• Sonuç bulunamadı

28 ŞUBAT SÜRECİNDE KIBRIS, ÇÖZÜMLER ve ÖNERİLER

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "28 ŞUBAT SÜRECİNDE KIBRIS, ÇÖZÜMLER ve ÖNERİLER"

Copied!
51
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

“28 ŞUBAT SÜRECİNDE KIBRIS, ÇÖZÜMLER ve

ÖNERİLER”

Oturum Başkanı: Prof. Dr. SELAMİ SARGUT

(İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı)

----&----SUNUCU- Sunumunu yapmak üzere Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar

Merkezi Müdürü Profesör Doktor Sayın Enver Hasanoğlu davet ediyorum.

Prof. Dr. ENVER HASANOĞLU (Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü)- Değerli panelistler, katılımcılar, sevgili öğrenciler ve basınımızın

seçkin temsilcileri; üniversitelerin eğitim, öğretim görevlerinin yanında birikimlerini kamuya aktarmak ve toplumu aydınlatma görevleri de vardır. Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Sayın Demirel’in dediği gibi üniversiteler bir ..., yol göstericidir. İşte bu noktadan hareketle Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezince hazırlanan ve 2003 Yılı Paneller Dizisi-2 olan “28 Şubat Sürecinde Kıbrıs, Çözümler ve Öneriler” konulu bu Paneli onurlandırdığınız için sizlere bu kadar yoğun işleriniz arasında zaman ayırdığınız için başta Sayın Bakanımız olmak üzere hepinize teşekkür ediyorum.

Değerli konuklar, bir ülkenin en büyük gerçeği kuşkusuz sahip olduğu coğrafyasıdır. Ayrıca ülkenin ekonomik gücü, bilgi ve teknolojik birikim, gelenek ve buna bağlı olarak askeri yapılanma ve güç ile tüm bunların asker ve sivil unsurlar tarafından aktif kullanım tarzı da etkili bir dış politikanın veya uluslararası ilişkilerinin dayanağıdır.

(2)

Dış politikaların temel ulusal çıkarlarımız ve bu çıkarların tanımı bugün için veya yarın için değil, yüzyıl perspektifinde nesilleri ortak bir amaç etrafında birleştirebilmek amacıyla yapılmalıdır. Çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Komşumuz Yunanistan’a baktığımız zaman bunu açık bir şekilde anlarız.

Değerli konuklar, işte bugün Kıbrıs’ta yaşanılanları bölgesel ve uluslararası gelişmeleri göz ardı ederek anlamak ve çözüm üretmek mümkün değildir. Kıbrıs’ta yaşanılan sürecin nasıl bir sonuca gittiğini iyi analiz etmek zorundayız. Gerçekte aranan Ada’da adil bir çözüm müdür, yoksa ne pahasına olursa olsun AB’nin Kıbrıs’a yerleşmesi midir? Düşünülmesi gereken Kıbrıs’ın konumu; Ortadoğu ve Baku-Ceyhan Boru Hattı için ne önem taşımaktadır? Neden İngiliz güçleri kendi özel konumunu korumaya devam etmektedir? Bugün kanımca 1974 Barış Harekâtının hazırladığı barış ortamında Kıbrıs Türk Kesimi’nde farklı görüşleri savunanlar, “işsizliğe çözüm ve daha fazla özgürlük” adı altında Annan Planının içeriğini dikkate almadan kabul etmekte ve kendi iç yorumlarını ülkenin geleceğiyle karıştırabilmektedir ve ortaya çıkan cepheleşme maalesef müzakere gücünü azaltmaktadır.

Asıl üzücü olan Kıbrıs’ın Türk işgali altında olduğunu AB’nin Kıbrıs ile ilgili bu kararında yer alması ve bugün süregelen görüşmelerdeki tüm aksamaların Türk tarafına çıkarılarak gerçekte Rum Kesimi’nin Annan Planını kabul etmekten uzak olduğunun kamuoyunun gündeminden çıkartılmasıdır. Dolayısıyla, bu plan üzerinde bir çözüme varılmamış olmasının sorumluluğu tek başına Türk tarafına ait değildir.

Peki 13 Aralıkta Danimarka Kopenhag’da yapılan Avrupa Birliği Zirvesinde Güney Kıbrıs Yönetiminin tek taraflı müracaatı üzerine Kıbrıs’ın AB’ye üye olarak kabul edilmesi gerçekte fiilen sadece Ada’daki Rum Yönetiminin Avrupa Birliğine üyeliğini gündeme getirmiştir. Bugün için Rum tarafı bu planı kabul etmese de üyelik süreci başlamıştır ve ilişkilerde dengesizlik söz konusudur. Kıbrıs’ta bugün iki ayrı halk ve bunların oluşturduğu iki ayrı demokratik sistem, iki ayrı hukuki düzen ve iki ayrı devlet kurulmakta ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti egemen bir devlet olarak varlığını sürdürmektedir.

(3)

Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm bulunması yönündeki çabaları elbette ki destekliyoruz. Kıbrıs’ta barışın ve mevcut garantinin devamını sağlayan, Türk-Yunan dengesini koruyan, Ada’da iki tarafın egemenliğini ve eşitliğini kabul eden, uzlaşmaya dayalı, yeni ortaklık oluşturmasına yönelik bir siyasal anlaşmaya varılması son derece önemlidir. Bu düşüncelerle daha birçok konunun tartışılacağını ve Cofi Annan Planının gerçekleriyle Kıbrıs’ta kalıcı gerçek çözümün tartışılacağı bu Panelin başarılı geçmesini temenni eder; bu Panelin gerçekleştirilmesinde her zaman bize yardımını esirgemeyen Sayın Rektörümüze, Merkez Yönetim Kurulumuza, Genel Sekreterimiz Sayın Ayfer Yılmaz’a teşekkür ederim.

Hepinize saygılar sunarım. (Alkışlar)

SUNUCU- Konuşmalarını yapmak üzere Başkent Üniversitesi Rektörü

Profesör Doktor Sayın Mehmet Haberal’ı davet ediyorum. (Alkışlar)

Prof. Dr. MEHMET HABERAL (Başkent Üniversitesi Rektörü)- Sayın

Başbakan Yardımcımız, sayın milletvekillerimiz, büyükelçilerimiz, çok değerli bürokratlarımız, değerli öğretim üyesi arkadaşlarım, değerli konuklar, sevgili öğrenciler; şöyle bir 1960’lı yıllara doğru gidelim. Özellikle benim yaşımda olanlar 1960’lı yılları benimle beraber yaşayanlar Kızılay Meydanı’na mutlaka en az benim kadar indiler. “Ya Taksim, ya ölüm” diye onlar da haykırdılar. Biz onları haykırırken gerçekten bütün pencerelerden Türk toplumu da bizi alkışlıyordu. Biz böyle devam ederken 1960’lı yılları hepimiz bir kere daha hatırlayalım. Rahmetli İnönü, yeni bir dünya kurdu,Türkiye de orada yerini aldı.

Bu benim kafamda âdeta bir anekdot haline geldi. Hatta dahası tabii gerçi konuşulan şeyleri şu anda kesin olarak hatırlamayabilirim; ama hep şunu söyledim: Rahmetli İnönü, o zamanın Amerikan Cumhurbaşkanına verdiği cevapta “tamam, ben şimdi Amerika’ya geliyorum, 99 kapıyı çalacağım. Eğer bu kapılardan 99’u da benim yüzüme kapanırsa işte o zaman yeni bir dünya ve Türkiye de orada yerini alır” dedi. Gerçekten uzun yıllar Türkiye Kıbrıs’taki vatandaşlarımız için yeni bir dünya oluşmasın; ama onların egemenliği, özgürlüğü, yaşamları devam etsin diye uzun yıllar mücadele verdi. Ambargolar yetmedi. Arkasından 1974 -hepimiz bunu çok iyi hatırlıyoruz- ve nihayet, hani o baştan söylüyorduk ya, “ya Taksim ya ölüm” evet,

(4)

Taksim oldu; ama maalesef çok da fazla ölüm oldu. Bir sürü vatandaşımız orada şehit oldu ve biz devam ettik, oradaki vatandaşlarımız, bizim için bugün Yavru Vatan önemli.

Genelde baktığımız zaman gerçekte Türkiye, üç önemli konusunu âdeta Yavru Vatana endeksledi. Bunlardan birisi dış politikasıydı. Biraz önce söyledim, gerçekten bu nedenle uzun süre Türkiye ambargolarla karşı karşıya kaldı. Diğeri ekonomisi, hani rahmetli Doktor Hüsnü Göksel benim hocamdı, bir gün bana dedi ki, “gerçek anlamıyla kurmayın görevi önce emrinde çalışanların korunmasını, onların geleceğini sağlamaktır.” Türkiye âdeta böyle bir görev üstlendi ve Türkiye’nin ekonomisi âdeta Kıbrıs’la endekslendi ve ona göre organize edilmeye çalışıldı. Çünkü bir yerde Türkiye mecburdu, başka seçeneği yoktu. Dahası Türk yüksek öğretimi âdeta Kıbrıs yüksek öğretimiyle endekslendi. Bu söylediğimiz şey gerçekten bir ülke için çok önemliydi. Amaç Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan vatandaşlarımızın geleceği ve onların daha müreffeh bir yaşam içerisinde hayatlarını sürdürmesi, bütün bunlar oluştu. Ama enteresandır, hani “tarih tekerrürden ibarettir” derler. Bugün geldi, öyle bir noktaya ulaşıldı ki, insanlar ekonomik yapıları için tarihi unutmaya başladılar.

Tabii siz tarihi unutabilirsiniz; ama tarihin gerçeklerini unutamazsınız. Hani bir laf var ya, “Eğer özgürlüğünüz yok ise, ne kadar refah içinde yaşarsanız yaşayın, ne anlamı vardır?” Biz boşuna “Ya istiklal ya ölüm” demedik. İstiklalimiz yok ise, yaşamımızın anlamı ne? Bana göre parayı, müreffeh hayatı her zaman bulabilirsiniz. Çünkü dünya bir bakıma çok büyüktür, herkese yeter; bir bakıma çok küçüktür. Ama eğer vatanınız yok ise veya vatanınızın, hani diyoruz ya, bir çakıl taşını o peşinden koştuğunuz refah için feda etmişseniz sonra hayatınızı bile verseniz o çakıl taşını geriye alamazsınız.

