• Sonuç bulunamadı

OTURUM BAŞKANI- Değerli konuklar, Hocamız zor şartlarda Ankara’ya

ulaştı. Gerçekten şu anda galiba yeniden Kıbrıs’a ulaşım kesilmiş. Sözü Sayın Hocam Profesör Doktor Mümtaz Soysal’a veriyorum.

Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz.

Prof. Dr. MÜMTAZ SOYSAL- Her şeyden önce özür dilerim. Hani genellikle

söylenir ya, “elimizde olmayan sebeplerle” diye. (Gülüşmeler)

Ben biraz elimizde olmayanı da zorladım falan; ama Esenboğa’da kar ve sis var, onun için geç geldim, kusura bakmayın. Arkadaşlarım sizlere zaten bu planın ana hatlarını anlatmışlar. Ben çok kısa bir zaman zarfında birkaç noktayı söylemek istiyorum. Bir defa niçin hâlâ görüşmekteyiz? Dün gece de görüştük, bu sabah da görüşüldü ve bu saatte de tekrar asıl müzakere heyetleri karşı karşıya geldiler, şimdi görüşüyorlar. Ben bugün için özür diledim. Çünkü bu üniversiteye karşı da bir vicdan borcum var. Benim yaşamsal sorunlarımı çözmüş olan bir üniversite, her ne kadar ben vakıf üniversiteleri konusunda katı fikirlere sahipsem de. (Alkışlar, Gülüşmeler)

Ama her zaman gerçekten ilkeler ve gerçekler üst üste oturmuyor. Bazen de gerçeklerin ağır basması, insanın yaşamını da kurtarıyor, aynı zamanda da beni borçlu kıldı. O borcumu yerine getiriyorum, onun için de bugün mutlaka gelmek istedim.

Hâlâ niçin görüşüyoruz? Bir defa niçin görüşmekte olduğumuzun temel nedeni ikinci nüsha ile ortaya konulmuştur. Şu gördüğünüz o meşhur plan. Plan deyince birkaç sayfalık bir şey zannediliyor, meşhur plan. Onun ayrıntılarıyla anlatıldığına göre bu plan ilk geldiğinde, yani 11 Kasım tarihinde içinde beğenmediğimiz çok şey vardı. Ama hem burada, Türkiye’de, hem de Ada’nın kuzeyinde kıyamet koptu. Niçin kabul edilmiyor? Pekala, iyi, şimdiye kadar bazı elde edemediğimiz şeyler de içinde

var. “Nereden nereye geldik, bu noktaya kadar gelinmiş olması büyük başarıdır. Hemen kabul edelim” denildi.

Ama müzakere masasındaysanız hemen kabul etmek diye bir şey yok. Galiba dünyadaki bütün pazarlıklarda öyle. Ama müzakere masasında ... biz “hayır, şunlar şunlar düzelsin” dedik. Bu ikincide düzelmiş bazı şeyler var. Ama yetmiyor, biraz daha sıkı durup onları da elde etmemiz gerekiyor. Eğer onlar elde edilmezse “ne güzel bir noktaya geldik, artık kabul edelim” denildiğinde mevcudu, yani düzeltebildiğimizin gerisinde kalanlar hâlâ düzeltilmemiş kalmış olan durumu kabul ettiğimizde gene on, kötü müzakere edebilirsek 5 yıl içinde o toplumu eritebilecek unsurlar var ve bunları mübalağa etmeden söylüyorum, gerçek unsurlar. Ama niçin o toplum bütün bunlara karşın “kabul edin” diyor, o da uzun bir konudur, birkaç konferans gerektirir.

