BABIALIDE
YIL
DİZİ YAZILAR
G İR İŞ
V ?
H
A Ü T Ziya UşakhgiTin "Kırk YıV'tnt okurken şöyle düşündüğümü anımsıyo rum: Nasıl yaşanır bunca zaman? İnsan kırk-elh y ıl sonra anılarını yazabilir mi? Her gün not tutmuşsa belki! Yoksa anılar dağıhr gider, biçim değiştirir. Bir takım ya şantılar bize göre, size göre anlam kazanır.Yaşb kişilerin anlattıklarım dinlerken ya da okurken, işi büyüttüklerini, saptırdıklarım, daha doğrusu kendilerine göre yorumla dıklarım hep düşünmüşüzdür. Yakınlarımızın gençlik, ortayaşhhk amlanmn öykülenmesinde nice yanlışlar, yamlgılar vardır. Yine de onları severek dinleriz, bir şeyler anlamak, dersler al mak için.
Üstelik ben 1940'lordan bugüne dek, za man zaman ihmal etsem de, gündelik notlar tut mayı alışkanlık etmiş biriyim. Üç beş satır bile o günün havasım çizer. Bu yazı dizisini hazırlar ken o defterlere başvurmazhk edemedim. Ama daha çok belleğin gücüne dayandım. Bellek, al datıcı bir organdır. Ne demişti Adnan Bey
"Hafıza-t beşer nisyan ile malûldür". Yani bel lek, her şeyi unutur, öyledir, ama o kadar da değil, önem li olan omlarımızda kalanlardır. En değerli, en kalıcı omlardır bellekte kalanlar. Ben de bu yazılarda onları kâğıtlara dökmeye çahştım.
"B a b Iâ li’de E lli Y ıl" doğrusu y a özet bir anılar yığını. Daha yazarken birçok olayı, kişiyi unuttuğumu anlıyordum. Elli y ıl bu! Üstelik de çoğunlukla sanat, kültür, basın çevrelerinde geçmiş yarım yüzyıl. Küçük yaşta Babıâli dün yasına giren bir insanın yaşamından daha çok insan, daha çok olay geçmiştir elbet. Ben okur lara bir özet sımuyorum daha çok... Babıali ko nusunda, baş kişisinin kendim olduğum dağınık bir anılar yığını...
Yaşayanlar var, yaşamdan ayrılmış olanlar var. Bunlara ait iyi, kötü, güzel, çirkin anılar var. Anım sadıkça üzüldüğüm, yanılgılar, acı lar, öfkeler... N eye yarar adlar vermek, kişileri bunca y ıl sonra suçlar gibi konuşmak!
"Babıâli’de Elli Yıl". Bir bakım a benim y a şamımdan elli yıl.
Hepsi bu. _________ O .A . —TT- r a l ? % 3 İlk k e z b a s ı n d a ç ı k a n y a z ı m ı , s t a d y u m d a k ü l a h y a p ı p b a ş ı m a g e ç i r d i ğ i m g a z e t e d e g ö r d ü m ARANLIKTA merdi venleri çıkıyoruz. Burası Etem İzzet Benice'nin “ Son Telgraf” , “ Gece Postası” gazeteleri
nin yönetim yeri. Şimdi orada Benice Han'ı var. "M llliyet"in az çok karşısına düşüyor. En üst katta Ali Naci Karacan'- ın “ İkdam” gazetesi. Sallanan trabzan- lara tutuna tutuna göz kararınca ilerli yoruz. Birbirimize tutunarak. Mevsim kış. Merdivenlerde elektrik yok. Akşa mın saat beşi, ama hava kararmış.
“ Sen söyleyeceksin, unutma” diyo
rum Cavit'e. “ Ben para sözünü ağzıma
alamam.”
Cavit, başını sallıyor. Romanya’nın Silistre ilinden birkaç ay önce gelmiş. Benden iki yaş büyük. Deneyimli bir ki şi. Neler bilmiyor ki! Aylık bir yazın der gisi de çıkartmış orada: "Festival.” Ağabeyi ile birlikte Türkiye'ye gelmiş ler. Köstence'den kalkan bir vapurun güvertesinde. Kumkapı’da bir yurtta ka lıyor. Orda Güzelsanat okulunda oku yormuş. İstanbul'a gelince bizim sınıfa vermişler. Esmer bir delikanlı. Yaş 19.
“Orada her yazıya para verirler.
Adet böyledir” demişti. Ben 19 Mayıs
1939’dan bu yana öykülerimi, çevirileri mi postayla “ İkdam” gazetesine yollu yorum. Edebiyat öğretmenimiz Zahir Güvemli'nin resimleriyle Ikdam'da ya yınlanıyor. Cavit'in (Cavit Yamaç) Ro- menceden birkaç çevirisini yollamış tım, onlar da yayınlandı. Şimdi biz bu yazıların parasını almaya, daha doğru su istemeye gidiyoruz. Ben kekeme yim, utangaç bir İstanbul çocuğu olarak "para” sözcüğünü söylemeyecek biri! Bütün umut, Cavit’te...
Yaş on
İS
a b a h l a r ı g ü n ış ır ı ş ım a z p e n c e r e ö n ü n d e g a z e t e d a ğ ı t a n y a ş lı a d a m ı b e k l e r d i m . B i r g ü n k a r ş ı k o m ş u " O ğ lu m p a ş a lık h a b e r i n i m l b e k l l y o r s u n ? ” d i y e t a k ı l m ı ş t ı İLKYAZIFenerbahçe Stadı'nda bir 19 Mayıs Spor Bayramı'ndaydık. Benimle bir iki arkadaş tribünde oturuyoruz. Beden eğitimi gösterilerine katılmadık. Ben daha o günlerde kendimi "yazar" say mışım! Bir "yazar" nasıl olur da stad yumda bunca insanın karşısında elini kolunu kaldırır, yere yatar? Uzaktan seyrediyorum gençleri! Hava çok sıcak. Güneş yakıyor. Bakıyorum herkes başı na gazeteden külahlar yapmış. Bir ga zete dağıtıcısı dolaşıyor ortalıkta. Bir gazete almalı, yalnızca kafamı koru mak için.
“ Bir İkdam ver.”
Nedeni? İkdam üç kuruş, ötekiler ise beş. En ucuzunu almak en iyisi. Ga zete zaten altı sayfa. Sayfaları külah ya pıp başıma geçiriyorum. Derken güneş bir bulutun altına giriyor. Gazeteye bir gözatmak gerek. Bir de ne görsem; be nim bir öyküm dördüncü sayfanın "Hi kâye' sütununda çıkmamış mı? “ Ana
K atili.” Zahir Hoca da bir resim çizmiş.
Adım koca harflerle karşımda. İlk kez gündelik basında çıkan imzalı yazım. 19 Mayıs 1939. Benim yazarlık tarihimde unutulmaz bir gün!
O güne kadar başka yazılarım ya yınlanmıştı, ama çocuk dergilerinde. Ortaokulun ilk sınıfında adım “ muhar- rir” e çıkmıştı. Türkçe öğretmenimiz Meliha Hanım, Ahmet Haşim’in “ Merdi
ven” şiiri konusundaki bir yazımı okuduk
tan sonra ilerde "yazar” olacağımı söyle mişti. Artık okulda “ gel muharrir, git mu harrir!” . Yüreklenmiştim ben de, yazı larımı dergilere postalamaya baş lamıştım. Sinema dergileri, çocuk der gileri! Bir gün de “ Çocuk Duygusu” dergi sini yöneten ve o günlerin ünlü yazarı İskender Fahrettin Sertelli’yle görüşmeye gitmiştim. Yazılarımı beğenerek dergiye koyan (yıl 1937) Sertelli dergiye küçük bir bildiri koymuş, beni görüşmeye çağırmıştı. İskender Bey sürekli yazmamı istemiş, övücü sözler söylemişti. Ama gündelik basında çıkan ilk yazım “ Ana Katlir’ydi...
AYAKTAKİ ADAM
Üst kata ulaştık. Arasından ışıklar sızan tahta kapıyı açıp içeri girdik. Birden bol aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Oda du man içindeydi. İnsanların yüzleri görül müyordu. Koca bir oda. Bir adam ayakta geziniyor. Tahta uzun bir masanın başı nda bir iki gölge var. Tam karşı duvarın önünde de daha küçük bir masa, orada da genç bir hanım oturuyor. Biz iki çocuk içe ri girince herkes sustu. Ayaktaki adam bize yaklaştı, ne istediğimizi sordu. Ben Cavit’e baktım, öyle ya, o konuşmayacak mıydı? Ama susuyordu Cavit. Çaresiz ben kekelememeye çalışarak “ Benim hlkAyelerim gazetenizde çıktı” dedim.
Ayaktaki adam adımı sordu, söyledim. Oralı bile olmadı. “ Birçok hikâyem yayı
nlandı Ikdam’da” diye sürdürdüm. Adam
yan masadaki hanıma baktı. Ayağa kalkınca sarışın ve genç bir hanım oldu ğunu gördüm.
