• Sonuç bulunamadı

Eski Akşam'ın son yılları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Eski Akşam'ın son yılları"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Cumhuriyet 8

Eski

m

S o n M a n

Hı&TOPUZ

Yunan adalarında

Türk dostluğu

Türkleri

h e p b iz e

SAKIZ ADASINDA — Park re Sergievi Müdürü Bay Pagidas (sağda) k u ı Pop! ve bir göçmenle birlikte. Pagidas ve Popl Sakız Adası'ndakl gezilerimde bana yardımcı ol­ dular. Dostluk gösterdiler. Aradan 25 yıl geçti Popi ne oldu? Pagidas ne oldu?

-

7

-^Ü957'de Akşam yazan ola­ rak, «Eski Türk Adaları bu­ gün ne halde» adlı bir yazı dizisi hazırlamak için Yu­ nan adalarına gittim. Türk - Yunan ilişkileri daha şimdi­

ki gibi gerginleşmemişti. Ay

valık'tan bir motor tutarak Midilli'ye geçtim. Yol iki sa at tuttu. Adaya varır var­ maz beni liman karakoluna götürdüler. Bir süre sorguya çekildikten sonra serbest bı rakıldım. Adada tek tanıdı­ ğım yoktu. îlk işim bir kah­

E C

T

7 H

1 • "2

Mustafa

EKMEKÇİ

Bayramda...

Ali Yüce bayramı dün kutladı. «Halk Çağı» yapıtıyla, TDK ödülünü aldı, ne güzel! Tan dergisinin eylül sayı­ sında, kulağım çınlamış. Ali Yüce «Ballan» şiirinin bir bölümünde, şöyle demiş.

«Ekmekçi yazdı mı bilmem / Manisa'da bir öğrenci / ö * Türkçe konuştu diye / Sözcük başına bir tokat / Ye­ m iş öğretmeninden / Bırak korkmayı Mistik / Sen öğ­ renci değilsin...»

Kentten sıkılıyor Ali Yüce. Yine Tan’ın haziran •ayısında çıktı «Gene m i Kent?» diyor, şeyle konuşuyor:

«Aaa! gene m i kent! / Uzaksınız komşular / Uzak­ sınız birbirinize / Aranızda bir tuğla var / Daha çok yaklaşmayın / Tuzaksınız birbirinize.

Büyük bir ilikte / Küçük bir düğmesiniz / Buyu­ ran bu akşam da / Bizde oturalım desem / Aramızda bir tuğla var / işitmezsiniz.

Aaa! gene m i sabah! / Haydi bakalım komşular / Basıyorum düğmenize / Koşmaya başlayın lütfen / Ara­ nızda ayrılık var / Çarpmayın birbirinize

Tuzluçayır, Keçiören, Ayrancı / Ünıitköy, Dikmen, Keklikpınan / Aaa! gene m i kırmızı ışık; / Şoför bey inecek var / Trenlere öksürük şurubu / Uyku hapı oto­ büslere / Aaa! geue m i poliklinik / Doktor bey ölecek var.

Aaa! gene mİ akşam! / Yatın bakalım komşular / Dönüyorsunuz evlerinize / Gerçek gerçeğesinlz gündüz / Gece uyuyun düş düşe / Korkarım üşürsünüz / Kalınca bir yalnızlık / Örtün üstünüze.

Aaa! gene m i masal / Büyük bir mağarada / Kü­ çük bir devsiniz / Haydi gözünüz aydın / Bahar geldi desem / Sevinenlersiniz.

Aaa! gene m i beton: / Tanımadı beni sayın doğa / Aramızda tuz-ekmek var / Selam verdimdi aimadı / Ağaçsız kuşlar havada / Yerde kuşsuz ağaçlar.»

Ümitköy’den kente indiğinde, arada bir Cumhuri- yet’e uğrar. Çok da oturmaz:

— Yahu Ali Yüce, otur şurada işte. Nereye gide- çeksin?

— Sizin burada herkes çalışıyor; beş dakika konuş­ m a olanağı yok. Şimdi ben Remzi înanç’a giderim, onunla biraz konuşur Ümitköy’e dönerim.