Temel neden belirsizlik. Yani 1963’ten beri belki o toplum belirsizlikte yaşıyor ve insan yaşamında en kötü durum belirsizliktir. Kötü durum da kötüdür; ama hiç olmazsa kötü olduğunu bilirsiniz. Ama belirsiz durum; iyi mi olacağı, kötü mü olacağı, nereye gideceği belli olmayan durum herhalde ne kötü durumdur. .... bu ikinci nüshadan sonra bir ölçüde ortadan kalkıyor; ama bütünüyle ortadan kalkmıyor. Niye itiraz ediyoruz, niçin?

Birincisi, birçoğumuza özellikle hukukla ve hukuk teorisinde uğraşmayanlara biraz tuhaf gelen ... geliyor. Egemenlik konusu, yani biz o düzenle birlikte o noktada açık bir şey söylersek belki başka elde ettiğimiz şeylerin zamanla tekrar elimizden kaçabileceğini düşünüyoruz.

Nedir egemenlik konusu? Herhalde anlatıldı, ortaya çıkacak olan devletin, bütün bunlarda uzlaştığınız zaman ortaya çıkacak olan devletin dış egemenliği var, dışa karşı tek egemen; ama o egemenlik nasıl oluşmuştur? O çok önemli. O egemenlik bize sık sık söylenildiği gibi, hatta bu sabah tekrar söylenildiği gibi İsa’nın doğuşuna benzer bir doğuş .... çıkmıştır. Yani kimden nasıl olduğu, o belli olmadan, biraz günah işliyorum galiba. (Gülüşmeler)

Yine İsa Peygamberin ortaya çıkışı gibi bir ortaya çıkışsa, yani bizim verdiğimiz egemenlikten oluşmamışsa o zaman bizim irademizle oluşmuş bir devlet söz konusu değil. Bizim egemenliğimizden aldığı egemenliği kullanan bir devlet söz konusu değil ve biz ki, onların iddiasıdır, şimdi açıkça söylemeye başladılar, biz Kıbrıs Cumhuriyetinin, yani şimdiye kadar 1960’tan beri, 1963’e kadar bizim katılımımızla, ondan sonra da biz dışlanmışken devam eden Kıbrıs Cumhuriyetinin içine tekrar girmiş olacağız. Bunun hukuktaki sonucu yaşanmış olan bir sonuçtur.

1963 Noeli’nden sonra olaylar ortaya çıktığında biz Birleşmiş Milletlere “bu işe müdahale edin” dediğimizde hem dünya buna yabancı kaldı, hem de Birleşmiş Milletler bu konuda öbür tarafın, Rum tarafının söylediği söze inanarak işin içine girdi. Ne diyorlardı? “Bu bir iç sorundur. İçimizde ortaya çıkmış sorunlardır.” Türkler isyan ettiler, ayrı belediyeler kurulmuştu; ama vergi ve saire konusunda uzlaşmazlık ortaya çıktı ve biz de bunu önlemeye çalıştık. Bundan dolayı bir iç olay ortaya çıktı. Onun için sizin buna müdahale etmeniz Kıbrıs Cumhuriyetinin müsaadesiyle olur.” Kıbrıs Cumhuriyeti de o sırada onlar idi. 1964 Martı Güvenlik Konseyinde de Türk tarafına, Türkiye Cumhuriyetine denildi ki, “merak etmeyin, biz Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti derken sizin de katıldığınız bir cumhuriyetten söz ediyoruz. Şimdilik siz dışarıdasınız; ama ileride düzeltilecektir” denildi ve hâlâ orada görev yapmakta olan Barış Gücü, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin hukuken, ama fiilen oradaki Rum Hükümetinin müsaadesiyle geldi.