“ Evet” dedi ‘Biliyorum, ben koydum yazılarını, çok kabiliyetlisin.”
Ayaktaki adam, ki Ali Naci Bey'miş.
“ öyle mi? Aferin çocuğum” dedi.
Sonra okulumu sordu, kaçıncı sınıfta oku duğumu, yabancı di! bilip bilmediğimi. Hangi yazarları okuduğumu. Böyle şey ler. Konuşma bitmişti. Ne diyecektik daha başka? Para isteyecektik. Baktım Cavit’e, biraz da koluna dokundum. Ses çıkarmı yor, bir şey diyemiyor.
“ Arkadaşım da bizim sınıfta, onun da yazıları çıktı” diyebildim.
Ali Naci Bey bize bakıyordu. Bir şey demiyordu artık.
Nasıl söylemeli? Ne demeli?
“ Yine yazı göndersek yayınlanır mı?”
demez miyim! Sarışın hanım:
“ Tabii. Her zaman bekleriz” dedi.
Kapıyı açıp çıktım. Cavit de arkamdan. Sessizce merdivenlerden indik. Sokakta biraz yürüdükten sonra döndüm:
“ Hani para isteyecektik?” dedim “ Hani sen konuşacaktın.”
“ Yapamadım” dedi. SABAH BBOfYİŞLERİ
Sabahları gün ışır ışımaz pencere önünde gazete dağıtan yaşlı adamı bek lerdim. Bazen dayanamaz sokak kapısının önünde dururdum. Fatih’in ünlü dağıtıcısı “ Avedisler” diye bağırdı mı, ta mamdı! Komşu hanımlar benim sabahları
en daha o günlerde kendimi
yazar saymışım. Bir yazar nasıl
o lu r da stadyum da bunca in
sanın karşısında elini kolunu
kaldırır, yere yatar? 0 nedenle
19 Mayıs gösterilerine katı
lm adım ____________________
gazeteciyi beklediğimi görünce şa şarlarmış. Bu çocuk ne bekliyor diye. Bir gün karşı komşu “ Oğlum paşalık
haberini mi bekliyorsun?” diye takılmıştı. Gazeteler gelecek, dergiler gelecek benim postayla yolladığım öy küler bakalım hangisinde yer alacak? Uzun yıllar sonra şair Ece Ayhan'dan dinlemiştim, şiirleriyle dergileri mek tup üstüne mektup göndererek nasıl
“ bombardıman” ettiğini. Ece’ce bir dil
le yazılmış şiirleri uzun süre kimse der gisine koymamıştı. Ama direnmişti so nuna kadar. Gün gelmiş o şiirlerin de ğerini bilenler çıkmış. Ece de çağdaş şiirimizde yerini almıştı.
3 KURUŞLUK İKDAM KAPANINCA
Derken, derken “ İkdam” gazetesi ka pandı. Ali Naci Bey’in basında uğradığı bir yenilgi daha! Benim daha bir çok öyküm çıktı, doğallıkla para pul al madık, istemeye de kalkmadık. Ne ya pacaktım, üç kuruşluk gazete İkinci Dünya Savaşı'nın patırtısı arasında or tadan kalkmıştı. Benim hemen başka bir gazete bulmam gerekiyordu. İlle de yazılarımı basacak bir yer bul malıydım. O günlerde yazdıklarımdan birkaçı duruyor. Ne kadar çocukça şey lermiş! Dönemin ünlü romancılarına, Karakurt'lara, Mükerrem Kamil’lere, Kerime Nadir’lere yakışan şeyler! Ben gerçek edebiyatın ne olduğunu, daha doğrusu nasıl olması gerektiğini bir iki yıl sonra anlayacaktım. Sait Faik’i, Sa bahattin Ali'yi, Ataç’ın eleştirilerini yakından tanıdıktan sonra. Anımsarım 1939’da bir gün Nurullah Ataç liseye gelmiş, bir konuşma yapmıştı. Ömer Seyfettin’in önemli bir öykü yazarı ol madığını söylemişti de bizler öfkelen miştik. Demek istediğim, o 1939-1940 yıllarında benim yazıp gazetelere gön derdiğim öyküler pek uydurmaca şey lerdi. On altı, on yedi yaşın ürünleriydi ne olsa...
SAMİ KARAYEL
Bu kez “ Yeni Sabah” gazetesine öykülerimi postayla yollamaya başla dım. Üst üste yayınlanan bu öyküler de öncekiler gibiydi. Lisede beden eğitimi öğretmenimiz Sami Karayel. Yüzlerce tefrikada anlattığı güreşlerin yazarı. Aliço'nun Sultan Aziz’le saatlerce nasıl güreştiğini anlatır. Koca Yusuf’un, Adalı Halil’in daha başkalarının padi şah huzurundaki kapışmalarını, ince ayrıntılarıyla, sanki o güreşleri seyret miş gibi! O güreşleri az çok hatırlayan yaşlı bir eski pehlivan vardı o günlerde. Suyolcu Mehmet Efendi. Beyazıt'taki Küllük kahvesine gelirdi. Cemal pehli van -ki Gümrükçü diye anılırdı- ba bamın dostuydu. Suyolcu Mehmet 1930'larda seksene dayanmıştı. O ünlü pehlivanların döneminden kalmış biri. Bizim hoca da herhalde ondan dinle mişti o ünlü pehlivan güreşlerini. Ama günler günler sürdürürdü bir karşılaş mayı ayrıntılarıyla anlatmayı.
8NİSAN1992 K o s k o c a b i r g a z e t e s o r u m l u s u , o n y e d i y a ş ı n d a b i r h e v e s l i n i n p a r a s ı n ı c e b i n e a t m ı ş t ı
BabIali’de
ilk aldatıiı
BABIAUDE
S
AMİ Karayel bir gün "Yeni Sabah” taki öykülerimin parasını alıp almadığımı sor du. O da "Yeni Sa
bah” yazarıydı. Hiç
bir zaman gazeteye uğramadığımı öğre nince, “ Sana bir kart yazayım, git yazı
larının parasını al” dedi. Bu kez tek ba
şıma kalkıp “ Yeni Sabah” a gittim. Genç bir yazı işleri yönetmeni vardı. Ona çık tım. Kartı okudu, “ Ben de seni merak
ediyordum” dedi. “ Kaç öykün çıktıysa tarihleriyle bir kâğıda yaz getir” . Birkaç
gün sonra elimde listeyle o kişiye gittim. Galiba yirmi öyküydü hepsi. Bir kâğıda bir şeyler yazdı. "Bunu imzala, sonra
salı günü gel, paranı al” dedi. Her öykü
ye bir buçuk lira alacaktım. Tümü otuz lira! O günlere göre bir memur maaşına yakın! Çok sevinmiştim. İlk kez yazı larımın karşılığını alacaktım. Dediği gün gazeteye gittim. O ilgili kişi yoktu. Bir başka gün gittim. Yine yok! Üçüncü kez gittiğimde kapıdaki adam, "Müdürü mü
arıyorsun? İstanbul’da değil” dedi. İçe
riye sokmak istemedi. Ama ben şöyle bir göz atınca o kişinin pencere önünde do laştığını gördüm. Bir daha da “ Yeni Sa-
bah” a uğramadım. İmzaladığım kâğıtta
yazılarımın bedelini aldığımı yazmışım. O gazete sorumlusu da benim yerime otuz lirayı almıştı. İlk kırgınlığımdı bu. BabIali’yi gerçek yüzüyle ilk tanımam! Koskoca bir gazete sorumlusu on yedi yaşında bir heveslinin parasını cebine nasıl atardı? Ama atmıştı! O kişi şimdi yaşamda değil. Olsa da adını yaz mazdım. Ha AJj, ha Veli olmuş, ne farke- der? •. .
... YENİ ARAYIŞLAR
Bu kez dergilere yöneldim. Türkiye Yayınevi'nin çıkardığı “ Blnbir Roman” ,
“ Yavrutürk” , “ Yıldız” gibi dergilerde
Pek çok yazım çıktı. İlk aldığım telif hak kı, “ Yeşil Mumya” adlı bir çevirinin kar şılığı on liradır. İki yıl önce “ Ateş” der gisine gitmiştik sınıf arkadaşım Necati ile. “ Biz gazeteci olmak istiyoruz” de miştik. Konuştuğumuz kişiyi önemli biri sanmıştık. Meğer derginin bayii imiş!
“ Gazetecilikte her iş yapılır” deyip eli
mize kocaman bir defter tutuşturmuştu, bayi adresleriydi bu. Ben bu defteri te mize çekmenin gazetecilikle ilgili bir iş olmadığını biliyordum ama Necati bir dergide yazılarını yayınlatmanın yolu nun böyle işlerle başladığı kanısındaydı.