Değerli konuklar, bugünkü manzara nedir? Aslında üzüntüyle demeyeceğim, özellikle son bir ay içerisinde Kuzey Kıbrıs’ta sergilenenleri müsaade ederseniz ibretle izliyorum. Hele hele bir televizyon kanalında izledikten sonra şöyle bir baktım. Demek ki, tarih çok çabuk insanların bir yerde kişisel çıkarları uğruna rahatça idare edilebiliniyor, unutulabiliyor.

(5)

Bir başka deyişle aklıma şu geldi: Kuzey Kıbrıs’ta, bizim Yavru Vatanımızda bir Truva Atı var şimdi. Maalesef atın içindekiler dışarıdan gelmedi. Bu benim için çok ağır, kabul etmem mümkün değil. Eğer uğrunda ölen ülkenin insanlarını “işgalci”, geleceğini karanlık bahanelerle kendi uğrunda âdeta kendi insanlarını feda etmiş bir ülkeyi .... sökmekle itham eden insanlarla karşı karşıya kalırsak, o gerçekten sadece ... bir olay olur. Karşıdaki olaylar nedir? Bakıyorum şimdi âdeta demokrasi havarisi kesilenler var. Güney Kıbrıs’takiler, Avrupa’dakiler ve Yunanistan’dakiler daha düne kadar bilimsel faaliyetlere bile Kuzey Kıbrıs’tan geçmeye müsaade etmeyen bunlar değil mi?..

Bir grubumuz bilir, bir grubumuz bilmez. 1987’de Ortadoğu Organ Nakli Derneği diye bir dernek vardı. Her iki senede bir Ortadoğu’nun ayrı bir ülkesinde bilimsel faaliyetler için toplanılır, buna yüzlerce insan katılır. “Belki iletişim sağlanır” düşüncesiyle bu derneğin bir kongresinin Kıbrıs’ta yapılmasını yönetim olarak kararlaştırmış durumdayız. Kongre tarihi geldiği zaman ... dedik ki, “Eğer Yunanistan’dan bizi almazsa bize bu Derneğin kongresine katılma müsaadesi veremeyeceğiz.” İlk defa ve son defa kendi kurmuş olduğumuz bu Derneğin toplantısına katılmayarak bu tutumu protesto ettik.

Bugün bu insanlar âdeta demokrasi, özgürlük havarisi karşımızı çıkıyor. Daha enteresanı zamanın Kıbrıs Savunma Bakanı “acaba biz ne şekilde kendilerine katkıda bulunuruz?” diye bizi Kıbrıs’a davet ettiler. Kıbrıs’a gittik, Girne Havaalanı’nda biz pasaportumuzu çıkardık, önümüzü birkaç tane kâğıt parçası koydular. Ben kendilerine sordum, “bu nedir?” dedim. Dediler ki, “Eğer pasaportunuza Kıbrıs damgası vurdurtursanız başka ülkelere, özellikle Yunanistan’a girmeniz mümkün olmaz.” Ben de ilgili kişiye “ben bu damgayı onurla taşırım. Lütfen benim pasaportuma damga vurun” dedim. Gerçekten aylar sonra Atina Üniversitesinin Rektörünün davetlisi olarak Atina’ya gitmem gerekti. Ben pasaportu büyükelçiliğe gönderdiğim zaman iş gerçek olmuştu. Bana vize verilmedi. Vize verilmediği için ben de o ziyareti kabul etmedim ve gitmedim. Gereğini hem üniversite rektörüne, hem de o zaman büyükelçiye yazdım.

Bakınız, bu kadar küçük hesap yapanlar, bugün ortaya çıkacak, Kıbrıs’ta adil bir çözüm sağlayacaktır; bunu düşünmek mümkün mü? Tabii bunlar tek başına

(6)

olmuyor. Arkanızda Avrupa olacak, bir yerde arkanızda diğer ülkeler, Amerika’sı olacak, bütün dünya olacak. ... .... bizim bizden başka dostumuz yok.

Ben inanıyorum ki, bu Panel esnasında çok daha detaylı açıklamalarda bulunulacak ve o Yavru Vatanın ve Türkiye Cumhuriyetinin gerçek hakları bir kez daha dünyaya gösterilecektir. Panele katılanlara çok teşekkür ediyorum. Organize eden arkadaşlarıma da çok teşekkür ediyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

SUNUCU- Konuşmalarını yapmak üzere Başbakan Yardımcısı Sayın Ertuğrul

Yalçınbayır’ı davet ediyorum, buyurun efendim. (Alkışlar)

BAŞBAKAN YARDIMCISI ERTUĞRUL YALÇINBAYIR- Değerli Rektörüm,

sayın baylar, sayın bayanlar; hepinize sevgi, saygı, barış, mutluluk dileklerimi sunuyorum.

Sayın Rektörüm, 1960’lı yılları anımsatarak başladı, şöyle 1950’lere, hatta gerilere gittiğimizde Kıbrıs’ın Memluklardan alınması 1571’dir. 307 sene sonra hükümranlık hakları Osmanlılarda kalmak üzere yönetimi İngilizlere verildi ve bu daha sonra Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin kendiliğinden Kıbrıs’ın ilhakı ve bu fiili durumu bugünün şartlarında Lozan’da kabul etmişsiniz ve daha sonra 1930’lu yıllarda Enosis hayalinin -ki, o öteden beri megali idea olarak vardı- ortaya çıkışı, 1950’lerde bunun daha da ileriye gidişi, Kıbrıs Rum Ortadoks Kilisenin yaptığı kamuoyu yoklamasında yüzde 99’un ilhakı istemesi, Enosis’i istemesi ve birçoğumuzun yaşadığı “Ya istiklal ya ölüm” mitingleri ki, çocukluğumuzun başları sayılır, o kızgın, kavurucu sıcakta Bursa’da on binlerin katıldığı miting, Türkiye’nin her yerindeki mitingler.

Ama Enosis’i Birleşmiş Milletler de kabul ettiremeyince 1959-1960 Anlaşmaları ve bu anlaşmaların bize tanıdığı hakları daha sonra adil bulmayan, fazla bulan, 3 sene sonra fazla bulan Makaryos’un eylem planı. Şüphesiz ki, 1959 ve 1960 Antlaşmaları, Kurucu Antlaşması, Garanti Antlaşması ve İttifak Antlaşmasıyla Türklerin hakları, iki tarafın hakları güvence altındaydı. Bunu fazla buldular ve planlarını yine uygulamaya koydular. Akritas Planı, unutabilir miyiz kanlı Noel’i,

(7)

Dargeçit’i, Geçitkale’yi ve diğerlerini ve 1974’te ilhak için Nikos Sampson’un Makaryos’u devirmesi ve akabinde Barış Harekâtı.

Barış Harekâtını çok iyi hatırlıyoruz. Ben o günlerde yine Muğla Askerlik Şubesindeydim. Terhisimizi beklerken bu harekât oldu. Harekâtın hazırlıkları aşağı yukarı vardı, 21’i sabahı İnebolu’da genci, yaşlısı askere gitmek için askerlik şubesinin önünde kuyruk oluşturmuştu. “Böyle bir emir yok, böyle bir talimat yok, lütfen gidin, rahatınıza bakın” denildiği halde sürekli ısrarlar ve Kocatepe’nin batışı. İnebolu burada en çok şehit veren yerlerden birisiydi. Garnizon komutanı sıfatıyla yaptığımız konuşmayı ve insanların büyük duygularını hâlâ biz hangi görüşte, hangi düşüncede olursa olsun her zaman için böylesi olaylarda birlik ve beraberlik içindeyiz.

Yine böyle bir süreç yaşanılıyor. 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulan ve 10 Aralık 2002’de revize edilerek tekrar masaya konulan Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü için anlaşma sebebi oluşturması beklenilen Annan Planı çok yoğun bir şekilde Kıbrıs’ta da, Türkiye’de de tartışılıyor. Kıbrıs bizim dibimizde, Kıbrıs, Yunanistan’a 900 km mesafede, bize ise 71 km, Kıbrıs’ın jeostratejik önemi, tarihi geçmişimiz ve oradaki toplumun güveni, güvenliği ve bizim menfaatlerimiz fevkalade önemli. GAP’tan sonra, boru hatlarından sonra daha da önemli hale gelecek.

Bugün burada yapılan 28 Şubat sürecinde Kıbrıs konulu Panel, Kıbrıs sorununu, sorunun tarihçesini, müzakere süreçlerini ve özellikle Annan Planı öngörülen çözüm çerçevesi ve niteliği, ortaklığın siyasi ve kurumsal yapısı ve yetki paylaşımı, güvenlik ve garantiler, toprak düzenlemeleri, yer değiştirmiş kişiler, bunların getirdiği sorunlar, meselenin Avrupa Birliği boyutu, belge ekinde yer alan haritalar, bu haritalar üzerindeki görüşler, Rumların kuzeye yerleşmelerinin yıllara sari etkileri ve bu planın ekonomik ve sosyal boyutu gibi hususlar burada tartışılacak. Türkiye’nin Kıbrıs Adası’na yönelik dış politikasında Ada’nın demin de bahsettiğim stratejik önemi, Ada’da yaşayan soydaşlarımızın güvenlik ve esenliğinin sağlanması ve Ada’ya ilişkin olarak iç ve dış dengelerin korunması, tarih boyunca politikalarımızın belirleyici unsuru olmuştur. Bu politikanın ifade ediliş biçimi zaman

(8)

zaman bazı değişikliklere uğramışsa da politikaların belirlenmesinde etkin olan unsurlar hiçbir zaman değişmemiştir.

Türkiye, Kıbrıs Adası üzerindeki temel endişesinin giderilmesi şartını her zaman sabit tutmuştur. Değişen koşullara göre yeni politikalar üretmiştir. Şimdi bu politikaların oluşturulma sürecindeyiz, tartışılma sürecindeyiz. Ama ne olursa olsun bu temel ilkelerden sapma olmayacaktır. Çözümsüzlük çözüm değildir şüphesiz, buna artık toplumumuz da vardı. Fakat hiçbir şey demin söylediğimiz temel ilkelere aykırı olmayacaktır, olmaması gerekir.

