• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Son Dönem Sufilerinden Mustafa Vahyi Efendi'nin Tuhfetü'Sâlihîn ve Sübhatü'z-Zâkirîn isimli eseri: Günümüz harflerine çevirisi ve metin tahlili

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Osmanlı Son Dönem Sufilerinden Mustafa Vahyi Efendi'nin Tuhfetü'Sâlihîn ve Sübhatü'z-Zâkirîn isimli eseri: Günümüz harflerine çevirisi ve metin tahlili"

Copied!
300
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

TASAVVUF BİLİM DALI

OSMANLI SON DÖNEM SUFİLERİNDEN MUSTAFA

VAHYÎ EFENDİ’NİN TUHFETÜ’S-SÂLİHÎN ve

SÜBHATÜ’Z-ZÂKİRÎN İSİMLİ ESERİ

(GÜNÜMÜZ HARFLERİNE ÇEVİRİSİ ve METİN

TAHLİLİ)

YAKUP PEKDOĞRU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN:

PROF. DR. DİLAVER GÜRER

(2)
(3)
(4)
(5)
(6)
(7)

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER………..I KISALTMALAR ... IV ÖNSÖZ ... VI

I. BÖLÜM

XIX. YÜZYILDA TASAVVUF, MUSTAFA VAHYÎ EFENDİ’NİN HAYATI, ESERLERİ, TARİKATI, ŞEYHİ ve HÂTÛNİYE TEKKESİ

A. XIX. Yüzyılda Tasavvuf ... 2

B. Mustafa Vahyî Efendi’nin Hayatı ... 10

C. Şeyhi: Hoca Hasan Hüsâmeddin Efendi ... 12

D. Tekkesi: Hâtûniye ... 16 E. Tarikatı ... 20 F. Eserleri ... 27 1. Tuhfetüs’s-Sâlihîn ve Sübhhatü’z-Zâkirîn ... 27 2. Hezzü’z-Zâkirîn ve Hetrü’t-Tâlibîn ... 27 3. Ed-Dürretü’l-Azîziyye fi’l-Fevâidi’l-Kaviyye ... 28 II. BÖLÜM TUHFETÜ’S-SÂLİHÎN ve SÜBHATÜ’Z-ZÂKİRÎN A. ESERİN TANITIMI ... 31

1. Eser Hakkında Genel Bilgiler ... 31

2. Tuhfetü’s-Sâlihîn ve Sübhatü’z-Zâkirîn’in Yazılış Sebebi ... 31

3. Kaynakları ... 32

4. Metodu ve Muhtevası ... 34

(8)

B. TUHFETÜ’S-SÂLİHÎN ve SÜBHATÜ’Z-ZÂKİRÎN’İN GÜNÜMÜZ

HARFLERİNE ÇEVİRİSİ ... 36

III. BÖLÜM TUHFETÜ’S-SÂLİHÎN’İN TAHLİLİ: TUHFETÜ’S-SÂLİHÎN’DEKİ BAZI TASAVVUFÎ KAVRAMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ A. TAHALLUKA DAİR KAVRAMLAR ... 182

1. Zikir ... 182

1.1. Hafî ve Cehrî Zikir ... 189

1.2. Semâ, Devrân ve Raks ... 192

1.3. Kur’ân Okuma ... 197

1.4. Kelime-i Tevhîd ... 199

1.5. Salât ... 202

1.6. Zikre Karşı Olumsuz Tutumda Bulunanlar ... 203

2. Tevbe ve İstiğfar ... 206

3. Tevekkül ... 212

4. Nefis ... 217

5. Mürşit ve Mürit ... 226

B. TAHAKKUKA DAİR KAVRAMLAR ... 231

1. Muhabbet ... 231 2. Fenâ ve Bakâ ... 239 3. Kalp ... 243 4. Rüya ... 250 C. DİĞER KONULAR ... 255 1. Tasavvuf ve Tarikat ... 255 2. Esmâ-i Hüsnâ ... 264 3. Nûr-ı Muhammedî ... 268

(9)

SONUÇ ... 272 Bibliyografya ... 275

(10)

KISALTMALAR

a.g.e. : adı geçen eser a.g.md. : adı geçen madde a.g.m. : adı geçen makale A. mlf. : Aynı müellif a.s. : aleyhi’s-selâm

a.s.v. : aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm

AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi AÜSBE : Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

b. : beyit

b.b. : Beyrut baskısı Bkz. : Bakınız

BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivleri

c. : cilt

çev. : çeviren

DBİA : Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi EÜİFD : Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi FÜİFD : Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

GÜİFD : Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi GÜÇİFD : Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi

h. : hicri

(11)

HÜİFD : Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi İFAV : Maramara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları İÜİFD : İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi k.a.e. : kaddesallahü esrarahüm

k.s. : kuddise sırruhu

KSİÜİFD : Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi MÜSBE : Maramar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Neşr. : Neşriyat

ö. : ölüm tarihi

r.a : radıyallahü anh

rha : rahmetullahi aleyh/aleyhim

s. : sayfa

s.a.v. : sallallahü aleyhi ve sellem

SÜSBE : Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü terc. : tercüme eden

TDV : Türkiye Diyanet Vakfı

TTDS : Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü TTK : Türk Tarih Kurumu

TTS : Tasavvuf Terimleri Sözlüğü

vd. : ve devamı

(12)

ÖNSÖZ

Tasavvuf çok eski tarihlerden itibaren insanın nefsini tezkiye, kalbini tasfiye eden, maneviyatını geliştiren, insana, kamil insan olma yolunda eğitim veren bir kurumdur. İslâm’ı Hz. Peygamber gibi yaşamanın yolu olan tasavvuf, zamanla kendi düşünce ve kavramlarını oluşturmuş; tarikatların kurumsallaşmasıyla birlikte diğer beldelere de yayılmaya başlamıştır.

İslam’ın yayılmasında ve insanların İslamlaşmasında hiç şüphesiz tekkelerin önemi büyüktür. Tekkeler belli bir mekânda sadece Allah’ın zikriyle uğraşan kişileri yetiştiren değildir; aynı zamanda zamanın ruhunu okuyan, dönemin ihtiyacı neyse ona cevap veren bir eğitim kurumu, aşevi, hastahâne gibi birer kamu kurumları olmuşlardır. Hakeza daha ayrıntılı bilgi vereceğimiz Hâtûniye Tekkesi de bir çeşit “huzur evi” fonksiyonu görmüştür.

XIX. yüzyılda yaşayan Mustafa Vahyî Efendi Hâtûniye Tekkesi postnişinidir. Osmanlı toplumunda bir mürşit olarak yer edinmiş Mevlevî-Nakşî meşrep mutasavvıflardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hoca Hüsâmeddin Efendi’nin müridi ve halefi olan Mustafa Vahyî, okuduğu ve yaptığı derslerle yetkinliğini ortaya koymuştur. Kadı Beydâvî tefsiri ve Sahîh-i Buhârî okuması ve okutması bunun en güzel örneklerindendir.

Biz yüksek lisans seviyesinde çalıştığımız bu tezde 19. yüzyıl mutasavvıflarından Mustafa Vahyî’nin Tuhfetü’s-Sâlihîn ve Sübhatü’z-Zâkirîn adlı eserini ve bu eser bağlamında tasavvufi görüşlerini incelemeye çalıştık.

Çalışmamız üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki tasavvufi durumu, Hâtûniye Tekkesi, Hoca Hüsâmeddin Efendi ve Mustafa Vahyî Efendi’nin hayatı ve eserleri ele alınmıştır.

İkinci bölümde Mustafa Vahyî’nin Tuhfetü’s-Sâlihîn ve Subhatü’z-Zâkirîn adlı eserinin tanıtımını yaptık ve günümüz harflerine çevirmeye çalıştık. Üçüncü bölümde ise onun bu eserinden yararlanarak tasavvufi görüşlerini klasik tasavvuf kaynaklarından istifade ederek tahlil etmeye çalıştık.

(13)

Çalışmamız esnasında ayetlerin tercümelerini herhangi bir meâle bağlı kalmaksızın, değişik meallerden istifade ederek vermeye çalıştık. Hadislerin kaynaklarını hadis kitaplarından tespit etmeye çalıştık. İmlâda mümkün olduğunca günlük dildeki kullanımı göz önünde bulundurduk. Arapça ve Farsça’dan dilimize geçmiş olan kelimeleri dilimizde kullanıldığı şekliyle ortaya koymaya çalıştık. Tercüme esnasında bize ait olan cümleleri köşeli parantez içinde kullanmaya çalıştık. Derslerinde ve diğer zamanlarda bilgi ve birikiminden çokça istifade ettiğim değerli hocam Prof. Dr. Hülya KÜÇÜK’e, arşiv kaynaklarına ulaşmada yardımını esirgemeyen Osmanlı Devlet Arşivlerinde uzman olarak çalışan Osman GÖRDEBİL’e, Farsça ibareleri çözmemde yardımcı olan Yard. Dr. Nasuriddin MAZHARİ hocama, çalışmamızın bitim aşamasında tezimizi okuyarak tashih eden dostlarım öğretmen Ragıp NAS, Arş. Gör. Yusuf Erdem GEZGİN, Arş. Gör. Ayhan Tayfur GÜRBÜZER ve Arş. Gör. Ebubekir ALAN’a minnettar olduğumu belirtirim. Çalışmamız esnasında her türlü zorlukta fikir, yardım ve yönlendirmelerini hiçbir zaman esirgemeyen muhterem danışman hocam Prof. Dr. Dilaver GÜRER’e şükranlarımı arz ederim.