"Ben yazarım” dedi, aldı, birkaç gün
sonra o da güzel yazısıyla temize çekip götürdü.
i k t hJfh a k k i
“ Ateş” in yazı müdürü Cemil Cahit Cem’di. Bizi sevigiyle karşıladı. Dil bil
diğimi öğrenince bana bir kitap verdi, birkaç satırı da çevirmemi istedi. O ro manı almış, saklamıştım. Zaten dergi de bir süre sonra kapanmıştı. İki yıl sonra, 1940’ta o çeviriyi tamamlayıp “ Binbir
Roman” ın yönetmeni Burhan Bllbaşar’a
götürdüm. Okudu, beğendi. Bana on lira ödediler. 1940’ta on lira genç bir öğrenci için önemli bir paraydı. Gidip kendime bir kravat aldım, anneme de koca bir pasta. Yine de on liranın önemli bir bölü mü kaldı. O günden sonra, yani 1940-45 arasında Türkiye Yayınevi’nin sürekli yazarlarındandım. Değişik adlarla 'Bln-
blr Roman’a, ‘Yavrutürk” e, ‘Çocuk Haf- tası’na, 'Blnbir’in özel sayılarına çeşitli
yazılar yazdım. Her hafta cumartesileri de gidip yazı paralarımı Türkiye Yayınevi 40’larda önemli canlı bir yerdi. Cemil Cahit Cem, Tahsin
Demlray, Rakım Çalapala, Burhan
Bll-başar daha başkaları yakın ilgi gösteriyor
lardı. Burhan Bey yeni çıkaracağı “ Mas
ke” dergisi için yabancı dergilerden ko
parılmış resimler veriyor, bunların her bi rine uygun birer öykü uyduruyordum. Ce
mil Cahit Bey de ünlü sinema yıldızlarının
yaşam öykülerini yazmamı istiyor, küçük broşürlerdeki bilgileri genişlettirerek otuz altı sayfalık özel sayılar çıkartıyordu. Mar
lène Dietrlch ve Clark Gable özel sayıları
benim yazdığım birer uzun öykü gibidir, örneğin o broşürlerde şöyle yazılıyordu:
“ Marlöne savaştaki sevgilisini düşünerek ahyla uçup giderken yere düştü.” Ben bu
bir cümlelik bilgiyi alıyor, üç sayfada an latıyordum. Sevgilinin durumu, Marléne’in
hayalinden geçenler, çevrenin görüntüsü vb. Burhan Bey Beyoğiu'nda bir sinemada oynayan Mr. Moto ya da Charlie Chan film lerini izleyip bunları uzun bir öykü biçimin de yazmamı istiyordu. Hemen İpek ya da Sümer sinemalarına koşup, filmi en az üç kez izliyor, karanlıkta notlar alarak, ko nuyu, kişileri, olayları ezbere alıp, evde daktilo başına geçip sayfalar dolusu ya zıyor, yazıyordum.
SO YILLIK SERVETİFÜNUN
1943 yılının yağmurlu bir gününde Ca-
vlt Yamaç, Nahlre Kaşav’la evlendi. Nikâh
tanığı eski askeri ataşe Ihsan Boran’la Şu-
küfe NlhaTle Ahmet Hamdl Başar’ın kızı Günay’dı. Ben de tek izleyiciydim. Nikâhtan sonra Tuna Birahanesi'ne gittik.
Günay piyanoda valsler çaldı, gülüp eğ
lendik, sonra hep birlikte Haydarpaşa’ya geçtik. Yamaç’ları Adana trenine bindir dik. Cavit, Adana'da bir gazetenin yönet meni olmuştu. İki yıldır üstlendiği “ Serveti-
fünun” dergisi yöneticiliğini de bana
bırakmıştı. Ahmet Ihsan Basımevf’nin alt katında karanlık bir bölümdü yönetim yeri.
“ Kovuk” adını vermiştik. 40’lı yılların genç
ünlülerinin buluştuğu yer. Orhon Arıburnu,
Cahit Irgat, Suavl Koçar, Gavsl Ozansoy, Ilhan Berk, S.Nahit Bilga, özdemlr Asaf, Kenan Harun vb.'yle dolup taşardı o küçük “ Kovuk” ... Yazın heveslisi genç kızlar, de
likanlılar. Derken Galatasaray öğrencileri,
Nairn Tlrall, Adnan Bulak, Ali Avni öneş...
Elli yıllık bir derginin sorumlusuydum. Yaş yirmi. Birkaç yüz abonesi vardı dergi nin. Yurt içinde, yurt dışında... Bin kadar basılıyordu. Piyasada iki yüz tane satılıyor du. Ama saygınlığı vardı. Ne de olsa yarım yüzyıllık bir yayın organı. Bir anda kendimi bir dergi yönetmeni olarak görmenin deği şik ruh hali içindeydim. Şiirler, öyküler, yazılar geliyor, ben onları yanıtlıyordum. Kendimden yaşlı insanlara yol gösteriyor dum. Bir gün şişmanca bir adam geldi. Öy küler yazmış, dergimizde yayınlamak isti yor. Aldık, okuduk, özdemlr Asaf, Kenan
Harun şöyle bir göz attılar, beğenmediler.
Ben de dikkatle okudum. Saçma-sapan şeylerdi. Adam birkaç gün sonra geldi. Be ğenmediğimizi söyleyiverdik, özdemlr
Asaf da yanımdaydı. Adam bir ona, bir
bana baktı, yirmi yaşlarında iki gencin söz lerine öfkelenmişti. “ Siz kim oluyorsunuz?
Ben gümrüklerde amirim. Siz edebiyattan ne anlarsınız?” diye çıkışmaz mı? Bizi sor
gulamaya girişti. Ne okurmuşuz? özdemlr birkaç Fransız yazarının adını andı. Hiçbi rini duymamış, övüne övüne, "Hah. Ben
Balzac okurum” dedi, çıktı gitti.
Dergiye şiir gönderenler pek çoktu. Bir gün "Şükran Kurdakul” imzalı birkaç şiir geldi. Bayan imzasını taşıyan bu şiirlerde hiç de “ kadınsı” bir hava yoktu. Neden bir bayan toplumcu şiirler yazmaktaydı? Der gide şöyle bir yanıt verdim: “ Kadın ruhu
nun inceliklerini anlatacağınıza, niye er keksi tutum içindesiniz?” Yıllar sonra Şük ran Kurdakul'la karşılaşınca yanıldığımı
anlamıştım. Hem de şiirdeki erkeksi an latımı sezdiğim için biraz da sevinmiştim.
İlginç yazarlarımız vardı. Biri Suavi
Koçer. Yıllardır şiir yazıyordu. “ Fransa’da olsam çoktan akademiye seçilmiştim” di
yordu. Konserlere, tiyatrolara parasız giri yordu. “ Gazeteciyim” diyordu. Hangi ga zete denince, atıyordu Son Posta, Akşam,
Cumhuriyet, Haber,VakiL Aklına hangisi
gelirse. Uzun mu uzun şiirler getirirdi. Bir
“ Bahar Şarkıları” vardı ki roman kadar
uzundu. Her hafta gelir, yirmi-otuz dergi alır, sözde satıp parasını getirecek. Ne ge zer. Ya dağıtırdı, ya da parasını cebine atardı. Şehir Tiyatrolarının dergiye ayırdığı koltuk biletlerini de öylesine dağıtırmış, ya da satarmış. Şiirlerinde her şeyden söz edermiş, öyle derdi. Hangi ko nuda şiir ararsan bende vardır, derdi. Bir gün Nisuaz Pastanesi’nde Sait Faik laf ol sun diye sormuş: “ Kız Kulesi var mı?” Ko
çer hemen sabah-akşam koltuğunda gez
dirdiği şiir dosyasını oracıkta yerlere ser miş yarım saat aradıktan sonra bulmuş Kız Kulesi'nin geçtiği bir dizeyi... Bir gün de
Sait Falk’e, şu ülkede nesirde sen, şiirde
ben dediği için kavgaya tutuştukları an latılırdı. Nisuaz'da masalar arasında yum- ruklaşırlarken, ayağı orada bulunan bir bayan yazara çarpınca Sait’e eliyle “ Dur” der, bayandan özür diler, sonra kavgayı sürdürmüş.
Ilhan Berk Giresun’da ilkokul öğret
meniydi. 1943 yazında İstanbul’daydı. Walt Whitman’inkilere benzeyen “ yorgan gibi” uzun dizeler yazardı. “ Beniilm İnsan
larım” diye başlardı bu şiirler. Servetifü-
nun üç yıl önce “ Tasfiye” eyleminin öncü lüğünü etmişti. Abidin Dino, Saik Faik, Ca
hit Irgat, Gavsi Ozansoy, Cavit Yamaç .tas
fiyecilerin eiebaşiarıydı. Gavsi, babası Ha
lit Fahri’yi de “ tasfiye” listesine koymak
tan çekinmemişti. Yıllar yıllar sonra bunu anımsattığımda “ Tercüman” da “ Gavsi’-
nin önüne düştüler. Bana karşı kışkırttılar”
diye yazmış, beni suçlamıştı. Oysa o tasfi ye olayında (ki 1940'tı) ben daha lise
öğ-rencisiydira. Kimler miydi edebiyattan tasfiye edilecekler? Başta Hececiler. Bir gün “ Cemile” imzalı bir şiir gelmiş. O günlerin Servetifünun yöneticileri pek beğenmişler hemen basmışlar. Şiiri ya zan tasfiye listesinin başında yer alan
Yusuf Ziya Ortaç değil miymiş? “ Çına- raltT’da bu muzipliği yazarak, sanatına
karşı değil, kişiliğine karşı bir düşmanlık saymıştı bu tasfiye işini!