Bazen pazardan aldıklarım, Remzi Inanç’m kitabe- vine bırakır. Otobüs saatine dek dolaşır. Remzi İnanç’a şöyle demiş:

— Pazarcılar dövmesin diye, aldıklarımı seçmiyo­ rum!

Bir akşam geç olmuştu; Ümitköy’e gidemedi, bizde kaldı. Sabah, çay içip çıkıyorduk. Kapının önünde Or­ han Aldıkaçtı’yı almaya gelen araba bekliyordu. Aidı- kaçtı’run şoförü, «Cumhuriyet» okur. Gazeteyi açmış okuyordu. Şöyle yaklaşıp, gazeteye gözucuyla bakayım dedim. Şoför cam ı açtı, gazeteyi uzattı:

— Buyurun efendim bakm! dedi.

Birkaç dakika bakıp, verdim, şoför arkadaşa teşek­ kür ettim.

— Bizim okurlarımız, akrabadan yakmdır! dedim. Ali Yüce, ilerde bekliyordu. Ona anlattım:

— Gazetesine baktığım arkadaş, Orhan Aldıkaçtı’mn şoförü.

— Aldıkaçtı burada m ı oturuyor? diye sordu, şa­ şırmıştı. Yahu Ekmekçi, dedi. Komiser Columbo gibi adamsın! O da suçlunun arkasına düştüğünde, neler ya­ par? bir sigara tablasını evirir çevirir, «bizim hanım, bu sigara tablalarına bayılır.» der. Seninki de O hesap!

Ali Yüce’nin «Halk Çağı», daha önce de Yeditepe üe Nevzat Üstün ödüllerini aldı. TDK ödülü üçünctlsü. Dördüncüyü de alır, hiç şaşmam!

Ali Yüce’yi, çocuk yazınında ödül alan Abdülkadir Budak’ı, incelemede Ayşegül Yüksel’l, TRT ödülünü alan Mahmut Alptekin’i gönülden kutlarım.

«Tercüman» yazarları, fırsat buldukça, TDK'nun ödüllerini dillerine dolarlar, bu ödülleri alanların ya­ pıtlarından tümceler bulup çıkararak, kurumu yerin dibine batırmaya uğraşırlardı. B u silah artık geri tepti. Bundan böyle de işlemeyecek.

Geçen bayramda, tutukevlerinde güzel bir uygulama olmuştu; içerdeki ana-babalar, çocuklarıyla ytiz-ytlze konuşabilmişler, çocuklarım kucaklayabilmlşlerdl. Bu bayramda da, bu insancıl uygulamanın sürdürülmesini dilerim,

Niğde cezaevinde 12 Mart döneminden beri yatan, siyasal hükümlüler çeşitli cezaevlerine nakledilmişler. Bazıları, yeni yapılan cezaevlerine gönderilmişler. İçle­ rinde, genç yaşlarında girdikleri cezaevlerinde saçları ağaranlar, yaşamadan yaşlananlar var. Bunlara yaşamı sevdirmek, onları topluma yeniden kazanmak için, dü­ şünme zamanı gelmiş olmalı. Böyle bayram dinlenceleri, tümümüzü soğukkanlılıkla düşünmeye götürebilecek gün­ lerdir. Gençleri, insanları cezaevlerini doldurmuş top­ lumlar erinçli, gönül rahatı içinde, toplumlar sayılamaz­ lar.

İsrail’in, Amerika’ya 5-aslanarak, Lübnan’da giriş­ tiği soykırımı, insanlığa bayramlarını zehir edecek i n ­ sanlık dışı davranışı kınayan birçok mektup, şiir gel­ di. Buca Bölge Cezaevinde yatan Nevzat Karataş, gön­ derdiği mektupta FKÖ temsilciliğine verilmek üzere, bir banka hesabı açılması isteğiyle bin lira yolladığını bil­ diriyor. Şöyle diyor:

«Soykırımın sorumlularını kınamakla yetinmekten 5te, bir kampanya başlatarak, kardeş Filistin halkının yıllardır kanayan yaralanın sarmaşma birazcık katkıda bulunmak en başta, bu davanın haklılığına inananların görevi olmalıdır.»