Sayın Denktaş’ın morale de ihtiyacı var ve sanıyorum ki şu süreçte bu istediği, arzuladığı morali de bulacaktır. Türk toplumu her zaman için milli konularda birliğini, beraberliğini korumuştur. Güvenliğini ve geleceğini dikkate almak durumundadır. Bu Panelin bu tartışmalara hizmet edeceğini ve Türkiye’nin Kıbrıs konusunda önemli mesafeler kat edeceğine inanıyorum ve biz Türk tezinin, Türk tarafının tezinin yeni ortaklık devletinin iki kurucu halk ve onları temsil eden eşit, egemen iki kurucu devlet tarafından oluşturulması olduğunu biliyoruz; bu bizim öteden beri savunduğumuz ilkelerin biraz daha güncelleştirilmesidir. Kaldı ki, bunlar bizim barış harekâtımızda da esas olan unsurlardır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin önerileri birbirinden ayrılmış iki devletli ve iki kesimli bir ortaklık anlaşmasından ziyade zaman içinde birleşecek çok kültürlü bir Kıbrıs anlayışına dayanır. Ama şöyle geriye baktığımızda bu kültür içinde tarafların birbirleriyle evlilikleri de yok, ticari ortaklıkları da.

Türk toplumu kendisini korumuş. Türk toplumu artık güvenmek istiyor. Geçmişte yaşanılan olaylar Rum tarafının, Yunan tarafının güvenilirliği konusunda bizim hafızalarımıza yerleşmiştir. Bunlar hafızalardadır, bu hafızayla hareket edip geleceği inşa etmek şüphesiz ki, bizim görevimizdir. 1959 ve 1960 Anlaşmaları nasıl garanti haklarını verdiyse, ittifak haklarını verdiyse Avrupa Birliği içinde bizim bunları eritmemiz, ortadan kaldırmamız, sıfırlamamız düşünülemez; buna göre politikalar herhalde oluşturulacaktır.

Temelde Annan’ın önerileri 1960 sistemi yerine biraz önce de belirttiğim gibi AB sistemi üzerine inşa edilmiştir. Türk-Yunan dengesinin korunması, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve bölgede oynadığı stratejik rol ve bölgenin gerçeklerine

(9)

bakıldığında Avrupa Birliği sistemi belki ancak Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği durumunda doğru bir zemine oturabilir. Bu konuda Avrupa Birliğinin de, Yunanistan’ın da, Rum tarafının da samimiyeti sınanmıştır. Yeterli olup olmadığını önümüzdeki süreç gösterecektir.

Ben bu Panelin başarılı olmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

SUNUCU- Değerli konuklar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı

Sayın Rauf Denktaş ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Derviş Eroğlu’nun Panelimize gönderdiği mesajları aktarmak istiyorum:

“Üniversitenizin 22 Ocak 2003 tarihinde düzenleyeceği Panele davetiniz için teşekkür ederim. Yoğun programım nedeniyle bugünlerde yurtdışına seyahat etmem mümkün olmadığı için davetinize icabet edemeyeceğim. İlginiz için bir kez daha teşekkür eder, en iyi dileklerimle saygılar sunarım. Rauf Denktaş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı.” (Alkışlar)

“Göstermiş olduğunuz ilgi ve nazik davetinize teşekkür eder, Üniversiteniz tarafından ileride düzenlenecek etkinliğe katılmaktan memnuniyet duyacağımı ifade ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Derviş Eroğlu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı.” (Alkışlar)

Değerli konuklar, şimdi de Başkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Profesör Doktor Sayın Selami Selçuk Hocamızı Paneli yönetmek üzere davet ediyorum.

Buyurun Hocam. (Alkışlar)

Prof. Dr. SELAMİ SELÇUK (İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

Dekanı)-Saygılar sunarak Paneli açıyorum.

Öncelikle çok değerli konuşmacılarımızı buraya davet edeceğim. Milletvekili Sayın Onur Öymen, buyurun efendim. (Alkışlar)

(10)

Sayın Hocamız Profesör Doktor Ahmet Mumcu, Hocam, buyurun lütfen. (Alkışlar)

Efendim, ben alanım gereği ve aklımın erdiğince bir giriş olsun diye işe kuramsal bir çerçeveyle başlamak istiyorum. Biliyorsunuz, Kıbrıs konusunda en çok karşılaştığımız konu çözümsüzlük; bu çözümsüzlük sözcüğü son zamanlarda özellikle, daha önce de öyle aslında; ama zannediyorum Türk tarafına mâl edilen bir sözcük. Ben çözümsüzlük sözcüğüne baktığımda iki temel kavram görüyorum. Bir tanesinde kuram diyor ki, “eğer bir çelişki veya çatışma varsa bu çatışmayı daha yoğun ve tırmanık bir hale getirmek istiyorsanız üçüncü ülkeleri veya üçüncü kesimleri katınız.” Bu çerçevede baktığımda üçüncü kesimlerin işe katılarak çatışmayı tırmandırması konusunda çok önemli payımız var mı? Onu kamuoyuna bırakıyorum.

İkinci konu ise, gene böyle bir çalışma veya çelişkide gündeme gelen şey ne tür siyasal oyunlar oynanıyor? Bunlardan en tehlikelisi sanıyorum sıfır toplamlı oyunlar, yani taraflardan bir tanesi “ben illa kazanacağım, karşı taraf mutlaka kaybedecek” diyorsa biz buna “sıfır toplamlı oyunlar” diyoruz. Bu çerçevede baktığınızda da “acaba hangi taraf daha çok sıfır toplamlı oyun yönünde çaba harcıyor?” sorusu belki sorulması gereken sorulardan bir tanesi. Burada tabii özellikle üçüncü taraflardan bir tanesi olan, Avrupa Birliği tutumu önemli; çünkü Avrupa Birliği veya Avrupa kültürü, Avrupa uygarlığı hepimizin bildiği gibi kökenlerini geriye doğru bir kurgu bile olsa Eski Yunan Uygarlığı üzerine kurmuştur. Tabii böyle bir kültürel tarihten yola çıktığınızda taraf olmak da galiba kaçınılmaz oluyor. Çünkü siz eğer uygarlığınızın temel değerlerini belirli bir kültürün üstüne oturtmuşsanız, o zaman baştan tavır alma konusunda da bir önyargı söz konusu olabilir mi? Onu da tartışmakta yarar var.

Tabii bence burada en korkutucu olan Avrupa merkezli bir bakış açısının biraz etnosentrik bir tavır taşıyıp taşımayacağı konusudur ki, bu da gene zannediyorum tartışmada söz konusu olması gereken konulardan bir tanesi.

Efendim, Sayın Hocam Başkentte olduğu için değil de konusu gereği konuya Ahmet Hocamla başlamak istiyorum. Çünkü Hocamız bize önce tarihsel süreci ve

(11)

çerçeveyi çizecek, ondan sonra da çok değerli diğer konuşmacılarımız şu andaki gelişmeleri bize kolaylıkla aktarabilecekler.

Buyurun Ahmet Hocam.

Prof. Dr. AHMET MUMCU- Sayın Başbakan Yardımcım, değerli milletvekilleri,

Sayın Büyükelçim ve Sayın Bakanım, sevgili meslektaşlarım, değerli rektörlerim; 15 dakika içerisinde Kıbrıs sorununu, başlangıcından bugüne kadar geçirdiği gelişimi size aktarmaya çalışacağım. Bunu yapmak zorundayız. Sayın Panel Başkanının söylediği gibi bugüne nasıl gelindiğini özellikle gençlerimiz bilmiyor. Bu bilgisizlik biraz değerli Rektörümüzün ve Sayın Başbakan Yardımcımızın söylediği bilinçsiz olaylara özellikle Kıbrıs’ta yol açıyor. Çabuk unutuyoruz, o yüzden bugüne nasıl gelindiğini çok da kısa olsa sizlere anlatabilirsem çok değerli, işin gerçek uzmanı olan bilim adamı ve diplomat, benim çok değerli Hocam ve diplomat, Sayın Öymen de çok değerli diplomat, onlar verecekleri açıklamalarla sizleri daha iyi aydınlatacaklar gibime geliyor.

Efendim, ilk önce çok kısa Kıbrıs hakkında, Kıbrıs’ın tarihi geçmişi hakkında size söz etmek istiyorum. Kıbrıs bildiğiniz gibi Anadolu’nun jeolojik bir uzantısı olan, Sayın Bakanımızın da söylediği gibi Anadolu’ya 70-75 km mesafede. Onun bir kıta uzantısı olan çok büyük bir ada, Akdeniz’in üçüncü büyük adası. Doğu Akdeniz’in kilidi olan bir yerde.

Kıbrıs, daha İsa’dan Önce 6000 yıllarında iskân edilmeye başlanılmış. Muhtemelen bir yerli nüfus orada belirmiş, bir otopton nüfus belirmiş ve onlar kendilerine özgü bir sotira kültürü kurmuşlar. Yani Kıbrıs kendine özgü bir şekilde doğmuş bir ada. Daha sonra özellikle Ortadoğu’daki büyük güçlerin belirmesiyle Kıbrıs bugüne kadar süren önemli, politik ve siyasal oyunu oynamaya başladı.

Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’in kilidi durumunda olması, aynı zamanda Doğu Akdeniz’le Ege Denizi’ni ve Batı Akdeniz’i birbirine bağlayan bir konumda olması, Mısır ile Anadolu arasında önemli çekişmelere yol açmıştır. Mısır da güçlü bir devlet olduğu zaman Kıbrıs, Mısırlıların eline geçmiştir. Anadolu’da güçlü bir devlet kurulduğu zaman veyahut Anadolu’da güçlü bir devlet hüküm sürdüğü zaman Kıbrıs

(12)

o devletin egemenliği altına geçmiştir. Nitekim, büyük Mısır Uygarlığı Ortadoğu’da büyük bir güç olarak, belki dünyanın ilk büyük devleti olarak ortaya çıktığı vakit Kıbrıs’ı da elde ettiği stratejik amaçları için almış, fethetmiş; ancak bu sırada yavaş yavaş, bazı kolonizasyon hareketleri görüyoruz. Akdeniz’de ticaret gelişiyor ve Kıbrıs’ın yerli halkı yavaş yavaş dışarıdan gelen bazı başka unsurlarla karışık yeni bir oluşum meydana getirmeye başlıyor ve bu arada da muhtemelen Yunan kolonilerinin etkisiyle Yunan .... Kıbrıs’a yerleşmeye başlıyor.

Ancak Anadolu’da da güçlü devletler kurulduğu zaman Anadolu’ya çok yakın olduğu için Kıbrıs, Anadolu’nun da etkisi altında kalıyor. Örneğin, Hititler de Kıbrıs’a bigâne kalamamışlar, bir denizci devlet değil. Hititler, Akdeniz üzerinde bir büyük rol oynamamışlar; ama Kıbrıs kendilerine çok yakın olduğu için ve özellikle Suriye’yi de Kıbrıs vasıtasıyla daha iyi denetleyebilecekleri için varlıklarını arada bir göstermişlerdir. Nitekim, bugün Kıbrıslıların özel, yerel diyalektlerinde mevcut bazı kelimelerin Hititçe olduğu ispat edilmiş durumda. Böylece, Kıbrıs bir top gibi bu iki ülke arasında gidip geliyor.

