• Sonuç bulunamadı

Başlık: BİLGİ VE BİLİM FELSEFESİYazar(lar):GRÜNBERG, TeoCilt: 9 Sayı: 0 Sayfa: 041-072 DOI: 10.1501/Felsbol_0000000087 Yayın Tarihi: 1971 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: BİLGİ VE BİLİM FELSEFESİYazar(lar):GRÜNBERG, TeoCilt: 9 Sayı: 0 Sayfa: 041-072 DOI: 10.1501/Felsbol_0000000087 Yayın Tarihi: 1971 PDF"

Copied!
31
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Doç. Dr. Teo GRÜNBERG

1. Bilgi Kavramı

"Bilim" sözcüğü dar mânada yalnız tabiat bilimleri (fizik, bioloji, psiko­

loji, sosyoloji) anlamına gelmekle birlikte, biz bu sözcüğü geniş manasında

salt matematik ve formel mantığı da içine alacak şekilde kullanacağız. Buna

göre bütün bilimleri bir yandan "deduktif bilimler" (formel mantık ve salt

matematik), öbür yandan da "empirik bilimler'' (tabiat bilimleri) olmak üzere,

iki geniş öbeğe ayırıyoruz.

Her "bilim" bir bilgi sistemidir. 'Biliyor' sözcüğünü ise şöyle

tanımlıya-biliriz:

(1) Tanım: K kullananı Ö önermesinin doğru-olduğunu-biliyor =

D k

(K, 0 nün doğru-olduğunu-kabul-ediyor)

(Ö, K için belgelenmiştir) (0 doğrudur)

"Ö K için belgelenmiştir" deyimini "K kullananının Ö önermesinin doğ­

ruluğunu kabul etmek için yasaya uygun ve yeterli belgeleri vardır" (has

adequate evidence for the truth of) deyiminin kısaltması olarak kullanıyoruz.

"Doğru olduğunu biliyor" deyiminde geçen "doğru" ile "biliyor" sözcüklerinin

tek başına hiç bir anlamları olmadığını, "doğru olduğunu biliyor" deyiminin

ancak bir tüm olarak bir anlamı olduğunu kabul ediyoruz. Başka bir deyimle,

"doğru olduğunu biliyor" deyimini bir tek (bileşik) genel terim sayıyoruz.

Bunu belirtmek için de, bu deyimi "doğru-olduğunu-biliyor" biçiminde yaz­

dık. "Doğru-olduğunu-kabul-ediyor" deyimi için de durum aynıdır.

"Belgeleme" terimini 'haklı-gösterme' (justification, substantiation)

veya 'temellendirme' deyimleriyle eş-anlamlı olarak kullanıyoruz. " K a b u l "

terimini de " i n a n m a " anlamında kullanıyoruz. (Ancak " k a b u l " ün " i n a n m a "

dan daha zayıf olduğu da söylenebilir. Her inanma bir kabuldür, ama her ka­

bul bir inanma değildir.)

(2)

(1) tanımı uyarınca bilginin üç faktörü (kabul veya inanma, belgeleme,

doğruluk) olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi "bilgi teorisi" (bilgi fel­

sefesi) nin değil, bilgi psikolojisi ve sosyolojisinin konusuna girer. Buna

kar-şılık, "belgeleme" de "doğruluk"ta bilgi teorisinin (dolayısı ile bilgi teorisinin

bir bölümü saydığımız "bilim felsefesi"nin) temel kavramları arasında yer

alırlar. Bu bakımdan, bu iki kavramı ve özellikle aralarındaki bağlantıyı daha

yakından incelememiz gerekiyor.

"Belgeleme"yi açıklamak için şu üç ayrı türden önermenin belgelenmesini

inceleyeceğiz:

(2) (x) (y) (x bir reel sayıdır). (y bir reel sayıdır) [(x + y )

2

= x2 +

2xy + y2

]

gibi matematiksel önermeler,

(3) Bu mavidir ("bana öyle geliyor ki bu mavidir" anlamında) gibi

em-pirik temel-önermeler (sübjektif emem-pirik önermeler), ve

(4) Bütün madenler ısıtılınca genleşirler

gibi objektif empirik önermeler.

(2) önermesinin doğruluğunu, aşağıdaki işlemleri yapmak sonucunda

biliyoruz:

(x + y)2 = (x + y). (x + y) = x. (x + y) + y. (x + y) = xx +

xy + yx + yy = xx + xy + xy + yy = x2 + 2xy + y2 (xx = x2

tanımı ile ' .' ve ' + ' işaretlerinin dağıtıcılık (distributivity), yer-

değiştiri-cilik (commutativity) ve ortaklaştırıcılık (associativity) özellikleri gereği).

Bu işlemler (2) önermesinin bir " k a n ı t " ı durumundadır. Şu halde, (2)

nin belgelenmesi kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Genel olarak, ma­

tematiksel önermelerin belgelenmesi, bu önermelerin kanıtlanması demektir.

" K a n ı t l a m a " deyimi modern mantıkçılar tarafından aksiyom ve postulat­

lara ("dolaysız olarak kanıtlanabilen" - directly provable - önermeler) da

uygulandığından, bütün matematiksel önermelerin belgelenmesini bu öner­

melerin kanıtlanması şeklinde tanımlıyabiliriz.

(3) önermesinin belgelenmesine gelince: böyle bir önermenin doğruluğunu

bilmem, belli bir yaşantımın (experience) olmasına bir maviliği algılamama

-dayanır. Böyle bir algım varsa, artık başka hiç bir önermenin doğruluğunu

bilmeme dayanmaksızın (3)ün doğruluğunu bilirim. Bu türlü bir belgelemeye

"dolaysız belgeleme'' diyoruz. Genel olarak, bir önermenin dolaysız olarak bel­

gelenmesini, bu önermenin doğruluğunun başka hiç bir önermenin

(3)

doğruluğu-nun bilinmesine başvurmaksızın belgelenmesi şeklinde tanımlıyoruz. (Buna

göre, matematiksel aksiyomların -"dolaysız olarak kanıtlanabilen önermele­

r i n " - dolaysız olarak belgelendiğini söyleyebiliriz.)

Öte yandan, bir önermenin "dolaylı (veya çıkarımsal) olarak belgelenmesi''

ni, bu önermenin doğruluğunun başka önermelerin doğruluğunun bilinmesine

dayanarak belgelenmesi şeklinde tanımlıyoruz. (Buna göre, matematikte,

aksiyom veya postülatların dışında kalan teoremlerin -dolaylı olarak kanıt­

lanmış önermelerin- dolaylı olarak belgelenmiş önermeler olduğunu

söyliye-biliriz.)

İmdi, empirik temel-önermelerin dolaysız olarak belgelenmelerinden

başka, bir de dolaylı olarak belgelenebildiklerini belirtmek gerek. Örnek ola­

rak gene (2) tümcesini (yani "bu mavidir" sözlerini) göz önüne alalım. Böyle

bir tümcenin bir önermeyi dile getirmesi, bu tümceyi kullanan kimsenin bir

yandan kendi (sübjektif) görsel alanının belli bir konumunu, öbür yandan da

kendi (sübjektif) "biografya"sınm belli bir anını kastetmesine bağlıdır. Oysa,

"bu mavidir" sözlerini,

(5) "K kullananının (sübjektif) görsel alanının k konumunda t anında

bir mavilik v a r " tümcesinin bir kısaltması şeklinde yorumluyoruz.

K kullananı (5) ile dile getirilebilen önermeyi t a m söz konusu t anında öne

sürmesi halinde, "bu mavidir" sözlerini kullanabilir. Ama t anından sonra

öne sürerse, "bu maviydi", t anından önce de "bu mavi olacak" sözlerini kullanır.

Ancak her üç tümcenin de (5) tümcesiyle anlamdaş olmalarına dayanarak,

üçünün de aynı bir önermeyi (aynı iddiayı, aynı yargıyı) dile getirdiklerini

kabul ediyoruz.

İmdi, "bu mavidir" tümcesinin gramer yapısı gereği, bu tümceyi kulla­

nanın kastettiği t anıyla, kullanma anının birbiriyle özdeş olması gerekiyor.

Şu halde, bu iki anın farklı olabilmesini sağlamak amacı ile, (5) önermesini

"bu mavidir" sözleri ile değil de,

(6) bu mavi

gibi zaman bakımından tarafsız olan bir tümce ile kısaltmamız gerekiyor. (6)

tümcesinde zaman hiç belirtilmemiştir. (5) tümcesinin ilişkin olduğu an (tüm­

cenin sentaktik yapısı gereği) kullanıldığı anla özdeş olmasına karşılık, (6)

tümcesinin ilişkin olduğu an kullananın keyfine-bağlı olarak belirlenebilir.

Yani, (6) tümcesinin ilişkin olduğu an, kullananın kastettiği andır. (6) tümce­

sinde " b u " sözcüğünü bile kaldırmak mümkündür. Böylece tek sözcüklü bir

tümce olan

(4)

(7) Mavi!

tümcesini elde ederiz. (7) tümcesi (2) ve (6) tümceleri gibi belli bir konum ve

ana ilişkindir. Gerek konum gerek an bu tek-sözcüklü önermeyi kullanan kim­

senin kullanma anında kastettiği konum ve andır. Görüldüğü gibi, empirik

temel-önermelerinin (2) biçimindeki (şimdiki zaman fiil çekimindeki) birer

tümce ile dile getirilmesi sakıncalıdır. Nitekim, biz bu türlü önermeleri zorunlu

olarak şimdiki zamana ilişkin olmıyacak şekilde yorumluyoruz.