İnsanlıktan yana olanların, banştan, özgürlükten yana olanların dayanışması, dünyada zulmü ortadan kaldırabilir...

veye gitmek oldu. Baktım kahvede bir yığın insan ken di aralarında Türkçe konu­ şuyor, hemen destluk kur­ duk. Adada hiç kimseyi ta­ nımadığımı söyleyince, -Bu rada bir Türk - Yunan Dost luk Cemiyeti vardır. Dem e­ ğin Başkanı Manolakis Kavu ras eski müftünün evinde oturur. Hemen gidip onu görün» dediler. Ben de öyle yaptım.

Kavuras beni dostça karşı ladı. Adada ilk kez bir Türk gazetecisini gördüğü için se vincini belirtti. Ev Türkiye resimleriyle donanmıştı. Baş kan Türk - Yunan ilişkileri­ nin bozulmasından dolayı çok üzgündü.

— Eskiden Ayvalık’tan bu raya her hafta konuklar ge­ lirdi. Biz de Ayvalık'a, İz­ mir’e geziler düzenlerdik. Çok yazık oldu. Şimdi üze­ rimizden kara bulutlar ge­ çiyor! dedi.

Kavuras beni Adanın bü­ tün ileri gelenleriyle tanış­ tırdı. Herkesten büyük dost luk gördüm. Çeşitli röportaj lar yaptım. Niyetim Midilli' den Sakız’a geçmekti. Ka­ vuras.

O rada tan ıd ık ların ız

var mı? diye sordu.

— Yok. dedim, hiç kimse­ yi tanımıyorum..

Kavuras,

—• Öyleyse ben oradaki bir dostuma bir mektup ve­ reyim. Kendisi tarım mühen dişidir. Çok konuksever bir insandır. Size yardımcı ola­ caktır, dedi.

Bay Pagidas

Sakız'a gelir gelmez ilk işim Park ve Sergievi Mü­ dürü bay Pagidas’ı aramak oldu. Mektubu verdim. Ger çekten de Pagidas bana bü­ yük dostluk gösterdi. Birlik­ te kenti gezdik. Eski Türk mahallelerini Türk konakla nnı, çeşmeleri gördük. Do­ laştığımız yerlerde eski Ka- dıköylülere. İzmitlilere, BalI­ kesirlilere rastladık. Sakız Üretim Sergisini gezerken, tanıştığımız bir genç kız,

— Ne olur, dedi, bu akşam bize gelin. Büyük babam si­ zi görünce öyle bir sevine­ cek ki.. Büyük babam Çeş­ me’den buraya geleli 35 yıl olmuş, ama hâlâ Runıcayı konuşamaz. Evde büyükan­ nemle. teyzemle hep Türk­ çe konuşurlar..

Adresi aldık. Rehberim Pagidasla birlikte akşam serinliğinde Hacı Papayani’ nin çiftliğine yollandık. Por­ takal ve limon ağaçlarının arasında bir bahçe kapısı­ nın önünde durduk, Pagidas, — Hey, vre Hacı Papaya­ ni, diye seslendi. Bak sana bir konuk getirdim!

Bir kayfemizi için

Siyah başörtülü yaşlı bir kadm bizi karşıladı. Pagi­ das beni tanıtınca yaşlı ka­ dın.

— Nereden gelirsiniz be çu cuğum? dedi.

İstanbul’dan geliriz, diye yanıt verdim.

— Hoş geldinyiz, yavuz et- tinyiz. Buyurun bir kayfemi zi için.

Avluya girdik. Yaşlı ka­ dın hemen gidip bize bir tep si içinde, kaşıklarla dolu bar dalriarm arasında bir sakız reçeli getirdi. Az sonra da ’ avluya, ayağı şalvarlı, pos beyaz bıyıklı, yaşı seksenin üstünde bir Anadolu göçme­ ni geldi. Türkçeyi Anadolu köylüsü gibi konuşuyordu.