Biz baştan itibaren “bu iki devletin anlaşmasıyla kurulacak bir yeni devlettir” diye iddia ediyoruz ve onun için bizim yaklaşımımız da bu kuruluşun bir uluslararası hukuk düzenine, yani bir antlaşma düzenine dayanarak yapılması gerekir. İki devlet arasında bir antlaşma yapılması gerekir. Biz bir devletiz, her ne kadar başkaları tanımıyorsa da, Denktaş’ın deyimiyle Türkiye’nin tanıması bütün dünyanın tanımasına bedeldir. Ama şöyle ya da böyle kendi kendini tanıyan, millet olduğunu söyleyen bir devlet var. Öbür tarafta bizim tanımadığımız bir devlet var. Bunların ikisi arasında yapılacak bir antlaşmayla kurulması gerekir. Dolayısıyla, iki devlet arasında ortaya çıkmış olan -Rumların da- uzlaşmasıyla ortaya çıkmış olan bir devlet söz konusudur; bu sorunları artık iç bir sorun değildir. Bu bizim için önemli; çünkü yaşanılmış olan bir durum var.

İkincisi, bu henüz düzeltilmeden kaldı. Bunu elde edebilmemiz gerekiyor. İkincisi, bizim içimizde Birinci Planda yüzde 33, şimdi bizim direnmemize karşılık olarak İkinci Planda yüzde 28’e indirilmiş bir Rum nüfus tekrar yerleştirilmek isteniliyor. Biz bunu çok yüksek bir oran olarak görüyoruz. Çünkü yapılmış olan anayasa, devletin kuruluşuna ilişkin uzlaşmalarda belki de ayrıca anlatılmıştır. Meclislerden birinde -ki, eşit olduğumuz söylenilen ikinci mecliste, bir federatif yapının senatosu sayılabilecek olan ikinci mecliste- bizim de 24 üyemiz olacak, onların da 24 üyesi olacak. Eşit edilmiş gibi gözüküyoruz ve burada yine de çoğunlukla karar alınacak; ama o çoğunluğun içinde taraflardan birinin en az dörtte bir üyesinin de bulunması gerekir. Yani Rum tarafından 24’ü birden aynı oyu kullanmış olsalar onların içinde 24’lük tarafta da en azından dörtte bir, yani 6 oyun bulunması gerekir, o zaman çoğunluk sayılacak. Yoksa bir-iki kişinin katılmasıyla çoğunluk olmayacak. İlk bakışta güzel bir sistem olarak gözükebilir. Ama içinize yüzde 28 Rum gelmiştir, o yüzde 28 nüfus bizim dörtte birimizden de fazla olacak ve oy kullanacağı için bizim taraftaki herkes bizim istediğimiz yönde oy kullanmış olsa dahi onların katılımıyla devlet bir Rum devletiymiş gibi en son bizim orada kale olarak gördüğümüz eşit temsil edildiğimiz senatoda bile onların istediği bir şekilde yönetilmiş olacak; bunun değişmesini istiyoruz. Bu oranın daha düşürülmesini istiyoruz.

Hani “niye?” derseniz, hayır, biz iki kesim de olsun, iki tarafta nüfus homojenliği bulunsun istiyorduk; ama zorla içimize bir nüfus yerleştirilmek isteniliyor. Onun bu oranda olmaması gerekir, onu elde etmeye çalışıyoruz; o ikinci nokta.

Üçüncü nokta, tabii bununla ilgili olarak toprak konusu. Bu sabah tekrar söylenildi, “o konuya fazla dokunmadık” diyorlar. Yani “size adil bir harita verdik” diyorlar; ama o harita nasıl adil? Bir kere bizim toprağımızdan epeyce önemli bir kesim yüzölçümü olarak öbür tarafa dahil edilmek isteniliyor. O başlangıçta genel haritalarda yüzde 28,6’ydı. Şimdi pazarlıklardan sonra yüzde 28,5’e indirildi. Oysa bizim şimdiki toprağımız yüzde 35,5.