Anadolu’daki ve Mısır’daki siyasal varlıklar, güçlerini kaybettikleri vakit Kıbrıs bağımsız oluyor, bağımsız krallık haline geliyor. Ancak bu söylediğim güçler tekrar kendilerini toplayıp da Doğu Akdeniz üzerindeki çıkarlarını korumayı gündeme getirdikleri vakit bu bağımsız Kıbrıs krallıkları hemen ortadan kalkıyor. Nitekim, Romalıların bütün Avrupa’yı ve bütün Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu ele geçirerek büyük bir imparatorluk kurmasıyla Kıbrıs da 600 yıla yakın bir süre Roma İmparatorluğunun bir eyaleti olarak oldukça istikrarlı bir döneme kavuşuyor. Çünkü Akdeniz biliyorsunuz Romalıların bir içdeniziydi, “bizim denizimiz” derlerdi, Kıbrıs da Roma’nın bir parçası oluyor. Roma Dönemi, 600 yıl sürmüştür. Daha sonra en uzun dönemi de -biraz sonra kısaca anlatacağım- Osmanlı zamanı idrak etmiştir Kıbrıs. Osmanlılar da 300 küsur yıl Kıbrıs’a hâkim olmuşlardır.

Roma, Milattan Sonra 395 tarihinde ikiye ayrılınca “Doğu Roma” adını verdiği Bizans İmparatorluğu Kıbrıs’ı sürekli olarak elinde tutamamış. Bizans, zayıf bir devlet. Haçlı Seferleri başlayınca, Bizans üzerinden Kudüs’e atmalar başlayınca bazı Haçlı Seferlerinin tertipleyicisi olan, düzenleyicisi olan krallar, örneğin İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richar Kıbrıs’ta kendilerine bağlı krallıklar kurmuş. Bu krallıklardan biri çok

(13)

uzun bir süre Kıbrıs’ta, Ortadoğu’da belli bir güç merkezi olmadığı için varlığını sürdürmüş. Bu krallık yerli bir Kıbrıs hanedanına dayanan bir krallık. Ancak bir süre sonra bu hanedanın içinden bir kral, Venedik asıllı bir kadınla evleniyor ve bu kadın dolayısıyla bir süre sonra kocası ölüp de varis kalmayınca artık kendini iyice hissettirmeye başlayan ve sadece Doğu Akdeniz’de değil, bütün Akdeniz’de büyük bir güç haline gelen Venedik Cumhuriyetinin bir parçası oluyor.

Gördüğünüz gibi buraya kadar gelişimde Kıbrıs ve Yunanistan arasında hiçbir ilişkiden söz etmek mümkün değil. Zaten 1829-1830 tarihine kadar bir Yunan Devleti yok. Ama bu siyasi tarih bahislerine girip vaktinizi işgal etmeyeceğim. Venedik Cumhuriyetinin malı olan Kıbrıs 1571 yılına kadar bu devletin mülkiyetinde kaldı. Venediklilerin kendi anavatanlarından çok daha büyük bir toprak parçası, bu sırada da artık Osmanlı Devletinin büyük bir süratle, büyük bir hızla gelişmeye başladığını görüyoruz. Özellikle Fatih Sultan Mehmet 15. Yüzyılın ortalarından sonra Karadeniz’i tam bir Türk gölü haline getirince ve Ege Denizi’ne açılınca Ege Denizi’nden Akdeniz’i kontrol etme zorunluluğu da ortaya çıkınca birer birer bugünkü bütün Ege adalarını bize kazandırdı. Geriye bir tek Rodos kalmıştı, Kıbrıs kalmıştı, bir de biraz daha batıda olan Girit kalmıştı. Biz 15. Yüzyılın İkinci Yarısında bütün Ege Adalarını Rodos dışında elimize geçirdik. Kıbrıs bir Ege Adası değil, malum bir Doğu Akdeniz Adası, aslında Ege Denizi de Akdeniz’in bir parçası; ama bu şekilde terminolojiye geçmiş.

Osmanlı Devleti yalnız karada büyük bir imparatorluk kurmakla kalmamış, tıpkı Roma İmparatorluğu gibi Akdeniz’e de hâkim olma yolunu tutmuş. Zaten Anadolu ve bir süre sonra fethedilen Ortadoğu ve Mısır, Osmanlı Devletine Doğu Akdeniz’i elde tutma zorunluluğunu aşılamış. Zaten Fatih zamanında Ege Denizi hemen hemen Karadeniz gibi bir Türk içdenizi denilebilecek duruma geldiği için artık Kıbrıs’ın Venedikliler elinde kalması, Osmanlıların Akdeniz’e hâkimiyeti politikasıyla çelişme haline gelmiş.

Ancak daha önce Ege Denizi’nin son Türk olmayan parçası olan Rodos’un elde edilmesi lazım. Kanuni Sultan Süleyman tahta çıkar çıkmaz 1522 yılında Rodos’u fethetmiştir. Böylece artık Ege Denizi’nde bütün egemenlik Türklerin eline geçmiştir. Geriye Kıbrıs ve Girit kaldı, bir de Malta var.

(14)

Malta, bir ileri istasyon. Osmanlıların Batı Akdeniz’e de açılabilmeleri, özellikle Cezayir ve daha öteye gidildiği vakit Kuzey Afrika’da, oraları da elde tutabilmek için çok stratejik bir nokta. Ancak ne yazık ki, Osmanlı Devleti Malta’yı fethedebilecek boyutta bir deniz gücünden yoksundu. Malta Seferi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Buna karşılık Doğu Akdeniz’e kesin olarak yerleşebilmek için Kıbrıs üzerinde düzenlenen sefer 1571 yılında Sayın Devlet Bakanımız ve Başbakan Yardımcımızın da söylediği gibi Lala Mustafa Paşa tarafından büyük bir başarıyla sonuçlanmış ve Kıbrıs fethedilmiştir. Gerçi bu çok pahalı bir zafer olmuştur. Kıbrıs’ı fethetmek için biz İnebahtı’da bütün bir donanmamızı yitirmek zorunda kaldık. Bu da Batılı bazı tarihçilere göre Osmanlıların Doğu Akdeniz’deki üstünlüklerinin sona ermesine denk sayılır. Ancak tabii bu apayrı bir konu, üzerinde ayrıca tartışılır.

Ancak bilinen bir şey var. Kıbrıs artık Osmanlı Devletinin bir eyaleti olmuştur. 1571’den 1878’e kadar Kıbrıs tamamen barış içinde, Osmanlı Devletinin normal bir eyaleti olarak yönetilmiş, işin ilginç yanı Kıbrıs Eyaletine Anadolu’dan da bazı sancaklar eklenmiş. Yani Osmanlılar Kıbrıs’ı öylesine Anadolu’nun bir parçası olarak görmüşlerdir ki, Tarsus, İçel, o zamanki adıyla Alaniye, yani Alanya sancakları da Kıbrıs Eyaletine dahil edilmiştir. Böylece gördüğünüz gibi idari bakımdan da Anadolu’yla Kıbrıs arasında organik bir bağ kurulmuştur.

Bu arada hemen şunu da söylemekte yarar var: Kıbrıs’ın o sıralardaki nüfusu herhalde olsun olsun, 20-30 bin, 40 bin civarında bir topluluk. Hemen Kıbrıs’ın fethinin akabinde Kıbrıs’a 20 binden fazla Anadolulu Türk yerleştirilmiş ve bunların sayısı da yıldan yıla artmış ve böylece Kıbrıs gerçek anlamıyla Anadolu’nun bir parçası olmuştur. Ne zamana kadar; 1878 yılına kadar, 1878 yılında çeşitli Balkan sorunları ve büyük devletler arasındaki ihtilaflar nedeniyle Rusya’yla aramızda 19. Yüzyılın son savaşı çıktı. En yıkıcı, en kötü sonuçları olan bir savaş; bu savaşta biz Balkan Yarımadasını hemen hemen yitirdik. Doğu Anadolu’muzda bulunan birçok önemli noktayı da, Kars, Ardahan, Batum gibi noktaları da yitirdik, Ruslar İstanbul’a kadar geldiler. Ayastefanos Ön Barışıyla Balkanlar parçalandı.

İngiltere bu durumdan çok rahatsız olmuştu. Çünkü 1868 yılında Süveyş Kanalı açılmış, artık Kıbrıs, İngiltere için Doğu Akdeniz’e egemenlik açısından son derece önemli bir konum arz ediyor. Rusların Kars, Ardahan ve Batum’a alarak Doğu

(15)

Anadolu üzerinden İskenderun Körfezi’ne ilerlemeleri tehlikesi karşısında Ayastifanos Barışı büyük devletler tarafından tanınmamış, bunun üzerine büyük devletler arasında bir namuslu emlak taciri Madler rolünü üstlenen Almanya Başbakanı Bismarck, Berlin’de bir kongre toplamış ve Berlin Kongresinde Ayastafanos Barışıyla bozulan dengenin yeniden kurulması için çalışmalara başlamıştır.

Bu arada İngiltere, Rusya’nın biraz önce söylediğim kazanımlarından çok rahatsız olduğu için Berlin Barışından önce 4 Haziran 1878 yılında Osmanlı Devletiyle birebir gizli bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmanın birinci maddesine göre Rusya Devleti Batum, Ardahan ve Kars veya bunlardan herhangi birini elinde tutup ve her halükârda daha aşağılara güneye doğru ilerlemeye cesaret ederse İngiltere İmparatorluğu, Britanya İmparatorluğu Osmanlı Devletine yardım edecektir.

Ama buna karşılık bu görevi tam ve sağlam bir şekilde yerine getirmek için kısacık bir cümle en sonda, birinci maddenin en sonunda “kendisine Kıbrıs Ceziresi tahsis edilecektir.” Cezire, ada demek, “Kıbrıs Adası kendisine tahsis edilecektir” “verilecektir” demiyor. Tahsis edilecek ve asker ikamesiyle Cezire’yi idare etmesine izin verilecektir. Yani Kıbrıs Adası’nın yönetimi İngiltere’ye bırakılacak, buraya asker de yığacak ki, ileride Rusya, İskenderun Körfezi’ne indiği vakit İngiltere savunma görevini yapabilsin.