— Burası Ferhat beyin çift 1 iğiymiş. 1922’de bana ver­ diler, dedi. Ama, biz çok se­ fil olduk. Malımız, mülkü­ müz Çeşme’de kaldı. Peri­ şan olduk. Hep ararız eski günlerimizi. Bizim bir şi­ kâyetimiz yoktu sizden. Tatlı tatlt geçinir giderdik. Ama, değil mi kî. Yunan çıktı İz­ mir’e. herşeyimiz bozuldu..

Karısı da konuşmayı şöy­ le sürdürdü:

— Aaalı ah, sorma be çu- cuğum. Biz çok yavuzduk, Müslüman köylülerle. İçtiği­ miz su ayrı gitmezdi. Onlar nereye gitseler bizi de çağı­ rırlardı. Evlerde ne pişerse birbirimize gönderirdik. Bir birimize destek olurduk, yar dım ederdik. Biz Rumca bi­ le bilmezdik. Ne zaman Yu­ nanlılar başladılar memleke ti işgale, bizi yine Türkler korudu. Çünkü başka yerler den gelen Türkler vardı. On lar ne bilsinler bizim kardeş gibi geçindiğimizi, onlardan bize bir kötülük gelmesin diye köyümüzdeki Müslü- manlar hep evimizi bekledi­ ler. Hiçbir kötülük görme­ dik Türklerden. Ne geldiyse başımıza sonradan geldi.

— Ne geldi sonradan ba­ şınıza?

— Aah ah, Alaman bize çok etti

Hacı Papayani’nin beş oğ­ lu varmış. Bunların en kü­ çüğü 25 yaşındaymış. Al­ manlar bütün silahları top­ lamışlar. Evde bir eski çifte varıruş, çocuklar onu gizle­ mişler. Ama. Almanlar evi basıp da dolapların, döşe­ melerin altını arayınca bu çifteyi bulup çıkarmışlar. 25 yaşındaki çocuğu da alıp gö türmüşler. İki gün sonra o sırım gibi delikanlının Sakız kışlasında kurşuna dizildiği haberi gelmiş!

Hacı Papayani’nin ve ka­ rısının gözleri yaşla doldu. — Hepsi bu kadar değil, dedi Papayani. Öteki oğulla rım baktılar ki işler kötüye gidiyor, onlar da eninde so nunda kurşuna dizilecekler, bir motor tutup karılarıyla, çocuklarıyla Çeşme’ye kaç­ tılar. Niyetleri oradan Kıb­ rıs’a geçmekti. Çocuklar Çeş me’den kalktıktan sonra bir fırtınaya tutulmuşlar. Ama

ne fırtına?.. Kıyamet! Yav­ rularımın hepsi boğuldu de nizde. Bir teki kurtulamadı! Anadolu’da kalsaydık ba­ şımıza bu felâketler gelme yecekti. Gül gibi geçinip gi decektik. Alamam da gör­ meyecektik. Bütün çocukla­ rım, torunlarım şimdi ya­ ramda olacaklardı.

Yaşlı kan koca. Çeşmeli Hacı Papayani’ler bahçe kapısına kadar beni geçirdi ler. Hacı Papayani.

— Dağ dağa gavuşmaz, insan insana kavuşur, de­ di. Kim derdi ki Türkiye'den evime bir konuk gelecek!

K arısı da arkam dan s e s ­ lendi:

— Yavuz ettiylz de geldin yiz. Yine gel. Anana, buba na, ganna, gardaşlanna se lam söyle bizlerden. Bizi unutmayın. Gaibinizden çı kartmayın!...

Hiç unutur muyum?..

@ Bir manastır

anısı

Ertesi akşam Pagidas be­ ni kıyıda bir çalgılı gazino ya götürdü. Bir zamanlar Beyofelunda Hıristaki'de, Aş­

malı Mescit meyhanelerinde Bomonti’de İdeal'de olduğu gibi eski Rum şarkıları ve taverna müziği dinliyorduk. Uzo’lar, reçina'lar ve Sakız şarapları içiliyor, oyunlar oynanıyordu. Pagidas’ın yirmi yaşlarındaki kızı Po­ pi bir ara »Yarın bir işiniz yoksa sizi bir manastıra gö­ türeceğim» dedi.