Yakup PEKDOĞRU KARAMAN 2016

(14)

I. BÖLÜM

XIX. YÜZYILDA TASAVVUF, MUSTAFA VAHYÎ

EFENDİ’NİN HAYATI, ESERLERİ, TARİKATI, ŞEYHİ

(15)

A. XIX. Yüzyılda Tasavvuf

Osmanlı toplum yapısı ve toplum düzeni altı asırlık tarihi boyunca çeşitli görünümler arz etmiştir. Kuruluş dönemiyle devletleşme aşaması, Fatih Sultan Mehmet devriyle merkezi İslam dünyasının Osmanlı egemenliğine girdiği 16. yüzyıl, toplum ve devlet düzeninde önemli değişikliklerin yaşandığı 17. yüzyıl ile modernleşme çabalarının farklı derecelerde etkiler yarattığı 19. yüzyıl arasında devamlılıklar gibi farklılaşmalar da vardır. Sınırların genişlemesiyle birlikte Osmanlı hâkimiyetine giren dini ve etnik grupların çeşitliliği artmış, buna karşılık 18. yüzyılın sonlarında itibaren sınırlardaki gerilemenin neticesi olarak bir yandan bu çeşitlilik azalırken öte yandan kaybedilen ülkelerdeki Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu elde kalan diğer topraklara çekilmiştir. 19. yüzyılda toplum hayatını ve yapısını derinden etkileyen bir başka amil de kökleri bir önceki yüzyıla uzanan modernleşme çabalarıdır.1

Osmanlı, 19. yüzyılın başından itibaren Avrupa’ya göre gerilediğini görüp bir yenileşme sürecinin zorunluluğunun farkına varmıştı. İmparatorluğun sonuna kadar etkilerini sürdürecek olan Rus savaşlarının yol açtığı ağır yaraların sarılması ve büyük toprak kayıpları verilmesi, giderek eski vilayetlerden yeni bağımsız devletlerin oluşması, Müslüman halkınn kaybedilen yerlerdeki feci akıbeti, vahşi bir kırıma ve etnik temizliğe tabi tutulmaları halinde gelişen, müslüman olmayan milletlerin milliyetçi akımların tesiriyle başlattıkları isyanlarla dış destekli olarak yürütülen, dünya paylaşımı kavgası veren büyük devletlerin sömürgeci, emperyalist politikaların kıskacı altında gelişen imparatorluğun çözülmesi ve dağılması süreci damgasını vurmuştur.2

Bu asırda Osmanlı padişahlarından III. Selim (1789-1807), IV. Mustafa (1807-1808), II. Mahmut(1808-1839), I. Abdülmecid (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876) ve II. Abdülhamid (1876-1908) sırasıyla tahta çıkmışlardır. Her padişah kendi döneminde farklı sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalkmış ve özellikle Ruslar bu asırda Osmanlı Devleti’nin en çok uğraştığı devlet olmuştur. Elbette bu durum devlet yönetimini olduğu kadar halkı da oldukça olumsuz etkilemekteydi. Mevcut sıkıntıları

1 Genç, Mehmet, “Osmanlılar”, DİA, İstanbul, 2007, c. 33, s. 532. 2 Emecan, Feridun, “Osmanlılar”, DİA, İstanbul, 2007, c. 33, s. 496-497.

(16)

aşmak için girişilen yenilik çabalarını destekleyenler olduğu gibi bu çabalara karşı çıkanlar da oluyordu. Sonuçta bu yenileşme hareketlerinden toplumda bulunan kurumlar etkileniyordu.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri tarikatların ve bu tarikatlara bağlı olarak tekkelerin hizmet verdikleri bilinmektedir. XIX. yüzyılda İstanbul’da 300 civarında tekke varlığını sürdürmekteydi. Bunlardan 65 Nakşî, 57 Kâdirî, 13 Halvetî, 23 Sünbülî, 25 Şa’bâni, 22 Celvetî, 14 Cerrâhi, 3 Gülşenî, 3 Sinânî, 4 Uşşâkî, 23 Sa’dî, 8 Bedevî, 2 Şazilî, 35 Rıfâî, 5 Mevlevî, 1 de Bayrâmî tekkesidir.3

Bir döneme damgasını vuran Halvetiyye, XIX. asırda Şa’banîliğe bağlı Çerkeşîlik ve Kuşadâvîlik ile İstanbul’da etkisini devam ettirmiştir.4 Tekke sayılarını verdiğimiz tarikatlar bu asırda mevcudiyetlerini sürdürürken herhangi bir tarikata veya tekkeye bağlı olmayan tasavvufi oluşumlar da kendisini göstermiştir. Mesela İstanbul’da Emin Efendi’nin şahsında gelişen bir ekol, mesleklerini “cezbe yolu”, tarikatlarını “üveys-i Rabbbânî” diye tanımlıyorlardı.5

XIX. asırda var olan tekkelerin hepsi geçmişten o güne kadar varlığını sürdüren tekkeler değildir. Sonradan açılan epeyce tekke vardır. 6

Tekkelerin yaygınlaşmasında padişah ve devlet adamlarının katkısı da bulunmaktadır. III. Selim, II. Mahmud, Halet Efendi, Tepedenli Ali Paşa, Bezmialem Valide Sultan ve II. Abdülhamid bu isimler arasında zikredilebilir.7 Bu dönemde yeni tekkeler kurulduğu gibi Bektaşiyye tekkelerinin yanında birçok tarikatın çeşitli sebeplerle tekkelerinin sayısının azaldığı veya kapandığı bilgisi kaynaklarda mevcuttur.8

XIX. asırda tasavvufi hayatı etkileyen çok önemli bazı olaylar meydana gelmiştir. Özellikle Bektaşî tekkelerinin kapatılması ve bunun ardından Nakşibendîliğin ve Mevlevîliğin diğer tarikatlara göre sosyo-kültürel ve siyasi hayatta öne çıkması, meclis-i meşâyihin kurulması gibi olaylar dikkat çekmektedir.

3 Yücer, H. Mahmut, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf(19. Yüzyıl), İnsan Yay., İstanbul, 2004, s. 79. 4

Köse, Fatih, İstanbul Haveti Tekkeleri, MÜİFV Yay., İstanbul, 2012, s. 40.

5 Yücer, a.g.e., s. 85. 6 Bkz. Yücer, a.g.e., s. 108. 7 Yücer, a.g.e., s. 72.

(17)

Tasavvuf ve tarikat kültürüyle çok içli dışlı olan Osmanlılar’ın şeyh ve dervişlerle zaman zaman kavgalı oldukları da bilinmektedir. Bu devletin temelinde Şeyh Edebâlî gibi bir mürşidin bulunması, askerlerin toprak fetihlerinin dervişlerin gönül fetihleriyle beraber olması bu devletin sürekli olarak sûfi ve dervişlerle iyi geçindiği anlamına gelmemektedir. XIX. asırda bunun en önemli örneği, ilmi ve siyasi otoritelerin yeniçerilerle birlikte Bektaşîleri karşılarına almalarıydı.9 Bektaşîler 1826 yılına kadar yeniçerilerle beraber tutucu bir tavır sergilerken Tanzimat’tan sonra bu durum tam tersine dönmüş yenilikçi akımların yanında yer almışlardır.10

Yeniçeriliğin ilga edilmesinden sonra sıra, devlete ve âlimlere karşı isyancıların safında yer alan Bektaşî tekkelerinin cezalandırılmasına gelmişti. Bu konunun görüşülmesi için Sultan II. Mahmud zamanında devrin meşayihinin katıldığı bir toplantı tertip edilmişti. Toplantıda Şeyhülislam Tahir Efendi tarafından o günkü Bektaşîler’in uygun olmayan durumu açıklanmış ve meşâyihten görüş talep edilmiştir. Bu toplantı Bektaşî tekkelerinin kapanmasıyla sonuçlanmıştır.11

Devletin tarikatlarla ilgili meselelerde meşâyihle birlikte istişare etmesi tarikat liderlerine verilen önemi göstermesi bakımından önemlidir. Bektaşîlik tarikatına yapılan bu müdahale kısa bir müddet için sükûtla geçiştirilmiştir. Fakat bu sükûtun sürekli olması mümkün değildi. Binlerce müntesibi bulunan tarikat zamanla kendisine yapılan bu davranışı bertaraf edebilmenin ve eski durumuna, eski meşru haline kavuşabilmenin yollarını aramıştır.12

Fakat garip olan şudur ki, Bektaşî tekkesi karşılaştığı bu muameleye karşı meşruiyet arayışında Jön Türkler’in yanında mason localarıyla iş birliği yapmış ve tekkelerinin kapatılmasından sonra da Bektaşî şeyhlerinin çoğu bu localara kaydolmuştur.13

Bu asırda tekke ve tarikatları yakından ilgilendiren olaylardan birisi de Abdülaziz’in tahtta olduğu yıllarda II. Mahmud döneminde yapılan tanzim ve ıslah

9

Kara, Mustafa, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarikatlar”, Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, ed.: Semih Ceyhan, İsam Yay., İstanbul, 2015, s. 95-96.

10 Bkz. Yücer, a.g.e., s. 507.

11 Gündüz, İrfan, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1984, s.

140-141. Toplantıya katılan meşayihin kapatılma kararından ziyade idare-i maslahat yolunu tuttukları belirtilmştir. (Bkz. Yücer, a.g.e., s. 465.)

12 Kara, Mustafa, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yay., İstanbul, 2013, s.

161.

(18)

çalışmalarının bir sonucu olan “Meclis-i Meşâyih”in kurulmasıdır. 14

Teşkilatlanmalarında belli ölçüde bağımsızlığa sahip olan tekkeler, XIX. asrın ortalarına doğru bürokraside gelişen merkeziyetçi harekete paralel olarak devlet denetimine alınmaya başlamıştır. İlk basamağı Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’nin kurulması olan bu anlayışın ikinci basamağı Meclis-i Meşâyih’tir. 1868 yılında Meclis-i Meşâyih, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Salâhaddin Dede’nin başkanlığında her biri farklı tarikatlara mensup beş üyeden oluşuyordu. Sa’diyye, Kâdiriyye, Sünbüliyye, Halvetiyye ve Nakşibendiyye’den birer temsilcinin bulunduğu meclisin üye sayısı 1874’te altıya çıkarılmış ve Rifâiyye tarikatı da bu mecliste temsil edilmeye başlanmıştır.15 Devletin tekkelere müdahalesi esasına dayanan Meclis-i Meşâyih’in en önemli özelliği Şeyhülislamlığa bağlı olmasıdır. Meclisin illerdeki temsilcisi, müftünün başkanlığında kurula Encümen-i Meşâyih olacaktır. Bu düzenleme aynı zamanda tekkenin medresenin kontrolüne girmesi anlamına da gelecektir.16

Bu dönemde hem sosyo-kültürel hayatta hem de siyasi hayatta Mevlevîliğin ve Mevlevî tekkelerinin öne çıktığını görmekteyiz. Bu asırda İstanbul’da sadece beş tane Mevlevîhâne bulunmasına karşılık Mevlevîler, Osmanlı tarikat kültüründe çok önemli bir yer edinmişlerdir.17

Bu asırda bütün padişahlar bu tarikata karşı yakın olmuşlardır. Özellikle II. Mahmud Mevlevî dergâhlarını ziyaret etmiş, maddi ve manevi destekte bulunmuştur. Onun döneminde de tarikata olan ilgi özellikle yöneticiler arasında sürdürülmüştür. Örneğin Mevlevî tekkesine bağlı devlet adamlarından biri olan Halet Efendi sayesinde birçok Mevlevîhânenin bakım ve onarımı yapılarak şeyhlerine maaş bağlanmıştır. Yeniçeriliğin ortadan kaldırılması sürecinde Mevlevîler’in devletin yanında yer alması bu tarikat mensuplarına karşı ilginin devamını sağlamıştır. Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde de devletin içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi istikrarsızlık sebebiyle Mevlevîhâneler’e bağlı vakıf gelirlerinin ve yapılan bağışların azalmaya başlamasına rağmen Mevlevîliğin halk üzerindeki etkisini ve itibarını göz ardı edemeyen devlet adamları

14 Küçük, Sezai, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Simurg Yay., İstanbul, 2003, s. 361. 15 Aydın, Bilgin, “Meclis-i Meşâyih”, DİA, İstanbul, 2003, c. 28, s. 247.