İşin en ilginç yanı, biz Kıbrıs’ı böyle boşu boşuna kaybettik, İngiltere, Berlin Anlaşması sırasında bize hemen hemen hiç yardım etmemiştir. Kıbrıs’ı eline geçirdikten sonra Rusların Kars, Ardahan ve Batum’dan çıkartılmaları yolunda da en küçük bir çaba harcamamıştır. Sadece idari, diplomatik açıdan bazı ufak tefek kolaylıklar sağlamıştır ve Berlin Barışı sonunda Kars, Ardahan, Batum, Erzurum’a kadar olan yerler, Rusların elinde kalmış, Kıbrıs da bize iade edilmemiştir. Ancak Kıbrıs üzerindeki Osmanlı egemenliği devam ediyordu. Çünkü padişah Kıbrıs Adası’nın kullanılmasını tahsis etmişti. Kıbrıs’ta Osmanlı bayrağı dalgalanıyordu ve ayrıca İngiltere her yıl 92 bin 200 kuruş -kuruşu gençler bilmez, bugünkü ölçülere göre 92 bin kuruş hiçbir şey değil; ama o zamana göre çok büyük bir para- padişaha özel olarak bir vergi verecekti.

(16)

Daha sonra geçen olaylar Osmanlı Devletinin İngiltere’yle Kıbrıs arasındaki ilişkilere değinmesine imkân vermemiş, bir süre sonra da gene Sayın Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcımızın söylediği gibi Birinci Dünya Savaşında biz İngilizlere karşı da savaştığımız için, savaşa girdiğimiz için İngilizler tek yanlı olarak 5 Ekim 1914’te Kıbrıs Adası’nın egemenlik hakkını üstlerine almışlardır. Tabii savaş sırasında buna itiraz etme hakkımız yoktu. Savaş bitti, Sevr Barışı imzalandı. Hiç uygulamayan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Barışının 115, 116 ve 117. Maddelerinde Osmanlı Devleti 5 Ekim 1914’te İngiltere’nin Kıbrıs’ı kendisine katmasını kabul etti. “Yasal olarak bunu kabul ediyorum” dedi ve o zamana kadar Kıbrıs Adası’nda Osmanlı vatandaşı olan kişilerin İngiliz vatandaşlığına geçmelerini öngördü. Geçmek istemeyenler için belli bir süre tanıdı. Bu süre için de isterlerse Osmanlı vatandaşlığını iktisap ederek Türkiye’ye geri dönebileceklerdi.

Ancak bildiğiniz gibi Sevr Barışı kesinlikle uygulanmamıştır. Uygulanmamıştır; ama ne yazık ki, Lozan Barış Antlaşması bu hükmü hemen hemen aynen tanımış, 20. Maddesi çok kısa bir şekilde “Türkiye, Britanya Hükümetince Kıbrıs’ın 5 Kasım 1914’te açıklanan ilhakını tanıdığını bildirir” demiştir. İsmet Paşa Lozan’da özellikle Ege Adalarının Türkiye’ye kazandırılması için büyük bir mücadele vermiştir. İki gün süren çok çetin mücadeleler sırasında konferansı yöneten İngiliz Baş Delegesi Lord Curzon şöyle demiştir: “Buralar daha önce Ege Adaları Balkan Savaşlarıyla elinizden çıktı ve Osmanlı Devleti bunu bir antlaşmayla kabul etti. Bunları daha önce verdiniz, bunlar üzerinde bir hak iddia edemezsiniz, Kıbrıs’ı da biz vermiyoruz.” Bu nedenle Kıbrıs üzerinde fazla bir tartışma olmamıştır.

İtalyanların elindeki Rodos ve Oniki Adanın durumundan bahsetmeyeceğim. Trablusgarp Savaşı sırasında da İtalyanlar Rodos’la Oniki Adayı aldılar. Böylece biz Akdeniz’deki ve Ege’deki bütün stratejik üstünlüğümüzü yitirdik. Trablusgarp Savaşı nedeniyle İtalyanlar Rodos ve Oniki Ada’yı aldılar. Balkan Savaşı sonunda da İmroz ve Gökçeada dışında bütün Ege Adaları Yunanistan’a verildi. Kıbrıs da hiç yürürlüğe girmeyen Sevr Antlaşması, daha sonra yürürlüğe giren Lozan Antlaşmasıyla İngiltere’ye bırakıldı.

Ancak Lozan Anlaşmasının 21. Maddesi Türk uyruklarının artık bundan böyle kesinlikle İngiliz vatandaşı olacaklarını, bir seçim hakkı olmayacağını hükme

(17)

bağlamış ve bu şekilde Kıbrıslı Türklerin de birer İngiliz vatandaşı olarak hayatlarını idame ettirmeleri olanağı doğmuştur. Sorun böylece ortadan kalkmış gibi gözüküyor. Ancak Yunanistan’ın tarihsel genişleme politikası ki, 1829’da Yunanistan sadece Mora Yarımadası ve çevresidir. 1920 tarihine gelinceye kadar Yunanistan üç misli büyümüştür. Tarihte üç misli büyüyen başka bir devlet yok. Fransa’nın üç misli büyüdüğünü düşünün. Boyutlar küçük olduğu için göze çarpmıyor ya da Amerika Birleşik Devletlerinin üç misli büyüdüğünü düşünün ve bu genişleme hep ilk önce Osmanlı Devleti sonra Türkiye aleyhine olmuştur. Son aşama Kıbrıs’ı kendilerine katmaktır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında tabii kollarını kımıldatacak halleri yok ve hatta Türklerin yardımına muhtaçlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanlılara Türklerin yaptığı yardım unutulamaz, insanca yardım unutulamaz. Fakat İkinci Dünya Savaşı bitince daha önce başlayan Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılması yolundaki faaliyet alevlendi, 1950’de Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra Yunanistan’la ilk başlangıçta görülen iyi ilişkiler Kıbrıs’taki Rum aktivitesi etkinliği nedeniyle yavaş yavaş gölgelenmeye başladı. İngilizler de Yunan tedhişinden, teröründen bıktılar; çünkü Rum terörü hem Türklere yönelikti, hem de kısmen İngilizlere yönelikti. İngilizler bu beladan kurtulmak için çareler aramaya başladı. Kıbrıs’ta önemli bir Türk topluluğu yaşıyor. Yunanistan’la halledilecek bir konu değil ve Demokrat Parti hükümetleri doğrusunu isterseniz oldukça enerjik bir şekilde işe sarıldılar.

Sayın Rektörümün baştan hatırlattığı çözüm, o sıralarda söz konusu edilmeye başladı ve 16 Haziran 1958’de Türkiye Büyük Millet Meclisi resmen Kıbrıs sorunun çözümü için taksim tezini kabul etti, Yunanistan’la Türkiye arasında bölünecekti. İngilizlerle olan özel durum ayrıca görüşüldü. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu kararı Yunanlılar tarafından kabul edilmedi, İngilizler tarafından da kabul edilmedi, Adadaki gerginlik oldukça yükseldi, yükseldi, yükseldi, çok büyük terör olaylarına varınca NATO’daki ortaklarımızın da araya girmesiyle ilk önce 1959 yılında Zürich’te bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda müstakbel bir Kıbrıs çözümünün esasları üzerinde Türkiye Cumhuriyeti, İngiltere ve Yunanistan arasında anlaşmaya varıldı. Sürekli varılan esaslar şuydu: Kıbrıs gene bir bağımsız bir devlet olsun, ‘gene’den kastım, tıpkı İlkçağlarda, Ortaçağlarda olduğu gibi; ama bağlantısız ve tarafsız bir devlet

(18)

olsun ve İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin güvencesi altında yaşasın ve hiçbir tarafa dahil olmasın, hiçbir ittifak anlaşmasına girmesin; bu esaslar kabul edildi.

Ardından 1960 yılında Londra’da toplanan konferans sonucunda da Türkiye Başbakanı Rahmetli Adnan Menderes ve Yunan Başbakanı Karamanlis arasında ünlü Londra Antlaşması imzalandı. Londra Anlaşmasıyla bugün hâlâ yaşandığı iddia edilen Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması Kıbrıs sorununun çözümü olarak görülmüştür. Kıbrıs Cumhuriyeti bir bağımsız, bütünsel devlet olarak düşünülmüştür. Bu devletin yasama gücünün yüzde 70’i Rumların, yüzde 30’u Türklerin elindeydi. Bir ortak temsilciler meclisi bu şekilde yasama faaliyetini yürütecekti.

Ayrıca Türklerin ve Rumların özel yerel meclisleri olacaktı. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rumlardan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Türklerden seçilecekti ve bunlar yürütme gücünü işleteceklerdi. Yerel meclislerde Temsilciler Meclisi arasında ya da Temsilciler Meclisiyle cumhurbaşkanı yardımcısı ve cumhurbaşkanının arasında bir anlaşmazlık çıktığı zaman üç üyeden oluşan bir Anayasa Mahkemesi anlaşmazlığı çözecekti. Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafsız bir hukukçu olacaktı. Bu hukukçu benim de hocam olan büyük Alman Kamu Hukukçusu Herns

Korslof’tur. Herns Korslof çok büyük bir hukukçuydu ve daha bu anayasa

mahkemesi çalışmaya başlar başlamaz yüzde 70 çoğunluğa sahip temsilciler meclisi de yüzde 70 çoğunluğa sahip Yunanlıların kendi hazırladıkları, kendilerinin de dahili olarak hazırladıkları anayasalarına nasıl haykırabildiklerini görmüş ve bunalmıştır, isyan etmiştir Korslof.

Bildiğiniz gibi Yunanlılar bu duruma zaten sadece 2,5-3 yıl dayandılar. Anayasa Mahkemesi Başkanı Korslof gerçekten tarafsız ve büyük bir hukukçu olarak Yunanlıların anlaşmayı işletmemek ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasını yürürlükten kaldırmak yolundaki tavırları karşısında görevinden istifa etti, gitti ve o günden beri de vefatına kadar Korslof Türk tezinin bütün dünyada en sarsılmaz savunucularından biri olmuştur, anısı önünde eğiliyorum ve Anayasa Mahkemesi başkanlığından ayrılırken çok ağır bir suçlamayla Rum tarafı bu istifasını gerçekleşmiştir.