İmdi, (6) veya (7) gibi bir tümce ile dile getirilmiş bir empirik

temel-önerme şimdiki anda bir mavilik algılamam sureti ile dolaysız olarak belgele­

nebildiği gibi, bir de daha önceki bilgilerime dayanarak dolaylı (çıkarımsal)

olarak ta belgelenebilir. Örneğin belli bir anda göğe baktığımı ve bütün gök

yüzünün bulutsuz mavi olduğunu gördüğümü, ondan sonra da bir kaç dakika

gözlerimi kapadığımı düşünelim. Böyle bir durumda gözlerimi açtıktan sonra

yeniden bir mavilik göreceğimi (gözlerim kapalı iken) bilirim. Gözlerimi aç­

mak niyetinde olduğum an t olsun. O zaman " m a v i ! " tümcesi ile kastettiğim

an t ise, bu tümcenin doğruluğunu bildiğimi söyleyebilirim. Ancak, böyle bir

bilgi, dolaysız bir belgeleme ile (yani t anında maviliğin kendisini algılamamla)

değil; "biraz önce gök açık ve bulutsuzdu, dolayısı ile t anında da göğün aynı

durumda olması pek olasıdır, şu halde t anında gözümü açtığımda bir mavilik

göreceğim" türünden bir çıkarıma dayanan dolaylı bir belgeleme ile

temel-lendirilmiştir.

Şimdi de (4) gibi bir objektif empirik önermenin belgelenmesini inceleye­

lim. Böyle bir önermeyi dolaysız olarak bir tek gözlemle belgelemek imkân­

sızdır. (4) önermesi ancak dolaylı olarak belgelenebilir. Bu ise iki biçimde ola­

bilir:

a) Önermemiz daha genel olan başka önermelerden (örneğin ısının kine­

tik teorisinden) çıkarılabilir.

b) Önermemiz empirik bir genelleme yolu ile

(8) (a1 madeni ısıtıldı) (a1 genleşti)

(a2 madeni ısıtıldı) (a2 genleşti)

( a

n madeni ısıtıldı) (an genleşti)

(5)

(8) türünden tekil objektif empirik önermelerin belgelenmesi ise (4) gibi

genel objektif empirik önermelerin belgelenmesinden pek farklı değildir. Her

iki türlü objektif empirik önermeler ancak dolaylı olarak belgelenebilirler.*

Şimdi de belgeleme ile doğruluk arasındaki bağlantıyı inceleyelim: Bir

önermenin belgelenmiş olması bu önermenin kabul edilmesi için yeterlidir,

ama önermenin belgelenmiş olması genellikle doğru olmasını gerektirmez. Bilim

adamları belgelenmemiş olan hiç bir önermeyi kabul etmezler; ama kabul et­

tikleri önermeler arasında sonradan yanlış çıkanlar olduğunu biliyoruz. Ob­

jektif (genel ve tekil) empirik önermeler için durum hep böyledir. Bu türlü

önermeler ne denli belgelenirlerse belgelensinler, gene de yanlış olmaları mantık­

ça mümkündür. Dolaylı olarak belgelenmiş (sübjektif) empirik

temel-öner-meler için de durum aynıdır. Yukarda s. 4-5 te geçen örnekteki dolaylı olarak

belgelenmiş " M a v i ! " temel-önermesinin yanlış olması (masmavi bir göğün

bir iki dakikada bulutlarla kaplanması olanağından ötürü) pek ala mümkün­

dür.

Genel olarak, Ö herhangi bir (objektif veya sübjektif) empirik önerme

oldukta:

(Ö dolaylı olarak belgelenmiştir) (Ö yanlıştır) tutarlı,

yani

(Ö dolaylı olarak belgelenmiştir) (Ö doğrudur) geçersizdir.

Buna karşılık, Ö bir empirik temel-önerme oldukta

(9) (Ö dolaysız olarak belgelenmiştir) (Ö doğrudur)

geçerlidir. Örneğin " M a v i ! " gibi bir temel önermenin şimdiki ana ilişkin ol­

duğunu düşünelim. O zaman, " M a v i ! " önermesinin doğru olması, benim bu

anda (bu önerme ile kastettiğim konumda) bir mavilik görmemden başka bir

şey değildir. Oysa, söz konusu " M a v i ! " önermesinin dolaysız olarak belgelen­

mesi aynı şeydir. Genel olarak, herhangi bir empirik temel-önermenin doğru

olması, bu önermenin onu kullanan kimse tarafından - önerme ile kastedilen

anda - dolaysız olarak belgelenmesi demektir. O halde, Ö herhangi bir empirik

temel-önerme oldukta:

(10) (Ö doğrudur) (Ö dolaysız olarak belgelenmiştir)

geçerlidir. (9) ise (10) un bir sonucudur.

(6)

(9) özelliğinden dolayı, dolaysız olarak belgelenebilen empirik

temel-öner-melerin "kesin''' olarak belgelenebildiklerini, objektif (tekil ve genel) önerme­

lerin ise kesin olarak belgelenemediklerini söyleriz. Nitekim, Ö gibi herhangi

bir önermenin "kesin olarak belgelenmesi"ni şöyle tanımlıyoruz:

(11) Tanım; Ö kesin olarak (kesinlikle) belgelenmiştir =

D k

(Ö belgelen­

miştir).

(Ö nün belgelenmiş olması Ö nün doğru olmasını gerektirir).

İmdi, dolaylı olarak belgelenmiş gelecek bir ana ilişkin bir empirik

temel-önermeyi göz önüne alalım. Böyle bir önerme bir "öndeyi" (prediction) du­

rumundadır. Önerme sadece dolaylı olarak belgelenmiş olduğundan, belki doğru

belki de yanlıştır. Ancak (doğruluğunun dolaylı da olsa belgelenmiş olmasından

ötürü) doğru olması yanlış olmasından daha olası (probable) dır. Önermenin

gerçekten doğru mu yanlış mı olduğu ancak ilişkin olduğu anda anlaşılabilir.

Önermenin doğruluğunun tesbitine "doğrulama" (verification), yanlışlığının

tesbitine de "yanlışlama" (falsification) diyoruz. Örneğin t0 gibi bir anda

"Mavi!" önermesinin to dan sonra gelen t gibi bir anı kastetmek üzere dolaylı

olarak belgelendiğini düşünelim. O zaman bu önermenin doğrulanması, öner­

meyi kullananın t anında bir mavilik görmesi, önermenin yanlışlaması ise kul­

lananın bu anda bir mavilik görmemesi demektir. Şu halde, bir empirik

temel-önermenin doğrulanmasının bu temel-önermenin dolaysız olarak belgelenmesinden

başka bir şey olmadığını görüyoruz. Bu türlü önermeler halinde, "doğruluk",

doğrulama" ve "dolaysız belgeleme" kavramları örtüşmektedir.

Objektif (tekil veya genel) empirik önermeler halinde ise durum bambaş­

kadır. Bu önermeler hiçbir şekilde dolaysız olarak belgelenemedikleri gibi,

kesin olarak doğrulanmaları veya yanlışlanmaları da mümkün değildir. Ni­

tekim bir önermenin doğrulanması (yani doğruluğunun tesbiti) bu önermenin

doğruluğunun dolaysız olarak belgelenmesi, yanlışlanması (yani yanlışlığının

tesbiti) ise yanlışlığının dolaysız olarak belgelenmesi anlamına gelecekti.

"Doğrulama" ve "yanlışlama" terimlerini "kesin doğrulama" ve "kesin

yan-lışlama'''' anlamında kullanıyoruz. Yani Ö herhangi bir önerme oldukta:

(12) (Ö doğrulanmıştır) (Ö doğrudur)

(13) (Ö yanlışlanmıştır) (Ö yanlıştır)

olduğunu kabul ediyoruz.

Temel-önermelerin tersine, objektif empirik önermeler ne (kesin olarak)

doğrulanabilirler, ne de (kesin olarak) yanlışlanabilirler.

(7)

Dolaylı olarak belgelenmiş olan bir empirik temel-önermeyi kabul ederiz,

çünkü bu önermenin ilerde doğrulanacağını olası sayarız. Dolaylı olarak bel­

gelenmiş bir objektif empirik önermeyi kabul etmemizin gerekçesi ise (böyle

bir önermenin doğrulanamamasından ötürü) farklı olmak. İmdi, belli bir ob­

jektif empirik önermeyi kabul eden bir kimse belli bir takım beklemelerde

bulunur, belli bir takım öndeyiler yapar. Örneğin "elimdeki nesne tebeşirdir"

önermesinin doğruluğunu kabul etmem halinde, belli bir takım algılarım ola­

cağını beklerim. Bu bekleme veya öndeyileri önünde sonunda bir takım empirik

temel — önermelerle dile getirebiliriz. Bu temel önermeler ise doğrulanabilir veya

yanlışlanabilir. Bunların doğrulanması, söz konusu bekleme ve öndeyilerin

yerine gelmesi, yanlışlanması ise yerine gelememesi demektir. Verilen bir

objektif empirik önermenin yol açtığı bu bekleme ve öndeyileri tüketici olarak

belirtmek hiçbir zaman mümkün değildir. Ancak, böyle bir objektif önermeyi

anlıyan her kullananın bu türlü beklemeleri olması ve bu türlü öndeyilerde

bulunması gereklidir. Nitekim, herhangi bir objektif empirik önermeyi anla­

mamız bu türlü beklemeler ve öndeyilerde bulunabilmemizden başka birşey değil­

dir.

