erzurum Kongresi de büyük ilgi gördü. İsmet Paşa bir evde basın toplantısı yaptı. O günlerde tartışı­ lan konu partilerarası güçbirliği idi.

Hürri-ğunu, ama erkek politikacıların itiş-kakışı içinde kadınların önlere çıkamadığını söyledi. Peki, belli bir kontenjan ayrıla­ maz mıydı? Bunun da çok güç olduğunu belirtti. Sorum, öteki arkadaşların güncel

İ s m e t P a ş a " y a n ı m d a n a y r ı l m a " d i y o r d u . A m a A n k a r a 'd a h a v a a l a n ı ­ n a a d ı m a t a r a t m a z , ç o ş k u lu p a r t i l l l e r . d l r - s e k l e r i y l e i t e l e y e r e k b e n i P a ş a n ı n y a n ı ­ n d a n u z a k l a ş t ı r d ı l a r .

ismet inönü/’demokrasi

bir araç,bir makine.Kul-

lanmayı öğrenmek gere-

kiyor.Bir yanını bozuyo­

ruz^ üzeltivor uz, va kit

geçiyor. Öğreneceğiz"-

diyordu.

yetçiler, Milletçiler ve CHP arasında se­ çimlerde cephe kurulmak isteniyordu. Ama bu iş çıkmaza girmekteydi. Tek liste halinde seçimlere katılmayı iktidar önle­ mişti. İster istemez CHP yalnız kalmıştı. Sorular soruldu CHP Genel Başkanı’na. Ben de, yaklaşan seçimlerde CHP aday­ ları arasında kadınların belirli bir sayıda yer alıp almayacaklarını sordum. Meclis’- teki kadın sayısı bir-ikiydi. Hele 1954 se­ çimlerinde CHP'nin 30 milletvekilinin için­ de bir tek kadın yoktu. Paşa, sorumla il­ gilendi, kadınların politikaya girmelerinin gerekliliğini bildiğini, bunu hep savundu­

konularla ilgili sorularına benzemiyordu.

İNÖNÜ İLE SÖYLEŞEREK..

Erzurum’dan uçakla dönecektik. İlk kez uçağa biniyordum. Ufak bir uçaktı. Bol gürültülü. Kulaklar sağırlaşıyordu. Ar­ kamda Paşa ve Genel Sekreter Yar­ dımcısı Turgut Göle vardı. Bir ara İnönü eğilerek adımı sordu. Söyleyince, ya- nındakine, “ Sen Akbal’ın yerine geç. Ben

biraz onunla görüşeyim" dedi.

Geçtim, yanına oturdum. “ Ben seni

yerde ararken gökte buldum” dedi.

Daldık derin bir söyleşiye. Bir ara, "Pa­

şam, bu adamları yakından tanıyordu­ nuz, onlarla demokrasinin kurulama­ yacağını en çok siz bilm eliydiniz. Böy- lelerfne memleket bırakılır mı?” de­

dim. Elimi tuttu, yavaş yavaş şunları söyledi:

"Bu demokrasi bir araç, bir maki­ ne. Kullanmayı öğrenmek gerekiyor. Bir yanını bozuyoruz, düzeltiyoruz, va­ kit geçiyor. Zamanla öğreneceğiz, za­ manla demokrasiyi benimseyeceğiz.”

Büyükbabamdan söz etti. “ O benim

mebusumdu” dedi, öyleydi gerçekten,

büyükbabam Hazım Bey ikinci dönem­ de milletvekilliği görevinde bulunmuş, sonra bir daha seçilmemişti. Taaa 1939’a kadar... 1946’ya kadar Niğde’yi temsil etti TBMM'nde. İnönü, mütareke yıllarında Hazım Bey’in hapse atılması, idama mahkûm edilmesi olayını da an­ lattı. Kuva-yı Milliye'nin muharrik ve müşevviklerinden biri sayılarak Nem- ruk Mustafa Divanı Harbi’nce idama mahkûm edilmişti Ebubekir Hazım Bey. Tıpkı Mustafa Kemal, İsmet İnönü gibi...