(19)

Daha sonra 1963 ...., ardından Sayın Yalçınbayır’ın çok güzel ifade ettiği gibi bütün devlet yapısının değişmesi, iki ayrı hukukun oluşması, Rumların bunu da kabul etmemesi ve 1974’te Nikos Sampson’un bir darbeyle Makarios’u dahi ekarte ederek Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlandığını ilan etmesi. Bu durumda Londra Antlaşmasında öngörülen garanti sözleşmesi yürürlüğe girdi. Lozan Antlaşmasına göre Kıbrıs’taki anayasal düzen bozulduğu zaman İngiltere, Yunanistan ve Türkiye müştereken terk edeceklerdi. Eğer müştereken terk etmeleri mümkün olmazsa her biri müstakilen, bağımsız olarak eski düzeni, anayasal düzeni yerine getirmek için hareket etmeye hakları olacaktı.

İçinizde 1974 yılını yaşayan çok değerli arkadaşlarım vardır. Türkiye Garanti Anlaşmasını üçlü olarak işletmek için çok gayret sarf etti. Fakat bunda başarı kazanamayınca tek taraflı olarak müdahale hakkını kullandı ve o günden sonra da Kıbrıs Türk’ü gerçekten rahata erişti. Rahata erişti; ama Avrupa Birliğinin gündeme gelmesi, Avrupa Birliğinin kurulması, güneydeki Rum yönetiminin bütün Kıbrıs’ı temsil etme iddiasından ödün vermeden, vazgeçmeden varlığını bu esas üzerinde yürütmesi bugünkü sorunu ortaya çıkardı.

Ben işte sizi bugüne kadar getirdim, biraz da sözü uzattım galiba. Şimdi çok değerli iki uzmanımız bugünü ve neler yapılması gerektiğini sizlere büyük bir ehliyetle anlatacaklar.

Teşekkür ederim. (Alkışlar)

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyoruz.

Efendim, konuklar sanırım Mümtaz Hocamızın niye burada olmadığını merak ediyorlardır. Şöyle bir sorunumuz var: Hava şartları nedeniyle Sayın Profesör Doktor Mümtaz Soysal’ın uçağı geç kalktı, o nedenle buraya ulaşması zaman alacak. 16.30 gibi aramızda olacağını umuyoruz.

Efendim, şimdi ikinci sözü Sayın Öymen’e veriyorum. Buyurun Sayın Öymen.

(20)

Sayın Rektör, çok değerli öğretim üyeleri, çok değerli konuklar; bu toplantı gerçekten çok zamanlı,konuştuğumuz konu Türkiye açısından son derece önemli bir konudur. Bu toplantıya beni de davet edip görüşlerimi paylaşma fırsatı verdiğiniz için içtenlikle teşekkür ediyorum.

Sayın Profesör Mumcu’nun meselenin tarihi boyutundan söz etmesi gerçekten çok yararlı olmuştur. Bu tarih boyutunu bilmeden, görmeden, anlamadan bugünleri değerlendirmek gerçekten çok zor olacaktı. Ben tarihi perspektife ilave olarak iki veya üç cümle söyleyeceğim. Bunu belki küçük bir katkı olarak kabul edebilirsiniz. Bugünleri daha iyi anlamaya yardımcı olur.

Sayın Profesör 1878 Anlaşmasından bahsetti. Bu anlaşmayı İngiliz Başbakanı Disraeli yapıyor. Kıbrıs, Osmanlılardan kiralanacak. Bir Rus saldırısı olursa Osmanlılara karşı İngiltere, Kıbrıs’ı kullanarak Osmanlı’ya destek olacak; böyle bir bağ. Disraeli’den sonra Başbakan olarak Glascon’u seçti. Glascon diyor ki, “İngiltere’nin tarihinde bu anlaşmadan daha kötüsü görülmemiş. Benzerine pek az rastlanmış bir ikiyüzlülük örneği.” Bunu İngiliz Başbakanı söylüyor. Biz Kıbrıs’ı İngilizlere böyle vermişiz.

İkinci nokta şu: İngilizler, daha 1950 yılında Enosis’e yeşil ışık yakıyor. 1907 yılında Kıbrıs’ı Churchill ziyaret ediyor. O sırada genç bir milletvekili, Rumlar Enosis ve diğer hedeflerini açıklıyorlar. Churchill diyor ki, “İngiliz Majesteleri Hükümetinin Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasına hiçbir itirazı olabileceğine ihtimal bile vermiyorum.” Sene 1907.

1915 senesine geliyoruz. 1915 yılında İngilizler Kıbrıs’ı resmen teklif ediyorlar. Yunanistan’a diyorlar ki, “Kıbrıs bir Yunan Adası olabilir. Bir tek koşulla, bir hafta içinde Almanya’ya savaş ilan edeceksiniz. Bu koşulu yerine getirirseniz derhal Kıbrıs’ı size veriyoruz.” O sırada malum Yunan Kralı Alman İmparatorunun akrabası, kuzeni, yapamıyorlar. Kıbrıs’ı o yüzden alamıyorlar ve ondan sonra çeşitli tarihlerde -1930’larda- Ada’daki İngiliz Komiseri, sürekli olarak İngiltere’ye telkinde bulunuyor “Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlayın” diye. 1940’lı yıllarda Atina’daki İngiliz Büyükelçisi sürekli olarak telkinde bulunuyor. “Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlayın.” Başka örnekler var, şimdi anlatmayacağım. Bizim görevimiz bugünden bahsetmek; ama biz bunları

(21)

bilmezsek başkalarının Kıbrıs meselesine geçmişte nasıl baktıklarını bilmezsek demin dediğim gibi bugünü anlamakta sıkıntı çekeriz.

Bugünkü soruna değinecek olursak; bugünkü sorun nedir? Bugünkü sorun şudur: Kıbrıs’ta 1974 yılında Yunanistan’ın yaptığı, tertiplediği darbeden sonra Türkiye’nin demin Sayın Profesörün açıkladığı askeri müdahalesinin gerçekleştirilmesi üzerine yeni bir durum ortaya çıktı. Bu yeni durumda yeni bir arayışa girişildi, geçildi, Kıbrıs meselesi nasıl çözülür? Bu arayışlar içinde hatırlanması gereken nokta şudur: Şimdi çözümsüzlükle suçlanan Türk tarafı 1974 yılının sonundan itibaren barış arayışlarının daima öncüsü olmuştur. Bunun istisnasını bulmak son derece zordur.

1975 yılında Türk tarafının önerisi üzerine Denktaş’la Klerides Viyana’da anlaşma imzaladılar, Ahali Mübadelesi Antlaşması; bu çok önemli. Bugünkü düzenin temeli olacaktı. Bu anlaşmaya göre kuzeydeki Rumlar Birleşmiş Milletler denetiminde güneye geçtiler, güneydeki Türkler kuzeye geçtiler ve fiilen iki kesimlilik sağlandı ve Kıbrıs’ın 50 yıllık tarihinde ilk defa iki toplum barış ve huzur içinde yaşadı. Bugün Kıbrıs’ta barış varsa, insanlar yataklarında rahat uyuyorlarsa bunun en önemli nedeni Denktaş’la Klerides arasında 1975 yılında yapılan bu Ahali Mübadelesi Antlaşması sonucunda yaratılan iki kesimliliktir; iki kesimi unutmamak lazım. Ondan sonra ne oldu?

1977’de Denktaş-Makarios Anlaşması oldu; bunu kim önerdi? Denktaş önerdi. Ne diyor? “İki kesimlilik” diyor, başka unsurları saymıyorum, zamanınızı almayayım. İki kesimlilik burada da tescil ediliyor. 1979’da ne oldu? Denktaş Kipriyano Antlaşması, kim önerdi? Türk tarafı. Ne diyor? Denktaş-Makaryos Antlaşmasını teyit ediyor, iki kesimliliği öneriyor.

1985 yılında ne oldu? Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Dequellar, Kıbrıs için bir çözüm planı önerdi. Kim kabul etti? Türk tarafı. Kim reddetti? Rum tarafı. Daha sonra ne oldu? Gene Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Boutres Ghali aşağı yukarı 100 maddelik bir fikirler dizisi önerdi. Türk tarafı bunun 91 maddesini kabul etti, 9 maddesini de müzakere edemeyeceğini söyledi. Rum tarafı ne yaptı? Toptan reddetti. Size şimdi başka örnekler de sayabilirim. Son görüşme, şu anda Sayın

(22)

Denktaş’la Klerides arasında yürütülen görüşme kimin önerisidir? Sayın Denktaş’ın önerisidir.

İnsaf sahibi insanlar çıkıp da bu tablo karşısında “Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün sebebi, sorumlusu Türk tarafıdır” diyebilir mi? İnsaflı olalım. Yaratılan izlenim budur ve bazı demeçlerde kullanılan sözler gerçekten sanki bizim de çözümsüzlüğün sorumlusunun Türk tarafı olduğu inancına kapıldığımızı gösteriyor. Çözümsüzlük, çözüm değildir. Bu ne demektir? Demek ki, bazıları çözümsüzlük istiyor. Biz miyiz bu, Türkiye mi, Türk tarafı mı, Kıbrıs Türk tarafı mı? Eğer öyleyse bu kadar gayret niye sarf ediliyor? Geçmişteki bu önerileri niye kabul etmedik? Yani bu sözlerin adresi kimdir? Bunu biz çok merak ediyoruz. Kime hitap ediyorsunuz? “Çözümsüzlük, çözüm değildir” derken kimleri kastediyorsunuz, çözümsüzlüğü isteyen kimdir? Türkiye’de kimdir, Kıbrıs’ta kimdir? Bunu çok açık konuşalım. Eğer bunu söylemezsek karşı taraf bunu Türkiye’nin bütün sorumluluğu üstlendiği şeklinde anlıyor, anlamaktadır ve anladığını da ifade etmektedir. İşte “Türkler ilk defa gerçeği gördüler, kusurun kendilerinde olduğunu anladılar; ama bunu nasıl düzelteceklerini daha söylemiyorlar” diyor, daha Klerides dün söyledi. Bu bakımdan bizim sözlerimize çok dikkat etmemiz lazım.

Bu noktada şunu ifade etmek istiyorum: Sayın Denktaş’ın önerisinin özü şuydu: “Biz Klerides’le bir araya gelelim, hiçbir dış etki olmadan, dış baskı olmadan kendi kendimize Kıbrıs meselesine bir çözüm bulalım” öneri bu. Klerides’in de kabul ettiği öneri. Klerides yalnız diyor ki, “Birleşmiş Milletlerin temsilcisi de gelsin, not tutsun” Birleşmiş Milletlerin başka bir rolü yok. Görüşmeler sürüyor, devam ediyor, bazı açılımlar oluyor, Türk tarafının birtakım önerileri oluyor, özlü önerileri oluyor. Fakat bir uzlaşmaya varılamıyor. O sırada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Cofi Annan tam da Avrupa Birliği meselesiyle eşzamanlı olarak bir planla ortaya çıkarıyor. Böyle bir planı talep eden var mıdır? Genel sekreterden böyle bir plan sunulması için Genel Sekreter tarafından taraflar arasında bir mutabakata varılmış mıdır, varılmamış mıdır? “Kendiliğinden sunuyorum” diyor. Eğer bu plan adil, dengeli, tarafsız, yapıcı bir plan olsaydı, kalıcı bir çözümü getirme özelliği taşısaydı belki işin bu usul tarafına değinilemezdi, değinmeye gerek kalmazdı. Ama şimdi işin bu tarafını bir kere unutmayalım, bir tarafa bırakalım.