İmdi, K gibi bir kullananın Ö gibi belli bir objektif empirik önermenin

doğruluğunu kabul ettiğini düşünelim. 0 zaman K nın bekleme ve

öndeyilerin-den bir çoğunun ilerde yerine gelmemesi halinde, K nın Ö önermesini kabul

etmekten vazgeçmek zorunda kalacağını söyliyebiliriz. Buna karşılık, bu bek­

leme ve öndeyilerden birçoğunun yerine gelmesi, Ö önermesinin doğruluğunu

"pekiştirir". Yerine gelen bekleme ve öndeyilerin sayısı ne kadar büyükse,

Ö önermesinin "pekiştirme" (confirmation) derecesinin o kadar büyük oldu­

ğunu söyleriz. Ö nün pekiştirme derecesinin artması, K nın Ö nün doğruluğuna

olan güvenini yükseltir. Buna karşılık, pekiştirme derecesinin (K nın bekleme

ve öndeyilerinin gittikçe artan bir oranda yerine gelmemesinden ötürü) azal­

ması, K nın Ö nün doğruluğuna olan güvenini sarsar. Pekiştirme derecesinin

belli bir sınırın altına düşmesi halinde, K kullananı Ö nün doğruluğu yerine

yanlışlığını kabul etmek zorunda kalır. Böyle bir durumda Ö önermesinin

"sarsılmış" (disconfirmed) olduğunu söyleriz.

Görüldüğü gibi, "pekiştirme" kesin olmıyan bir doğrulama, "sarsma" da kesin

olmıyan bir yanlışlama'dan başka birşey değildir. Bir objektif empirik öner­

menin pekiştirilmesi, bu önermenin yol açtığı bekleme ve öndeyilerden (veya

bunları dile getiren empirik temel-önermelerin) bir çoğunun doğrulanması,

aynı önermenin sarsılması ise bu bekleme ve öndeyilerden bir çoğunun yan­

­­şlanması demektir. Pekiştirme bir çeşit dolaylı ve kesin olmıyan bir

(8)

doğru-lama, sarsma ise dolaylı ve kesin olmıyan bir yanlışlamadır. Bir önermenin

doğrulanmış olması bu önermenin doğruluğunu içerdiği halde, bir önermenin

sadece pekiştirilmiş olması bu önermenin doğruluğunu içermez. Aynı şekilde,

bir önermenin çürütülmüş olmasının bu önermenin yanlışlığını içermediğini

söyleyebiliriz.

İmdi, empirik temel önermeler halinde "dolaysız belgeleme'' ile

"doğru-lama"nın örtüşmesine karşılık, objektif empirik önermeler halinde (dolaylı)

"belgeleme'' ile "pekiştirme" arasında önemli bir ayırım olduğunu belirtmek

gerek.

Ö belli bir dile (örneğin belli bir bilim diline) ait bir objektif empirik

önerme olsun. Böyle bir önerme hiç bir yasaya-uygun gerekçeye dayanmadan

bir "varsayım" olarak kabul edilebilir. Böyle bir kabule "zayıf kabul" diyece­

ğiz. Zayıf kabul inanmayı içermez. Bilimsel varsayımlar (zayıf manada) "ka­

b u l " edilmekle birlikte, bunların doğruluğuna genellikle inanılmaz. Böylece

kabul edilen önerme (varsayım) gözlem ve deney yolu ile belli bir pekiştirme

derecesi kazanır. Bu derecenin belli bir seviyeyi aşması halinde önerme "bel­

gelenmiş" sayılarak onun doğruluğuna inanırız. Böyle bir durumda önermenin

güçlü bir manada kabul edildiğini söyleyeceğiz. (Güçlü Kabul). Zayıf kabul

inanmayı içermediği halde, güçlü kabul inanmayı içerir. Zayıf kabul ile güçlü

kabul arasında bir süreksizlik vardır. Zayıf bir şekilde kabul edilen bir öner­

menin de belli bir pekiştirme derecesi olabilir. Fakat böyle bir önerme ancak

bir varsayım olabilir, bir bilgi değil. Pekiştirme derecesi sürekli olarak değişir.

Fakat "varsayım" ile "bilgi" arasındaki ayrım süreksizdir. Örneğin pekiştir­

me derecesi % 75 e eşit veya daha yüksek olan bir önermenin belgelenmiş

sayıldığını düşünelim. O zaman pekiştirme derecesi % 74 .5 olan bir önermenin

(belgelenmemiş) bir varsayım olmasına karşılık, pekiştirme derecesi %

75 e eşit olan bir önermenin belgelenmiş olduğunu, dolayısı ile bir bilgi sayıl­

dığını söyliyebiliriz. Görüldüğü gibi, belgelemenin kaynağı pekiştirmedir. Ama

pekiştirme dereceli bir kavram olduğu halde, belgeleme "hep veya hiç" türünden

bir kavramdır.

Ancak, yukardaki örnekten de anlaşıldığı gibi, bir önermenin belgelenmiş

olması ile belgelenmemiş olması arasındaki fark bazan büsbütün keyfe-bağlı

olabilir. Böyle bir keyfe-bağlılığı gidermek "hep veya h i ç " biçimindeki bir

belgeleme yerine sürekli bir "belgeleme derecesi" ne başvurmakla mümkündür.

Bir önermenin belgeleme-derecesini ise basbayağı bir önermenin pekiştirme

derecesi ile özdeş sayabiliriz. Böylece belgeleme kavramı pekiştirme kavramı

lehine elenmiş (eliminated) olur. Ancak, böyle bir durumda "bilgi" ile

(9)

"bilgi-olmıyan" arasındaki ayırımın dereceli olmasını, "bilgi" yerine "bilgi-derecesi"

kavramını kullanmayı göze almamız gerekecek. "Bilgi-derecesi" ise

(belgeleme-derecesi gibi) pekiştirme (belgeleme-derecesiyle özdeş sayılmalıdır. Böylece, gerek belge­

leme kavramını gerek bilgi kavramını pekiştirme kavramı lehine elemiş oluruz.

Ancak böyle bir elemenin (elimination) salt felsefe alanında kaldığını, bilim

adamlarının bir yandan "varsayım" ile "bilgi" (veya "teori"), öbür yandan da

"pekiştirme" ile "belgeleme" arasında yaptıkları ayırımları hatırdan çıkar­

mamak gerek. Ayrıca pekiştirmenin şu iki yönünü de göz önünde tutmamız

gerekiyor:

1) Belgelenmemiş önermelerin (varsayımların) pekiştirilmesi;

2) Belgelenmiş önermelerin (veya "teorilerin") pekiştirilmesi.

"Pekiştirme" ile "belgeleme"kavramları arasında bir de şöyle bir fark

vardır: Çokkez bilimsel varsayımların belgelenmesinin bunların pekiştirme

derecesinin yükselmesine değil de, sadece bunların oldukça uzun bir süre için­

de deneyle sarsılmamış olmasına dayandığını görüyoruz. H u k u k t a bir sanığın

suçu kesinleşmediği sürece suçsuz sayılması gerekimini andıran bir kurala

tabiat bilimlerinde de rastlıyoruz: Bir varsayım"sarsılmadığı" sürece doğru

sayılabilir. Bilim adamı ele aldığı varsayımları sarsabilecek deneyler yapar.

Eğer varsayımlar bu deneylerle sarsılmıyorsa, "belgelenmiş" sayılırlar. Özellikle

genel teorilerin bir çoğunun durumu böyledir. Bunlar sarsılmadığı sürece

doğru sayılırlar.

2. Analitik Felsefe

"Bilim Felsefesi" felsefenin bir kolu olduğuna göre, ilk Önce genel olarak

"felsefe"nin ne olduğunu aydınlatmak gerek. İmdi, biz "felsefeyi" yi evrensel

konulu öndayanaksız bilgi sağlamak amacını güden ve bütün bilgi sistemleri­

nin ilkel terimlerinin anlamını aydınlatmıya dayanan bir yöntemi olan bir

uğraşı şeklinde tanımlıyoruz.*

Felsefenin yöntemi dolaylı, dolambaçlı bir yolla amacına varmasını sağ­

lar. Bunu kısaca açıklıyalım. Herhangi bir felsefe sorunu belli bir takım

dil-dışı nesnelerden söz eden bir önermeler kümesinden kuruludur.**

Böyle bir önermeler kümesini (küme özel hal olarak bir tek önermeden

de ibaret olabilir) ele almakta güdülen amaç, bu önermelerin sözünü ettiği

* Bk. Grünberg, "Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme", teksir s. 4-20.

** Bk. A.E., s. 27-29.

(10)

dil-dışı nesneler hakkında güvenilir, yani öndayanaksız bilgi sağlamaktır.