Tabii şu söylenilecektir: “Nüfusunuz ne ki bu kadar toprak istiyorsunuz?” denilecektir. Ama istenilen topraklara bakıldığında bir gene eğer daha önceki rakamlara bakarsanız Türk nüfusun, daha önceden, bütün bunlar olmadan önce sahip olduğu toprak oranı bu oranın çok daha üstünde bir orandır. Rakamları

şaşırmadan söylemek istiyorum. Yüzde 35’e, hatta 38’e çıkan bir toprak, şeyleri de hatta sayarsanız daha da artacak olan bu toprak bizim mülkiyetimizdeydi, niçin mülkiyetimizdeydi? Çünkü tarımsal bir nüfus, tarımla uğraşan bir nüfus. .... daha çok, ticaretle uğraşsaydı daha az olabilirdi. Üstelik tarımdan bir kısmı vazgeçmiş olsa bile değerlenmiş olan nüfustur. O araziden zaten mülkiyet dolayısıyla vazgeçilmiş oluyor. Şimdi de bu nüfus yüzde 50 toprak, yüzde 35,5’tan yüzde 28,5’a indiriliyor. Bakıldığında çok fazla değil. Ama bütün bunlar bütün Ada’da İngiliz üsleri dışında kalan toprağın yüzdeleri. Kendi toprağımızın yüzdesi de bulunduğunda, yani yüzde 35’5’tan yüzde 28’5’a indiğimizde yüzde 7’lik fark var. Ama bu bizim kendi toprağımızın çok daha büyük bir bölümü. Bu da önemli değil, hadi buna da razı olduk diyelim; ama devredilen ya da devredilmesi istenilen toprak bizim en verimli topraklarımız.

Benden istenilen sunumlar arasında o da burada var. Ama şimdi onu çok kısa söyleyeyim. Bu sulak arazi, Batıda Güzelyurt kesinlikle sulak arazi ve o elinizden çıktığı zaman su kaynaklarımızda müthiş bir azalma var. Bakıldığı zaman onun bir kısmını yine bize vermiş gözüküyorlar; ama bu tuzlanmış olan kuyular. Orada, o toprakta su, artezyenler kullanıla kullanıla deniz suyu da içeriye girdiği için toprakların büyükçe bir kısmı tuzlandı ve Türkiye’den şimdi balonla, sonra başka yöntemlerle su taşıma projesi var. O sayede tarım yapılabiliyor. Ama şimdi orada bizim elimizden alınan toprakların kuyuları -tatlı su, tuzlanmamış su- bize bırakılmışlar ve bunun yine hesapları yapıldı. Oradaki narenciye üretiminde bizim üretimimizi yüzde 70 azaltacağı, doğudaki Natalya Ovası’nın doğu kısmındaki arazide yapılacak olan telkin oradaki patates üretiminin ya da toplam patates üretiminin yüzde 65 azalması sonucunu doğuracak ve sebze ve sairede yüzde 55’e yakın bir azalma olacak. Bu tabii ekonomiyi büyük ölçüde çökertebilecek olan bir şey.

Asıl bizi endişelendiren bizde kalacak olan nüfusun içine hem terk ettiğiniz topraklarda yaşayan Türk nüfusu almamız gerekecek ki, onların 55 bin olduğunu farz ediyorum. Hem de bizim içimize yerleştirilecek olan Rum nüfusu yeniden yerleştirmemiz gerekecek. Bu altından kalkamayacağımız bir ekonomik durum, ona itiraz ediyoruz ve bu bakımdan bu haritada bütün söylenilenlere karşın yine de yapılabilecek bazı değişiklikler olduğunu ileri sürüyoruz. Ama bu denklemi

kurdurmuyorlar. Yani biz hani biraz daha toprağa karşılık onların anayasa konusunda istediklerini bir ölçüde karşılayalım diye ikisi arasında bir denklem kurmaya çalışsak onu da istemiyorlar; ısrar ettiğimiz noktalardan biri de bu.