Uçak boyuna sallanıyordu. Kor­ kunç bir gürültü yapıyordu motorlar. Hava almak da güçtü. Sonunda Anka­ ra’ya indik. Paşa, “ Yanımdan ayrılm a” diyordu. Ama alana adım atar atmaz coşkulu partililer dirsekleriyle iteleye­ rek beni Paşa’nın yanından uzak­ laştırdılar. Ogün tanıdım parti “ esnafı” - nı! Hepsi Paşa’nın gözlerinin uzandığı yerde olmak için didiniyorlardı. İstan­ bul'a aktarma yapacaktık, salonda bek­ leşmeye başladık. Ben uzakça bir yer­ deydim. Paşa’nın çevresini başta

Kasım Gülek, Haşan Tez olmak üzere

AnkaralI partililer sarmıştı. Bir ara ses­ lendi: “ Akbal, nerdesln?” “ Burdayım” diye yanıtladım, yanına gittim. Elinde bir tomar gazete vardı. “ Sen bunları al,

yolda bakarız. Bunlar bizim silah­ larım ız” dedi.

PAŞA'NIN ÇANTASI

Uçakta gazetelere tek tek göz gez­ dirdi. İstanbul’a vardığımızda yine aynı partici kalabalığı. Yine beni kolumdan tutan İnönü. Ama yine beni iteleyip ka­ kalayıp yanından uzaklaştıran gözleri dönmüş partililer. Bir ara, “ Sen benim

çantamı a lır mısın?” diye kartı elime tu­

tuşturdu. Gittim, çantasını aldım. Ama Paşa’nın otomobiline yaklaşmak ne mümkün! Dört yanı çevrilmiş! Söylüyo­ rum, bağırıyorum, “ Paşa’nın çantasını

vereceğim.” Kimse yerinden oynamı­

yor. Sonunda onu-bunu iterek arabaya yaklaştım, çantayı uzattım. Araba sanı­ rım Şişli İlçe Başkam’nındı. “ Teşekkür

ederiz. Güle güle” dediler. Ama Paşa

nereye gideceğimi sordu. Cağaloğlu’- na deyince, “ Akbal’ı da alalım ” dedi. Arabadaki partililer hiç memnun kal­ madılar, ama bir şey de diyemediler.

İnönü, şoförün yanında oturuyordu.

Döndü: “ İşte, demedim mi bizi karşıla­

dılar” dedi gülümseyerek. Benim,

uçaktaki patavatsızca sorumu yanıtlı­ yordu. Ben ilk kez uçağa binmiş olma­ nın heyecanıyla Paşa’ya “ Herhalde

sizi karşılarlar?” demek gafletinde bu­

lunmuştum. öylesine dostça, arkadaş­ ça bir söyleşiye dalmıştık ki, yanımda- kinin kim olduğunu unutmuştum. “ Her­

halde karşılayan çıkar” demişti.

SÜRECEK

Referanslar

Benzer Belgeler

Genler, hücrelerimizin çekirdek- lerinde bulunan ve özelliklerimizin kalıtım yoluyla yeni kuşaklara geç- mesini sağlayan kromozomları oluş- turan muazzam DNA

Basınç dağılımı, basınç merkezi, sağ/sol dengesi, ön/arka dengesi gibi gözle ölçülemeyecek verileri gerçek zamanlı olarak ölçen akıllı ayakkabıyı kullanmaya

Yazar lisans derecesini Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölü- mü’nde, yüksek lisans derecesini Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler

In conclusion, there was no significant difference in genotypic frequencies of the EcoRI, XbaI and MspI sites of the apo B gene between the patient and control groups, and the

Biz niye Avrupalılart ayırdetmez de hepsini frenk biliriz Ne yapa­ lım, uzun yüz yıllar Avrupada dev­ let olarak yalnız Fransayı tanıdık: O da Kralının

«Sonunda Evkaf-ı Hümayun Müfettişlerin­ den Ahmed efendinin mührü bulunan diğer bir vesikaya göre de Galata Saray-ı Hümâyûnunda kurulan kütüphanenin

¡den Mahmut oğlu Abdullah İlter ve beş hissede iki hissesi Mahmut oğlu Abdullah ve Ali oğlu Mehmet ve Abdi oğlu İsmail ve Mehmet Ali oğlu İsmail ve Halil

Bizim Balkan harbinde îşkodra’nın oynadığı rol ve gördüğü günlere de bir cilt tahsis eden ve bn defa Çin ve İspanya harplerine dair eserler vermiş