(Felsefe tarafından aydınlatılmamış bir önermeler kümesinin hiçbir şekilde

böyle bir bilgiyi sağlıyamıyacağını savunuyoruz). Böyle bir amaç açısından,

felsefe sorunlarının asıl konularının, bu sorunların kurulu oldukları önerme­

lerden değil de, bu önermelerin sözünü ettiği dil-dışı nesnelerden ibaret olduğunu

söyleyebiliriz. Ne var ki, felsefenin "yöntem''i böyle bir konunun doğrudan

doğruya incelenmesini önler. Nitekim bu yöntem verilen herhangi bir felsefe

sorununun kurulu olduğu önermelerde geçen ilkel terimlerin anlamının ay­

dınlatılmasına dayanır. Buna göre, bir felsefe sorununda ilk olarak ele alınacak

konu, böyle bir sorunun kurulu olduğu önermelerin söz ettiği dil-dışı nesneler

değil, bu "önermeler"in, kendileridir. Bu önermelere söz konusu yöntemi (yani

ilkel terimlerin aydınlatılması işlemini) uygulama sonucunda onları "önda­

yanaksız olarak belgelenebilir" analitik veya empirik önermelere dönüştürmüş

oluruz. Bu son önermelerin doğruluk-değeri ise "öndayanaksız" bir şekilde

belgelenebilir: Analitik önermelerin doğruluk veya yanlışlığı salt

mantıksal-matematiksel yollarla, empirik önermelerin doğruluk veya yanlışlığı da empirik

yollarla belgelenir. İşte böylece (öndayanaksız olarak belgelenemiyen) verilen

bir takım önermelerden kurulu herhangi bir felsefe sorununa söz konusu yön­

temi uygulamakla, önünde sonunda bu önermelerin sözünü ettiği dil-dışı

nesneler hakkında öndayanaksız bilgi sağlanır. Ancak böyle bir bilginin tek

başına felsefe tarafından değil, felsefe ile (matematiksel veya empirik) bilimin

iş birliği sonucunda elde edilebildiğini görüyoruz.

Böylece felsefenin tek başına (dil-dışı) evren hakkında bilimin

sağlıya-mıyacağı bazı bilgileri ortaya koyabildiğini ileri süren dogmacı görüşün tersine,

felsefenin dil-dışı nesneler hakkında (tek başına) ortaya hiçbir bilgi koyama­

dığını kabul ediyoruz. (Wittgenstein'ı izleyerek ,felsefenin bir takım önerme­

lerden - yani dil-dışı nesneler hakkındaki iddialardan - kurulu olmadığını,

ancak bu türlü önermelerin anlamını aydınlatmak görevini üstüne aldığını

savunuyoruz.) Buna karşılık, felsefenin dil-dışı nesneler hakkında hiçbir bil­

giyi sağlıyamıyacağını öne süren "dilci filozoflar''a karşı, dilin mantıksal ana­

lizinin, (başka bir deyimle, ilkel terimlerin anlamının aydınlatılmasının) bilim

adamlarının güvenilir (öndayanaksız) bilgiler elde etmelerine yardım ettiğini

savunuyoruz.

Gördüğümüz gibi, her felsefe sorununda iki türlü konuyu ayırdedebiliriz:

1. Dolaysız veya görünüşteki konu: Bu konu, sorunu meydana getiren

"önermeler" (veya "tümceler") den ibarettir. Buna sorunun "dilsel konusu"

diyebiliriz.

(11)

2 . Dolaylı veya asıl konu: Bu konu, dolaysız konuyu meydana getiren

önermelerin sözünü ettiği "dil-dışı nesneler" den ibarettir. Buna sorunun

"dil-dışı konusu" da diyebiliriz. Bir felsefe sorununu çözmekte güdülen (asıl)

amaç, sorunun dolaysız (dilsel) konusu hakkında değil de, dolaylı (dil-dışı)

konusu hakkında (güvenilir, öndayanaksız) bilgiler sağlamaktır. Şu halde,

herhangi bir felsefe sorununun asıl konusunun dolaysız konusundan değil,

dolaylı konusundan ibaret olduğunu söyliyebiliriz.

İmdi, felsefenin tek başına dil-dışı nesneler hakkında hiç bir bilgi

sağlıya-madığını, ancak bilimin bu nesneler hakkında (öndayanaksız) bilgi sağlama­

sına yardım ettiğini görmüştük. Şu halde herhangi bir felsefe sorununun çö­

zülebilmesi, önünde sonunda bu sorunun asıl konusu olan dolaylı konusu hak­

kında bilim tarafından (hiç olmazsa ilkece) bilgi sağlanabilmesine bağlıdır.

Buna göre, her "çözülebilir" felsefe sorununun asıl konusunun aynı zamanda

"bilimin" de konusu olması gerekiyor. Yalnızca felsefeye özgü olan bir konu yok­

tur.

Şimdi de verilen herhangi bir felsefe sorununa sözü geçen yöntemin (yani

sorunun kurulu olduğu önermelerin ilkel terimlerinin aydınlatılması işleminin)

nasıl uygulandığını kısaca açıklıyalım: Felsefe sorunları genel olarak tartışma

konusu olan önermelerden kuruludur. (Felsefe sorunlarının "tartışma konusu"

olan önerme sınırlandırılması, felsefenin "evrenselliğini" hiç te azaltmaz.

Nitekim her önerme, ne kadar apaçık olursa olsun, felsefeciler arasında bir

tartışma konusu olabilir. H a t t a bunun böyle olması gerektiğini savunuyoruz.)

Buna göre; K1 ve K2 gibi iki kullananın Ö gibi bir önerme veya önerme kü­

mesi konusunda anlaşamadıklarını, K

1

kullananının Ö nün doğruluğunu, K

2

kullananının ise Ö nün yanlışlığını kabul ettiğini düşünelim. Ö analitik veya

empirik bir önerme olsaydı, K

1 ile K2 kullananlarından hangisinin haklı,

hangisinin haksız olduğunu salt bilimsel (matematiksel veya empirik) yollarla

tesbit etmek (hiç olmazsa ilkönce) mümkün olacaktı. Böyle bir durumda ise

Ö nün bir felsefe sorununu değil, bir bilim sorununu dile getireceği besbellidir.

Şu halde, Ö nün bir "felsefe sorunu" nu dile getirmesi için Ö nün ne analitik

ne de empirik olduğunu kabul etmek gerekiyor.

İmdi, gerek sıradan adamın, gerek bilim adamının gerekse metafizikçinin

öne sürdüğü önermelerin pek çoğunun ne analitik ne sentetik (dolayısı ile "ne

analitik ne empirik") olduklarını söyleyebiliriz. Bu iddiamızı şöyle bir örnekle

belgeleyebiliriz:

(12)

(1) Bütün kuğular beyazdır

önermesini ele alıp bu önermenin analitik veya empirik olup olmadığını araş­

tıralım. İlk bakışta (1) in empirik (ve dolayısı ile "sentetik") olduğunun şüphe

götürmediği sanılabilir. Ama gerçekte durum bu kadar basit değildir. Kara

renkli olmaktan başka, her bakımdan kuğulara benziyen a gibi bir nesnenin

bulunduğunu düşünelim. (Gerçekte de bu türlü kuşlara Avustralyada rast­

lanmıştır). Kuğuların gözlemsel niteliklerini " P

1

" , " P

2

" , . . . , " P

n

" gibi yük­

lemlerle gösterelim. " P

1

" beyazdır'ın kısaltması olsun. O zaman a beyaz değil

de kara olduğundan,

(2)

yazılabilir.

İmdi (2) şartını yerine getiren a nesnesinin bir kuğu olup olmadığını

araş-tıralım. Böyle bir sorunun çözümü " k u ğ u " sözcüğünün anlamına bağlıdır.

Eğer " k u ğ u " terimini beyaz olmıyan nesnelere uygulamıyacak şekilde kulla­

nıyorsak (başka bir deyimle, beyazlığı kuğuların onsuz-olunamaz bir

öz-çiz-gisi sayıyorsak), o zaman a nesnesini kuğu saymamak gerekiyor. Böyle bir

t u t u m u "kuğu gibi beyaz" deyiminin yerleşmiş olduğunu anmak suretiyle

belgelemek pekala mümkündür. İşte böyle bir durumda (1) önermesinin "ana­

litik" olduğunu söyliyebiliriz. Gözlem ve deney verileri ne olursa olsun, (1)

doğru sayılacaktır.

Öte yandan, kuğuların onsuz-olunamaz öz-çizgileri olarak P1 den (yani

beyazlıktan) başka nitelikleri seçmemiz halinde, (1) sentetik bir önerme olur.

Söz konusu öz-çizgileri söz gelişi P2 ile P3 olsun. O zaman (2) ye dayanarak

nın doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda ise a nın (kara

olmasına rağmen) bir kuğu olduğunu kabul etmek gerekir. Böylece (1) önermesi

a nın gözlenmesi ile empirik yoldan yanlışlanmış olur. Dolayısı ile (1) önerme­

sinin sentetik-empirik sayılması gerekir.

İmdi, gerçekte hiçbir doğal türün onsuz-olunamaz öz-çizgileri belirlenmiş

değildir. T bir (doğal) tür olsun. T nin n gibi büyük sayıda gözlemsel nitelikleri

(veya gözlemsel öz-çizgileri) olur. Bunları gene " P

1

" , . . . , " P

n

" ile gösterelim.