AYDA YÜZ LİRAYLA
Ben “ Servetifünun-Uyanış” ı iki yıl yönettim. Aldığım aylık 50 liraydı. Türki ye Yayınevi'nin çeşitli dergilerine çevi riler yapıyor, öyküler yazıyordum. Şöyle böyle bir elli lira da oradan alıyordum. Etti mi yüz! O sıralarda Reşat altını ya dokuz, ya on liraydı. Yani en az on altın! Bugünkü parayla 450 bin! Demek yirmi yaşında bugünün parasıyla 4 buçuk mil yon TL. elime geçiyormuş! Nerden nere ye! O yaşiarda ev-bark sorumluluğu da yok, yaşamımın en renkli günleri imiş de haberim yokmuş! Sinemalar, içkili yer ler, kravatlar, bilmem neler.
Servetifünun, 1944’te kapandı. Son sayıları Cavit Yamaç çıkarmıştı. Ahmet
Ihsan Tokgöz ailesi dergiyi ona bırak
mıştı. Bir kâğıt parasına Cavit dergiye sahiplenmişi! Bizler de, Fahir Onger,
özdemlr Asaf la yardım ediyorduk. Ya
zarak, dergiyi satarak, sattırarak. Her hafta bir takım dergi alır sokak sokak dağıtırdık. Cağaioğlu’ndan başlar, köp rüden geçer, Yüksekkaldırım’dan Be- yoğiu’na tırmanır, Taksim’e, Şişli’ye ka dar satıcılara verirdik üçer-dörder... Satılmayan dergileri geri alırdık. Elde et tiğimiz parayı da Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı'nda bira ve leblebiyle harcardık. Ne var ki umutlar kısa sürede söndü. Servetifünun’un son sayısını ben çıkardım. Yazı bile yoktu koyacak... Orta sayfaya kocaman bir resim koydum. Sanırım Kâğıthane safasını gösteren bir eski klişe. Tevfik Fikret döneminden kalmış. Böylece 55 yıl süren bir Serveti fünun geleneğini kapatmış olduk.
NECİP FAZIL
O 1943 yılında yeni bir dergi ortaya çıkmak üzereydi. Bu dergiyi Necip Fazıl ile Faruk Gürtunca çıkaracaklardı. Adı
“ Büyük Doğu.” Necip Fazıl bir akşam
üstü biz genç yazarları topladı, özdemlr,
Faik Baysal, Kenan Harun, belki Ilhan Berk, kalabalık bir genç şair, yazar top
luluğu. Birlikte Cağaloğlu’ndan aşağı in dik. Yoldan geçenler, Necip Fazıl’ın pe şinde yürüyen gençlere hayretle ba kıyorlardı. Necip Fazıl şair, yazar olarak en parlak çağını yaşıyordu. “ Mistik” bir şairdi, ama o günlerde dinsellik tutkusu ortaya çıkmamıştı. Bizi Sirkeci'de bir bahçeli gazinoya götürdü. Biralar geldi. Söyleşi başladı. Üstad yeni bir dergi çı karacaktı, yıllar önceki “ Ağaç” dergisin den çok daha üstün, çok daha yaygın bir organ olacaktı bu. Cistad, “ Eski kuşakta
iş yok, benim kuşağım da artık tükendi, umut sîzlerde, sizin kuşakta” diyerek
bizi övüyordu. Derken “ Büyük Doğu” çıktı. Gerçekten de önemli bir satışa ulaştı. Bir süre sonra Gürtunca ile anlaş mazlığa düşmüş, dergi çıkamaz olmuş tu. Ama üstad ne yaptı-etti, durumu dü zeltti, “ Büyük Doğu” haftalık bir dergi olarak yaşamını sürdürdü. Benim ilk öy külerim burada çıktı. Sayfa düzenlenme sinde, resimlenmesinde büyük çaba gösteriyordu, öyküler en güzel biçimde okura sunuluyordu. Resimlerle, desen lerle... “ Meydan” , “ önce Ekmekler Bo
zuldu” , “ Kibrit Alevi” gibi öykülerim il
giyle karşılandı. Yurdun dört bir yerine dağılıyordu “ Büyük Doğu” . Bizim çıkardığımız bin-iki bin tirajlı dergilere benzemiyordu.
9 NİSAN 1992
• •
DİZİ YAZILAR
BABALDE
Necip Fazıl Kısakürek’e göre, 30 yaşından genç
olanlar arasında değerli şair ve yazar yoktu
T an M atbaası
baskını
1 9 4 5 in d a r k afa lı g e n ç ö ğ r e n c ile r i b ir s ü re s o n ra d e ğ iş m iş le rd i, y a d a d e ğ iş m iş g ib i g ö r ü n e r e k b ir y e r le r e
u la ş m a y ı b e c e r m iş le r d i. A d v e r m e k g e re k s iz. B ö y le le rln i d a h a s o n ra ç o k g ö r e c e k t im . G ö r m e k t e y im d e ...
Tan'a saldıranlardan
bazılarını daha sonraki
yıllarda önem li
görevlerde
gördüğüm de, hem de
sola yakın p artilerd e
üst yerlerde
gördüğüm de az
şaşırm arm stım
N
E var ki daha ilk sayılarda üstad bir soruş turma yayınladı. Birta kım ünlü ünsüz kişile re değişik konularda düşüncelerini soru yordu. “ Tanrı’ya İnanır mısınız?” diye. “ Yaşı otuzdan aşağı kuşaklarda değerli yazar, şair var mı?”
diye. Ben şaşırmıştım, sordum kendisi ne “ Hem bizleri, çoğunlukla yaşı otuz
dan aşağı olanları derginize toplamak istediniz hem de onları aşağılayan ya nıtlar alıp yayınlıyorsunuz, bu olur mu?” “ Bu, senin için geçerli değil” de
mişti. Birde ne görsem, Celal Sılay bile otuzundan aşağı yaştakileri kötülemi yor mu? O günlerde Sılay otuzunu aş mıştı da ondan!
Büyük Doğu’nun 1943-45 yılları ara sındaki yaşamı süresinde pek çok öy küm, birçok da edebiyatsal yazım çıktı. Üstad her birine o zamana göre önemli bir telif hakkı ödüyordu, hatta yabancı dergileri alabilmem, onlardan haber ni teliğinde yazılar çıkarmam için ayrıca ayda yirmi lira veriyordu. Türk basının da Exİ8tenciallsme’le ilgili ilk yazıları ben yazdım sanırım. “ Sanat Dünyasın
dan” başlıklı bir köşem vardı. Bir kez
orda André Malraux’dan söz etmiştim. Üstad, hemen “ Ne yapıyorsun, o yazar
azılı bir komünisttir” demişti. O sırada Malraux, De Gaulle hükümetinde Ha
berleşme Bakanı'ydı. Bunu anımsattı ğımda da, “ Bakma, öyleleri her kalıba
girer” gibi bir söz söylemişti. AVRUPAİ BİR DERGİ
Bir yandan üniversite, bir yandan
“ Büyük Doğu” yazarlığı ile 1945'in son
aylarına ulaştık. O sıralarda Göztepe’ de büyükbabamın evinde kalıyordum. Sabahları üstadla birlikte Kadıköy’e inerdik, vapurda beraber olurduk. O günlerde Zekerlya Sertel’in “ Görüşler” dergisi çıktı. Vapurda “ Görüşler” i oku duğumu gören üstad birden köpürdü
“ Bunu mu okuyorsun?” deyiverdi. Ben
de “ Ama üstad Avrupai bir dergi” de miştim. Bu “ Avrupai” sözünü hiç unut madı. Otuz yıl sonra Cağaloğlu’ndan dolmuşa binerken Necip Fazıl’ı gör düm. Bir süredir ne konuşuyor, ne se lâmlaşıyorduk. Birden bana dönerek
“ Nasılsınız Avrupai Oktay Bey” diye
bağırmaz mı? Ben de pencereyi açıp yanıtladım:"Sağolun Asya! Necip Bey...”