16 Kara, Mustafa, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, Dergah Yay., İstanbul, 2010, s. 31. 17 Küçük, a.g.e., s. 77.

(19)

Mevlevîhâneler’in ihtiyaçlarını karşılamayı sürdürmüşlerdir. 18 Bu asırda hem Mevlevîliğin tekke ve meşâyihine hem de diğer tekke ve meşâyihe gösterilen ilgi, muhabbet ve yardımlar sadece padişahlarla sınırlı kalmamıştır. Aynı zamanda devletin üstün bürokratları, memurlar ve padişahların anne ve kızları bu kurum ve kişilere yardım ve muhabbetlerini esirgememişlerdir.

Bu asırda Mevlevîhâneler içinde Yenikapı Mevlevîhânesi ve şeyhi Osman Salâhaddin Dede dikkat çekmektedir. Osman Salâhaddin Dede’nin devrin siyasi olayların içinde olmasında Mevlevî olan devlet erkânın şeyhin gençliğinden itibaren Yenikapı Dergâhı’na devamları da önemli bir etkendir. Bu dönemde Ali Paşa, Sahib Molla, Kenan Bey, Mehmed Ali Paşa, Rıza Paşa, Hoca İshak Efendi ve Hakkı Paşa gibi isimler mevcuttur.19

XIX. asırda Osmanlı tahtına geçen üç padişahı ve dönemlerini de idrak eden Osman Salâhaddin Dede, bu üç padişahın da teveccüh ve iltifatını kazanmıştır.20 Sultan Mahmud ve Abdülmecid’in özel muhabbetini kazanmıştır. Bu durumun bir örneği olarak şu olayı gösterebiliriz: Sultan Mahmud karlı, tipili bir havada Abdülaziz de yanlarında iken dergaha varmışlar ve Osman Dede kapıda karşılayınca Sultan Mahmud “Şeyh Efendi, bu havada sizin gönlünüz çekti. (Şehzâdeleri

göstererek) bunlar olsaydı gelemezlerdi” şeklinde hitabı olmuştu.21

Fakat Yeni Osmanlılar hareketinin içinde yer alan Salâhaddin Dede’nin Mithat Paşa aracılığıyla V. Murad’ı desteklemesi ve bu dönemde Bektaşîler gibi mason localarıyla ilişki kurması II. Abdülhamid döneminde Yenikapı Mevlevîhânesi’nin sürekli gözaltında tutulması sonucunu doğurmuştur.22

Osmanlı toplumunda Mesnevî kitabının yeri büyüktür. Hatta tarihte Dâru’l-Kur’ân, Dâru’l-Hadîs gibi okulların yanında Dâru’l-Mesnevî gibi yerler de açılmıştır. Sultan Abdülmecid Mevlevî tekkelerinde Mesnevî öğretim sistemini yayma düşüncesiyle tahta cülusunun ilk yıllarında iki Dâru’l-Mesnevî açtırmıştır. Mevlevî

18 Tanrıkorur, Barihüda, “Mevleviyye”, DİA, İstanbul, 2004, c. 29, s. 470.

19 Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İnkilap Yay., İstanbul, 2006, s. 238. 20

Küçük, a.g.e., s. 124.

21 Ziya, Mehmet, Yenikapı Mevlevîhânesi, (Tercüman Gazetesi Eserleri), İstanbul, tarihsiz, s. 183. 22 Işın, Ekrem, “Mevlevîlik”, DBİA, İstanbul, 1994, c. 5, s. 430. Ayrıca bu konunun değerlendirmesi

için bkz. Rüya Kılıç, Osmanlıdan Cumhuriyete Sufi Geleneğin Taşıyıcıları, Dergah Yay., İstanbul, 2009, s. 70.

(20)

tarikatine mensup olsun olmasın herkese açık olan ve bir çeşit Mesnevî Enstitüsü kabul edilen bu merkezler yoluyla, Farsça’nın öğretilmesi yanında, bir tasavvufi-edebi zevk de topluma kazandırılmaya çalışılmıştır. Birinci Dâru’l-Mesnevî Koca Mustafa Paşa’da kurulmuş olup bir müddet sonra Mesnevîhân Hoca Hüsâmeddin Efendi (ö. 1285/1869) tarafından Eyüp Sultan semtine taşınmıştır. Diğeri ise Mehmed Murad Efendi (ö. 1263/1848)’in Fatih Çarşamba’daki Murad Molla Dergâhı’dır. Bu dergâhın ilk icazetnameleri verilirken Sultan Abdülmecid bizzat Dâru’l-Mesnevî’ye gelerek mezun olan gençlere teşvik mahiyetinde hediyeler vermiştir ki aralarında Ahmet Cevdet Paşa da vardır. Bu okullardan Feyzullah Efendi ile Hoca Hüsâmeddin Efendi’nin halifesi Mustafa Vahyî ve Mustafa Said gibi Mesnevîhânlar yetişmiştir.23

Bu dönemde Hoca Hüsâmeddin Efendi ve Mehmed Murad Efendi meşhur Mesnevîhân olarak bilinmektedirler. Hoca Hüsâmeddin Efendi’nin dikkat çeken diğer bir yönü ise hem Nakşî olup hem de mesnevihan olmasıdır.24 XIX. asırla beraber İstanbul’da yaşayan önemli Nakşî şeyhlerinin aynı zamanda Mesnevîhân oldukları da görülmektedir.25

XIX. asırda öne çıkan tarikatlardan ikincisi ise Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye koludur. Bu asırda Hâlidiyye İstanbul’da çabuk yayılmıştır. Savaşlarla bunalan, yeni üretim araçlarının ülkeye ve topluma girmesiyle sanayi toplumuna ısınma sürecinin hızlandığı, milliyetçilik akımların ve felsefi görüşlerin sökün ettiği XIX. asır Osmanlı insanı için Hâlidiyye, yeni bir sığınma kapısı, tutunma kulpu olmalı ki kısa zamanda bu topraklarda yaygınlaşmıştır.26

Hâlidiyye’nin İstanbul’da hızla yayılması, tarikat ileri gelenlerinin kısa sürede siyasi nüfuz ve güç kazanmaları yönetimde sıkıntılara yol açtı. Halet Efendi öncülüğünde Hâlidiler’e karşı yürütülen mücadele etkili oldu ve tarikat mensupları II. Mahmud tarafından İstanbul’dan uzaklaştırıldı. 1828’de daha geniş bir tedbir alındı ve İstanbul’daki Hâlidiler’in tamamına yakını Sivas’a sürüldü. 1826’da

23 Küçük, a.g.e., s. 356-357.

24 Cevdet Paşa, Tezâkir(Tetimme), haz.: Cavid Baysun, TTK Yay., Ankara, 1991, s. 13. 25 Küçük, a.g.e., s. 431.

(21)

Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp Bektaşî tekkelerinin kapatılmasının ardından bu tekkelerin şeriata bağlılıklarıyla bilinen Hâlidiler’e verilmesi bir devlet politikası haline geldiğinden Hâlidiler kısa bir müddet sonra daha güçlü bir şekilde İstanbul’a döndüler. Ayrıca ıslahat ve Tanzimat hareketlerinin yapıldığı dönemde Hâlidiyye bu olaylara kayıtsız kalmamış ve genel olarak Jön Türkler’e karşı II. Abdülhamid’i desteklemişlerdir.27

İslam memleketlerinin her tarafına gönderdiği halifeleri vasıtası ile tarikatının yayılmasına ayrı bir ehemmiyet veren Mevlânâ Hâlid’in Osmanlı Devleti’nin hilâfet ve saltanat merkezi olan İstanbul’a da ayrı bir önem verdiği ve buraya memur etmek istediği halifelerine ayrı ve uyulması zorunlu şartlar ileri sürdüğü bilinmektedir. İstanbul’a ilk defa Muhammed Salih adında halifesini göndermiş ise de hatm-i hâce zikrinin icrası sırasında mescidin kapılarını kapattığı ve namaz sonrası meclise dâhil olmak isteyenlere müsaade etmediği ve kendilerine mensup olmayanları aralarına almadığı gerekçesiyle tenkitlere maruz kalan bu zatın yerine Abdülvehhab es-Sûsi’yi tayin etmiştir.28

Onun da uzaklaştırılması üzerine İzmirli Ahmed Eğribezi bu göreve getirildi. Hâlidiyye bu zat vasıtasıyla Osmanlı bürokrasisinde yayıldı. Mekkizâde Mustafa Asım ve Mehmed Refik Efendi gibi şeyhülislamlar; Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Said Paşa, Davud Paşa, Gürcü Necib Paşa, Namık Paşa, Musa Saffeti gibi kişiler Halidiliğe intisap etti.29

II. Abdülhamid bu asırda Senusi yükselişine karşı Şazilî tarikatı’nın ileri gelenlerinden Zâfir Efendi’yi İstanbul’a davet ederek himayesi altına almış ve tarikatın bölgesel nüfuzunu siyasi açıdan kullanmak istemiştir.30

Ayrıca Abdülhamid kendisine yakın olan birçok şeyhle görüşmüştür. Öyle ki bazılarını yurtdışına görevli olarak göndermiş, Müslümanları hilafete bağlamak istemiştir. Özbekler Dergâhı şeyhi Süleyman Efendi bu sebeple resmi görüşmelerde bulunmak için Macaristan’a giden heyetin başkanlığını yapmıştır.31

27

Uludağ, Süleyman, “Hâlidiyye”, DİA, İstanbul, 1997, c. 15, s. 297-299.