O zaman x gibi herhangi bir nesnenin T türüne ait sayılması, x nesnesinin bu

n tane nitelikten bir çoğunu taşımasına dayanır. Yeter ki x bu niteliklerden

bir çoğunu taşısın, x in T türüne ait olduğu kabul edilir. Ancak böyle bir "ço­

ğunluk" un tesbitinde bütün niteliklerin aynı derecede ağır basması gerekmez.

Söz konusu n tane farklı niteliğin "ağırlık"larının ise az çok keyfe-bağlı

uz-laşımlara dayandığı meydandadır. Ama bunlar gene de büsbütün uzlaşımsal

(13)

değillerdir. Gözlem ve deney verilerine dayanarak, yavaş yavaş değişebilirler.

En çok rastlanan niteliklere daha büyük bir ağırlık verilir. Böylece

analitik-sentetik ayrımının pek çok önermeye uygulanamadığını görüyoruz. Oysa ne

analitik ne sentetik olan önermelerin doğruluk-değerleri salt bilimsel yollarla

(öndayanaksız bir şekilde) belgelenemezler. Herhangi bir önermenin

öndayanak-sız olmayan bir şekilde belgelenememesinin ayracı, salt bilimsel yollarla

sonuç-landırılamıyan bir tartışmaya konu olabilmesidir. Gerçi (1) örneğinde olduğu

gibi günlük yaşayışa veya bilimlere ait bir çok önermenin - ne analitik ne de

sentetik olmamalarına rağmen - gerçekte hiçbir tartışmaya yol açmadıklarını

görüyoruz. Ancak bunların gerçekte tartışmaya konu olmamaları, sadece

böyle bir tartışmaya değer sayılmamalarından ötürüdür. Felsefecilerin günlük

yaşayışa veya bilimlere ait "tartışmaya değer" bütün önermeler üzerinde tar­

tıştıklarına, üstelik bu tartışmaların hiçbir zaman salt bilimsel yollarla sonuç­

landırılamadığına felsefe tarihi tanıktır.

İşte biz bu bitmez tükenmez tartışmaların, tartışılan önermeler analitik

veya sentetik (empirik) bir biçime dönüştürüldükten sonra salt bilimsel yol­

larla sonuçlandırılabileceğini, modern analitik felsefenin görevinin de böyle

bir dönüştürmeyi sağlamak olduğunu savunuyoruz.

İlkel terimlerin tanımlanmasına dayanan böyle bir dönüştürme geniş

mânada bir "mantıksal analiz" (çözümleme) sayılabilir. Bu bakımdan böyle

bir işlem yardımı ile analitik veya empirik bir önerme biçimine dönüştürülen

bir önermeye "çözümlenecek önerme" (analysandum), dönüştürme sonucunda

elde edilen önermeye de "Çözümlenmiş önerme" (analysans) denir. Buna göre,

analitik felsefe açısından, her felsefe sorununun belli bir takım çözümlenecek

önermelerden kurulu olduğunu, sorunun çözümünün de bu önermelerin kar­

şılığı olan "çözümlenmiş önermeler"den ibaret olduğunu söyliyebiliriz.

Şimdi Ö gibi bir önerme veya önerme kümesinden kurulu bir felsefe so­

runu üzerinde tartışan K, ile K2 kullananlarını yeniden göz önüne alalım.

Analitik felsefe K

1 ile K2 kullananları arasında yan t u t m a y a n bir hakem gö­

revindedir. Nitekim felsefecinin işi K, ile K2 den hangisinin haklı hangisinin

haksız olduğunu tesbit etmek için, her ikisinin de kabul ettiği "anlam postü­

latlar"ını ortaya çıkarmaya dayanır. Söz konusu anlam postülatları, çözüm­

lenecek Ö önermesinin (veya önermelerinin) ilkel sembollerinden kurulu olup

doğruluğu hem K1 hem K2 tarafından kabul edilen önermelerdir.

Felsefecinin görevi, her iki tarafın kabul edebildiği anlam postülatlarını

ortaya koyduktan sonra, aksiyomları bu anlam postülatlarından ibaret olan

(14)

bir "formel sistem" kurarak, bu formel sistemi gene her iki tarafın kabul ede­

bileceği semantik ve tekabül kuralları yardımı ile bir (tam veya yarı) "yorum­

lanmış sistem" biçimine sokmaktır.* Böyle bir sistemi " S " ile gösterelim.

İmdi, Ö önermesi S sistemi dışında analitik veya empirik olmamakla

birlikte, S sistemi çerçevesi içinde analitik veya empirik olabilir. Böyle bir

halde ise Ö nün S sistemi çerçevesinde "çözümlenmiş" olduğunu söyleyebiliriz.

Böyle bir "çözümlenmiş" önermenin doğruluk değeri artık salt (deduktif veya

empirik) bilimsel yollarla tespit edilerek, K1 ile K2 den hangisinin haklı han­

gisinin haksız olduğu meydana çıkarılabilir.

S sisteminin aksiyomları - yani gerek K1 gerek K2 tarafından kabul edi­

len anlam postülatları - A

1, . . . , An önermeleri olsun. O zaman A1, . . . , An

önermelerinin her birinin S sistemi çerçevesi içinde ("analitik" teriminin tanı­

mı uyarınca) "analitik" olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu önermelerin S

sistemi içinde analitik olması bunların sistem dışında da analitik olmasını

hiç gerektirmez. Tam tersine, söz konusu anlam postülatlarının S sistemi

çerçevesi dışında ne analitik ne empirik olduklarını kabul etmeliyiz. Yoksa,

S sistemi çerçevesi içinde (yani A

1

, . . . , A

n

in doğruluğunun belgelenmesine

dayanarak) analitik veya empirik olan Ö önermesi S sistemi dışında da anali­

tik veya empirik olacaktı. Oysa Ö nün S sistemi dışında ne analitik ne empirik

olduğunu kabul etmiştik.

Şimdi de Ö önermesinin (veya önerme kümesinin) yalnız S sistemi dışında

değil, S sistemi çerçevesi içinde bile ne analitik ne empirik olması halini in­

celeyelim. Böyle bir durumda Ö nün (gerek K

1

in gerek K

2

nin kullanıldıkları

ortak dilin semantik kuralları gereği) hiç bir doğruluk değeri olmadığını söy­

leyebiliriz. O zaman da Ö nün ya "belirsiz'' ya da "anlamsız" olduğu meydana

çıkar. Ö tümcesinin kurulu olduğu sembollerin (ilkel sembollerin) "belirsiz"

(vague) olduğunu kabul ederek, bu sembolleri içine alan bazı (bildirsel) tüm­

celerin doğruluk değeri olmadığını, Ö nün de böyle bir tümce olduğunu söy­

leyebiliriz. Ö nün kurulu olduğu ilkel sembolleri içine alan bazı tümcelerin,

örneğin A

1

, . . . . , An aksiyomlarının belli bir doğruluk değeri ("doğru" değeri)

olduğundan, Ö tümcesinin "anlamsız" değil de, (içine aldığı belirsiz sembol­

lerden dolayı) "belirsiz" olduğunu kabul etmenin en elverişli bir t u t u m olduğu

kanısındayız. Ancak hiç bir doğruluk değeri olmıyan bir Ö gibi bildirsel bir

tümcenin sentaktik açıdan "düzgün" olmadığını, dolayısı ile Ö nün belirsiz

değil, düpedüz "anlamsız" olduğunu öne sürmek te pekala mümkündür.

* Bk. Grünberg "Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme", Felsefe Arkivi 15, s. 135-136,

138-140.

(15)

En sonda da K1 ile K2 nin birlikte kabul edebilecekleri anlam postülat­

larının bulunmaması halini inceleyelim. Böyle bir durumda her iki kullananın

da kabul ettiği S gibi bir sistem kurulamıyacağından dolayı, kimin haklı

kimin haksız olduğunun (salt bilimsel yollarla) tesbit edilemiyeceği meydan­

dadır. Ancak K1 ile K

2nin anlam postülatları üzerinde anlaşamamaları, bu

iki kullananın Ö önermesinin ilkel terimlerini aynı anlamda kullanmamaları,

h a t t â aynı anlamda kullanmamakta direnmeleri demektir. Böyle bir durumda

Ö önermesinin ilkel terimlerinin "kaypak" olduğunu söylüyoruz. Oysa kaypak

terimleri olan bir önermenin bir kullanan için "doğru", başka bir kullanan

için "yanlış" olması tabiidir. Burada hiç bir çelişme yoktur. İki kullanan ara­

sındaki anlaşmazlık "olgusal" (factual) değil, salt "dilsel" dir. K

1

ile K

2

aynı

Ö önermesini kullanmakla birlikte, aynı "dili" kullanmıyorlar. Her ikisi aynı

sözcük veya sembolleri kullandıkları halde, kabul ettikleri (dile getirilmiş veya

getirilmemiş) semantik kurallar farklıdır.

