Türkün yaşantısının vazgeçilmez bir bölümü, bir fincanının kırk yıllık ha tır bulunan büyük bir dostumuzdur kahve. Yemek üzerine, bol köpüklü ve okkalı bir fincan kahvenin tadı na doyum olmaz doğrusu... Bu hatırlı dostun kendine özgü hoş bir de öyküsü vardır:
Kahveyi keşfeden kişinin, Arabis tan'daki Moka'da yaşıyan Şâzili ta rikatına mensup bir derviş olduğu bilinir. Tarihlerimizdeki kayıtlara göre, bu dervişin adı Ömer’dir. Tari kat örf ve âdetlerine aykırı bir dav ranışından ötürü tekkesinden ko vularak Kûh-ı Esvâb adı verilen ıs sız bir bölgeye sürülen derviş, ora da karnını doyurmak için ağaçlar ü- zerinde bulduğu meyvaları yemek ister. Ancak bu meyva tanecikleri nin çok sert oluşu yüzünden bun ları ancak pişirmek suretiyle ye meyi dener. Sert meyva tanecikleri kaynar suda fokur fokur haşlanma sına rağmen yumuşamaz ne çare ki. Ancak Derviş Ömer meyvalar- kay nattığı suyu içtiği zaman bunun fev kalâde bir lezzeti ve rayihası oldu ğunu görür. O günden sonra karnı acıktıkça bu meyvaları kaynatıp su yunu içmek suretiyle karnını doyu rur.
Uzunca bir süre sonra Moka'daki Şâzili Tekkesi'nin şeyhi, derviş Ö- mer'in çektiği çileyi kâfi bulup onu affeder. Derviş Ömer, cezasının so na erdiğini kendisine bildirmek üze re Kûh-ı Esvâb'a gelen dervişlere meyvaları kaynattığı bu güzel lez zetli ve kokulu sudan ikram eder. Bu, onların da pek hoşlarına gider. Hattâ dervişler bu suyu içtikten sonra oraya gelene kadar günlerce teptikleri yoldan ötürü olan yorgun luklarının dahi bu su sayesinde gi derildiğini hayretle görürler. Derviş Ömer ile arkadaşları Moka'ya dönerken bu meyvalardan bol bol alırlar. Böylece o hoş kokulu ve gü zel lezzetli suyun ünü pek kısa bir zamanda Şâzili tekkesinin de dışına çıkıp hükümdarın kulağına kadar u- laşır. Hükümdar da kendisine su nulan bu güzel kokulu ve nefis lez zetli suya bayılır. Derviş Ömer'i he diyelerle taltif ettiği gibi onun sür gün hayatını geçirdiği Kûh-ı Es-, vâb'a büyük bir de tekke yaptırır ve dervişe Şeyhlik pâyesini verir.
Şeyh Ömer, hayatının bundan son raki kısmını orada geçirir.
Bu hikâyenin 1200 yıllarında geçtiği bilinir.
önce Moka'dan Arabistan'a, oradan da Mısır, Suriye, İran ve Hindistan'a yayılır, daha sonra da tüm dünyayı kaplar. Ve pek çok yerlerde bulun duğu yerin adıyla «Moka» diye anı lır.
«Moka», dünyaya yayılışı sırasında 1555 yılında İstanbul'a da ulaşır. Kahve adını verdiğimiz «Moka»yı istanbula' getirenler Hükm ve Şems adlarında iki Suriyelidir. İstanbul'un Tahtakale semtinde açtıkları ve yal nız kahve pişirip sattıkları görülür. Hükm ile Şems yalnız İstanbul'a ilk kahveyi getirenler olmakla kalmayıp aynı zamanda İstanbul'da ilk kahve haneyi açan kişiler olarak da tanı nırlar.
Hükm ile Şems’in Tahtakale'de aç tıkları dükkânda sattıkları kahvenin lezzeti çok geçmeden bütün İstan bul'a yayıldı ve dükkân müşteri ile dolup taşmaya başladı. Kahve iç mek bahanesiyle bu dükkâna gelip oturanlar arasına çok geçmeden müderrisler, kadılar ve devrin ileri gelenleri da katılmaya başladılar. Ve ağız tadıyla kahve içerken tatlı tatlı sohbet etmek herkesin pek hoşu na gitti. Bu sayede kahvehaneler bütün İstanbul'da yerden mantar gi bi bitmeye başladı.