28 Gündüz, a.g.e., s. 250. 29 Uludağ, a.g.md., s. 297. 30 Yücer, a.g.e., s. 71. 31 Gündüz, a.g.e., s. 224-225.

(22)

Bu asırda Rumeli kökenli olmasına rağmen İstanbul aydın çevreleri üzerinde etkili olan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arâbi (ö.1305/1887)’nin kurduğu Melâmiyye’den Nûriyye kolu dikkat çekmektedir.32 Öne çıkan bir başka şahıs ise Hâsirîzâde Tekkesi şeyhi Elif Efendi’dir. Tekkenin son postnişini olan şeyh efendi döneminde adı geçen tekke parlak bir tasavvuf ve sanat hayatına sahne olmuş, devrin ileri gelen âlimleri, tarikat şeyhleri, musiki, edebiyat ve hat üstatları, devlet adamları ve saray mensupları tekkedeki ayinlere, mesnevi derslerine ve sohbetlere devam etmişlerdir.33

XIX. asra baktığımız zaman tarikatlar arası veya meşâyih arasındaki ilişkilerin de olumlu olduğunu görmekteyiz. Birbirlerinin sohbetlerine katılma, müridi manevi kemali için başka bir şeyhe yönlendirme, ders okuma, ortak programlara katılma gibi hususlar bunu göstermektedir.34

Ayrıca ordu içinde görev alan şeyhler ve tekke mensubu olanlar da mevcuttur. Devletin zor zamanlarında askeri güç olarak ve manevi güç olarak katkıda bulunmuşlardır.

Tekkeler eğitim hayatında da müsbet tesirler bırakmışlardır. Cemiyet hayatında deruhte ettikleri ictimai vazifeler de aynı derecede tesir bırakmıştır. Bugün dernekler, kulüpler, vakıflar, huzur evleri ve bazı resmi kurum ve kuruşlarca giderilmeye çalışılan ihtiyaçlar o devirlerde tekkeler ve vakıflar kanalıyla yürütülmüştü. Nitekim tekkeler, tarikatların kendilerine ait ayin, zikir ve ibadetlerini ifa ettikleri yerler olmalarına karşılık okul, tedavi ve evlat ve ıyalinde aradığı huzur ve şefkati bulamayan, ruh ve beden hastalıklarını, hatta cüzamlıları dergâh disiplini içerisinde tedaviye uğraşan ve onlara evlerini aratmayacak derecede huzur veren ve hizmet eden kuruluşlar olmuşlardır.35

Bunlara örnek olarak Üsküdar’da bulunan Miskinler Tekkesi’nin bir tür cüzam hastanesi olarak hizmet vermesi gösterilebilir. Diğer tekkelerden bir farklılığı olmamakla birlikte bu tekke şehre dışarıdan gelenlerin sıhhi kontrolünü yapar, çeşitli bulaşıcı hastalıklara karşı onları karantinaya alıp hastalıklarını tedavi eder, çevresinde daima doktor bulundururlardı. Eyüp İdris köşkündeki Hâtûniye Tekkesi’nin kimsesiz yaşlı kadınları barındırdığı, Osmanlı spor

32 Yücer, a.g.e., s. 70.

33 Tanman, M. Baha, “Hâsîrîzâde Tekkesi”, DİA, İstanbul, 1997, c. 16, s. 385. 34 Bkz. Yücer, a.g.e., s. 617-632.

(23)

tarihinde önemli yeri olan güreşçilik ile okçuluğun Pehlivanlar Tekkesi ile Okçular Tekkesi’nde var olduğu görülmektedir.36

Tekkeler, sadece mensuplarına tasavvuf terbiyesi vermekle kalmamış, onların bilgi, donanım ve kültür bakımından da kendilerini geliştirmeleri için, muhtelif eserlerin yazıldığı ve okunduğu döneminin önde gelen ilim merkezleri olarak da işlev görmüştür. Tekke mensupları, edebiyat, tasavvuf ve tarih gibi pek çok alanda muhtelif eserler ortaya koymuşlardır. Bilgi, kültür ve donanımı kuvvetli dervişler tarafından yazılan eserlerin önemli bir çoğunluğu günümüze intikal etmiştir. Hatta kütüphanelerde mutasavvıflar tarafından yazılan eserler, diğer ilim dallarında yazılanlara göre daha fazla yekün teşkil etmektedir.37

Bu asırda karşılaşılan kültürel faaliyetler arasında kütüphane kurma ve mevcut kütüphanelere kitap bağışıyla zenginleştirme de mevcuttur. II. Mahmud döneminde İstanbul’da kurulan kütüphanelerin arasında ilk sırayı tekke kütüphaneleri alır.38

XIX. asır Osmanlı Devleti için gerçekten zor bir dönemdir. Bu dönemde yenilik hareketleri baş gösterirken tekke ve tarikatlar da bundan nasibini almıştır. Bulundukları zaman diliminde toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi kendilerine görev edinen tasavvuf ehli birçok alanda varlık göstermiştir. Devrin siyasi hayatı oldukça çalkantılı geçmiş, meşayih de bu çalkantılı durumda bazen olumlu bazen olumsuz bir şekilde yer edinmiştir. Devlet-tekke ilişkisi bu dönemde de canlı olduğu bilinmektedir. Padişahlar tekkelerden uzak durmamış, asır boyunca yardımlarını esirgememişlerdir.

B. Mustafa Vahyî Efendi’nin Hayatı

Mesnevîhân Hoca Hüsâmeddin Efendi’nin halifesi olan Mustafa Vahyî Efendi’nin doğum tarihi kaynaklarda mevcut değildir. Nakşibendî şeyhlerinden âlim bir zat olup kendisi İstanbulludur. Hüsâmeddin Efendi’nin manevi oğlu ve en yakın

36 Yücer, a.g.e., s. 77.

37 Çetin, Nuran, Eyüp Tekkeleri, (MÜSBE, Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2012, s. 407. 38 Erünsal, E. İsmail, “İstanbul”, DİA, İstanbul, 2001, c. 23, s. 283-284.

(24)

talebesidir.39 Vahyî Efendi’nin eşi Fatma Hanım’dır ve Hâtûniye Tekkesi’nde kabri mevcuttur. 1293 yılının Ramazan ayında Vahyî Efendi’den iki yıl önce vefat etmiştir.40 Mustafa Vahyî ise hac görevini ifa etmek için gittiği Hicaz’da, 1295 yılında Medine-i Münevvere’de vefat ederek meşhur mücahit Dağıstanlı Şeyh Şamil Efendi’nin yanına defnedilmiştir.41

Vahyî Efendi’nin kendinden sonra Hâtîniye Tekkesi’nin şeyhliğini yapmış ve hafız olan Muhammed Rızâeddin adında bir oğlu vardır. Kabri tekkenin içerisinde mevcut olup mezar taşında şunlar yazılıdır:

“La ilahe illallah Muhaemmdü’r-Rasûlullah

Tarîkat-ı aliye-i Nakşibendiyye meşâyih-i izâmdan eş-Şeyh el-Hac Mustafa Vahyî Efendi merhûmun mahdûmu ve bu degâh-ı şerîfin post-nişîni eş-Şeyh el-hafız Muhammed Rızaeddin Efendi’nin rûh-ı şerîfi içün, rızaen li’llahi’l-Fatiha-1306, yevm-i Çarşamba 3 zi’l-Hicce”42

Müellifimizin diğer oğlu el-Hâc Hâfız Mehmet Sadreddin Efendi’dir. Vefatı 1306 olup kabri hazirededir.43

Şeyh Efendi tasavvufi anlamda hocasının yolundan gitmeye çalışmış, tekkede

Mesnevî okutmuş, sema yerine hatm-i Hâcegân yaptırmıştır.44 Fakat semâ, devrân ve raks yapmayı uygun görmüş, teşvik etmiş ve hatta yapılmasını uygun görmeyenleri, yapanları tekfir edenleri ağır dille eleştirmiştir.45

Hoca Hüsâmeddin Efendi Mesnevî okumaya çok önem vermiş, hastalık zamanında bile bundan vazgeçmemiştir. Öyle ki Hüsameddin Efendi 1270/1853’de gözlerini kaybetmesine rağmen kitabı(Mesnevi’yi) halifesi Şeyh Mustafa Vahyî

39Bursalı, Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, haz.: A. Fikri Yavuz, İsmail Özen, Meral Kitabevi,

İstanbul, tarihsiz, c. 1, s. 219.

40

Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliya, Kitabevi Yay., İstanbul, 2006, c. 2, s. 209.

41 Bursalı, a.g.e., c. 1, s. 219; Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 209. 42 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 209.

43

http://ekitap.eyup.bel.tr:9600/sempozyum/tarih/Cami_ve_Mescidler.pdf, s. 30. Erişim tarihi:

15.09.2015

44 Yücer, a.g.e., s. 278.

45 Mustafa Vahyî, Tuhfetü’s-Sâlihîn ve Sübhatü’z-Zâkirîn adlı eserinde bu konu üzerinde durmuş ve

(25)

Efendi’ye okutmuş, kendisi de şerh ve açıklamalarına devam etmiştir.46

Mustafa Vahyî hocasını yalnız bırakmamıştır. Onun, hocasının son nefesine kadar görevini sürdürmüş olduğu anlaşılmaktadır.

Hüsâmeddin Efendi’nin ahirete irtihalinden sonra Mesnevî dersin Mustafa Vahyî Efendi alışılageldiği gibi Cuma günleri; ayrıca tefsir ve hadis derslerini de özel gecelerde devam ettirmiştir. Nakşibendî olup Mesnevi sohbetleri yapan şeyh efendi Mücedidî geleneği Mesnevi irfanı ile birleştiren kişiler arasında yer edinmiştir.47

Özellikle hadis alanındaki eseriyle o dönemde kırk hadise dair eser verenler arasına girmiştir.48

Bu sebeple Hoca Mustafa Vahyî Efendi namını alıp umumun teveccüh ve ihtiramına nail olmuştur.49

Tespit edebildiğimizi eserleri ise şunlardır: 1- Tuhfetü’s-Sâlihîn ve Sübhatü’z-Zâkirîn. 2- Ed-Dürretü’l-Azîziyye fi’l-Fevâidi’l-Kaviyye 3- Hezzü’z-Zâkirîn ve Hetrü’t-Tâlibîn.50

C. Şeyhi: Hoca Hasan Hüsâmeddin Efendi

Mustafa Vahyî Efendi’nin yetişmesini sağlayan Hoca Hüsâmeddin Efendi, 1184 senesinde Recep ayının ilk Cuma gecesi dünyaya gelmiştir. Babası Bâb-ı Âli’de Dâhiliye kısmı ser-halifesi es-Seyyid Muhammed Fehim Efendi’dir.51 Hüsâmeddin Efendi aslen İstanbul’ludur.52

Hüsâmeddin Efendi dört yaşında okumaya başlamış ve dokuz yaşında hafız olmuştur. Arapça’yı Kastamonulu Ömer ve Konyalı Ali Efendiler’den, hadis ve

46 Yücer, H. Mahmut, “Eyüp’te Hatûniye Tekkesi ve “Tenşîtü’l-Muhıbbîn bi Menâkıb-ı Hâce

Hüsâmeddin””, Tasavvuf, sayı: 10, 2003, s. 222.