Yukardaki incelemelerden, K

1

ile K

2

gibi iki kullananın Ö gibi bir öner­

menin doğruluk değeri üzerinde tartışmaları halinde şu dört hali

ayırdedebi-leceğimizi görüyoruz:

(I) Ö önermesi, felsefi çözümlemeden önce analitik veya empiriktir. Böyle

bir halde, K1 ile K2 arasındaki anlaşmazlık "olgusal" olup analitik felsefeye

başvurmaksızın salt bilimsel yolla çözülebilir. Şu halde K1 ile K2 den hangisi­

nin haklı hangisinin haksız olduğu felsefe yardımıyla değil, sadece "bilim"e

dayanarak tesbit edilebilir. Böyle bir durumda Ö bir felsefe sorununu değil,

salt bir bilimsel sorunu dile getirir.

(II) Ö önermesi felsefi çözümlemeden önce ne analitik ne empiriktir.

Analitik felsefenin yardımı ile hem K1 in hem K2 nin kabul edebildiği S gibi bir

"yorumlanmış formel sistem" kurularak, Ö nün S sistemi çerçevesi içinde anali­

tik veya empirik olduğu ortaya çıkar. Böyle bir durumda Ö halis bir felsefe

sorununu dile getirir. Böyle bir felsefe sorununu çözmek, "çözümlenecek" Ö öner­

mesini "çözümlenmiş" analitik veya empirik bir önermeye dönüştürmek de­

mektir. Bu halde, K

1 ile K2 arasındaki anlaşmazlığın olgusal olduğunu, ancak

kimin haklı kimin haksız olduğunun tek başına bilimsel yollarla

belirlenemi-yeceğini görüyoruz. Ama analitik felsefe yolu ile S sistemini kurduktan sonra

analitik veya empirik bir biçime giren Ö önermesinin doğruluk değerini artık

salt bilimsel yollarla belgelemek mümkün olduğundan, anlaşmazlık önünde

sonunda gene de bilim yoluyla ortadan kaldırılıp, kimin haklı kimin haksız

olduğu belli olacaktır.

(16)

(III) K

1

ile K

2

kullananlarının S gibi belli bir yorumlanmış formel sis­

tem üzerinde anlaşabilmelerine rağmen, Ö önermesi, S dışında olduğu gibi,

S çerçevesi içinde de ne analitik ne empiriktir. Böyle bir durumda, Ö deyiminin,

içine aldığı terimlerin belirsizliğinden dolayı, "belirsize'' olduğunu, dolayısı

ile hiçbir doğruluk değeri taşımadığını söyleriz. Bu halde K1 ile K2 kullanan­

larından her ikisinin de haksız olduğunu söyliyebiliriz. Nitekim biri Ö nün

doğru olduğunu, öbürü ise yanlış olduğunu ileri sürmektedir. Oysa Ö ne doğru

ne yanlıştır. Böyle bir durumda söz konusu felsefe sorununun "çözülmüş"

değil de "dağıtılmış'" olduğunu (not solved but dissolved) söyleyebiliriz.

(IV) K

1

ile K

2

kullananları hiçbir yorumlanmış formel sistem üzerinde

anlaşamıyorlar. O zaman aralarındaki anlaşmazlığın olgusal değil de salt

"dilsel" olduğunu, bu anlaşmazlığın Ö önermesinde geçen terimlerin

"kaypak-hk"ından ötürü ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Böyle bir durumda hem K

1

hem K

2

haklı olabilir. Bu halde söz konusu felsefe sorununun çözülmüş değil,

dağıtılmış olduğunu söyleyebiliriz. Yukardaki dört hal tüketici olduğundan

(K1 ile K2

nin birlikte kabul ettikleri ortak bir yorumlanmış sistem ya vardır,

ya yoktur; böyle bir sistemin bulunması halinde ise Ö önermesi sistem çerçe­

vesi içinde analitik veya empiriktir, veya ne analitik ne empiriktir) ilkece

her felsefe sorununun analitik felsefe yolu ile çözülebileceğini veya dağıtılabile­

ceğini görüyoruz. Bir sorunun "dağıtılması" (yani böyle bir sorunun sözde bir

sorun olduğunun gösterilmesi) geniş manada sorunun "çözülmesi" anlamına

geldiğinden, analitik felsefede her felsefe sorununun ilkece çözülebileceğini öne

sürebiliriz.

3. Bilim Felsefesinin Tanımlanması:

Çeşitli felsefe kollarını, (dolaysız) konuları olan felsefe sorunlarının çeşit­

lerine göre ayırırız. Özellikle "bilim Felsefe" sini bilimle ilgili olan belli bir

çeşitten önermelerden kurulu felsefe sorunlarını inceleyen felsefe kolu şeklinde

tanımlıyabiliriz. Bilim felsefesinin amacı ve yöntemi ise genel (analitik) fel­

sefenin amaç ve yönteminden farksızdır.

Şu halde, "bilim Felsefesi"nin tanımını aydınlatmak için bilimle ilgili

olan önermeleri belirtmemiz gerekiyor. İmdi "bilimle ilgili" önermeleri "bilim­

sel önermeler" ile "bilimsel önermelerden ve bunların kurulu oldukları deyim­

lerden söz eden önermeler" olmak üzere iki geniş öbeğe ayırabiliriz. Bilimsel

önermeler bilim adamlarının bir takım bilimsel işlemler sonucunda konulan

olan (dil-dışı) nesneler hakkında ortaya koydukları bilimsel iddiaları dile ge­

tiren önermelerdir. Bunlar (nesnel-dil durumunda olan) "bilim dili"ni meydana

(17)

getirirler. Bilim diline ait deyimlerden söz eden önermeler ise "bilimin üst

di-li"ni meydana getirirler. İşte bilim felsefesinin sorunları bir yandan bilim

diline, öbür yandan da bilimin üst-diline ait önermelerden kurulu sorunlardır.

Bilim felsefesinin görevi, bu iki çeşit dile ait önermeleri (ilkel sembollerini ta­

nımlamak yolu ile) çözümlemek, başka bir deyimle, analitik veya sentetik

önermeler biçimine dönüştürmektir. Tabiî böyle bir çözümleme ancak "tar­

tışılmaya" değer önermelere uygulanır. Bu bakımdan, bilim felsefesinin daha

çok temel bir önemi olan önermelerle uğraştığını, sınırsız sayıdaki sıradan

bilimsel önermeleri genellikle bir yana bıraktığını söyleyebiliriz. Ancak, hangi

önermelerin "sıradan", hangilerinin ise " t e m e l " bir önemi olduğu az çok tek

tek bilim felsefecilerinin kişisel ilgilerine bağlı olduğundan, bilim diline (veya

bilimin üst-diline) ait her önermenin ilkece bir bilim felsefesi sorununu dile

getirebileceğini belirtmek gerek.

İmdi, bilimsel işlemleri "dil-dışı işlemler" ve "dilsel işlemler" olmak üzere

iki öbeğe ayırabiliriz. Dil-dışı işlemler bilim adamlarının yaptıkları çeşitli

gözlem ve deneylerdir. Dilsel işlemler ise bilim adamlarının belli bir takım bi­

limsel önermelerin doğruluğunu (bir yandan yapmış oldukları dil-dışı işlemlere,

öbür yandan da önceden doğruluğunu kabul ettikleri başka bilimsel önerme­

lere dayanarak) kabul etmelerinden ibarettir.

Dil-dışı işlemleri (gözlem ve deneyleri) tasvir eden önermelere "gözlem

önermeleri" (observation statements) denir. Gözlem önermeleri dilsel deyim­

lere değil de dil-dışı nesnelere (gözlem ve deneylere) ilişkin olduklarından nes­

nel dile, dolayısı ile "bilim diline" ait "bilimsel önermeler" durumundadır.

Gözlem önermelerini (indissiz veya indisli) ' G ' harfi ile göstereceğiz. Ö zaman

Ö gibi herhangi bir (gözlemsel veya gözlemsel olmıyan) bir bilimsel önermenin

belli bir dil-dışı işleme dayanarak kabul edilmesi olgusu

(1) G den dolayı, Ö

biçimindeki bir bilimsel önerme yardımı ile dile getirilir.

Ö2 gibi bir bilimsel önermenin Ö1 gibi başka bir bilimsel önermeye ve

belli bir dil-dışı işleme dayanarak kabul edilmesi olgusunu da

(2) Ö

1 ve G den dolayı, Ö2

biçimindeki bir bilimsel önerme ile dile getiririz.

Bilimin üst-diline ait önermelere gelince; bunlar bilimsel işlemlerin çeşitli

özelliklerini ve birbirleri ile olan bağlantılarını tasvir ve açıklamaya yararlar.

(Ancak, sadece "dil-dışı" işlemlere ilişkin olan önermelerin bilimin üst-diline

(18)

değil de, doğrudan doğruya nesnel bilim diline ait olduklarını göz önünde

t u t m a k gerekiyor.) Bu önermelere "üst-bilimsel önermeler" (metascientific

statements) diyeceğiz. Bilim felsefesinin konusuna giren üst-bilimsel önerme­

lerin içinde geçen en önemli terimleri (üst-bilimsel terimler) "belgeleme", "pe­

kiştirme", "deduksiyon", "induksiyon", "olasılık", "olay açıklaması", "önderi"

(prediction) "gerideyi" (retrodiction), "kanun", "varsayım", "nedensellik",

"ereklilik", gibi terimlerdir. Bu terimlerin bilimin konusu olan Dil-dışı

nesnelere değil de, bu nesneleri dile getiren deyimlere ilişkin olduklarını hatırdan

çıkarmamak gerek.