Ertesi gün Popi ile buluş tuk Bir taksiye binip kıyı­ ları izleyerek kentten uzak laştık. Bağların, bahçelerin arasından geçiyorduk. Nere ye gittiğimizi merak etme­ ye başlamıştım. Bir tepeye tırmandık. Sırtta, bir ma­ nastırın önünde durduk. Bu rası Aya Minas manasta* imiş. Kapıda- yaştı bir rahi­

be bâd karşıladı. Popi İle m hibe kendi aralarında blrşey ler konuştular. Birlikte av luyu geçip eski bir yapının önünde durduk. Rahibe, ku şağından bir anahtar çıkar­ tarak kapıyı açtı. Burası bir tapmak olmalıydı. İçeride Meryem ana heykelleri ve İsanın resimleri vardı. Po­ pi bir mum alarak yaktı ve Meryem ana heykelinin önü ne dikti. Sonra da bir is­ tavroz çıkarttı. Birden gö­ züme duvarlardaki camlı do laplar ilişti. Hepsinin İçi kemik doluydu.. Kafataslan. kol ve bacak kemikleri, ka burga kemikleri.. Rahibe an latmaya başladı. Uzun u- zun anlattı. Konuşması bitin ca Popi,

— Bak, dedi, hu gördüğün iskeletler J822’de Sakız’da Osmanlı imparatorluğuna baş kaldıranların İskeletleri, Ayaklanma bastırılınca ih tilalciler, çoluk çocuk bura ya sığınmışlar. Sizinkiler gelip manastırı kuşatmışlar. Bizimkilerin kurşunu bit­ miş. Sonunda teslim olmuş lar. îkl bin Sakızlı burada kılıçtan geçirilmiş! Rahibe demin bunlan anlatırken «Türklerin yaptığı bu kıyı mı unutmayın!» dedi.

Oradan çıkıp başka bir yapının önüne geldik. Popi.

— Bak, dedi, burada da Sakızlı ihtilalcilerin kuru muş kanlarım göreceksin. Bu taşlar 135 yıldır yıkan­ mamış. Kurumuş kanların arasında çocuk ayaklarının da izleri var. Belki de bura­ ya giren ilk Türk sen ola­ caksın!..

— Girmeyeceğim, dedim. Yeter, dönelim! Popi.

— Kızma, dedi, bunda bi zim hiçbir suçumuz yok. Bi ze çocukken hep bunları gös terdiler, bizi böyle yetiştir diler, böyle eğittiler. Anla bizi. Benim hayatta tanıdı­ ğım ilk Türk sen oldun. Ben Türkleri hep bize düşman bilirdim. Beynimizi yıka­ mışlar Bunu şimdi çok iyi anlıyorum.

@ Atatürk-Venizelos

Manastırdan çıktık. Zey­ tin ve çam ağaçlarının göl­ gelediği dar bir yoldan ağır ağır kıyıya doğru inmeye başladık. Popi,

— Bak, dedi, sana birşey daha söyleyeceğim. Sen bu raya çok kötü koşullar için­ de geldin. Babama bir mek tup getirdin ya, o mektubu yollayan adamı ben tanımı­ yorum. Ama, o adam gizli polisin hizmetindeymiş. Ba bam da o örgütte çalışır. Ka vuras baba seni izlemesi i- çin mektup yazmış. Ben se

rv in . b i z e k o t ü \ ü k e d e b i i e c e f e i

ne inanmadım. Babam da seni sevdi. Sen gerçek bir dostsun. Ama ne olur, sen de bizi anla. Eskisi gibi kar deş olalım, dost olalım. Ha­ ni. Venizelos'la Atatürk bir şeyler kurmaya çalışmışlar ya, onu gerçekleştirelim. Bık tık bu rahibelerin sözlerin­ den!..