47

Güntan, Zekiye, XIX. Yüzyıl İstanbul Mutasavvıflarından Muhammed Murad Nakşbendî ve Hûlâsâtu’ş-Şurûh Adlı Mesnevî Şerhinden İlk 1001 Beytin Tahlili, (SÜSBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 2009, s. 19.

48 Bkz. Aydoğdu, Rukiye, 19. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Tasavvuf-Hadis İlişkisi-Ahmet Ziyaeddin

Gümüşhanevi Özelinde-(AÜSBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2008. s. 24.

49 Yücer, a.g.mk., s. 234.

50 Bursalı, a.g.e., c. 1, s. 219; Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 209. 51 Vassaf, a.g.e., c.2, s. 205.

(26)

hadis usulunü Kurubesili Es’ad Efendi’den, tefsiri Ahıskalı Hoca Selim Efendi’den okumuştur.53

Selim Efendi’nin şeyhi olan Bursalı Muhammed (Mehmed Emin) Efendi’nin yanına, Bursa’ya giderek intisap etmiş feyzini bu kişiden almıştır. Mehmed Emin Efendi’nin 1288/1813’de vefatı üzerine Hâtûniye Dergâh’ına dönerek Mesnevi okutmaya başlamıştır.54

Üçüncü ciltten sonrasını Koca Mustafapaşa Asitânesi’nde takrir ederek ilk Mesnevî hatmini 1247/1831 senesinde tamamlamıştır. 1267/1850 tarihinde Sultan Abdülmecid’in Hacı Evhad Tekkesine dersleri izleyebilmek için mahfel yaptırması üzerine Hâtûniye Tekkesi’ne taşınmıştır. Yöneticilere ve siyasilere bu anlamda Hüsâmeddin Efendi yüz vermemiştir.55 Muhammed Emin Efendi’ye

53 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 205.

54 Hüsameddin Efendi’nin toplum tarafından nasıl tanındığına dair Cevdet Paşa kitabında şu bilgileri

vermektedir: “Ol vakit İstanbul’da iki meşhûr Mesnevîhân var idi. Biri Hoca Hüsâmeddîn Efendi olup, Küçük Mustafa Paşa’da Mesnevî-i Şerîf okuturdu. Hüsn-i zann-i enâma mazhar bir pîr-i rûşen zamîr olup, ricâl ü kibârdan pek çok zevât ana mu‘tekıd idi. Her tarafdan ve her sınıfdan nice zevât ânın dersine müdâvemet ile nutkunu ni‘met ve nasîhatini ganîmet bilirlerdi. Ba‘zen biz dahî gidip takrîr-i dil-pezîrini istimâ‘ ederdik. Ba‘dehû Eyyûb-i Ensârî semtine nakl-i ikāmetgâh edip âhir-i ömrüne kadar orada ikāmet eyledi. Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Efendi, ânın telâmîzindendir” (Bkz., Cevdet Paşa, a.g.e., s. 13.)

55 Bursalı, a.g.e., c. 1, s. 115; Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 205; Yücer, a.g.mk., s. 222. Bu durum Mehmet

Akif Ersoy’un dikkatini çekmiş ve şu mısraları onun için kaleme almıştır. Hüsam Efendi Hoca

Nasılsa ismini duymuş ki bedegânından, Hüsam Efendi’yi aldırmak istemiş Sultan. İrâdeler geledursun, o, i’tizâr ederek, Saray civârına yaklaşmamış, değil gitmek. Bu izz ü naz üzerinden epey zaman geçmiş; Günün birinde, Beşiktaş taraflarında bir iş, Sürüklemiş o havâliye Mesnevi-Hânı. Duyunca vak’ayı Abdülmecid’in erkanı,

“Çağırtalımm mı?” demişler; “evet” demiş, Hünkar; Takım takım yola çıkmış hemen silahşorlar. Hüsam Efendi henüz Dolmabahçe’lerde iken, Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer, geriden. -Efendimiz bizi gönderdi, çok selam ediyor; “Görüşmek istiyorum, kendi istemez mi?” diyor. Uzun değil ki saray, işte dört adımlık yer; Hemen dönün, gidelim, hiç düşünmeyin bu sefer! Dönün rica ederiz……

-Dinleyin sabırlı olun: Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun, Henüz sonundan uzakken, tükendi gitti ömür; Tutup da geri döndüm mü, yandığım gündür!

(27)

intisap etmesi sebebiyle Nakşibendî’dir. Hz. Mevlânâ’nın ruhundan müstefid olmuştur.56

Farsça eğitiminin yanında Füsûs57

ve Mesnevi eğitimi alan Hüsâmeddin Efendi Mesnevî dersleri vermekteydi. Bunun yanında Sahîh-i Buhârî, Mesâbih,

Delâilü’l-Hayrât 58

, Şir’atü’l-İslam 59 , Kadı Beydâvî Tefsiri okutmuştur. 60 1270/1853’de gözlerini kaybetmesine rağmen kitabı(Mesnevî) halifesi Şeyh Mustafa Vahyî Efendi’ye okutmuş, kendisi de şerh ve açıklamalarına devam etmiştir. 1280/1863 senesinde hastalığı iyice ilerlemiş olmasına rağmen dersleri bırakmayarak üçüncü hatminin sonunda, eğitimin her kademesi ve şekliyle süslü doksan üç yıllık bir hayat, binlerce muhibban bırakarak ebedi âleme intikal etmiştir.61

Rivayetlere göre ehl-i hadisin tavrı ve mesleği üzere amil olan Hüsâmeddin Efendi hayatının her safhasında sünnet-i seniyeyi uygulamaya ve müritlerini ona yönlendirmeye çalışmıştır. Yöneticilere ve siyasilere yüz vermemesi, hiç evlenmemesi, varlıklı bir aileden gelmesine rağmen tekkelerde ikamet ederek ömrünü geçirmesi, her kesimden insanla görüşüp sohbet etmesi, derslerine daha çok kültürlü insanların iştirak etmesi, Nakşî olmasına rağmen Mevlevî sikkesi giymesi, ama imameyi Mevlevîler’in sardığı gibi destar şeklinde değil de, düz dolama yapması, okuttuğu ve şerh ettiği kitaplarla toplumda mümtaz bir mevki edinmiştir. Hz. Mevlânâ’dan ruhen feyz alması ve Mesnevî okutması onun Mevlevî meşrep

56 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 208.

57 İbnü’l-Arabi’nin kaleme almış olduğu kitabın tam ismi “Füsûsü’l-Hikem ve Husûsü’l-Kilem”dir.

627 yılındaki bir “müeşşiratta” Hz. Peygaber’in emri üzere bu eseri kaleme aldığını belirtir. Füsûsu’-Hikem, yirmi yedi peygamberin her birinin hikmetlerine izafeten yirmi yedi bölüme ayrılmıştır. (Ayrıntıl bilgi için bkz. Mahmut Errol Kılıç, “Füsûsü’l-Hikem”, DİA, İstanbul, 1996, c. 13, s. 230-237.)

58 Şazeliyye tarikatının Cezûliyye kolunun kurucusu Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Cezûli

tarafından kaleme alınmış bir salavat mecmuası olup tam adı Delâilü’l-Hayrât ve Şevâriku’l-Envar Fî Zikri’s-Salât Ale’n-Nebiyyi’l-Muhtâr’dır. Adı geçen bu risale Şeyh’in müritleri arasında çok okunmasının yanında diğer tarikatler arasında ve hatta herhangi bir tarikata bağlı olmayanlar tarafından da okunmuştur. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Delâilü’l-Hayrât”, DİA, İstanbul, 1994, c. 9, s. 113-114.)

59 Eserin müellifi Ebu’l-Mehâsin Rüknülislam Sedîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrahim eş-Şergî

el-Buârî’dir. Daha çok bu eseriyle tanınan Hanefi fakîhidir. Eserin tam ismi Şir’âtü’l-İslâm İlâ Dâri’s-Selâm olup bir ilmihal vve ahlak kitabıdır. Günlük hayata dair birçok konudaki sünnet ve adap hakkında bilgi vermektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Recep Cici, “İmamzâde, Muhammed b. Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 2000, c. 22, s. 210-211.)

60 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 206; Yücer, a.g.mk., s. 209-249. 61 Yücer, a.g.mk., s. 222; Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 206.

(28)

olduğunu gösterir. Ancak “Semâ” değil de “Hatm-i Hâcegan” yaptırması, akabinde cehri zikir ayinini icra etmesi, daha çok Hâlidiler’de görülen hadis ve Beydâvî Tefsiri okutma geleneğini uygulaması, farklı ve güçlü bir yol takip ettiğini, ayrıca şer’i ilimlerdeki kudretini göstermektedir. Bu haliyle o, bütün bir ömrünü ve metodunu, toplumun her kademesine göre ayarlamış, yaygın eğitimin hitap ettiği her kesime ulaşmaya çalışmıştır.62

Onun öğrencilernden olan Aşçı İbrahim Dede, cuma günleri Şeyh Kadri Dede ile birlikte Hüsâmeddin Efendi’nin derslerine katıldığını ve feyz bulduklarını şu ifadeleri ile dile getirmektedir.

“…Ekseriya cuma günleri Mevlevî elbisesini iksa ile müşarünileyh Dede Efendi hazretleriyle beraber Hazret-i Eyyûb-i Ensarî radıyallahu anhu efendimiz hazretlerinin civâr-ı âlîlerinde Bülbülderesi’nde müşarünileyh Mesnevîhan Hazret-i Hüsameddîn kuddise sırrıhü’l-azîz hazretlerine giderek, çünkü müşarünileyh Hüsameddîn Efendi Hazretlerinin mesken-i saâdetleri, evvela Dersaadet’te Hacı Ayvaz Cami’-i şerîfinde olup, muahharen kendilerine olunan işâret-i mâneviyyeden dolayı, Eyüp’te Bülbülderesi’nde olan dergâh-ı âliye teşrif buyurdular ki; orada kendi haceleri medfûn idi. Lakin onların künyelerini bilmem İşte böyle cuma günleri Dede Efendi Hazretleriyle birlikte gidip, Hüsameddîn Efendi Hazretlerinin dahî teveccühât-ı kudsiyelerine nail oldum.63

Şeyh Elif Efendi onun telife pek önem vermediğini belirtir. Ama onun eserlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Mesnevi’nin ilk beyti üzerine şerh olarak Molla Cami tarzında bir risale. 2- Buhâri’nin on beş cüzüne Arapça şerh.