4 ARALIK OLAYI
Birkaç gün geçti geçmedi 4 Aralık olayı patlak verdi. Bu kez vapurda yal nızdım. Karaköy’e inince bir de gördüm ki, köprü açılmış. Mavnalar Eminönü'- ne adam taşıyor. Kentte bir karışıklık, bir olağanüstülük var. Bir mavnaya bin dim. Tıklım tıklım doluydu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. “ Yalçın’ın bir yazısın
dan dolayı Tan'ı basmışlar” diyordu bi
ri. Başka biri “ Yok, Tan değil Tanin” di yordu. Eminönü’ne vardığımızda ne görsek! Kâğıt bobinleri Babıali Yo- kuşu'ndan bu yana sürüklenerek gel miş. Yürüdüm, Tan gazetesinin önüne geldim. Bir gençlik yığını bağırıp çağırı yor, “ Sertel’ler Moskova’ya” , “ Kahrol
sun Sertel’ler, kahrolsun komünistler”
çığlıkları yeri göğü inletiyor. ABC Kita- bevi paramparça edilmekte, güzelim romanlar yerle bir edilmiş. Az ilerde Marmara Kitabevi vardı. Naci Baysal adlı bir felsefeci açmıştı o kitabevini,
Gölpınarlı’nın “ Divan Edebiyatı
Beya-nındadır” adlı kitabını yeni çıkarmıştı. Hilmi Ziya Ülken’in de bir felsefe kitabı
nı. İki kitap vitrinlerdeydi. Naci telaş içinde çırpınıyordu. “ Gelirlerse vuru
rum” gibi sözler geveliyordu. Biz iki ar
kadaşla vitrinin önünde durduk, kitapla rı gözlerden sakladık, önümüzden gençler bağıra çağıra geçiyor, ellerin de Türk bayrağı dalgalanıyordu. “ Ak
şam” ve “ Vatan” gazetelerine gittikleri
söyleniyordu. Biz korku içinde duruyor duk vitrinin önünde. Hatta önümüzden geçen tanıdık kişilere el sallıyor, sö- zümona Marmara Kitabevl’nin de ABC gibi yağmalanmasını önlemek istiyor duk.
NECİP FAZIL
O unutulmaz 4 Aralık 1945 günü Tan’a, ABC'ye saldıranlardan bazıları nı daha sonraki yıllarda önemli görev lerde gördüğümde, hem de “ sol” a ya kın partilerde üst yerlerde gördüğümde az şaşırmamıştım. 1945’in dar kafalı genç öğrencileri bir süre sonra değiş mişlerdi, ya da değişmiş gibi görüne rek bir yerlere ulaşmayı becermişlerdi. Ad vermek gereksiz. Böylelerini daha sonra çok görecektim. Görmekteyim de...
Kitaplar, dergiler, yazı makineleri, dizgi makinelerinin parçaları, kâğıt bo binleri, bir gazede yönetim yerinde ne varsa yerlerdeydi. “ Tan” gazetesi yer le bir edilmişti. ABC Kitabevi de. Neyse bir iki üç arkadaşla Marmara
Kitabevi’-ni kurtarmıştık. Şimdi binlerce genç başka gazetelere doğru gidiyordu. Neyse o gazetelere bir şey olmadı. Gençliğin coşkusu bağıra çağıra sona erdi. Bir soru vardı: Kimdi bu kalkışma nın sorumlusu? “ Tanin” de “ Kalkın ey
ehl-i vatan” başlıklı bir yazı yazan Hü seyin Cahit Bey mi? Yoksa İstanbul
CHP örgütünün başındakiler mi?
NECİP FAZIL'DAN KOPUŞ
Ben “ Büyük Doğu” yönetim yerine koştum. Belki Necip Fazıl bir şeyler öğ renmişti. Akşam gazetesinin sokağın daki eski bir handaydı Büyük Doğu. İçe risi tıklım tıklımdı. Bir gürültüdür gidi yordu. Üstad başına üşüşen gençlere bir şeyler anlatıyordu. Gençler birtakım “ belge” ler getirmişlerdi. Masada onla rı yan yana dizmekteydi. İlk çıkacak sa yının kapağını hazırlıyormuşl “ işte Bel
geleri” Baktım, yabancı basından da
alıntılar var. Biri de “ Carrâfour” adlı bir Fransız dergisinden. Gençler, bu ko münist belgeleri Tan Basımevi’nde bul muşlar!
“ Üstad, bu dergi sağcıdır. Hiç değil se onu çıkarın.”
Üstad hiç bozuntu vermeden,
“ Onu tezyini amaçla kullanıyorum”
demez mi?
Artık söyleyecek bir şey yoktu. Üs tad, Tan Basımevi’ni yıkanların kendi “ adam” ları olduğu inanandaydı. Bü yük bir iş başarmış kişilerin ruh halin deydi. Bana dönüp,
“ Bir bild iri hazırladım. Bütün Büyük Doğucular imzalayacak” dedi.
Bir köşeye çekilip bildiriyi okudum. Baştan başa yanlıştı. Benim kabul et meyeceğim birtakım gerici düşünceler le dopdoluydu.
“ Ben bunu imzalamam” dedim. “ Bu, korkunç bir vandallzm. Siz de bu nu savunuyorsunuz. Ben bir daha der giye yazı yazmam.”
Üstad öfkelenmişti,
“ Büyük Doğu bataklıkta giden bir gemi. P ırıl p ırıl, apaydınlık. Bu gemiye binen kurtulur, binmeyen batar. Sen bi lirsin” dedi.
BURHAN BELGE DE
O sırada gelen Burhan Belge -ki dergide dış poitika yazıları yazmaktay dı- de o bildiriyi okudu, o da imzalama dı. Bildiride o günün ünlü birçok yazarı nın, profesörünün imzaları vardı. Bur
han Bey de, ben de, dosyadaki yazıları
mızı istedik. Çıkarıp verdi. Burhan Bel
ge ile birlikte binadan çıktık. Atatürk
devrimlerini savunacak haftalık bir der gi çıkartma planları kurmaya başladık.
Burhan Bey birkaç gün sonra Moda’-
daki evinde buluşmamızı önerdi. Bir kış günü Salah Birsel’le birlikte
Burhan Bey’e gittiğimizi anımsıyorum. Burhan Bey, Atatürk devrini savunan
genç yazarları toplamak istiyordu. Uzun uzun konuştuk. Projeler yaptık. Bu arada küçük sarışın bir çocuk odaya girip çıkıyordu. Adı Murat’mış. Bugün lerin ünlü Murat Belge’sini o 1945 günü tanımış oldum. Sonunda bir şey çıkma dı. Burhan Bey, yeni kurulan Demokrat Parti’ye girdi. Mektup biçiminde yazıla rını yayınlamaya, demokrasi savaşımı nı “ mektup’Marla sürdürmeye başladı.
SOSYALİST PARTİLER
1946’ya gelmiştik. Çoğulcu denilen yönetimin başlangıcına. Birbiri ardına partiler kuruluyordu. Gazetelerin çoğu
yeni partiden yana yer alıyorlardı. CHP’yi savunan bir de “ Memleket” ga zetesi çıkmıştı. “ Ulus” , “ Akşam” , “ Ta-
nln” de CHP’den yanaydı. Oysa Vatan,
Cumhuriyet, Son Posta gibi gazeteler Demokrat Parti’yi desteklemekteydiler. Bu arada iki de sosyalist parti kuruldu. Birinin başında cezaevleri eski genel müdürü Esat Adil Müstecaplıoğlu vardı.
“ Gerçek” adlı bir dergide sosyalist gö
rüşteki yazarlar bir araya gelmişti. Be nim de bu dergide birkaç yazım çıktı. Biz, yirmi yaşlarındaki gençlerin umu du bu partideydi. Ne var ki bir sosyalist parti daha kurulmuştu. Şefik Hüsnü
Deymer’in liderliğindeki Türkiye Sos
yalist İşçi ve Köylü Partisi. Gizli TKP’nin gün yüzüne çıkmasıydı bu. Pek çok ünlü yazar, sanatçı da bu partide yer alıyor du. Iki sosyalist parti, anlaşmak şöyle dursun, birbirinin can düşmanı gibiydi. Çok geçmedi, iki parti de kapatıldı, yö neticileri de tutuklandı. Ben o günlerde ağır bir tifo geçirdim. Üç ay yattım. Bu parti serüvenine katılma olanağı bula madım.
DP'YE BAKIŞ
DP’nin programını okumuştum. Kültürle, sanatla ilgili hemen hemen hiçbir şey yoktu. Gericiliğe ödün ver meye hazır bir politikacılar topluluğu gibi göründü bana. 0 1946 Haziran’ında yapılan genel seçimde hastalığım ne deniyle oy vermedim. Ama her şeye karşın CHP’den yanaydım. Hiç değilse pek çok ödün vermekle birlikte yine de CHP idi Atatürk devriminin sürdürücü- sü. Çok partili düzen, bir oyun gibi geli yordu bana. Bunun en önemli kanıtı si yasal yelpazede solun yasaklanmış ol masıydı. Tek kanatlı kuş nasıl bir türlü uçamazsa Türkiye'de başlayan yeni dönem, (ki çok partili dönem adı verili yordu) bir kısır döngüden öteye gitme yecekti. CHP kökenli politikacıların oluşturduğu DP’nin gerçek anlamda halkçı, devrimci bir yol izleyeceğine inanmıyordum. İki sosyalist partinin birkaç aylık birçalışmadan sonra kapa tılmaları, yöneticilerin hapislere atıl maları bendeki bütün umutları söndür müştü.