Yine ısrar ettiğimiz noktalar arasında mal-mülk sorunu var; herhalde anlatılmıştır. Biz hâlâ tıpkı vaktiyle Türk-Yunan nüfus mübadelesinde yapıldığı gibi işin toptan kapatılması; ama ondan farklı olarak yine mülkiyet hakkına riayet edilerek kapatılmasını istiyoruz. Karşılıklı hesaplanacak, kimin arazisi kaç para ederdi ya da binalar ve saire; bunlar karşılaştırıldıktan sonra eğer biz borçlu durumdaysak, o borcu toptan ödemeyi de kabul ediyoruz ya da dünya yardım eder diye düşünüyoruz. Ama iş teker teker davalara bırakıldığı için bunun toplumda büyük ölçüde gerginlik yaratacağı ve bunlardan da kavgaların, çekişmelerin ortaya çıkacağı belli; bu noktada ısrar ediyoruz. Bu noktada bazı şeylerde ödün verdik, gerekirse kişiler anlaşırsa “benim güneydeki evime karşılık sen kuzeyde benim şimdi oturmakta olduğum eve gelebilirsin” falan gibi .... var. “Acaba bu yola .... .... girebilir miyiz?” diyoruz; o noktada artık anlaşma yok. Onlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bir kararına dayanarak bu konuda ısrar ediyorlar; bunu düzeltmeye çalışıyoruz ve bunlar zannediyorum üzerinde ısrar edilmezse hem ekonomi bakımından, hem de toplumun bütünlüğü bakımından tehlikeli noktalar.

Ekonomik bakımdan tehlikeli; çünkü bütün o yükü kaldıracak, bütün bu iskân sorununu çözebilecek kaynak bakımından ihtilaflı hiçbir şey yoktur. Yani şunlar yapılacak, .... şu kadar .... ısrar ediyoruz. Sayın Başkan, lafı uzatmamak için başka ayrıntılara girmeyeceğim. Ama şu noktayı tekrar tekrar belirtmek istiyorum. Bizim bugün geldiğimiz bu zor nokta, bütün dünyanın baskısı altında müzakere ettiğimiz bu nokta uzun yıllardır birikmiş olan ihmallerimizin sonucudur. Başından itibaren haklı olduğumuz bir davayı bugün haksız duruma soktuk, bizi haksız duruma sokan bir sorun haline getirdik.

Adaya çıkıldığında 11 yıllık bir sabırdan sonra, muhtemel bir katliamı durdurmak ve başlamış olan bir katliamı durdurmak için Ada’ya çıktığımızda haklıydık. O haklılığın verdiği bir sonuç ortaya çıkmıştı. O sonucu hemen tescil ettirmek ve o sırada belki kuzeyde bir bağımsız devlet ilan edip ondan sonra bir federatif ya da konfederatif bir çözüme açık olmak mümkünken, biz uzun süre

tereddüt ettik, hatta “bu federe devlettir” diye ortaya şey attık .... olmayan; çünkü ancak federasyon varsa ... ... söz edilebilir. Sonuçta bağımsızlık ilan ettiğimizde dünya tanımadı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin aldığı karar da yanlış uygulandı, ambargoya dönüştürüldü. Aldığı iki karar da, biri ... sayılı Karar, biri “bu devleti tanımayın” diyor, öbürü de “bu devlete yardım etmeyin.”

“Yardım etmeyin” demek, “bunu ambargo altında yaşatın” demek değildir, insanlar ... Siyasi ambargo hâlâ devam ediyor. Buna karşı büyük tepki göstermedik. Hem Türkiye olarak hem .... Türkiye’de Kuzey Kıbrıs olarak; yani bugün meydanları dolduran kalabalıklar, bu devam etmiş olan insanlık dışı ambargoya, .... önleyen ambargoya .... vardı, dünya .... vardı. Ama şimdi hâlâ bekliyoruz ki, çözüm olacak, bu çözüm sayesinde biz ambargodan kurtulacağız, böyle şey olmaz. Bu konuda da ihmalimizin cezasını çekiyoruz.