(23)

Bu plan sunulurken Genel Sekreter usul açısından bizim milletlerarası ilişkilerde zamanlama açısından hiç alışmadığımız bir yönteme başvuruyor. Bu planı ne zaman sunuyor? Sayın Denktaş ağır bir ameliyat geçirmiş, hasta yatıyor, göreve başlamamış. Türkiye’de seçimler yapılmış; ama Meclis daha toplanmamış, göreve başlamamış, Hükümet daha göreve başlamamış. Cofi Annan mektubunda ne diyor? Sayın Denktaş’a diyor ki, “bir hafta içinde bana cevap vereceksiniz. İşin esasını kabul ettiğinizi bana bir hafta içinde bildirin.” Bizim bu alışık olmadığımız bir dayatma biçimi ve Türk milleti uzlaşıcı olmuştur ve toplumda esnek olmasını bilmiştir. Ama böyle dayatmaları da Cumhuriyet tarihinde biz hiç kabul etmemişizdir ve etmedik.

Bir şey daha söylemek durumundayım. Diyor ki, “bu plan hakkındaki görüşlerinizi katiyen kamuoyuna açıklamayın.” Yani “halkınıza bilgi vermeyin, halkınızla tartışmayın.” Ondan sonra da kendi görüşleri lehinde bir miting yapılınca beyanat veriyor, diyor ki, “halkın sesine kulak verin.”

Buraya bir parantez açalım. Halkın sesine kulak verilmesini çok önemsiyorlar. Amerikan Dışişleri Bakanı Sözcüsü de bu mitingden aynı şeyi söylüyor. “Aman halkın sesine kulak verin” diyor. Biz de kendilerine sorduk. “Türkiye’de halkın yüzde 86’sı Irak’ta savaşa karşı, ona da kulak verelim mi?” (Alkışlar)

Yoksa Kıbrıs’ta onların tabiriyle halkın sesine kulak verelim, Türkiye’de vermeyelim. Neyse, işin bir bu tarafı var. İşin esasına gelecek olursak Cofi Annan Planında hiç mi müspet bir şey yok; var, olmaz olur mu? Planı okuduğunuz zaman içindeki bazı olumlu ifadelerin etkisi altında kalabilirsiniz. Mesela, diyor ki, “artık azınlık-çoğunluk ilişkisi olmayacaktır.” Bu müspet bir gelişim. Ne diyor? “İki taraf arasında eşitlik olacaktır” diyor; bu da olumlu.

Ne diyor? “Türkiye’yle Yunanistan arasında denge kurulacaktır” diyor, bu da olumlu bir şey. Merkezi yönetimle ilgili birtakım olumlu ifadelere yer veriyor. Şimdi sadece bunlara bakarak planı değerlendirirseniz son derece iyi niyetli, olumlu, yapıcı bir plan olduğunu tahmin edebilirsiniz, bu yargıya varırsınız. Ama biraz daha derinlemesine indiğiniz zaman, profesyonelce okuduğunuz zaman karşınıza bambaşka bir tablo çıkıyor. Nasıl bir tablo çıkıyor?

(24)

Şöyle bir tablo çıkıyor: Plan 1975 yılında Denktaş’la Klerides arasında yapılan anlaşmayla demin sözüne ettiğim iki kesimliliği tahrip ediyor; artık iki kesimlilik yoktur. Halbuki bu iki kesimlilik Denktaş-Makarios Anlaşmasının temelindeki, Viyana Antlaşmasının temelinde Birleşmiş Milletlerde tescil edilmiş, iki kesimlilik ve iki bölgelilik, iki toplumlu bu kavramlar daima her yerde, her belgede zikredilmiş. Bu plan onu kaldırıyor. Nasıl kaldırıyor? Bir kere .... Planın ikinci ve şu anda masanın üstünde olan son şekline bakarsanız Karpas’ta bir Rum kampını kuruyor. Sınırlı toprakların içine Rumları sokuyor. Ne kadar Rum sokuyor? İşte bizim tespitimize göre 56 bin Rum sokuyor, zaman içinde 56 bin Rum girecek. Girmekle kalmayacak, bu zaman içinde belli koşulları yerine getirdiklerinde Kıbrıs-Türk devletçiğinin vatandaşları olacaktır ve bu sıfatlarıyla siyasi haklara sahip olacaklar, seçme ve seçilme hakkına sahip olacaklar. Böylelikle kurulacak devletin, Türk devletçiğinin, “parça devlet” diyorlar, parlamentosunun bir bölümünü Rumlar oluşturacak. Ayrıca yine o devletçiğin parlamentosunda muhaliflere bir yer bulacak, Ermeniler olacak, başka toplumlar olacak.

Netice itibariyle Kıbrıs Türk devletçiğinin Parlamentosu sadece Türklerden oluşmayacak, bunu bilelim. Bu zaman içinde bu Parlamentodan merkeze, merkezi devlete gönderilen milletvekillerinin de yapısını etkileyecek. Türk devletini temsilen merkeze gönderilen milletvekillerinin bir kısmı muhtemelen Türk olmayacak, bunları hiç unutmayalım. Şimdi bunun ayrıntısına girip de siyasi, hukuki analizini yapmak istemiyorum. Sayın Profesör Soysal birazdan geldiğinde bunu daha fazla yapabilir.

Ama bizim dışarıda almamız gereken pozisyon şudur: Bu plan iki kesimliliği kaldırıyor; en can alıcı noktası bu. “Efendim, işte zaman içinde olacaktır, birkaç sene bunlar yerleşmeyecektir” filan, bu maddede böyle diyor. Altındaki maddede ne diyor? “Yerleşmeden bağımsız olarak serbest dolaşım hakkı olacaktır.” Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle Rumlar diledikleri gibi kuzeye geçebilecekler ve haftada üç geceden fazla kalmamak kaydıyla kuzeyde ikamet edebilecekler. Yani “iki toplumu iç içe sokacaksınız” diyor. İç içe sokacaksınız, bu aradaki sınır, haritada gördüğünüz, gazetelerde gördüğünüz sınır var, bu sınırı kim koruyacak? Yani kuzeyde bir devletçiğiniz olacak ya, bu devleti kim koruyacak? Kimse korumayacak, bu sınırlar

(25)

bizim Ankara’daki, İstanbul’daki belediye sınırlarından başka hiçbir özellik taşımayacaktır, hiç kimse korumayacaktır.

Bugün kim koruyor? Kuzey Kıbrıs’taki Türk güvenlik kuvvetleri koruyor, ne olacak? Plana göre devam edecek. Efendim, Barış Kuvvetleri Komutanlığı koruyor. Türkiye’den giden askerlerimiz, bunlar ne olacak? Kışlalara hapsedilecektir; çünkü plana göre bizim Ada’daki askerlerimizin sayısı yalnız bugünkünün altıda birine indirilmekle kalmayacak, aynı zamanda bunlar plana göre aşağıdaki görevleri yapacaklar:

1. Karargâhın içinde eğitim,

2. Elindeki silah ve malzemenin bakımı ve onarımı, 3. Törenlere katılma.

Bu kadar, dördüncü madde yok. Peki bir olay çıksa, kuzeyde Türklere bir saldırı olsa bizim bu barış kuvvetleri müdahale etme yetkisine sahip olacak mı? Olmayacak. Niçin? Bizim kuvvetlerimizin Kıbrıs’ın kuzeyinde, Türk kesiminde bir yerden bir yere gitmesi için ancak 30 kişilik bir grup olacaktı. O da birinci planda 9’du ve biraz utandılar, 30’a çıkardılar. 31 kişi, 31 Türk askeri en önemli olaylar çıksa bir yerden bir yere gidemeyecek, gitmesi için 14 gün önceden barış gücüne izin vermesi lazım. Şimdi kamuoyunda “bu plan çok iyidir, hemen imzalayalım” filan diyenler acaba meselenin bu kısmına dikkat ediyorlar mı? Bu güvenlik boyutuna dikkat ediyorlar mı?

Bizim kanaatimizce bu planın en zayıf tarafı bu güvenlik konusudur. “Efendim, ne mahzuru var, geçmişte Almanlar da, Fransızlar da savaştılar ve bu savaşın sonunda dost oldular, iç içe girdiler, zaman içinde sınırları kaldırdılar, niçin Kıbrıs’ta olmasın?” Çok doğru bir soru aslında, keşke olsaydı, biz de çok isterdik. Ama şunu unutmayın ki, Almanya’da o zaman bir Adenaur vardı, Fransa’da bir De Gaulle vardı ve bunlar devlet adamıydı. Bunlar 40 kere görüşmüşlerdir, De Gaulle ile Adenaur 40 kere görüşmüşlerdir ve bugünkü Avrupa’nın mimarisinin ilk temellerini onlar atmışlardır. Yeni bir anlayış yaratmışlardır ve ülkelerinin içinde birbirlerine kin ve nefret duygularını vermemişlerdir; devlet adamlığı budur.

(26)

Peki Kıbrıs’ta da böyle mi oldu? Keşke olsaydı, keşke olsaydı ve biz Türkler olarak, Türkiye olarak toplumların iç içe yaşamasını önermiyorduk, keşke böyle bir durum olsaydı. Ne yazık ki, böyle olmamıştır. Ne olmuştur? 1974 Darbesinden sonra Ada’dan kaçan Makarios 1974 sonunda, 1975 başında Ada’ya döndüğünde Kıbrıs meselesinin çözümü için ortaya bir slogan atmıştır. Bir tek cümle, “Türklerle uzun vadeli müzakere.” Uzlaşma değil, geçmiş hatalardan pişman olmak değil, Türkleri katledenleri, köyleri haritadan silenleri kınamak, yakalamak, cezalandırmak değil, bunlardan bir tanesi bile yakalanmamıştır, bunu da söyleyeyim, bir tanesi yargılanmamıştır, bir tanesi cezalandırılmamıştır.