İmdi, bilim felsefesinin b ü t ü n sorunlarını, bir yandan bilimsel önermeler­

den kurulu olan sorunlar, öbür yandan da üst-bilimsel önermelerden kurulu

olan sorunlar olmak üzere iki geniş öbeğe ayırabiliriz. Birinci türden sorunların

çözümü "sayı", "uzay", " z a m a n " , " m a d d e " , " h a y a t " , "bilinç", gibi

doğrudan doğruya bilim adamı tarafından "kullanılan" bilimsel ilkel terimlerin

anlamının aydınlatılmasına dayanır. İkinci türden sorunların çözümü ise bilim

adamı tarafından kullanılmayıp onun yaptığı bazı işlemleri tasvir ve açıkla­

maya yarıyan "belgeleme", "pekiştirme", . .. gibi üst-bilimsel ilkel terimlerin

anlamının aydınlatılmasına dayanır.

Bilim felsefesinin sorunlarını bilimsel ve üst-bilimsel önermelerden kuru­

lu sorunlara ayırdıkta, bilimsel önerme ve deyimlerden söz eden her önermeyi

"bir üst-bilimsel önerme" saymamak gerekir. Nitekim herhangi bir doğal dilin

önermelerini dil-bilimi (linguistik) açısından incelemek için kullanılan öner­

meleri "bilimsel önermeler" saydığımız gibi; bilim dilinin "pragmatik"i (yani

bilim dilini kullanan bilim adamlarının dilsel davranışlarının empirik yoldan

incelenmesi) için kullanılan önermeleri de (üst-bilimsel önermeler değil) "bi­

limsel Önermeler" sayıyoruz. Bu son çeşitten önermeleri "bilimsel davranışlar

bilimi" diye adlandırabileceğimiz bir bilimi dile getirirler. "bilim tarihi" ile

"bilim psikolojisi" ve "bilim sosyolojisi" bu bilimin kolları sayılabilir. Bilimsel

davranışlar biliminin önermeleri, öteki bilimlerin önermeleri bakımından bir

üst-dil durumunda olmakla birlikte, böyle bir üst-dili de bir "bilimsel dil"

sayıyoruz.

"Bilimin üst-dili"ni ise bilimsel işlemlerin mantıksal ve metodolojik ya­

pısını (strüktürünü) dile getiren önermelerden kurulu bir üst-dil şeklinde

yo-rumluyoruz. "Bilimsel işlemler"i somut (yani belli bir yer ve zaman içinde

meydana gelen) davranışlar olarak değil de, bu türlü somut davranışların

(19)

"ideal" ve "soyut" davranış kalıpları şeklinde yorumluyoruz. Bilim mantığı

ve metodolojisinin amacı bu türlü ideal işlemlerin norm veya kurallarını be­

lirlemektir. İşte "üst-bilimsel önermeler" bilimsel deyimlerden söz eden her

türlü önermelerden değil, sadece Bilimsel İşlemlerin - özellikle bilimsel öner­

melerin kullanılışının - ideal norm ve kurallarını dile getiren önermelerden iba­

rettir.

(20)

T H E O R Y O F P R O J E C T I B I L I T Y *

Doç. Dr. Teo GRÜNBERG

I. Goodman's Non-Lawlike Sentences

Let 'A', 'B',..., ' P ' , ' Q ' , . . . stand for particular monadic observation

predicates of a given language L applicable to physical objects (i . e . to

stan-ding things and not to passing events). Let U be any user of the language L

to which these predicates are belonging. We define then a new predicate ' T ' :

(1) Tx =Df x has been tested by U before time t.

Assume now t h a t ' P ' and ' Q ' are incompatible, and t h a t ' A ' is logically

independent from both ' P ' and 'Q' Define t h e n :

(2)

(3)

Then we could define the originally given predicates ' P ' , ' Q ' in terms of

the newly introduced ' P

+

' , ' Q+

' in the following way:

(4)

(5)

It follows then t h a t t h e meanings of t h e new predicates ' P

+

' and ' Q

+

' refer

to t h e time position t (and to the user U) no more and no less t h a n t h e meanings

of t h e original predicates ' P ' and ' Q ' do.

For example, let ' A ' stand for ''emerald'', ' P ' for ''green', and ' Q ' for 'blue'.

Then t h e simple universal quantification

* See N. Goodman, Fact, Fiction, and Forecast, (Bobbs-Merrill Co., 2nd ed., 1965), Part

IV; R. Schwartz, I. Scheffler, and N. Goodman, "An Improvement in the Theory of Projectibility"

(Journal of Philosophy, 1970, pp. 605-608).

(21)

(6)

stand for

(7) All emeralds are green.

Now sentence (6) (as a symbolization of (7)) has the following properties:

(i) it is a universal quantification,

(ii) it is of an essentially generalized form (i .e . it is not logically equivalent

to any finite conjunction of singular sentences),

(iii) it has an infinite (or at least unbound) set of instances,

(iv) it is not containing (explicitly) any name of a concrete individual or of

a spatiotemporal position.

Consider then t h e sentence

(8)

This sentence possesses also t h e four properties (i) - (iv).

Finally we shall consider t h e sentence

(9)

which has also t h e four properties (i) - (iv). We can show also t h a t the

mea-nings of the predicates of (8) refer to the space position t no more and no less

t h a n those of (6). Indeed define:

(10)

(11)

Then, sentence (6) is equivalent t o :

(12)

since

We shall show t h a t (8) and (9) are not lawlike, so t h a t the conjunction of

properties (i) - (iv) cannot be a sufficient condition for lawlikeness. It would

be vain to add t h e following fifth condition

(v) the meanings of t h e predicates must not refer, even implicitely, to a

concrete individual or a spatiotemporal position.

Indeed condition (v) is too strong. By such a criterion no sentence would be

lawlike, since any predicate whatever can be defined in terms of an individual

(22)

constant or a spatiotemporal position, as was done for ' P ' by means of (1)

and (4).

II. Basic Definitions

We consider only simple universal hypotheses, i . e . hypotheses of the

form (6). We assume t h a t t h e user U is weighing at time t his evidence for

some hypothesis H of the form (6). We can then define the following

pragma-tic concepts by means of t h e predicate "T" as defined by (1). (We assume t h a t

- ' A ' and ' P ' being observation predicates - t h e user U knows at time t

whet-her a physical object x which he has tested before t has t h e properties P or

Q.)

Df.1 a is a positive instance of H for U at t =

D f 'TaAapa' is true in L

Df.3 a is an undetermined instance of H for U at t =

D f is true

in L

We can show t h a t

(13)

i . e ., a is an undetermined instance of H, if and only if a is an element of ext(A)

(i . e . t h e extension of 'A'), and a is neither a positive nor a negative instance

of H .

Df.4 The evidence class of H for U at t, evcl

U t (H), is t h e class of all

positive instances of H for U at t.

Df.5 The projective class of H for U at t, prjcl

U t (H), is the class of all

undetermined instances of H for U at t.

The hypothesis

(14)

is t h e contrary of hypothesis H. Then evclU t is t h e class of all negative

instances of H for U at t. We have also:

(15) ext(H) = evclU t (H) U evlcU t U prjclU t )H

(16) prjcl

U t (H) = prjclU t

Df.6 H is supported for U at t =

Df evclU t (H)

(23)

Df .7 H is violated for U at t =

D f evclU t ( ) =

Df.8 H is exhausted for U at t =

D f prjclU t (H) =

Df .9 H could be projected by U at t, or Cpr

U t (H) =Df

H is supported, unviolated, and unexhausted for U at t.

Df.10 H is actually projected by U at t =

D f

CprU t (H) and H is accepted by U at t.

Df.11 H and Q are called conflicting hypotheses ( H / K ) , if and only if

H and K have t h e same antecedent b u t incompatible consequents,

i .e . H has t h e form , K has t h e form

Qx), and P is incompatible with Q.

III. Lawlikeness and Confirmability

Goodman's basic contention is t h a t any unexhausted hypothesis is

con-firmable by t h e available evidence class, only if the hypothesis is lawlike. Let

H be a simple universal hypothesis which could be projected by U at t, i . e .

H is supported, unviolated, and unexhausted for U at t. But, according to

Goodman, these conditions are not sufficient for projecting legitimately H,

i . e . for accepting H as a basis for prediction. Indeed consider t h e hypothesis

(8). As mentioned in Section I, hypothesis (8) possesses t h e properties (i) - (iv)

which are characteristics of lawlike sentences. Furthermore, assume t h a t t h e

hypothesis (6) (interpreted as 'all emeralds are green') is supported, unviolated,

and unexhausted for U at t. Then we can show t h a t (8) also is supported,

un-violated, and unexhausted for U at t. Indeed:

1. evclU t ((6)) = evclU t ((8)), since:

evclU t ((8)) = {x: TxAxP+x} = {x: TxAx } = {x:

TxAxPx} = evclUt ((6)).

2 . evclU t = evclUt *,sinci:

evclU t = {x: x} = {x: TxAx (TxP) )} =

* stands here for the contrary hypothesis , and for the contrary

hypothesis

(24)

3. prjclUt ((6)) = prjclUt ((8)), since:

prjclUt((8)) = {x: } = prjclU t ((6)).