Aradan çeyrek yüz yıl geçti, kim bilir Popi ne ol­ du? Pagidas ne oldu? Ka­ vuras ne oldu?.. Bu yaz E- ge kıyılarından Sakız’a ba karken Popi’nin bu sözlerini anımsadım. İçim burkuldu. Nereden nereye geldik?.. Bunu da hiç unutmayaca­ ğım.

(2)

Yunan adalarında son uğrağım: Girit

"Şu Kıbrıs sorunu çıktı, dostluk bozuldu !„

IH

Ayvalıklı bir göçmen: Biz bir saksıda yetiş­

miş iki çiçek gibiyiz. Köklerimiz birbirine öy­

le karışmış ki, kimse bizi ayıramaz!

SS Türk - Yunan dostluğunu yaşatmak isteyen­

lere selam olsun.

Es

AKŞAT

S o n !

ki

ilan

HıfzıTO:PUZ

-

8

-«Eski Türk Adaları» ge­ zisinde son uğrağım Girit oldu. Girit Hilâli Beyin do­ ğup büyüdüğü adaydı. Ak- şam’da yıllar boyu Hilâli beyden Girit anılarını din­ lemiştik. Benim Yunan ada­ larına gitmem söz konusu o- lunca Hilâli bey,

— Aman kardaşum, mut­ laka Girit’e uğra. Kandıya' da yaşadığımız yerleri gör. Kaleyi gez. Ama oradan ba na iki kilo taze fasulya ge­ tireceksin!- diye tutturdu.

Hilâli beyin ünlü bir fa­ sulya hikâyesi vardı, gaze­ tede sık sık anlatılırdı. Ga­ liba İkinci Dünya Savaşan­ dan hemen sonra bir Türk gazeteciler topluluğu Yuna­ nistan’a çağrılmış. Akşam’ dan da Hilâli bey katılmış bu gruba Gazeteciler Atina’ dan ufak tefek hediyeler al­ mışlar, valizler dolmuş. Bu­ nun üzerine Hilâli beye,

— Aman Hilâli, demişler, sen birşey almadın. Ne olur şu bizim iki üç parça he­ diyemizi de sen valizine sı* kıştınver!

Hilali bey,

— Olamaz, demiş, benim Valiz dolu!

— Nasıl dolu ohır, demiş ler. Sen ne aldın?.. Ne za­ man aldın?..

Hilâli bey dayatmış, yanıt vermemiş. Sonunda tam yo­ la çıkılırken arkadaşları zor la Hilâli beyin valizini aç­ mışlar. Bir de ne görsün­ ler?- Hilâli beyin valizi ta- zo fasulye dolu! Bu, Hilâli beyin çocukluğunda Girit’ te yediği cinsten bir fasulye imiş!.,

tH r

Girit’te beni havaalanın­ dan Kandiya'nın merkezine götüren otobüsten iner in­ mez ilk işim bir kahveye gir inek oldu. Amacım Türkçe konuşan insanlar bulmaktı. Kahvenin sahibi beni şöyle bir topt.ûen tımtvga

ten sonra,

— Siz Türksünüz galiba, dedi. Türkçe bilen birini a- ryorsanız sizi bir Türkle ta mştırayım.

— Elbette İsterim, dedim. — O halde, Niko Stavrinl- dis’i bulacağın

— Nıko Stavrinidis Türk olamaz k i diyecek oldum. Kahvoc!.

— Niko Bey Türk sayılır, Öiye kesip atta.

Kahveci önde, ben arkada, kalkıp Belediye kütüphane­ sine gittik. Niko Stavrinidis oranın müdürü imiş. Kah­ veci beni tanıtır tanıtmaz.

— Ooo, buyurun bakalım, hoş geldiniz. Ben de sizi bekliyordum, dedi.

— Peki, dedim, geleceğimi nereden biliyordunuz?..

Stavrinidis;

— Geçenlerde Atina gaze­ telerinde okudum. Bir Türk gazetecisi Adaları dolaşıyor diye yazmışlardı. Ben de kendi kendime »Hıfzı bey Girlt’e gelirse mutlaka kar­ şılaşırız» dedim.. Uzun za­ mandan beri Kandiya’yâ ge­ len ilk Türk siz oldunuz.