3- Tirmizi’nin Şemâil eserinin tercümesi.64

Hüsâmeddin Efendi’nin 1863 yılında vefat ettiğini ifade etmiştik. Vassaf bu konuda en ayrıntılı bilgileri şu şekilde vermektedir:

62 Yücer, a.g.mk., s. 222-223.

63 Aşçı Dede Hatıralar’ından naklen, Çetin, a.g.e., s. 256. 64 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 207; Yücer, a.g.mk, s. 223-224.

(29)

“1280/1863 senesinde doksan altı yaşında oldukları halde Leyle-i fıtırda, saat dörtte gül-zâr-ı bekâya azîm oldular. Bayram günü binlerce halk cenazelerinde hazır bulunup, Hz. Halid’de namazı ba’de’l-edâ saat n bir raddelerinde dergâh-ı şerîfin ittisalinde pencere önünde defn olundu. Ba’dehû üzerine demirden güzel bir şebeke yapılmış, mükellef mezar taşı konulmuştur.”65

Şeyh Hasan Hüsâmeddin Efendi’nin vefat tarihi ile ilgili olarak şu ibare kaydedilmiştir:

“Eyyâm-ı îydi mâtem-i târihe kıl tahsîs

Hüsameddîn çekildi gitdi mü’minler meydanından.66

Şeyh Hasan Hüsâmeddin Efendi’nin mezar taşında ise şu ibarelerin yer aldığı ifade edilir:

“Lâilâhe illa’llah Mühammedü’r-Rasûlullah Hâzâ kabru Mesnevîhân Hâce Hüsâmeddîn es-Sıddîkî kuddise sırruhu’l-âlî

1280 gurre-i Şevvâl, (10 Mart 1863)”67

D. Tekkesi: Hâtûniye

Ebû Eyyûb el-Ensari’nin şahsında kurulan Eyüp semti, tarih boyunca saflığın, temizliğin, manevi kimliğin, birliğin, beraberliğin ve ruhi dinamizmin merkezi haline gelmiştir. Çünkü İslam dünyasının öncülüğünü yapan, imparatorluk düzeyindeki devletin başkenti olan İstanbul’da, halkın manevi duygularını daima canlı tutabilecek bir bölgenin olması gerekirdi. Böylece ihtiyaca binaen fetihle birlikte ilk olarak kurulan Eyüp ilçesi, süreç içinde giderek gelişmiş; sultanların, devlet ricalinin, ulema sınıfından olan kişilerin, sanat ve düşünce adamlarının yaşadıkları, mimarlık ve kültür tarihine önemli eserler bıraktıkları bir yer olmuştur.68

65 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 206. 66 Vassaf, aynı yer.

67 Vassaf, a.g.e., c. 2, s. 207. 68 Çetin, a.g.e., s. 35.

(30)

Osmanlı döneminde Eyüp semti, gerek mesire amacıyla, gerekse uhrevi niyetlerle her zaman tercih edilen bir mekân olmuştur. Denilebilir ki bütün Müslümanlar için Medine neyi ifade ediyorsa İstanbul için Eyüp de o anlamı taşımaktadır. Eyüp’te başta Hz. Ebû Eyyûb Ensâri olmak üzere yaklaşık kırk beş civarında tekke kurulmuştur.69

Kâdiri tarikatından “Çakmak Şeyh” lakaplı Seyyid Hasan Efendi tarafından, muhtemelen 18. yy’ın birinci yarısında kurulan Hâtûniye Tekkesi, Eyüp İlçesi’nde, Gümüşsuyu mevkiinde, Merkez mahallesinde, Kutucu, Hâtûniye Gümüş ve Hüsâm Efendi sokakları ile Eyüp Gümüşsuyu yolunun kuşattığı arsada yer almaktaydı.70

Hatuniye Tekkesi “Çakmak Hasan Efendi”, “Selim Efendi”, “Hoca Hüsâmeddin Efendi Tekkesi”, “Hâtûniye, Hatuni, Karılar Tekkesi” gibi adlarla bilinmektedir.71

Kâdiriliğe bağlı olarak faaliyette olan dergâh, Hâce Selim Sırrı Efendi ile birlikte Nakşibendîliğe geçmiştir.72

XIX. yüzyılda bu dergah yine Hâce Selim Sırrı Efendi tarafından canlandırılmış, kendisinden sonra gelen Hoca Hüsâmeddin Efendi esas şöhretine kavuşmuştur. Tekke, Hoca Hüsâmeddin Efendi döneminde “Mesnevi Okulu” olarak ünlenmiş, tekke mensuplarının çoğunun kadınlardan oluşması ve bir tür “huzur evi” fonksiyonu görmesi tekkenin ününün yaygınlaşmasına neden olmuştur.73

Hoca Hüsâmeddin Efendi bu dergahta Mesnevi okutmuştur. Meşîhatı boyunca tekke Mesnevîhâne olarak ün yapmıştır. Hüsâmeddin Efendi bunun yanında Hacı Evtad Tekke’sinde olduğu gibi Tefsir-i Kadı Beydâvî, Sahîh-i Buhârî, Mesâbih,

Şir’âtü’l-İslam, Delâilü’l-Hayrât gibi eserleri de tedris etmiştir. 1270/1853’de

gözlerini kaybetmesine rağmen kitabı(Mesnevî), halifesi Şeyh Mustafa Vahyî Efendi’ye okutmuş, kendisi de şerh ve açıklamalarına devam etmiştir.74

Ayrıca

69 Yücer, a.g.mk., s. 219. 70

Tanman, Baha, “Hatûniye Tekkesi”, DBİA, İstanbul, 1994, c. 4, s.20; Mustafa Ödamar, Eyüp, İdris Köşkü Caddesi, Zeynep Hatun Sokağı, 29 ada 10 parsel sayılı Hatûniye dergahı olarak dergah için adres vermektedir. Ayrıca sokağın isminin Hüsam Efendi Sokağı olarak değiştiğini ifade etmektedir. (Bkz. Mustafa Özdamar, Dersaâdet Dergahları, Kırk Kandil Yay., s. 27, İstanbul, 1994.)

71

Yücer, a.g.e., s. 275 (718 nolu dipnot); Özdamar, a.g.e., s. 27.

72 Tanman, a.g.md., s. 20; Muslu, Ramazan, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. yüzyıl), İnsan Yay.,

İstanbul, 2004, s. 397.

73 Yücer, a.g.mk., s. 221; Tanman, a.g.md., s. 20. 74 Yücer, a.g.mk., s. 222; A. mlf., a.g.e., s. 277.

(31)

Hüsâmeddin Efendi XIX. yüzyılda İstanbul toplumunda Mesnevîhân-ı Şehîr ünüyle tanınan iki büyük şeyhten sonra gelenidir.75

Mustafa Vahyî Efendi de hocası Hüsâmeddin Efendi’den sonra tekkede onun takip ettiği metodu devam ettirmeye çalışmış; Mesnevi’nin yanında tefsir, hadis okutmuş ve hatm-i hâce yaptırmıştır. Kendinden sonra dergahın şeyhlik makamına Vahyî Efendi’nin oğlu Mehmed Rızâeddin Efendi geçmiş ve on bir yıl bu görevini ifa etmiştir. Mehmed Rızâeddin döneminde dergaha devlet tarafından beş yüz kuruşluk bir yardım yapıldığı görülmektedir.76

İstiklal savaşının yapıldığı günlerde önemli görevler üstlenen dergahlardan birisi de Hâtûniye Dergahı’dır. Bu dergah milli mücadele yıllarında Anadolu’ya silah sevkiyatı yapan “Mim Mim” rumuzlu gizli örgütün silah merkeziydi. Burayı “Mim Mim” istihbarat teşkilatının Eyüp’teki merkezi haline getiren Sadettin Ceylan Efendi vekaleten şeyhliğini yürütüyordu.77

Örgütün başkanı da aynı zamanda başkanı olan Sadettin Ceylan Efendi, civardaki İplikhane Hastahanesi’nin de imamıydı. İşgal kuvvetlerinin silah depoları bu civarda yer almaktaydı. Buralardan kaçırılan silah ve cephaneler, önce dergahın bitişiğindeki caminin minaresinde saklanır, sonra İplikhane Hastahanesi’nden sağlanan tabutların içinde cenaze gibi taşınarak yakın bir eve götürülür, oradan Reşadiye mektebine, oradan da sandalcı Osman Ağa marifetiyle Bostan İskelesinden üstüne erzak yüklenerek Boğaz yoluyla İnebolu’ya ulaştırılırdı. Ramazanda ramazan davulunun içinde bomba kaçırıldığı zamanlar da olmuştur.78

Nazmi Ceylan, milli mücadele yıllarında Hatuniye Dergahında yapılan aktif hizmetleri anlattıktan sonra şu bilgileri verir:

-Merhum pederim, zaferden sonra tekkemiz mensublarının düşman tehdidi altındaki hizmetlerinin tesbit ve yazılmasına ve hatta bunlardan bir çoğunun istiklal madalyası almasına da şiddetle muhalefet etmişti. Zaferden sonra bir gün istiklal madalyasına hak kazananları tayin ve tespit maksadıyla böyle bizim gibi gizli

75

Yücer, a.g.mk., s.221. İlki ise Fatih-Çarşamba’da Mesnevihâne Tekkesini kuran Mehmed Murad Efendi’dir. (Bkz. Yücer, a.mk., s. 221.)

76 BOA, Y.PRK.MŞ 1/61.

77 Azamat, H. Nihat, “Nazmi Efendi”, DİA, İstanbul, 2006, c. 32, s. 459. 78 Özdamar, a.g.e., s. 27-28.

(32)

çalışanları arayıp bularak kaydeden Bahriye Kaymakamı Yarbay Tevfik Bey ziyaretimize gelerek bu hususta bazı sualler sordu. Kendisine verdiğim cevapları yazmakta bulunduğu bir sırada içerdeki odadan konuşmalarımızı duyan merhum pederim ikindi namazına gitmk üzere abdest almış, kollarını kuruluyordu:

-Oğlum bu yaptığınız nedir, ne yapıyorsunuz? diye sordu. Ona durumu anlattık. Bunun üzerine:

-Oğlum, biz bu işi madalya için yapmadık. Biz derviş adamlarız. Bize din ve vatan yolunda vacip olan bir hizmetin karşılığı olarak madalya almak yakışmaz. Lütfen o yazdıklarınızı yırtınız! dedi.