Now since we have assumed t h a t P and Q are incompatible, it follows

that hypotheses (6) and (8) are conflicting. Indeed if U accepts at t t h e

hypot-hesis (6), he will predict for any a prjclX t ((6)) t h a t a is P, whereas if U

ac-cepts at t t h e hypothesis (8), he will predict t h a t this same element a is Q.

That can be proved as follows:

1 . 1 .

2 . a prjcl

U t((6)) 2 .

3 . 3 .

4. Aa 4. a prjclU t ((8))

5 . Aa Pa 5 .

6 . P a 6 .

7 .

8 .

9 .

1 0 . Qa

We have thus t h e following paradoxical result: (6) and (8) are two

hypot-heses which satisfy both the syntactical conditions (i) - (iv) of lawlikeness,

and which are equally well-supported, unviolated and unexhausted. Indeed

they have t h e same evidence class and t h e same projective class. But the two

hypotheses conflict in t h e sense t h a t t h e y ascribe incompatible predicates to

one and t h e same object. If one were objecting t h a t t h e hypothesis (8) must

be discarded at once because it contains an artificial and "ill-behaved"

pre-dicate, viz. 'P+', then we might have recourse to t h e hypothesis (9). It can be

shown indeed t h a t :

evclU t ((9)) = evclU t ((6))

p r j c lU t( ( 9 ) ) = prjclU t ((6))

and if U accepts at t t h e hypothesis (9), then he will predict for any a prjclU t

((9)) t h a t P a . Thus (6) and (9) yield even contradictory predictions.

(25)

The solution of this paradox is t h a t sentences like (8) or (9) are

uncon-firmable" because they are "non-lawlike". A non-lawlike sentence is confirmed

by no evidence, (at least not in an appreciable degree) unless it is exhausted

by t h a t evidence. Hence it could be projected legitimately in any case. But

then t h e problem is to define "lawlikeness".

IV. Projectibility and Entrenchement

Goodman's idea is to explicate a lawlike sentence as one which could be

projected legitimately, or in other words, as a projectible sentence. Thus t h e

concept of projectibility becomes an explicatum of the exlicandum

"lawlike-ness". Now Goodman's thesis is t h a t projectibility is not a syntactical or

se-mantical property of an hypothesis, b u t rather a pragmatical one. He says

t h a t projectibility must be defined in terms of actual projections. More

pre-cisely, Goodman calls a predicate "entrenched" if it occurs in a large number of

hypotheses which have been "actually projected" in t h e past; and he calls

an hypothesis "projectible" if its predicates are well entrenched. B u t this

also is a very rough exposition of Goodman's ideas, so t h a t we shall have to

resume our expose in formalized language.

Df.12 Predicate ' P ' is much better entrenched t h a n predicate ' Q ' as an

t h e hypotheses containing ' P ' itself or any coextensive predicate as

antecedent (or as consequent) and have been actually projected by

U up to time t are much more earlier and much more numerous t h a n

those containing instead ' Q ' or a coextensive predicate.

Df.13 ' P ' is no less better entrenched t h a n ' Q ' for U at t, or

Df .14 ' P ' is equally well entrenched as ' Q ' for U at t, or

Df.15 Given t h a t hypothesis H has t h e form Ax (Ax Px) and hypothesis

K has the form Ax (Bx Qx), ' H ' is much better entrenched t h a n

' K ' for U at t =Df

( A U t

B ) ( P U t

Q ) ( A U t

B ) ( P U t

Q )

We can show t h a t :

(17)

(26)

Df .16 Given t h a t H and K are hypotheses,

Df .17 Given t h a t H and K are hypotheses,

Df.18 Hypothesis H overrides hypothesis K for U at t, or

CprU t (H)CprU t (K) ( H / K )

(J/K)}

Df .19 Hypothesis H is projectible for U at t =

D f

Definition 18 can be re-stated in ordinary language in the following way:

Hypothesis H overrides hypothesis K for U at t, if and only if H and K could

be projected by U at t, H and K conflict with each other, H is much better

entrenched t h a n K for U at t, and H conflicts with no still better entrenched

hypothesis.

Df .20 Hypothesis H is overridden for U at t, or Ovr

Ut (H) =D f

H)

Using Df. 20, we obtain from Df. 19 the following simpler definition of

projectibility:

Df .21 Hypothesis H is projectible for U at t =

D f

CprU t (H) K [CprUt ( K ) ( K / H ) O v r

U t

( K ) ]

i .e ., H is projectible for U at t, if and only if H could be projected by U at

t, and every hypothesis K which could be projected by U at t and conflicts

with H is overridden for U at t.

(18) H [OvrU t (H) (H is not projectible for U at t ) ]

Proof: Ovr

U t (H) if and only if , i . e .

(19)

On t h e other hand H is projectible for U at t if and only if

CprU t (H) AK [CprUt (K) ( K / H ) OvrU t ( K ) ]

i . e .

(20)

Now we can show t h a t (19) and (20) are logically incompatible. Indeed

for-mula (19) logically implies

(27)

(21)

whereas formula (20) logically implies

(22) K {CprUt ( K ) ( K / H ) J [CprUt (J) ( J / K ) (J >U t K ) ] }

B u t (21) and (22) are contradictory in t h e sense t h a t each of t h e two is

logi-cally equivalent to t h e negation of t h e other one. It follows t h a t (19) and (20)

are indeed logically incompatible. Hence (18) is proved.

We shall abbreviate the expression 'H is projectible for U at t' by ' P r o jU t

(H)' We shall introduce also t h e following concept:

Df .22 Hypothesis H is safeguarded for U at t, or for short

We can then define t h e concept of projectibility in t h e following way:

Df.23 P r o j

U t (H) =D f CprU t (H)SgU t (H)

It follows t h a t :

(23)

(24)

The proof of (18) is at t h e same time a froof of:

(25) OvrU t (H) SgUt (H)

We have also

(26) CprUt (H) P r o jU t (H)

and

(27) SgU t (H) P r o jU t (H)

Hence a hypothesis H is not projectible, if H could not be projected (i . e . H is

unsupported, or violated, or exhausted), or H is non-safeguarded, or H is

overrid-den.

Df.24 Hypothesis H is unprojectible for U at t, or for short

U n p r o j

U t (H) =D f CprU t (H) OvrU t (H)

Df .25 Hypothesis H is nonprojectible for U at t, or for short

NonprojU t (H) =

D f CprUt (H) OvrU t (H) SgU t (H)

(29) UnprojU t (H) P r o j

U t (H)

Indeed, (29) is equivalent to

(28) OvrU t (H) P r o j

U t (H)

(28)

Let us take the contraposition. We get then

CprU t (H)SgU t (H) C p rU t

( H ) OvrU t (H)

The latter is valid by virtue of (25).

(30) NonprojU t (H) P r o j

U t (H)

Indeed, (30) is equivalent to t h e following logically valid formula:

C p r

U t

( H ) O v r

U t

( H ) SgU t (H) [ CprU t (H) SgU t

( H ) ]

Let us remark t h a t neither of U n p r o jU t (H) and NonprojU t (H) imply

the other one.

Let us make now t h e following abbreviations:

C =Df CprU t (H), O =

D f OvrU t (H), S =Df SgU t (H)

Then we can investigate systematically all possible alternatives with

respect to t h e components C, O, S by means of t h e following t r u t h table:

C

o

o

o

o

1

1

1

1

O

o

o

1

1

o

o

1

1

S

o

1

o

1

o

1

o

1

implies V O

" V O

V O

(impossible case)

implies CS

" V O

(impossible case)

i . e .

"

"

"

"

"

U n p r o j

U t (H)

U n p r o jU t (H)

UnprojUt (H)

NonprojU t (H)

P r o j

U t (H)

U n p r o j

U t (H)

Let us remark t h a t OS is impossible, since 0 and S are incompatible by

virtue of (25).

It follows from t h e above-mentioned truth-table, t h a t every simple

uni-versal hypothesis has one and only one of t h e following properties: Either it .

is projectible (for U at t ) , or it is unprojectible (for U at t ) , or else it is

nonpro-jectible (for U at t ) . In other words, these three properties form a complete and

mutually exlusive set. It follows t h a t :

Referanslar

Benzer Belgeler

The values of the strong coupling form factors at Q 2 = −m 2 π[K ] give the strong coupling constants whose values are then used to find the decay rate and branching ratio of the

How translated texts adopt certain norms and functions as a result of their relationship to other target language systems (Gentzler, 1993; 118). The texts to be translated are

In Experiment 1, we attempted to replicate the past research (Gervais & Norenzayan, 2012a ) that analytic thinking inhibits intuitive support for religious belief in a mostly

Esin, Annihilators of Principal Ideals in the Grassman Algebra, in Applications of Geometric Algebra in Computer Science and Engineering, (Leo Dorst, Chris Doran and Joan

And secondly, observe the rapidly evolving telecommunications: apart from the purely technical aspects of a highly complex and automated network system, the management and

The second observation is that for the large eigenvalues the perturbated results obained by asymptotic methods decrease linearly with respect to

In addition to that, a ratio of the number of unique ideas to the number of total alternatives generated in each media is compared to seek for indications of vertical thinking

In these studies, we showed signi ficant improvements on classi fication performance over traditional kernels of SVM such as linear kernel, polynomial kernel and RBF kernel by