BU İYİSİ EDEBİYAT
Geldik 1947’ye. Bu arada ilk kitabım
“ Önce Ekmekler Bozuldu” çıktı. Olum
lu eleştiriler aldı. Kendimi öyküye, ro mana vermiştim, Ankara'da çıkan “ Sa
nat ve Edebiyat” dergisinde yazıyor
dum. Gazeteciliği kendime çok uzak buluyordum. Hele gazete yazarlığını da küçümsüyordum. Bunun bir nedeni de, 40’lı yıllardaki köşe yazarlarının, yani eski deyimle fıkracıların şiire, öyküye, daha doğrusu genç edebiyatçılara kar şı olumsuz tutumlarıydı. Va-Nu gibi, Ce
mal Refik gibi, daha birçok fıkracı Or han Veli’lerle, Asaf H alefle eğlenen ya
zılar yazıyorlardı. Babıali basınının ün lü kişilerinde çağdaş sanata, edebiyata karşı bir hoşgörüsüzlük, bir anlayışsız lık vardı. İçlerinde yalnız Şevket Rado idi Akşam gazetesindeki sütununda gençleri savunan. Akşam gazetesinde
Sadettin Gökçepınar’ın soruşturması
na hemen bütün eski kuşak yazarları
“ Gençlerde iş yok” yargısını vermek
ten çekinmemişlerdi. Böylesine kör bir BabIali’de benim gibi sanata gönül ve ren gençlere yer olabilir miydi?
m . K a r ş ı m a ö f k e li
s ö y l ü y o r d u . B a ş b a k a n ’ m ı ş . . .
1957 b ir d ö n ü m y ılı oldu. B a sın d a m u h a le
f e t g ü çlen m işti. D P ik tid a rın ın b ir y ıkılışa
do ğ ru g ittiğ i belliydi
'in güzünde “ Vatan” da çalışmaya başladım. O günlerde Ah met Emin ’alman coş kulu bir DP yandaşı idi. “ Vatan” zaten 1945'lerden bu yana yeni partinin yarı resmi bir organı durumundaydı. Menderes’ in, Köprülü’nün yazıları “ Vatan” -
da çıkmıştı. Yalman yeni partinin baş yazarı sayılıyordu. Ben DP’nin başarılı olamayacağına inanıyordum, ama ne çare ki geçim derdi vardı. “ Valan” da düzeltme servisinde çalışmaya başla dım. Bir yandan da haftalık kitap eleşti rileri yazıyordum.
Yazı İşleri Müdürü Melih Yener’di.
Yardımcısı da Ihsan Ada. Ecvet Güreşin de istihbarat şefi... Önceleri yeni partiyi destekleyen “ Vatan” önemli tiraja ulaşmıştı. Ama 1953'lerde yavaş yavaş satışında düşmeler görüldü. Hele 1954’te Yalman, Menderes iktidarını hafif hafif eleştirince DP'ii okur tepki gösterdi. Ben de iki yıl düzeltmen ola rak çalıştıktan sonra dış haberler sek reteri olarak yeni bir göreve geçtim. O zamanlar gazetelerde sabaha kadar çalışılırdı. Melih Yener yeni bir iş kurup gazeteden ayrılınca Ihsan Ada yazı mü dürü oldu. “ Vatan” gazetesinin eski ah şap binasının arkasında yeni yapılan basımevinin orta katı, gece çalışan eki be ayrılmıştı. Üst kat ise mürettiphaney di. Her aksam saat sekize doğru göreve gelirdik. Ihsan Ada, Selaml Akpınar,
Nezih Yener ve telefonda Ankara ha
berlerini alan Kadri Bey. Sekizde baş lardık çalışmaya, gece yarısından son ra saat üçte işi bitirirdik. Rotatif de dört te dönmeye başlardı. Yaşantımda il ginç bir dönemdir bu.
GECE TRAMVAYLARI
Sirkeci’den iki tramvay kalkardı. Bi ri Şişli'ye doğru, biri Edirnekapı'ya... Saat üçe beş kala “ Vatan” , “ Cumhuri
yet” , “ Son Posta” çalışanları Divan-
yolu’ndaki -sanırım bugün de orda du ruyor- yorgancının bol aydınlık kaldırı mında buluşurduk, öyküler anlatılır, şa kalar yapılırdı. Kimi zaman tramvay ka çardı. Ben 1951-54 arası Arnavutköy'de oturuyordum. Sonra Kadıköy’de, daha sonra da Levent’te. Sabaha karşı hiçbir araç yoktu beni o yönlere götürecek. Çaresiz ya sabahı masa başında uyuk layarak, radyodan Batı istasyanların- daki şarkıları dinleyerek geçirirdim, ya da tabana kuvvet dizgici arkadaşlarla birlikte Fatih'e kadar yürürdüm.
HABBfİ ATLAMA
Gazetecilik yaşamımda önemli bir olay da DP döneminde ilk devalüasyon kararını atlayışımdır. Benim işim AP ve AA ajanslarının bültenlerini inceleyip- ilgi çekici haberleri kesip yazı müdürü ne vermek idi. İç haberlere başka bir arkadaş bakıyordu. O gece ilgili kişi gelmedi, böylece İç haber bültenlerine bakmak bana düştü. Üç satırlık bir ha berdi, Bakanlar Kurulu'nda Türk para sının değerini düşürme kararı alınmış! Kesip bir kenara koydum. Kendi işleri me daldım. Kısacası o önemli, hem de çok önemli bir haberi bir yanda unut
muşum. Sabaha karşı evimize gittik. Er tesi gün saat on birde uyandım. Öğleden sonra Cağaloğlu’na doğru yola çıktım. Bakıyorum, bütün gazetelerde sekiz sütu na büyük bir haber var, Türk parasının değeri düşürülmüş. Haber bütün gazete lerde var, bizde yok. Hemen anımsadım. O küçük haberi kesmiştim. Sonra da unut muştum. Kıyamet kopacaktı şimdi. Ne yapsam? Kaçmak mı? Ortada görünme mek mi? Çaresiz suçu kabul etmek en iyi siydi.
Daha kapıdan adım atar atmaz beni
C
müdürünün beklediğini söylediler. rx Bey'in odasına gittim. Çok üzgün dü. Durumu anlattım. “ Çok kötü oldu”dedi. Ahmet Emin Yalman da bağırıp
çağırmış -ki her zaman sessiz sakin ko nuşurdu- bana bir ceza verdiler. Aylığı mın bilmem ne kadarı kesildi. Gazetecilik yaşamımda ilk ve son ceza!..
1955'e gelmiştik. Gündüzleri sanatçı dostlarla buluşuyorduk. Dağlarca, Birsel,
özdem ir Asaf vb. Saat sekizde gazetede
oluyordum. İlle de radyo gazetesini dinle mek gerek! Gece yarısında işim bitince boş bir yere çekilip roman yazıyordum.
“ Suçumuz İnsan Olmak” Vatan gazetesi
nin o kocaman salonunda yazılmıştır. BBC’yi dinleyerek, ilk sabah tramvayına yetişmek için gözüm saatte olarak...
8 EYLÜL GECESİ
Bir geceydi. İstanbul’da büyük bir kar gaşanın başlatıldığını öğrendik. Biri gidi yor, başka biri geliyordu. Günlerden 6 Ey lül akşamı. Selanik'teki Atatürk evine bomba koymuş Yunanlılar. “ Ekspres” gazetesi manşet çekmiş. İstanbul'un dört bir yanından insanlar ellerinde bayraklar Atatürk büstleri, sopalar, kılıçlar yollara dökülmüşler. Mağazaları basıyorlar, her şeyi yağmalıyorlar, kiliseler, evler yerle bir... BiraraCağaloğlu Meydanı'na kadar çıktım. Bir sigara almak üzereyken tütün cünün önüne bir jip geldi. Ardında kosko ca bir buzdolabını sürüklüyordu. Ne var ki dolap tanınmaz biçime girmiş,
yamru-1 9 5 0 - yamru-1 9 6 0 d ö n e m i n d e k i s a v a ş ı m l a r ı n 2 7 M a y ıs e y l e m i y l e s o n a e r d i ğ i n i s a n d ı k . A m a y a n ı l d ı k . H e r ş e y y e n i d e n b a ş la d ı . A r a y ı ş l a r , u m u t l a r , b e k l e n t i l e r
yumru bir yığın olmuştu. Jipten inen de likanlı gitti buzdolabına bir tekme attı, “ Gi
dinin gavurun dölü” diye! Oradakiler sı
rayla buzdolabına yaklaşıp tekmeler sa vurdular. Buzdolabına tekme atmayan bir bendim. Bakıyorlardı, “ Ne diye gidip do
laba bir tekme atmıyor” diye! Ne yap
malıydım? Gülünç bir şeydi şu hurda- laşmış dolabı düşman bilerek dövmeye kalkışmak!.. Bir anda toz oldum oracı ktan. Gazeteye geldim. Kapının önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Vatan ga zetesinin sağlam demir kapısı vardı. El lerde bayraklar, kılıçlar, büstler. Bağırı yorlar: “ Neden karanlık burası? Neden bi
zim zaferimizi kutlamıyorsunuz?” Hemen
ön binanın merdivenine çıktım, “ Bu
rası gündüz çalışma yeri. Arka binada her şeyi yazıyoruz. Merak etmeyin” diye
bağırdım. Kalabalıktan sesler: “ Resmimi
zi çekin.” Fotoğrafçı arkadaş yanıma gel
mişti, “ Birkaç fotoğraf çek” diye seslen dim. Fotoğrafçı, “ Abi, içinde film yok” de mez mi? “ Olsun, birkaç flaş patlat.” O ka labalık içinde askerler, denizci erler de vardı. Flaşlar patlayınca içleri rahat etmiş olmalı ki çekip gittiler.