Şehirdeki kahvehanelerin sayısının artmasıyla buraları dolduran insan ların sayısı da artmağa başladı ve halkın büyük bir kısmı günlerini bu kahvehanelerde geçirmeye koyuldu. İstanbul'daki kahvehaneler sayısının 700'ü aştığı bir devirde (1574-1595), Padişah III. Murat halkı tembellik ten kurtarmak için bu kahvehanele ri kapattırdığı gibi kahve içilmesini de menetmişti. Ancak kahvenin bir tiryakilik halini almış bulunması yü zünden, Padişahın bu fermanı başta devlet adamları olmak üzere pek çok kimseyi hoşnutsuzluğa şevketti. Ve bu yüzdendir ki III .Murat sal tanatının son yıllarında kendi koy duğu bu yasağı yine kendi ferma nıyla kaldırmaktan başka çare bu lamadı.
işte bu serbestiden sonradır ki İs tanbul'da kapatılmış bulunan 700
kahvehanenin yerine 1000'den fazla kahvehane açıldı.
Zamanla kahvehaneler yalnız bir «tembelhane» olmakla kalmadı, dev let aleyhine türlü tezvirlerin yapıldı ğı bir fesat yuvası olup çıktı. 1622 yılında II. Osman'ın aleyhine giri şilen ayaklanma ve Padişah Genç Osman'ın âsiler tarafından katledil mesinde bu fesat yuvalarının bü yük rolü bulunduğuna kanaat geti
ren yeni padişah IV. Murat, duru ma hâkim olur olmaz önce kahve leri yıktırmakla işe başladı. IV. Mu rat yalnız kahvehaneleri yıkmakla kalmayıp kahvenin yanında şarap ve tütünü de yasaklamıştı. Bu yasak da uzun sürmedi. 1640 yı lında tahta çıkan ve âciz bir insan olan yeni padişah Sultan İbrahim, etrafındakilerin de baskısıyla IV. Murat tarafından vazedilen kahve, içki ve tütün yasağını da ortadan kaldırdı. Tiryakiler tekrar bol kö püklü ve okkalı kahvelerine kavuş tular. Kahve, en makbul bir ikram olup çıkıverdi.
Yasağın kalkmasından sonra İstan bul'daki kahvehanelerin sayısında da büyük bir artma olduğu görüldü. Kararında ve kıvamında kavrulup ya el değirmenlerinde çekilmiş, ya da dibekte döğülmüş kahve, tiryakile rin baş tâcı olup çıkıverdi. Kahve haneler tiryakilerle dolup taşmaya başladı. Sohbetler kahvenin o güzel tadına ayrı bir lezzet getirdi. Evlerde yalnız mutfakların değil, o- turma odalarındaki ve salonlarında ki minik saç mangallardan dev yapı lı pirinç mangallara dek girdi kah ve. Türkün vazgeçilmez bir dostu ol du. Türk ona öylesine bir önem ve değer verdi ki, bunu ancak «Bir kahvenin kırk yıl hatrı vardır» deyi mi ile en üst mertebeye kadar çı kardı.
GELECEK Y A Z I: İstanbul'un kahvehaneleri
v a z g e ç i l m e z d o s t : k a h v e (2J
V . '■ ' y f i
Istanbulun K a h v e h a n e l e r i
1555 yılında kahveyi Arabistan'dan İstanbul'a ilk getiren Hükm ve Şems adlarındaki iki Suriyeli'nin Tahtakale semtinde açtıkları ve kahve pişirip sattıkları dükkân İs tanbul'un ilk kahvehanesi olmuştur aynı zamanda.
Hükm ile Şems'in Tahtakale'deki dükkânlarında sattıkları kahvenin lezzeti pek kısa zamanda bütün İs tanbul'u kaplamış ve şehrin her ya nından kahve içmeye gelenlerle dük kân dolup taşmaya başlamıştır. Kahve içmek için buraya rağbet gösterenler arasında devrin ileri ge len kimseleri, müderrisler ve kadı lar da görülmeye başlamış ve onca yoldan bu sapa yerdeki dükkâna gelenler burada yorgunluk çıkarmak ihtiyacını duymuşlardır. Bu yüzden Hükm ile Şems zamanla dükkânları nı genişletmek ve içine iskemleler ve masalar koymak mecburiyetinde kalmışlardır. Böylelikle kahve satı lan bu dükkân aynı zamanda devrin en gözde bir sohbet yeri de olmuş tur.