Tevfik Bey’in ısrarlı ricalarına rağmen kararından dönmedi. Notlarını gözünün önünde yırttırdı. İşte bu olay dolayısıyla Eyüp’teki Kuva-yı Milliye çalışmalarının birçokları sır halinde kalmıştır.79

Hâtûniye Tekkesi’nin geniş ve ağaçlarla kaplı olan arsası, 1950’lere kadar İstanbul’un ünlü mesireleri arasında yer alan bir kesimde, İdrisköşkü Tepesi’nden Bülbülderesi’ne doğru alçalan yamaç üzerinde bulunmaktadır. İstinat duvarları ile birçok sete ayrılmış olan arsanın, farkı yönlerdeki sokaklara açılan üçtane girişi vardır. Bunlar içinde, mimari ayrıntıları bakımından tek kayda değer olan, güneydeki Hüsâm Efendi sokağına açılan ve hazireye geçit veren kapıdır. Bu kapının dikdörtgen açıklığı mermer sövelerle çevrelenmiş, Hattat Mehmet İzzet Efendi’nin (ö. 1903) sülüs hatlı ve 1304/1886 tarihli besmelesi ile taçlandırılmıştır. Besmelenin yanlarında Mevlevî sikkesi kabartmaları görülmektedir. İçinde pazartesi günleri ayin icra edilen, ayrıca Mesnevi dersleri yapılan ve günümüzde tamamen ortadan kalkmış bulunan mescit-tevhidhaneninahşap olduğu anlaşılmaktadır. Tek başına kalmış olan bodur minarenin kare tabanlı kaidesi kesme küfeki taşı ile örtülmüştür. Bunun üzerine oturan silindir biçimindeki kaidenin tuğla örgüsü içinde küfeki taşından yontulmuş basamaklar görülebilmektedir. Arsanın batı sınırında, Eyüp-Gümüşsuyu

(33)

yolu üzerinde yer alan iki katlı ahşap harem binası günümüzde de mesken olarak kullanılmakta olup özgünlüğünü büyük ölçüde yitirmiştir.80

Hatıralara baktığımız zaman ne yazık ki Kurtuluş savaşıında büyük hizmetlerde bulunan dergah, savaştan sonra bakımsızlık yüzünden harab ve yıkılmış durumdadır.81

Tekke 1925’te kapatıldıktan sonra ihmal edildiği için harap düşmüş, avlu girişleri, hazire, harem binası ve minaret dışında kalan unsurları tarihe karışmıştır.82

Bu dergâhın postnişin listesi ise şu şekildedir: Şeyh Seyyid Hasan Efendi

Şeyh Ali Efendi

Şeyh Hâce Selim Sırrı Efendi

Şeyh Mesnevîhân Hâce el-Hâc Seyyid Hasan Hüsâmeddin Efendi Şeyh el-Hac Mustafa Vahyî Efendi

Şeyh el-Hac Mehmed Rıza Efendi83

Nesib Efendi84

Vekaleten Sadeddin Ceylan85

E. Tarikatı

Mustafa Vahyî Efendi’nin Nakşibendî-Mevlevi meşrep olduğu, hocasından aldığı terbiye ve metod, onun da hatm-i hâce yaptırdığı ve aynı zamanda Mesnevi

80

Tanman, a.g.md, s. 20-21.

81

Bkz., Kara, Mustafa, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yay., s. 170.

82 Tanman, a.g.md., s. 20.

83 Bkz. Şükri, Zâkir, Dıe İstanbuler Derwısh-Konvente Und Ihre Sceheıche(Mecmû’a-ı Tekâya), haz.:

M. Serkan Tayşi, Klaus Kreiser, Freiburg, 1980, s. 51-52.

84 BOA, Y.PRK.ZB. 21/89. Bu belgede Hatûniye dergahı şeyhi olarak Nesib Efendi’nin Mevlid

okuyacağı belirtilmiştir. Bu belgeye göre Nesib Efendi’nin 1314 tarihinde dergah şeyhi olduğu anlaşılmaktadır.

(34)

okuttuğu bilinmektedir. Mevlevîlik yönü ise daha çok Mesnevî okutmakla gün yüzüne çıkmaktadır. Eserinde kendisinin meşrep olarak Mevlevî değil de Nakşibendî olduğunu ifade ederken aynı zamanda Müceddidî ekolün temsilcisidir.

Nakşibendiyye tarihinin en önemli safhalarından biri XVII. yüzyılda Ahmediyye diye de anılan Müceddidiyye kolunun ortaya çıkışıdır. Müceddidiyye, Nakşîliği Hindistan’ın en faal tarikatlarından biri haline getirmiş, Hint alt kıtası Orta Asya ve Anadolu’dan sonra tarikatın üçüncü büyük merkezi olmuştur. Hindistan ve ötesinde hızlı bir şekilde yayılan Müceddidiyye birkaç nesil sonra tarikatın diğer bütün kollarının yerini almıştır. Sirhindi birçok halife yetiştirmiştir. Bunlar arasında dört oğlu Hâce Muhammed Sıddik, Hâce Muhammed Said, Hâce Muhammed Ma‘sum ve Hâce Muhammed Yahya öncelikle zikredilmelidir. İçlerinde en önemlisi, Hind Müceddidî geleneğinde dört kayyumun ikincisi olarak görülen Hâce Muhammed Ma‘sum’dur. On dört yaşında ileri süluk derecelerine ulaştığını ve babası tarafından kendisinden sonraki kayyum olarak tanıtıldığını söyleyen Muhammed Ma‘sum, çoğunu babasının vefatından sonra kaleme aldığı mektuplarında onun bazı tartışmalı düşüncelerini savunmuş ve hakiki tasavvufun şeriata bağlılığı gerektirdiğini vurgulamıştır. Ana yurdu Hindistan dışında çok geniş coğrafyada tarikatın diğer kollarından daha fazla ve hızla yayılması ve bu süreçte Sünni dünyanın tamamını kuşatacak şekilde ulema-evliya yakınlığını tesis eden bir ilişkiler ağı oluşturması Müceddidiyye’ye Nakşibendiyye tarihinde önemli bir yer kazandırmıştır.86

Müceddidiyye’nin Anadolu topraklarına ulaşması genel olarak iki aşamada gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, XI/XVII. yüzyılın son çeyreğinde Şam’dan İstanbul’a gelen Muhammed Murâd-ı Buhârî vasıtasıyla olmuştur. İkincisi ise Yekdest Ahmed-i Curyânî (ö.1119/1708)’nin Mekke’de eğitip Anadolu’ya gönderdiği halifelerinin gayretleri ile sağlanmıştır. Birinci aşamanın öncüsü olan Murâd-ı Buhârî, 1092/1681’de İstanbul’a gelerek burada faaliyetlerini sürdürmüştür. Burada onun adına bir tekke tahsis edilmiştir. Bu müessese, Murad Buhârî’nin vefatından sonra da uzun yıllar Nakşbendi-Müceddidî tekkesi olarak faaliyette

(35)

kalmıştır. Dolayısıyla söz konusu tekkede yetişen şeyhler, ekolün bu bölgede yayılmasında önemli roller üstlenmişlerdir. İkinci aşamanın mimarı Yekdest Ahmed-i Curyânî Ahmed-ise, Ebu Abdullah Muhammed-Ahmed-i Semerkandî (ö.1117/1705) ve Mehmed Emin-i Tokâdi (ö.1158/1745) gibi halifelerini, kendisinin ikamet ettiği Mekke’den Anadolu’ya göndererek, Müceddidîlik’in yayılmasını sağlamıştır. Müceddidîlik’in tarihi gelişiminden de anlaşıldığı üzere, mensuplarının ulaştığı ve benimsendiği hemen her yerde önemli derecede siyasi, sosyal ve ilmi hareketlenmelere neden olmuştur. Müceddidîlik’in Anadolu’daki temsilcileri devraldıkları bu hareketi kendilerinden bazı değerler katarak, sahip oldukları düşünce yapısıyla ve içinde yaşadıkları toplumun birikimiyle onu uzlaştırdıkları görülmektedir.87

Mehmed Emin Tokâdi Yekdest Ahmed Efendi’nin önemli halifelerinden biridir. 1075’te (1664) Tokat’ta doğan Mehmet Emin Tokâdi, İstanbul’da dini ilimler ve güzel yazı (hat) tahsil etti. Bazı devlet görevlerinde bulundu. Edirne’de görevli olduğu dönemde hacca niyet etti. Mehmed Emin Efendi daha önce niyet ettiği hac ibadetini yerine getirmek üzere Edirne'den ayrılmadan önce vedalaşmak üzere sohbetlerine katılıp tanıştığı Kasapzâde Mehmed Efendiye uğradı. Kasapzâde ona Mekke'ye varınca Nakşibendiyye-Miüceddidiyye şeyhlerinden Ebu'1-Berekât Yekdest Ahmed Curyânî ile görüşüp kendisinin selamını iletmesini istedi. Mehmed Emin Efendi bu vedalaşmanın ardından helalleşerek ayrılıp Edirne'den İstanbul’a geldi. Mehmed Emin Efendi gemiyle Mısır'a ve oradan da karadan Mekke’ye ulaştı. Kabe’de kıldığı ilk sabah namazını müteakip, tavaf ederken dikkatini çeken bir grubun zikir halkasına iştirak etti. Zikirden sonra bu meclisin şeyhinin Edirne'den selam getirdiği Yekdest Ahmed Cüryânî olduğunu öğrenip kendisiyle görüşerek tanıştı. Yekdest Ahmed Efendi, ona yolculuğunun nasıl geçtiğini sorduğunda Mehmed Emin Efendi durumu anlattı. Ancak bu görüşme esnasında o, Edirne'den Kasapzâde Mehmed Efendinin Yekdest Ahmed Efendiye gönderdiği selamı iletmeyi unuttu. Sonra şeyhin ona: "Edirne'de size emanet edilen şeyi unuttunuz!" demesiyle kendine gelip Kasapzâde Mehmed Efendinin selamını iletti. Mekke’de hac görevini yerine getiren Tokâdî Efendi hemen memleketine gitmeyerek üç yıl burada kaldı ve

87 Şimşek, H. İbrahim, “Anadolu Müceddidilerine İlişkin Bazı Tarihi Bilgilerin Kullanışı Üzerine Bir

(36)