Gece yarısından sonra sıkıyönetim ilan edildi. Sokağa çıkma yasağı kondu. Hemen vilayete adam gönderip izin kâğıtları aldırdık. Sabaha karşı ilk aydın lıkta Beyazıt’a doğru yürümeye başladık. Şehir tanınmaz haldeydi. Hele Beyazıt’ taki kocaman mağazanın hepsi yurt dışından getirilmiş buzdolapları, çamaşır makineleri binbir parçaya bölünmüştü. Sonradan öğrendim, Beyoğlu tam bir yağmaya uğramış. Kuyumcular, ku maşçılar delik-deşik edilmiş. Ankara'ya gitmekte olan Cumhurbaşkanı, Başbakan da geriye dönmüşler.
Bir türlü anlaşılamadı kimin etkisiyle bu karmaşanın yaratıldığı... Zamanla za rara uğrayanlara büyük tazminat ödendi. Üstelik bütün dünyada bir kez daha “ bar
bar Türkler” diye anıldık. Gereksiz, an
lamsız bir çılgınlık Türkiye’nin saygınlığı na büyük zarar vermişti. 6-7 Eylül olayları diye tarihe geçen bu korkunç kargaşanın sorumluları da belli olmadı. Yassıada’- daki duruşmalardan da kesin bir sonuç çıkmadı.
KÖŞE YAZARLIĞI
1956’da Vatan’a “ Kısaca” başlığıy la köşe yazıları yazmaya başladım. Birgün ben, birgün Sadun Tanju yazı yorduk. Daha sonra “ Evet-Hayır” başlığıyla sürekli her gün. Tam da ikti dara karşı sert muhalefet başlamıştı. DP ve Menderes hızla saygınlığını yitir mekteydi. İlk köşe yazım “ Tek Sesli" başlığını taşıyordu. Radyoda yalnızca iktidar partisinin propagandasının yanlışlığını belirtiyordum. CHP lideri
İnönü de, “ Radyo Bakanı” , “ Kütük Ba kanı” gibi sözlerle radyodan ve seç
men kütüklerinden sorumlu bakanları suçlamaya başlamıştı. 1957 seçimle rinde iktidarın büyük oranda oy yitire ceğine kesin gözle bakılıyordu. “ Va
tan” ve başyazarı Ahmet Emin Bey
dünkü dostları Bayar, Menderes ve ar kadaşlarına 'şiddetli muhalefete baş lamıştı. Hep birlikte iktiarın seçim yo luyla değiştirilmesinde yarar görüyor duk. Ülkemizde özlenen çoğulcu de mokratik düzenin bir türlü kurulama ması üzüntü veren bir durumdu. Bası na özgürlük, birey haklarını çağdaş bir düzeye yüceltme vaatleriyle işbaşına gelen DP liderileri gün geçtikçe, hele halkın gözünde saygınlıklarını yitirdik çe daha katı, daha baskıcı olmaya baş lamışlardı. 1950’de, 54’te üstün başarı kazanan iktidar 1956'dan sonra gücünü yitirmiş gör^müyojdu.
Bir gece yarısı telefon çaldı. Açtım. Karşıma öfkeli bir adam çıktı. Yazı işle ri müdürünü istiyordu. Yakışıksız söz ler söylüyordu. Ihsan Ada aldı telefonu. Her zaman nazik ve efendi bir kişi olan
Ada, karşısındakinin laf saldırısı karşı
sında yanıt vermekte zorluk çekiyordu. Evet, evet gibi sözlerle yetindi. Kim di ye sorduk. “ Başbakan” mış. Gazetede çıkan bir habere kızmış, düzeltilmesini istiyormuş. Bir başbakanın bu denli öf keyle, nezaket çizgisini aşan bir tonla konuşması şaşırtıcıydı. Belliydi, DP iktidarının bir yıkılışa doğru gittiği.
1957, bir dönüm yılı oldu. Basında muhalefet güçlenmişti, önemli bütün gazeteler iktidarı, başta Menderes’i en aşırı biçimde eleştirmekteydi. Hele ge nel seçimde CHP 178 sandalye kaza nınca iktidar çok zor bir duruma düştü. İstanbul’da seçimi DP binbir güçlükle kazanmıştı. Belki kazanamamıştı. 1946 seçimlerindeki gibi sandık oyunlarına başvurmak zorunda kalmışlardı. Gire sun'da, Gaziantep'te CHP’nin kazandı ğı açıklanmış, ama sonradan bu haber yalanlanmıştı. Bence gerçekte CHP 178’den çok sandalye elde etmişti. Ama o gece yarısı Menderes’in söyle diği şu söz “ Allah bize bir daha böyle
bir gece göstermesin” , DP’nin o seçim
sonuçları karşısındaki durumunu gös termeye yeter.
Kitaplar dolusu yazmak, anlatmak gerekir o 1957-60 dönemini. Hele gaze teci olarak yaşamak... Her zaman sanılmıştır ki, içinde olduğunuz dönem daha önceleri yaşanmadı, daha sonra da yaşanmayacak. Oysa her şey yeni den başlar. Hatta eskisini de aratır! 1950-60 dönemindeki savaşımların 27 Mayıs eylemiyle sona erdiğini sandık. Ama yanıldık. Her şey yeniden başladı. Arayışlar, umutlar, beklentiler...
seçimlerin den bir-iki ay önce CHP Genel Başkanı, Kars ve Er zurum’a gitti. Ben de "Vatan” adına katıldım bu geziye. O günlerin genç gazetecileri vardı. Vedil Evsal, Fikret Otyam, İbra
him örs, Sabahat Toktamış, Ayhan Hû- nalp vb.
O güne dek muhabir olarak hiçbir çalışma yapmamıştım. Hep gazetenin mutfağında çalışmıştım. Bir de yazar lık... İki gün süren polis muhabirliğim dışında!.. 1944'te Ecvet Güreşin, “ Yeni Sabah” ın polis muhabirliğinden ayrılıp
“ Tanfn” e geçmişti. Ecvet Güresln’i
yüksekokul çıkışlı olduğu İçin “ Servetl-
tünun” un sorumlu müdürlüğüne getir
miştik. Tanışıklığımız o günlerde baş lar. Ecvet, çalışkan bir kişiydi, öğret mendi, Üsküdar Halkevi'nde kol başka- nıydı, gazeteciydi. "Yeni Sabah” tan ay da 50 lira alırmış, “ Tanin” on beş lira fazla verince oraya geçmiş. “ Yeni Sa- bah” ın sahibi Cemalettin Saraçoğlu
“ Yerine birini bul” demiş.
Ecvet, bula bula beni buldu! Böyle
öykü falan yazmakla yetinmenin olası olmadığını, ille de bir gazetede çalış mam gerektiğini söyledi. Daha önce de Türkiye Yayınevi nin sahibi Tahsin De-
mlray ve Rakım Çalapala da yalnızca
edebiyatla yaşamımı kazanamayacağı mı söylemişti. Ecvet, kendi yerine beni öğütledi. Beni de kandırmayı başardı. Bana 40 lira vereceklerdi. Polis muha birliği öyle sanıldığı gibi zor bir iş değil di. Çaresiz kabul ettim. Gazeteye gittik, görüştük. İşin püf noktalarını öğren mem için usta bir gazetecinin eşliğinde birkaç gün çalışıp, işin girdisini-çıktısını öğrenecektim.