Tahtakale'deki kahve ve kahvehane nin uyandırdığı büyük rağbet karşı sında şehrin çeşitli yerlerinde kahve satılan dükkânlar açılmaya başlamış ve kahvehane ismi verilen bu dük kânlar pek kısa bir zamanda bütün şehri kaplamıştır.
Şehirdeki kahvehanelerin sayısının artmasıyla buraları dolduran insan ların sayısı da artmaya ve şehir hal kının büyük bir kısmı boş vakitle rini burada sohbetle geçirmeye baş lamıştır.
İstanbul sınırları içindeki kahveha nelerin sayısının 700'ü aştığı bir de virde (1574-1579) Padişah Üçüncü Murat, halkı tembelliğe sevkettiği düşüncesiyle bu tembellik yuvaları nı dağıtmak zorunda kalmıştır. Ü- çüncü Murat, kahveyi de keyif ve rici bir içki olarak gördüğünden kah ve içme yasağı koymayı da ihmal etmemiştir.
Ancak kahve içmenin bir tiryakilik halini almış bulunması ve bu tirya kilerin başında devlet ileri gelenleri nin olması, herkesi olduğu gibi ri- câl-i devlet arasında da hoşnutsuz luğa sebebiyet vermişti. Bu arada aralarında devlet ileri gelenlerinin de bulunduğu pek çok kimsenin giz li gizli kahve içtiklerini farkeden Ü- çüncü Murat saltanatının son yılla rında kahve içme yasağını kaldır dığı gibi kahvehanelerin yeniden a- çılmasına da müsaade etmiştir. Bu serbesti karşısında halk arasın da çılgınca bir «kahve tiryakiliği» başgöstermiş, bu arada şehirdeki kahvehanelerin sayısı da birden 1000'in üzerine çıkıvermiştir. Zamanla kahvehaneler yalnız tem beller yuvası olmakla kalmamış, buradaki sohbetler devlet aleyhine çeşitli dedikoduların yapıldığı yer ler; birer fesat yuvası halini de al mıştır. 1622 yılında İkinci Osman aleyhine girişilen ayaklanma ve Pa dişahın âsiler tarafından katlinde bu fesat yuvalarının da büyük rolü bu lunduğuna kanaat getiren yeni pa dişah Dördüncü Murat duruma hâ
kim olduktan sonra ilk icraat ola rak bu kahvehaneleri yıktırmış ve kahve ile birlikte yine halkı tem belliğe ve keyife sevkeden şarap ve tütünün içilmesini de yasakla mıştır.
Ancak bu ikinci yasak da uzun sür memiş, 1640 yılında tahta çıkan ve âciz bir insan olan Sultan İbrahim' den bu yasakların kaldırılması fer manını çıkarmak umur-u devlet için hiç de zor bir şey olmamıştır. Böylelikle İstanbul tekrar kahveha nelerle dolup taşıvermiştir. Kahvehaneler daha bir süre «dedi kodu ve fesat yuvası» hüviyetini korumuşlar, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bu hüviyetlerini kaybedip birer tatlı sohbet yeri ol muşlardır.
Zamanla İstanbul Kahvehaneleri şehrin kültür hayatında da önemli bir yer işgal etmiş ve birer halk mektebi halini almıştır.
Saz şairlerinin devam ettiği, sazlar çalınıp destanların ve mânilerin söyleşildiği kahvehaneler zamanla «Semai Kahveleri» adını almış ve pek büyük bir rağbete mazhar ol muştur.