Tabii bundan sonra ne olacak? Burada sunuldu mu, bilmiyorum ya da ne olmalıdır? Bu olanın tersi olmalıdır. Bu defa çok belirli bir çizgiyi hem Türkiye benimsemeli, hem de Kuzey Kıbrıs insanları üzerinde ... ne diyor? Biz bazı şeyleri de elde etmek için çözüm için son dakikaya kadar ....; ama .. ... ve Kuzey Kıbrıs’ta artık bu devlet falan yavaş yavaş ortadan kalkacak, toplumun bütünlüğü ortadan kalkacak. Yavaş yavaş bütün Ada’da bir Kıbrıs milleti doğacak” deniliyorsa ki, planın özü odur. ... ... Türk milliyetçiliğinin ve Yunan milliyetçiliğinin devamı sayılabilecek. Yani onu koyu milliyetçilik olarak değil, kültür ve saire olarak devamı sayılan bir toplum var. Bunlar anavatanlarından çok farklı bir millet, ... ve bağlılıklar yokmuş gibi Ada’da zorla Birleşmiş Milletlerin yazdığı bir metinle bir ulus haline getirilecek. “Eğer metin bu haliyle bu yola götürülecekse bu reddedilecektir, bilinsin. Ama reddedildiği zaman şu olacaktır” diye o topluma çok net, çok açık bir mesajın verilmesi gerekiyor. Yani bir programın, bir planın ortaya çıkması gerekiyor.

Türkiye, plansızlık ... dolayısıyla şu duruma düşmüştür falan girmiyorum, .... plan kavramına hâlâ karşıyım da, ama Kıbrıs için mutlaka lazım. Kıbrıs için bir yatırım planı lazım ve bunun çok somut bir biçimde ortaya konulması gerekiyor. Kıbrıs’ta yeni bir eğitim çabasına ihtiyaç var. Çünkü Türkiye’de yaptığınız şey Kıbrıs’ta biraz eksik ... Yani biz hâlâ İstiklal Savaşımızın neden çıktığını, nasıl bu sonuçlara getirildiğini, sonradan nasıl bir bilincin ortaya çıktığını falan anlatıyoruz ve

bazılarımızın “artık gereksiz, bu devirde .... için gerek var” demelerine rağmen hâlâ ... bunun bir anlamı var. Bir devlet nasıl ortaya çıktı? Bunun yeni kuşaklara anlatılması gerekiyor.

Kıbrıs’ta bu çok iyi yapılmarı ve biraz da bizim hoşgörümüz yüzünden yapılmadı. “Aman Kıbrıs’ta düşmanlık olmasın artık bitsin bu mesele” dedik. Öbür tarafta olay devam ediyor. Bizim tarafta çok yumuşatılmış bir anlatım dolayısıyla bugün “artık bu plan hemen uygulansın” diyen bir öğretmen platformu ortaya çıkmıştır ve onlarda öğrencileri falan da İngiltere gayet rahatlıkla yollayabilmektedirler. Çünkü Ada’nın etrafında siz okulu iki saat tatil edip öğrencileri de mitinge ... “mitinge gidin” dediğiniz zaman bu suç olmuyor; böyle bir durum da var.