O günlerin ünlü muhabirlerinden bi ri Mahmut Erhan’dı. İlk gün beni aldı, Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Birta kım polis şefleriyle tanıştırdı. Emniyet teki basın odasındaki muhabirlere ta nıttı. Arada bir içeriye Emniyet’ten ko miserler, görevliler giriyordu. Benim tadına varamadığım şakalar, takılma lar, açık-saçık konuşmalar... Yaşamım da daha karakola adım atmamıştım. Karakola düşmek Şehzadebaşı'nda ye tişmiş bir çocuk için bağışlanmaz bir kusurdu. Nasıl olacak da bu işi başara bilecektim? Mahmut Bey'le iki gün bir takım yerlere gittik, bir takım kişilerle tanıştık. Üçüncü gün ben gazeteye git medim. Hoşuma gitmemişti bu iş. Bana göre değildi. Ecvet durumu öğrenince çok kızdı. “ Senden gazeteci olmaz” de di. “ Yazarlıkla da bu ülkede kamın do-
maz" diye de ekledi. İNÖNÜ İLE GEZİDE
İşte 1944’ten bu yana İlk kez “ muha
bir” olarak bir geziye çıkıyordum. Ney
se ki sevgili Ayhan Hünalp yanımdaydı. Erzurum Ekspresi’ne bindik. Bizimle birlikte eski milletvekillerinden Mebru-
re Aksoley de Erzurum’a gidiyordu. Bir
gün bir gece yolculuktan sonra Erzu rum'a vardık. Bizi karşılayan tek kişi,
“ Vatan” ın muhabiri, yeni kurulmuş
olan Hürriyet» Partisi’nin Erzurum İl Başkanı Turhan Bilgin oldu (sonradan AP’ye geçen, bir ara da Devlet Bakanı olan). CHP’den kimse yoktu. Kars’a bizi götürecek bir araba buldu. Akaşam ka
ranlığında yola çıktık. Yollar iyi değil, garip sesler duyuluyor, silah patlamaları geliyor, kö pekler uluyor. Sarıka mış’ta bir aşçı dükkânı bulduk. Ben yalnızca yoğurt, peynir, ekmek yedim. Ayhan’la Mebru-
re Hanım ise köfte. Yine
yola koyulduk. Aradan yarım saat geçti-geç- medi. İki arkadaşın bağırsaklarında bir bo zukluk, bir bozukluk. Keçi etiydi yedikleri! Dura-kalka gece yarısı ndan sonra Kars’a vardık. Otellerde yer yok. Karslı gazeteci -daha sonra Kars Millet vekili- Cengiz Ekinci, bizi evinde ağırladı. Bir sedire uzanıp sabahı et tik.
Sabah İnönü’nün kaldığı eve gittik. Kars güzel bir kentti, düzenli, uyumlu. Yetmiş yıl Rus- lar’da kalmış. Yolları yapmışlar. Şehircilik anlayışına uygun biçim de... İnönü önce gazete cilerin tıraşlı olup ol madıklarına baktı. Bir şeyler söyledi. Sonra birlikte il kongresinin yapılacağı sinemaya gittik. Valilik büyük ön lemler almıştı. Ama halkın coşkusu bütün bu engelleri yıktı. Sinema korkunç kalabalık ve sıcaktı. Ne de olsa ay lardan Haziran...
ERZURUM'DA RASIN TOPLANTISI
öğleden sonra ar kadaşlarla kenti gezdik.
Kaleye çıktık. Gece yeniden hep birlikte Erzurum’a döndük. Erzurum Kongresi de büyük ilgi gördü. İsmet Paşa bir evde basın toplantısı yaptı. O günlerde tartışı lan konu partilerarası güçbirliği idi.
Hürri-ğunu, ama erkek politikacıların itiş-kakışı içinde kadınların önlere çıkamadığını söyledi. Peki, belli bir kontenjan ayrıla maz mıydı? Bunun da çok güç olduğunu belirtti. Sorum, öteki arkadaşların güncel
İ s m e t P a ş a " y a n ı m d a n a y r ı l m a " d i y o r d u . A m a A n k a r a 'd a h a v a a l a n ı n a a d ı m a t a r a t m a z , ç o ş k u lu p a r t i l l l e r . d l r - s e k l e r i y l e i t e l e y e r e k b e n i P a ş a n ı n y a n ı n d a n u z a k l a ş t ı r d ı l a r .
ismet inönü/’demokrasi
bir araç,bir makine.Kul-
lanmayı öğrenmek gere-
kiyor.Bir yanını bozuyo
ruz^ üzeltivor uz, va kit
geçiyor. Öğreneceğiz"-
diyordu.
yetçiler, Milletçiler ve CHP arasında se çimlerde cephe kurulmak isteniyordu. Ama bu iş çıkmaza girmekteydi. Tek liste halinde seçimlere katılmayı iktidar önle mişti. İster istemez CHP yalnız kalmıştı. Sorular soruldu CHP Genel Başkanı’na. Ben de, yaklaşan seçimlerde CHP aday ları arasında kadınların belirli bir sayıda yer alıp almayacaklarını sordum. Meclis’- teki kadın sayısı bir-ikiydi. Hele 1954 se çimlerinde CHP'nin 30 milletvekilinin için de bir tek kadın yoktu. Paşa, sorumla il gilendi, kadınların politikaya girmelerinin gerekliliğini bildiğini, bunu hep savundu
konularla ilgili sorularına benzemiyordu.
İNÖNÜ İLE SÖYLEŞEREK..
Erzurum’dan uçakla dönecektik. İlk kez uçağa biniyordum. Ufak bir uçaktı. Bol gürültülü. Kulaklar sağırlaşıyordu. Ar kamda Paşa ve Genel Sekreter Yar dımcısı Turgut Göle vardı. Bir ara İnönü eğilerek adımı sordu. Söyleyince, ya- nındakine, “ Sen Akbal’ın yerine geç. Ben
biraz onunla görüşeyim" dedi.
Geçtim, yanına oturdum. “ Ben seni
yerde ararken gökte buldum” dedi.
Daldık derin bir söyleşiye. Bir ara, "Pa
şam, bu adamları yakından tanıyordu nuz, onlarla demokrasinin kurulama yacağını en çok siz bilm eliydiniz. Böy- lelerfne memleket bırakılır mı?” de
dim. Elimi tuttu, yavaş yavaş şunları söyledi:
"Bu demokrasi bir araç, bir maki ne. Kullanmayı öğrenmek gerekiyor. Bir yanını bozuyoruz, düzeltiyoruz, va kit geçiyor. Zamanla öğreneceğiz, za manla demokrasiyi benimseyeceğiz.”
Büyükbabamdan söz etti. “ O benim
mebusumdu” dedi, öyleydi gerçekten,
büyükbabam Hazım Bey ikinci dönem de milletvekilliği görevinde bulunmuş, sonra bir daha seçilmemişti. Taaa 1939’a kadar... 1946’ya kadar Niğde’yi temsil etti TBMM'nde. İnönü, mütareke yıllarında Hazım Bey’in hapse atılması, idama mahkûm edilmesi olayını da an lattı. Kuva-yı Milliye'nin muharrik ve müşevviklerinden biri sayılarak Nem- ruk Mustafa Divanı Harbi’nce idama mahkûm edilmişti Ebubekir Hazım Bey. Tıpkı Mustafa Kemal, İsmet İnönü gibi...
Uçak boyuna sallanıyordu. Kor kunç bir gürültü yapıyordu motorlar. Hava almak da güçtü. Sonunda Anka ra’ya indik. Paşa, “ Yanımdan ayrılm a” diyordu. Ama alana adım atar atmaz coşkulu partililer dirsekleriyle iteleye rek beni Paşa’nın yanından uzak laştırdılar. Ogün tanıdım parti “ esnafı” - nı! Hepsi Paşa’nın gözlerinin uzandığı yerde olmak için didiniyorlardı. İstan bul'a aktarma yapacaktık, salonda bek leşmeye başladık. Ben uzakça bir yer deydim. Paşa’nın çevresini başta
Kasım Gülek, Haşan Tez olmak üzere
AnkaralI partililer sarmıştı. Bir ara ses lendi: “ Akbal, nerdesln?” “ Burdayım” diye yanıtladım, yanına gittim. Elinde bir tomar gazete vardı. “ Sen bunları al,
yolda bakarız. Bunlar bizim silah larım ız” dedi.
PAŞA'NIN ÇANTASI
Uçakta gazetelere tek tek göz gez dirdi. İstanbul’a vardığımızda yine aynı partici kalabalığı. Yine beni kolumdan tutan İnönü. Ama yine beni iteleyip ka kalayıp yanından uzaklaştıran gözleri dönmüş partililer. Bir ara, “ Sen benim
çantamı a lır mısın?” diye kartı elime tu
tuşturdu. Gittim, çantasını aldım. Ama Paşa’nın otomobiline yaklaşmak ne mümkün! Dört yanı çevrilmiş! Söylüyo rum, bağırıyorum, “ Paşa’nın çantasını
vereceğim.” Kimse yerinden oynamı
yor. Sonunda onu-bunu iterek arabaya yaklaştım, çantayı uzattım. Araba sanı rım Şişli İlçe Başkam’nındı. “ Teşekkür
ederiz. Güle güle” dediler. Ama Paşa
nereye gideceğimi sordu. Cağaloğlu’- na deyince, “ Akbal’ı da alalım ” dedi. Arabadaki partililer hiç memnun kal madılar, ama bir şey de diyemediler.
İnönü, şoförün yanında oturuyordu.
Döndü: “ İşte, demedim mi bizi karşıla
dılar” dedi gülümseyerek. Benim,
uçaktaki patavatsızca sorumu yanıtlı yordu. Ben ilk kez uçağa binmiş olma nın heyecanıyla Paşa’ya “ Herhalde
sizi karşılarlar?” demek gafletinde bu
lunmuştum. öylesine dostça, arkadaş ça bir söyleşiye dalmıştık ki, yanımda- kinin kim olduğunu unutmuştum. “ Her
halde karşılayan çıkar” demişti.