Yekdest Ahmed Efendi’ye intisap etti. Tokâdî Efendi İstanbul’da bulunduğu dönemde İstanbul Nakşibendî-Müceddidîliğinin XVIII. yüzyıldaki en önemli temsilcisi olup irşat ve ilim faaliyetlerini sürdürmüş, halifesi Müstakimzâde Süleyman Sadeddin (ö. 1202/1787) ve Seyyid Yahya (ö. 1198/1784) gibi kendini ispatlamış şahsiyetlerin yetişmesini sağlamıştır.88

Tokâdî, tekke geleneklerinden uzak durmayı ve kendini gizlemeyi tercih ederdi. Bir defasında müritleri tarafından tekkesindeki bir mevlit meclisine katılması ve posta oturup dua etmesi istenince, “Meclise gelirim ama posta oturmam” demiş, mescitte cemaat arasına karışıp namaz kılmış, bu arada yanında oturan kişi, “Efendim! Bu tekkenin şeyhi Tokatlı Emin Efendi bugün geldi mi? Zira geleceklerini duydum. Evliyaullahtan imişler” diye sorunca, Tokadi o adama, “İşittiğiniz gibi değildir, değersiz adamın biridir, eğer gelirse size ben göstereyim” cevabını vermiştir. Mevlit bitince oradaki bir alimedua etmesini söylemiş, kendisi de sessizce kalkıp evine gitmiştir.89

Yetiştirmiş olduğu halifelerinden Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi çokça eser vermesi hasebiyle bu dönemde oldukça dikkat çekmektedir. İlk tahsilini babasından alan Süleyman Efendi birçok âlimden ders almıştır. Resmi bir görevi olmayan Müstakimzâde, geçimini yazı yazarak yemin etmeye çalışmış, ömrünün son günlerinde hasta olmasına rağmen öğrenci yetiştirmiş ve kitap yazmıştır. İstanbul’da 1202/1787’de vefat eden Süleyman Efendi, hayatında olduğu gibi kabri de şeyhi Mehmet Emin Tokâdî’nin yanındadır. Ramazan Muslu yapmış olduğu çalışmasında Süleyman Efendi’ye ait yüz yirmi beş adet kitap ismi vermektedir.90

Ebu Abdullah91 Semerkandî, Yekdest Ahmed Cüryânî’nin bir diğer önemli halifesi olup, aslen Semerkantlı olup Mekke’de Yekdest Ahmet Efendi’den hilafet

88

Bkz. Muslu, a.g.e., s. 245-268; Şimşek, H. İbrahim, “Mehmed Emin Tokadi”, DİA, İstanbul, 2003, c. 28, s. 467; A. Mlf., “Mehmed Emin Tokadi’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi Şahsiyeti”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tokat Sempozyumu, Tokat, 2012, c. 3, s. 390-395; Tosun, Necdet, “Nakşibendiyye”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed.: Semih Ceyhan, İsam Yay., İstanbul, 2015, s. 644-646; Şimşek, H. İbrahim, a.g.e., s. 169-224.

89 Tosun, a.g.e., s. 645. 90 Muslu, a.g.e., 254-268.

91 İsminin Muhammed olduğu; Ebu Abdullah ise künyesi olduğu ifade edilmiştir. (Bkz. Şimşek, a.g.e.,

(37)

almış ve İstanbul’a gelip Üsküdar Şemsipaşa’da şeyhlik yapmıştır. Kabri Karacaahmet mezarlığındadır.92

Semerkandî’nin halifelerinden biri Arapzade Muhammed İlmi Edirnevî’dir. Babası Kâdiri şeyhi olup Edirne’de dergâhı bulunmaktadır. Arapzâde, halkı irşatla meşgul olmuş ve 1130’da (1718) orada vefat etmiştir. Arapzâdenin halifesi, Neccarzâde Mustafa Rızâ Efendi’dir. 93

Neccarzâde 1090/1679’da Şebinkarahisar’da doğmuştur. İstanbul’da önce medrese eğitimi almış ve on yedi yaşlarında iken bir yandan Üsküdar’da Sinan Paşa Cami civarındaki medresede ders vermiş, ardından Mustafa Fenâi Efendi’nin yanında tasavvufi eğitime başlamış ve Celvetiyye tarikatından icazet almıştır. Mustafa Efendi daha sonra Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Memiş Efendi’nin sohbetlerine devam etmiş ve ondan Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevî’sinin ince ve derin manalarını öğrenmiştir. O daima ilimle meşgul olan, dünya malına gönül vermeyen, kanaat ve tevekkül yolunu tutan bir zat idi. Kitap istinsahı ile geçimini temin eden Neccarzâde ayrıca Sinan Paşa Camii’nde imamlık, müezzinlik ve vaizlik gibi görevlerde de bulunuştur. Rusya üzerine açılan bir sefere katılmış ve cihat etmştir. Bu cihattan zaferle dönerken Edirne’de kalmış ve Edirne’de bulunduğu sırada Arapzâde’ye intisap ile Nakşibendiyye-Müceddidiyye yoluna da girmiş ve icazet almıştır. Edirne’de bir sene kaldıktan sonra İstanbul’a dönmüş ve İstanbul Beşiktaş’taki tekkesinde halkı irşatla meşgul olmuş. Mustafa Efendi 1153/1740 yılında hacca gitmiş, görevini yerine getirdikten sonra İstanbul’a dönmüş, 1157/1744 senesinde hastalanmış ve 1159’da (1746) vefat etmiş, vazife yaptığı tekkesine defnedilmiştir.94

92

Şimşek, a.g.e., s. 156-157; Muslu, a.g.e., s. 643.

93 Bkz. Şimşek, a.g.e., s. 157.

94 Tosun, a.g.e., s. 643; Muslu, a.g.e., s. 269-271. Ayrıntılı bilgi içn bkz. Şimşek, H. İbrahim,

Mesnevîhân Bir Müceddidiyye Şeyhi: Neccâr-Zâde Mustfa Rıza’nın Hayatı ve Tasavvufî Görüşleri”, Tasavvuf, sayı: 14, 2005, s. 162.

(38)

Neccarzâde’nin yetiştirdiği ve kendisinde sülûkunu tamamladığı bir halifesi de Muhammed Agâh Ağa’dır. 1184’de vefat etmiş olan Agâh Efendi’ni kabri Galata Mevlevîhânesi’nin haziresindedir.95

Herhangi bir tekkede meşîhatı olmayan Şeyh Agâh Efendi, Mevlevî ve Nakşî olarak bilinip bu muhitlerce saygın bir yere sahipti. Bursa Emîniye Dergâhı şeyhi Muhammed Emin Nakşibendî’nin esas yetişmesini ve kemalini sağlamıştır. Mürşidinin vefatından sonra 119/1779’da Bursa’ya giden Emin Efendi, tekkesinde vefatına (1228/1813) kadar tefsir, hadis, Mesnevî eğitimi vermiştir. Günlük kırk bin adet Salât-ı Ümmiye çekmek, abdestsiz gezmemek, elli sene beş vakit cemaate devam etmek, Cuma gecelerini sabaha kadar ihyâ etmek, sabah usulünü bizzat ifa, akabinde biraz ders takriri ve sohbet, işrak ve duhâyı ikâmeden sonra halvethâneye çekilme, edep, alçakgönüllülük vb. hasletlerle bilinirdi. Birçok halife yetiştirmiş olan Emin Efendi’nin öğrencisi Hoca Hüsâmeddin Efendi konumuz açısından önem arz etmektedir.96 Hüsâmeddin Efendi ve manevi oğlu ve halifesi olan Mustafa Vahyî Efendi hakkında hayatları kısmında yeteri kadar bilgi vermiş; burada ise Mücedddiyye’nin Mustafa Vahyî’ye kadar olan kolu hakkında bilgi vermeye çalıştık. Hem 18. yüzyıl hem de 19. yüzyılda Müceddidiyye’nin dikkat çeken bir yönü de meşâyihin Mesnevî okutması ve Mevlevi olarak anılmalarıdır. Öyle ki Yekdest silsilesinden gelen İstanbul halifelerinin bazıları Mevlevî idi. Bunlar daha sonra Nakşî-Müceddidî oldular. Mevlevîlikle olan bağları korudular, özellikle Mesnevi okuttular.97

Nakşbendî-Müceddidiler arasında Neccar-zâde ile başlayan Mesnevî okuma geleneği, kendisinden sonraki silsilede yer alan Muhammed Âgâh (ö.1184/1770), Mehmed(Muhammed) Emin-i Bursevi (ö.1228/1813) ve Ali Behçet (ö.1238/1822) gibi Nakşbendî-Müceddidi şeyhleri tarafından devam ettirilmiştir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, Müceddidiler tarafından Mevlânâ’ya ve eserlerine gösterilen ilgi sadece Neccar-zâde’nin silsilesinde yer alan sûfilerle sınırlı değildir. XVIII. (h.XII)

95 Şimşek, a.g.e., s. 165-166; Tosun, a.g.e., s. 644. 96 Yücer, a.g.e., s. 294-295.

97 Manneh, Butrus Ebu, “19. Yüzyıl Başlarında Osmanlı’da Nakşi-Müceddidilik”, çev.: Hür Mahmut

Referanslar

Benzer Belgeler

Marşı’mn bestesinin değiştirilmesi gönderilen yazılarda, müzikolog, konusunda yapacağı anketten tarihçi, toplumbilimci ve bürok- vazgeçen Kültür Bakanlığı,

Mustafâ Rûmî Efendi Dîvânı’ndaki dînî ve tasavvufî unsurları, bu unsurların işleniş tarzlarını, hangi amaçla ve hangi münasebetle kullanıldıklarını ortaya

12 saat sonra hasta olan gönüllüler gözlenerek, zehirli varilin üzerindeki etiketin hangi basa- maklarında 2 olduğu bulunur. Diğer basamakların sayı değerini (1 veya 0)

Fransa’daki e¤itimini bafla- r›yla bitirdikten sonra Türkiye’ye döndü¤ünde Arf, idealist bir matematik ö¤retmeni olarak ücra köylerde çal›flmak, köy çocuklar›na

Kuroiwa ve arkadaşları ise (9), ASDH’un çapının azalmasına rağ- men, interhemisferik fissürdeki subdural hematom çapının arttığını ve bunun serebral şişme ve

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha

Mehmed Şefik Bey, üstadı Kazasker Mustafa İzzet Efendi ve ar- kadaşı Hattat Abdülfettah Efendi ile birlikte ekip olarak İstanbul Üniversitesi taç

Çelebi Süleyman Kaya Efendi gerek Şeyh-i Meczûb Şeyh Muhammed Said Seyfeddîn’e ait Muhtasaru’s-Sülûk ve’l-İhsân adlı kitaba yaptığı yorumlarda gerekse