Eski İstanbul yaşantısını en güzel anılarıyla günümüze kadar getiren rahmetli Musahipzâde Celâl «Eski İstanbul Yaşantısı» isimli eserinde bu «Semai' kahvelerinden şöyle bahseder:
«... Bu kahveler semt semt, ekseri ya mahalle tulumbacılarının toplan dığı kahvelerdi. Bu toplantılara saz şairleri de iştirak ederek muamma lar asılır ve muammayı hal edene para, şal, ipekli kumaş gibi bir de hediye verilirdi. Kahvenin çalgı ça lınan sedirinin üstü renk renk kâğıt lar, yapma varaklı çiçeklerle süsle nir, muammanın üzerine hediyesi konulurdu. Levha halinde asılan ya zılı muamma:
Ol nedir ki her bahar. Gelir bezme nazlı yar. Öpüp kokmak istesen Hançeri cana kıyar. Yeşil bir tahtı vardır. Bahara ahdi vardır. Taç olur güzellere. Ne yaman bahtı vardır. Deme bu lugaz n'ola, Düşünüp her kim bula, İki harftir noktasız, Halledene aşkola!
Böyle muammalar asılınca günler ce o civar halkına bjr zevk ve eğ lence olurdu.
Söz erbâbı, tulumbacılar arasında cahil, okuyup yazma bilmeyen öyle müstait mâniciler, destancılar ve muamma tertip eden ustalar vardı ki, değme şairlerin bulamadıkları in ce nükteleri, cinaslar ve kelime o- yunlarıyla öyle kıvrak söylerlerdi ki herkesi hayrette bırakırlardı. Uzak yerlerden haber alanlar gelir, toplanır; sazlar çalınır, zilli maşa, darbuka çığırtma ile semailer, des tanlar okunur, karşılıklı mâniler söylenir, muamlamar halledilirdi... Âdi günlerde olduğu gibi ramazan gecelerinde Bayezit'ta, Çeşme Mey- danı'nda, Fatih'te, Tophane'de, Fi- ruzağa'da, Üsküdar'da, Yeniçeşme' de ve Taşçıbaşı Dutlu kahvede se mai kahveleri vardı. Rahmetli Ce nap Şahabettin, tıbbıyenin son sı- nıflarındayken, ramazan geceleri daha birkaç arkadaşla birlikte Ba- yezit'taki semai kahvesi karşısında ki muhallebici dükkânına gider, söylenen mânileri, destanları, se maileri dinlerdik. Muhallebici dük kânından dinlememizin sebebi. Ce nap ve arkadaşları Emin Akif, Keh- halzade Mehmet Ali'nin arkaların daki yaka ve kol kapakları kırmızı kadife üzerine, omuz başlarına ka dar kırmızı ipek şeritlerle donan
mış o zamanın Tıbbiye Mektebi ü- niformasının kahveye girmemize engel teşkil ettiğindendi. Mani söyleyenlerin kafa yormadan bul dukları kafiyeler merhum Cenab'ı hayrette bırakırdı. Not defterini çı karır, kaydeder, yumruğunu deftere vurarak - Bu adamlar okuyup yaz- salardı neler söylemezlerdi - diye haykırırdı.
Bu semai kahvelerini şenlendiren tu lumbacıların ekserisi sanat erbabı adamlardı. Dükkânlarında çalışırlar dı. Her semtte bulunan yangın tu lumbacı teşkilâtına dahil olurlar, bunu bir idman ve spor olarak ya parlardı. Tulumbacılık merakına tu tulan Defterhane, Bâbıâli, Rüsûmat, Serasker kapısı, Mâliye, Bâb-ı Me şihat kâtipleri dahi vardı.»
Geçtiğimiz yüzyıl İstanbul'unun en enteresan kahvehanelerinden biri hiç şüphesiz Haliç'in ucunda, Eyüp adlı semtin en yüksek teepsi üze rinde bulunan ve «Altın Boynuz»a hâkim bir noktadaki köhne dükkân idi.
Yaklaşık olarak 150 yıllık bir geç mişi bulunan bu kahvehane nefis manzarası ve sâkin havasıyla pek çok kimselerin olduğu gibi, hayatı nın önemli bir bölümünü İstanbul' da geçiren ve Türkiye ile ilgili pek çok eserler veren ünlü Fransız ya zarı Pierre Loti'nin de devam ettiği yerdir.
Ünlü yazar bir çok romanlarını bu kahvehanede kaleme almıştır. Ve bugün Eyüp sırtlarındaki bu köhne kahvehane, içinde binbir anısı bu lunan ünlü yazarın adıyla; «Piyer Loti kahvesi» diye anılır.
Ve İstanbul'un eski yaşantısıyla bir likte üniü yazarı da yaşatan bu kahvede onlardan bir çok izleri bu labilmek mümkündür.