Ü Y Ü K M Ü N E K K İD İM İ
■
I
ùnic®ll®rDiniD Am lait oy @r
I S M A I L H A
B
uhrr.n gaile’ erile; fesadr uğramış midelere dönen kafalar, dozları biraz ağırca fikirleri hazmedemez oldular. Bugün mizahî esprilerin biraz inceleri bile tıpkı İlmî eserler gibi nefretle fırlatılıyor.Fakat işte size ağır sıfatını taşı yan bahtiyar bir ilim eseri ki; havaî gevezeliklerin baştacı edildiği bir zamanda, yetişecek nesillerin zevkle rine kundak koyan «Fakabasmaz» for malarından çok fazla talip bulmuştur. Şimdi, namuskâr insanlar kadar azalan bu eserin, yani « Teceddüd Edebiyatı Tarihi » nin muharriri İs mail Habible karşı karşıyayız.
Sahifeieri, fukara evlerindeki mut fak raflarına serilen eski, soluk ga zete kâğıtlarına dönmüş; müstamel leri bile, sekizer, onar liraya aranan,
satılan bu eserinden bahsederken
onu* değerli müellifini; yüksek kâr getirici keşiflerde bulunan fakir âlim lere benzettim.
Açlıktan ölen o âlimlerin hayret verecek kadar ucuza sattıkları bu keşifler, kendilerinden başka her ke sin kisesini doldurmağa yaramıştır.
Beş bin nüsha basılıp nüshaları bir senede tükenen ve on senedir fiatinin beş on misline satılan o kitap tan kendisinin ne kazandığını mü ellifinin ağzından dinleyelim :
— Ben, vekâlete 700 liraya sat tığım «Teceddüd Edebiyatı Tarihi» ni kendi hesabıma tabettirebilseymişim bunun birkaç mislini kazanabilecek mişim.
N e çare ki onu, on iki yıl önceki
l
Ankaranm bir Yahudi pansiyonunun,¿.perdeleri bile olmıyan bir odasında yazmıştım. V e o zaman, ömrümün en güzel yıllarından birini sürükleyip
ifAİik iril -V değil, kartvizitimi bilet bastırabilmek imkânından mahrumdum !
Onun, bu eserine verdiği ehem miyetin derecesini öğrenmek istedim. Sahteye hiç benzemiyen bir teva zu ile:
— Ben, dedi, kitabımda, hakikî kanaatlerimden ayrılmamaya çalıştım. Bu itibarla, sanıyorum ki, o bir tuğla kalınlığında, ve bir arzuhal kâğıdı samimiyetindeki koca kitabın tek me ziyeti samimiliğinden ibarettir.
Onun ortaya çıkarıldığı yıllarda,
Tevfik Fikret, Cenab Şahabettin,
Süleyman Nazif başta olmak üzere, bütün Servetifünun üstatları, olanca kuvvetlerile ayaktaydılar.
O kadar ki, gençliği, bu heybetli otoritelerin üstünden aşırıp ta temiz Türkçeye çekmeye kalkışımı, o za man anlamayıp köpürenler oldu. Za man her herşeyin hakkını veriyor. Dünün kuvvetli otoriteleri artık ta rihin malıdırlar. Onlar örnek olmak-, tan çoktan çıktılar.
On iki yıl evel yazılan « Teced düd Edebiyatı» nda daha çok sun’î sivrilikleri yıkmağa çalışmıştım. Dört yıl evvel çıkan iki ciltlik «Edebî ye niliğimiz» de ise daha fazla, yıkılan ların meziyetlerini ortaya koymaya çalışmıştım. Birincisi halin menfaati için lâzımdı; İkincisi mazinin hakkı için lâzımdır.
Yani bu, Teceddüd Edebiyatında, «kuvvet»i olanın zayıflığını, Edebî ye- nili&imi-.ue ise, «kuvvet»i kalmıyanın kıymetini göstermek isteyiştir. Her vakit birinciyi yapacağız, ilerlemek için ve her vakit İkinciye kıymet
e cc ğ iz; kadirşinas olmak için. Gençlerimiz daima şunu unutmasın :
«Dün» deki kıymeti bilmiyen-
ler, « bugün » deki kıymeti de tak dir edemezler»
Bahis buradan divan edebiyatına intikal etti.
« — O edebiyat ki çoktan rolünü bitirip örnek olmaktan çıkmıştı.
Fakat bu, divan edebiyatındaki, « Saf şiir » in. ölmezliğini inkâr et mek için bir sebep olmasa gerek.
Bakınız, sakalını, Fuzulinin eser leri arasında ağartan, ve tam otuz
yıl süren bn gayretinin semerelerini iki cilt içine sığdıran bir Ermeni patriği, eserinin başlangıcında :
— Eğer, diyor, ahrette, dünya daki hizmetlerimin hesabını vermiye
çağrılırsam :
— Ömrümü, yeryüzünün en
lirik dâhî şairi olan koca Fuzuliyi kısmen olsun anlayabilmeye vakf ettim !
Cevabını vereceğim. Bir Ermeni patriği böyle derse biz ne diyelim!
Manalı yüzünün çizgilerinde, de rin bir teessüfün izleri beliren üs- taddan, hayli düşündürücü bir sual sordum
— San’at hayatının bugünkü ve
rimsizliğini, iddia olunduğu gibi,
san’at pazarının müşterisizliğinde mi, yoksa san’ at amelelerinin kabiliyet sizliğinde mi buluyorsunuz üstad ?
İsmail Habib, samimî bir sinir lilikle güldü :
— Rica ederim, dostum, evvelâ şu « üatad » hitabını bırak. Çünkü bu sıfat faraza Recai Zadeye bir çe lenk gibi yaraşıyordu.