Uzun vadeli mücadele; bu nasıl olacak? Kendi tabirleriyle Türkiye’nin bütün dünyadaki menfaatlerine zarar vereceğiz, Kıbrıs Türklerini baskı altına alacağız, Türkiye uluslararası toplumun baskısını sağlayacağız, Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimine baskı yapacak, Türkleri dize getireceğiz ve bizim istediğimiz gibi bir çözüme ulaştıracağız. Şimdi politikaları bu olmuştur ve bütün okullarda çocuklara Türk düşmanlığı vermişlerdir, yeni yetişen Rum çocukları, Rum nesilleri Türklerle uzlaşmayı değil, Türklerle mücadele etmeyi öğrenmişlerdir. Türkleri dünyanın en kötü insanları olarak tanımışlardır. Ben Kıbrıs’ta görev yaptığım sırada gördüm, duydum, kendi kulaklarımla işittim, bunu söylemek istemezdim; ama işin ciddiyetini anlatmak için söylemek zorundayım. Türkiye’de bir deprem olduğunda Kıbrıs Rum Kesimi’nde şampanyalar patlatılmıştır. Bu dereceye kadar köklü bir düşmanlık yaratılmıştır. Bu insanlar geçmişte böyle olmuştur da, sonra düzelmiş midir? Düzelmemiştir, keşke düzelse. Bunu biz mi söylüyoruz? “İki toplum iç içe yaşarsa yeniden çatışmalar çıkar, yeniden sorunlar çıkar, sürtüşmeler olur” lafını biz mi söylüyoruz. Hayır, bunu Güney Kıbrıs’ta 5 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Rolandis söylüyor. Birkaç yıl önce televizyona yaptığı bir mülakatta Kıbrıs televizyonunun diyalog programına diyor ki, “en iyi çözüm taraflar arasında topyekûn bir mal-mülk mübadelesi yapmaktır, iki toplumun yan yana yaşamasıdır. Eğer Türklerle Rumları iç içe yaşamak zorunda bırakırsanız o zaman Kıbrıs’ta çok ciddi çatışmalar çıkar, ölümle -onun da altını çizmeyi unutmayın- sonuçlanacak olaylar meydana gelir ve iki toplum arasındaki kin ve nefret büsbütün kökleşir.” Ronaldis, Kıbrıs Rum Yönetiminin Dışişleri Bakanı.

(27)

Başkaları da söylüyor mu, söylüyor. Kim söylüyor? Mesela, Hristos... Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesinin Başkanı Hristos ... bunu söylüyor. “Kesinlikle federal bir çözüm uygun değildir. Ayrı dinlere, ayrı ırklara mensup insanlar arasında federasyon olamaz ve biz milli davamızdan -onu da aynen söylüyorum- hiçbir şart altında en küçük bir taviz vermemeliyiz.” Rum Kesimi’ndeki kanaatler bunlar.

Efendim, bu hâlâ devam ediyor mu? Cofi Annan Planının sunulmasından sonra değişmiş mi? Şimdi belki bunlar yeni ve uzlaşıcı bir havaya girmişlerdir, öyle mi acaba? İşte Cofi Annan Planının sunulmasından sonra Rum Kesimi’nde söylenilen bazı sözler. Mesela, İşçi Partisinin Başkanı Anastasiedes buradaki Türklerden “sömürgeciler” olarak bahsediyor. Şu anda Kıbrıs’ta sorumluluk taşıyan bir politikacının sözlerine göre biz sömürgeciyiz. Mai Gazetesi, EOKA’cıların gazetesi, daha önceki yıllarda EOKA mücadelesini desteklerken kullandığı ifadeleri aynen bugün de kullanıyor.

Yürüyüşler yapılıyor. Şu anda Güney Kıbrıs’ta yürüyüşler yapılıyor. Biz Kuzey Kıbrıs’ta teknikleri biliyoruz. Güney Kıbrıs’ı belki pek izlemeyenleriniz vardır. Bu yürüyüşlere katılanlar, gençler bu yürüyüşlerde ne diyorlar? “Sınırlarımız Girne’dedir.” Yani “bu plan bize yetmez, Girne’yi de bize verin.” Ne diyor? “Kıbrıs Helen’dir” Hani Enosis’e karşıydı, hani Enosis artık bitmişti, gömülmüştü. İşte bunlar söyleniliyor. Ne diyor? “Federasyonu imzalayacak olanları tarih utançla yazacaktır.” İşte orada hâkim olan kanaat budur. Metropolitlerin sözleri var, papazların sözleri var, bunları zikretmiyorum. Sadece bir tanesini söyleyeyim: Girne Metropoliti Pablos diyor ki, “Annan Planı hiçbir şekilde kabul edilemez ve bunu kabul etmek duygusal bir karardan başka bir şey değildir.”

Şimdi siz diyorsunuz ki, “bu insanları içinize alın, huzur içinde, barış içinde yaşayın.” İşte Cofi Annan Planının zayıf tarafı. Cofi Annan demeç verdi, diyor ki, “biz bu planla Kıbrıs’ta bir millet yaratacağız.” Bir millet bir planla yaratılamaz. Bir devlet belki yaratabilirsiniz; ama bir millet yaratamazsınız. Bu insanlar 400 yıl iç içe yaşamışlar. 103 tane ortak köyde yaşamışlar; ama bir millet olmamışlar.

Ben 1974 Harekâtından sonra Kıbrıs’a görevli olarak gittiğimde ilk sorduğum sorulardan biri şu oldu: “Kıbrıs’ta kaç tane ortak aile var?” dedim. “Türklerden ve

(28)

Rumlardan oluşan kaç aile var?” Bana verdikleri cevap şu oldu: “Beş aile” 400 yılda topu topu beş tane aile oluşmuş.

Şunu özellikle dikkatinize getirmek istiyorum: Böyle zorlamalarla, dayatmalarla bir millet kurmak mümkün değildir. Meselenin bu güvenlik boyutu, bu iki kesimlilik boyutuna ilaveten toprak boyutudur. Şimdi bizim uzmanlarımıza soracak olursanız diyorlar ki, “Biz Kıbrıs’a gittik, Sayın Parlamento Başkanımızın başkanlığındaki bir heyetle oradaki en yetkili askeri uzmanlarımızla görüştük. Biz diyorlar ki, “bu planı çok büyük bir ihtimalle bir Yunan subayı çizmiştir. Çünkü bu askeri açıdan bu kadar profesyonelce çizilemez.” Arazide gidiyoruz, bize planın nerelerden geçtiğini harita uzmanları gösteriyorlar. Orada Dışişleri ve Savunma Komisyonu üyeleri, gidiyorsunuz, gidiyorsunuz, dümdüz bir alan. Bir yerde bir girinti yapıyor, devam ediyor. “Niye buraya girinti yapıyor?” diyoruz. “Burada bir Türk taburu var, Türk taburunu oradan çıkartmak için” diyorlar.

Gidiyoruz, gidiyoruz, bir girinti daha yapıyor Güzelyurt civarında. “Burada ne var?” diyorsunuz, “Efendim, Türk Alayının birlikleri var.” Böyle sistemli olarak Türk birliklerinin bulunduğu yerler haritada oyulmuş ve bunları oradan çıkaracaklar, hedef bu. Ayrıca, Kuzey Kıbrıs’ta bir çatışma halinde mutlaka korunması, elde bulunması gereken ne kadar stratejik nokta varsa hepsi çıkarılmış Güney tarafında. Bu plan böyle hazırlanmış bir plandır. Efendim, Kafkas’ta bir kanton görüyorum ve biz diyoruz ki, “bu Türkiye’nin içine uzanmış bir hançerdir”. İngiliz Eski Başbakanı Mac Milan’ın anılarında kendisi yazıyor. “Kıbrıs, İskenderun Körfezi’nin ve Türkiye’nin güney güvenliği açısından fevkalade önemlidir ve Türkiye’nin bu konuda hassasiyet göstermesi ve bunu bizim anlayışla karşılaması lazım.

Bu kanton şimdi Rumların elinde. Diyorsunuz ki, “hiç merak etmeyin, burası silahsızlandırılacak, hiç kimsenin burada silahı olmayacak.” Değerli konuklar, Ege Adaları da anlaşmalarda silahsızlandırılmıştı. Lozan Anlaşmasıyla, 1947 Paris Anlaşmasıyla Ege Adaları silahsızlandırılmamış mıydı? Sonra ne oldu? Şimdi bu adaların antlaşmalara aykırı olarak silahlandırılmış olmasına Türkiye’den başka kim itiraz ediyor? Kim Yunanistan’a anlaşmada uyuyor? Yarın Kıbrıs’ta ne olacağına emin miyiz? İyi niyet; iyi niyet bizde de var. Biz de isteriz ki, bütün meseleleri iyi niyetle çözelim; ama bu iyi niyet ve saflık arasında çok ince bir çizgi var ve Türkleri

Referanslar

Benzer Belgeler

Sonuç olarak; ele alınan yüz yetmiş civarında türküde aşk, ayrılık, hasret, gurbet, doğal çevre ile alay konularının ağırlıkta olduğu gibi bir tür- küde

Çünkü; toplam ya da integralin üst sınırı negatif ise darbenin sıfırdan farklı kısmı kapsama girmediği için sonuç sıfırdır, üst sınır negatif değilse sıfırdan

Ocak ayında inşaat sektörü güven endeksi, geçen yılın aynı dönemine göre Konya’da düşerken, Türkiye ve AB-28’de yükseldi.. Böylelikle KOİN’in

Ocak ayında Türkiye genelinden daha iyi performans sergileyen endeks değerinin bir önceki aya göre düşmesinde en çok, gelecek 3 ayda verilecek hizmetlere olan

263 Banka kurmanın teknik koşullarının yeterince gözetilmemesi, teknik, mâli ve etik kısıtların, siyasî ilişkilerle aşılması, Bankalar Yeminli Murakıpları

1980’ler boyunca TÜSİAD’ın ve üyelerinin kendi adına yaptıkları açıklamalar daha çok ikameci bir ekonomiyi terketme, yabancı sermayeyi ülkeye çekme,

Fed Başkanı Jerome Powell’ın açıklamaları ve ABD’de artan tüketici güveni verisi sonrasında dolar kanadında yaşanan kuvvetlenme ile birlikte kurun dün,

denli geniş bir anlamı olduğunu fark ediyoruz. Doğamızın görünmeyen ama çok büyük bir parçasının varlığını ispatlayacağız bugün. Ama havadan sudan bahseder