Dolayısıyla, ben Sayın Başkan burada konuşmamı bitirmek istiyorum. Ama şunu söylemeden de edemeyeceğim. Eğer biz Kıbrıs sorununda bütün bu söylediklerimizin ışığında yine de kaybedersek, yani iyi pazarlık etmez de koparılması gerekenleri koparmazsak, sonuçta kaybedersek bu depremin sonucu yalnız Kıbrıs’ta hissedilmeyecektir, asıl Türkiye’de hissedilecektir. İşte “büyük devlet, dünya devletiyiz, en azında bölge devletiz” diyen bir Türkiye’nin böylesine bir toprak parçasını ki, küçük bir toprak parçası, böylesine küçük bir nüfusun, aşağı yukarı 200 bin, nihayet bir Kavaklıdere’nin yarısı falan filandır, hatta belki de daha azı, öyle bir nüfusu müreffeh hale getirememiş, her şeye rağmen, tüm bu plansızlıklara, ambargolara rağmen böyle bir sorunu çözememişsek dünyada haklı olduğumuz bir konuyu böylesine bir sonuca doğru biz de ihmallerimiz dolayısıyla sürüklemişsek ondan sonra Türkiye’nin dünyada bir iddiası kalmaz. Kendi kendimize güvenimiz büyük ölçüde yıpranır ve bunu unutmayın, Girit’in gidişinden sonra, bir-iki yıl sonra Balkan Savaşı .... ... Yani morali bozulmuş, artık elindekini tutamayan bir toplum kendisine de sahip çıkamayıp herkesin üzerine çullandığı bir toplum haline gelir. Bunun moral tarafı bence hepsinden daha önemli, eğer bunu düzeltebildiysek, kendimize bir moral gücü kendi elimizle sağlayabilirsek o zaman da daha parlak bir geleceğe doğru Türkiye yönelebilir. Yani Kıbrıs sorunu o bakımdan çok kritik bir sorun. Ben onu belirterek daha fazla vaktinizi almadan burada konuşmamı sona erdiriyorum. (Alkışlar)

OTURUM BAŞKANI- Sayın Hocama bütün engellere rağmen gelip bizi

aydınlattığı için teşekkür ediyoruz.

Efendim, ben son bir cümleyle Oturumu kapatmak istiyorum. Görüldüğü kadarıyla bugünkü Oturumun en büyük önemi bence Kıbrıs sorununun gazete köşelerinde çözülmesinin mümkün olmadığını, biraz entelektüel ve bilimsel üretimin gerektiği görülüyor, konuşmalardan bu ortaya çıktı.

Hepinize katıldığınız için teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. Sağ olun. (Alkışlar)

SALONDAN- Sorularımız var. Sorularımız çok yoğun. Türk halkının, özellikle

Türkiye’deki vatandaşların istençli bir şekilde Kıbrıs konusunun arkasında durmadığını düşünüyorum. Sayın Öymen’e bir soru sormak istiyorum. Lütfen, Hocam siz Dışişleri Bakanlığı Komisyonunda olduğunuzu söylediniz. Hükümet yanlısı kişilerin oradaki tavırlarını çok merak ediyorum. Sayın Yalçınbayır’ın burada olmasını isterdim, bu toplantının sonuna kadar beklemesini isterdim. Hükümet ikircikli bir tavır sergiliyor. Bu konuda sizden lütfen net bir cevap istiyorum. Hükümetteki diğer kişiler komisyonda nasıl bir tavır sergiliyorlar? Sizin tavrınızı çok net ve olumlu, doğru, gerçekler konusunda paralel olduğunu gördüğüm için öncelikle teşekkür ediyorum ve bu konuda cevabınızı istiyorum, lütfen.

ONUR ÖYMEN- (Ses banda yansımadığından yazılamamıştır.)

SALONDAN- Hocam, onlar net cevap vermeyecek. Baştan beri ikircikli

davranıyorlar. Bizim o konuda daha radikal davranmamız gerekiyor.

ONUR ÖYMEN- Dışişleri Komisyonunda bu konuyu görüştüm. Ben sizin

sorduğunuz soruyu Sayın Dışişleri Bakanına sordum. Dedim ki, “basına yansıyan bilgilerden Hükümetin bu konuda farklı bir politika izlemeyi düşündüğü anlaşılıyor. Biz bunu basından mı öğrenecektik? Yani Meclise daha önce Hükümetin bilgi vermesi gerekmiyor muydu? Mademki, farklı düşüncelerimiz var, farklı yaklaşımlarımız var.” Dışişleri Bakanı toplantıda hepimizin önünde “şimdiye kadar Meclise bilgi

Benzer Belgeler