Fakat şimdi, bayram rozeti
rasgelinenin yakasına yapış
yapıştırıla o kadar iptizale uğratıl
dı k i, Hüseyin Rahminin adına
iliştirseniz yere düşecek 1
V e fazla uzamıyan bir tereddüd- den sonra sorgumun cevabını v e rd i:
— Ben, san’ at geriliğini, ne ta mamen san’ atın ne de tamamen san’ at- kârın verimsizliğinde bulmuyorum.
Çünkü bence, hayatla san’ atm tevafuku için, ya hayatın seyrini ya vaşlatmak, ya san’atın seyrini kam çılamak lâzımdır.
Y A Z A N :
A S L A N T U F A N
Halbuki ne hayatın gemini kasa bilir, ne de san’ atı kamçılayabiliriz.
Çünkü hayatın gemini kasmaya kalkışmak, tabiatı durdurmıya benzer.
Gebe kalınmamış kafalardan do ğan eserlerin hiçliği de gösterir ki, kendiliğinden hızlanmayan bir san’atı kamçılamak beyhudedir.
Bu itibarla, hayatın koşmasına engel olmıya kalkışmak gülünçlüğü nü göstermiyelim, ve san’ atm tabii şekilde hızlanmasını bekliydim 1
Eski bir yazımda demiştim : Ça buk sirke, hayır; geç şarap, peki 1
— Sizce, bugünkü edebiyatın is tikameti nedir ?
Bu sual, bu mevzuda dimağını hayli yormuş olan muhatabımı hiç düşündürmedi :
— Bence, sür’ atin ve hareketin azmanlaştığı bu devirde, okuyucu bulabileceklerini umacak kadar ah mak olmıyanlar, meselâ « Sefiller » boyunda romanlar yazmak gafletini göstermiyeceklerdir.
Çünkü, günün okurları, pek haklı olarak, « öz » süz edebiyattan
tiksi-n i v tiksi-n r l a r .
Bugün, sade bilginin çatıklığını taşıyan yazılar, neş’elenmesini bil meyen asık suratlı ve fazla ciddî ukalâların itibarsızlığına uğruyorlar.
içinde bilginin hiç izi sezilmeyen boş palavra edebiyatı ise, güneşe bırakılmış ince satıhlı su gibi uçup gid iyo r!
İstenilen, aranılan şey, yazıda zevkli bir edebiyatı ve bilgiyi, mü- tesaviyen ve mütenasiben birleştire- bilmektir.
Kafamıza bilmediğimiz bir
mefhu-mu yerleştirebilen yazı, aynı
manda dudaklarımızda, ruhumuza ka dar işleyen manevi bir lezzetin te bessümünü uyandıracak i
Mütemadiyen ciddî bahisleri eşe leyip de asık suratlı, ve fazla ciddî insanlar; ve bu tipte insanlara ben- ziyen İlmî yazılar gibi itibardan düş memek için mevzuu değiştirdim. Ve:
— Eğer, dedim, münasebetsiz
bulacağınızdan çekinmesem, ayrılma dan önce, kadın ve izdivaç hakkın-
daki düşüncelerinizi de öğrenmek
istiyecektim.
İsmail Habib kitapları arasında Vallahi, dedi, bence kadın, daima olursa bir yük, ve hiç bulun mazsa bir derddir.
Güldüm :
— Ya ne zaman nimettir ? O da güldü:
— İstenince bulunur, istenmeyin ce bulunmazsa !
V e kısa bir tereddütten sonra ilâve etti :
— izdivaç meselesine gelince, ben ne evlenmeyi düşündüm, ne de
evlenmemeyi I
Hattâ bence, hangisinin tercihe
I c m a i l f U a h i h n n k n r i n c ı m T A ç l a n T u f a n l a k O n U S U P k e n İsmail Habib çalışırken, evindeki yazıhanesi başinda
lâyık olduğunu düşünmek de ma nasızdır.
V e izdivaç için, ne: « Mutlaka iy id ir!», nede: «Mutlaka kötüdür!» denemez.
Çünkü hallerine, hayatlarına im- renilebilecek evliler de vardır, be
kârlar da... V e daima, evliler bekâr lığı, bekârlar da evliliği saadet sanır lar.
Bu, içinde yaşadığımız hayatın hakikat, ve dışımızda kalan hayatın hayal oluşundan dır. V e hayal daima, hakikatten cazipdir.
Geçenlerde gözlerime bir Fran sız karikatürü ilişmişti :
Bir reçel kavanozunun içine bir kaç sinek girmiş.
Kavanozun dışında üşüşen sinek ler, imrene imrene vızıldıyorlar v e : -— Bahtiyarlar , diyorlar , tatlının menbaına düşmüşler !
V e içerdeki sinekler de, dışarıda- kilerin hallerine gıpte ediyorlar. D i ledikleri gibi uçup gezebiliyorlar diye! Berlinde iken işitmiştim. Alman ların «en akıllı adam» dedikleri meş hur filezof «Kant»:
— Evlilik mi iyi, bekârlık mı ? diye düşüne düşüne kırkını doldur muş, ve ondan sonra, bekârlığın ev
lilikten üstün olduğunda karar kıl
mış.
Ben Kant’ a hak veriyorum’ ! Tren son kampanayı çaldıktan sonra evlenmeyi düşünmemeli !..
Bakdım ki üstad bu m ev zu d a jıe k ciddiyete girmek istemiyor; gülerek ve teşekkür ederek kendisine veda
ettim.
A. T.
Ta h a T o ro s Arşivi
II