Niko Stavrinidis katıksız bir Osmanlı Türkçesi konu­ şuyordu. Masasının üstü eski harflerle yazılmış bir yığın evrak ve belge doluydu. Ba na yer gösterdi, oturduk. Kahveler geldi ve Niko bey anlatmaya başladı. Doğup büyüme Karaburunlu imiş. İstiklâl Savaşı’ndan sonra Girit’e gelip yerleşmişler.

— Benim işim çok güç.. Eski kuyudattan (kayıtlar­ dan) Girit tarihini çıkartı­ yorum. Girit'in fethinden bu yana bütün ferman, fetva ve kararları elden geçirmem ge rekiyor. Şimdiye kadar hiç bilinmeyen ve tarihe ışık tutacak belgeler buldum. Girit tarihinin yazılabilmesi için 1669’dan 1893'e kadar süren Osmanlı döneminin i- yice aydınlanması gereki­ yor.. dedi.

0 Giritli Rumlarla

Türkler

iki yüzyıl

bir arada

yaşamışlar.

Niko Stavrinidis bir kü­

tük defteri alarak bana u-

zatta.

— Bakın, okuyun, dediı — Ben» dedim, eski harf­ leri bilmem.

— Ah, siz cahiller, dedi. Ben OsmanlIyım. Osmanlı. Siz sonradan yetiştiniz. A- ma, şimdi siz Türk oldunuz, lıen Yunanlı! Size birşey soy

leye-yVro. «»i?.. Biz» butraıie. "Vu. nanlı saymıyorlar. Bize «Türko spros» yani, Türk to humu diyorlar! Biz Türkle- ri severiz evlâdım, biz Türk îeri severiz. Giritliler Türk- leri çok sever. Türkler bu­ radan ayrıldı, özlem başla­ dı. Türkler için yazılmış ne güzel şiirler vardır, siz bil­ mezsiniz.

@ «İbrahim Baba

Çeşmesi»

Stavrinidis raftan bir ki­ tap aldı ve okumaya başladı. Rumca bir şiir. îvrisu tu Brahim Baba, yemi. İbrahim Baba çeşmesi. Bunu Eli A- leksiu adında bir şair yaz­ mış. Konu şöyle birşey: Hay riya hanım adında bir ka­

dın büyük göçte Girit’ten Iz mir’e gönderilmiş. Bütün dosuarı Girit’te kalmış. Hay riye hanım bir süre sonra Girit’teki bir yakınına bir mektup yazıp «Yine yasemin ler çiçek açtı mı?..» diye sor muş.

Niko Stavrinidis’in gözle­ ri doldu.

— Alı, dedi, neydi o eski dostluk! O eski kardeşlik! Bizi birbirimize düşman et tiler. Şu Kıbrıs sorunu çık­ tı, dostluk bozuldu.

Allah kahretsin şu Kıb­ rıs sorununu. İki milletin a- rasım açanların Allah be­ lâsını versin.. Evlâdım, boş laf değil bu dostluk. Bura­ da Giritli Rumlarla Giritli Türkler iki yüzyıl birarada yaşamışlar. Biı-birleriyle kav ga ettikleri olmuş, ama yi­ ne barışmışlar. Bir Giritli Rumla, bir Giritli Türk’ün ayrı cephelere düştükleri olmuş. Ateş kesildiği za­ man birbirlerini bulur dertleşirlermiş. Lâf değil bunlar oğlum. Meselâ Ha­ şan ağa «Sar bakalım bîr cigara Barba Yani», dermiş, iki Giritli bağdaş kurup o- turur, karşılıkla cigaralannı içer, sonra herbiri kendi cep besine dönermiş. Girit’te hâ lâ herkes bu hikâyeleri an­ latır. Girit’ten göç etmiş ba­ zı Türkler birkaç yıl önce buraya, eski vatanlarını gör meye geldiler, inan bana ev ladım Rumlar şenlik yaptı­ lar. Gözlerimiz yaşardı. Ney di o günler. Sokaklarda ku-

< (»ısmelnr. aklaşmalar. t.l-

zo’lar içildi, eski türküler söylendi. Biz bu kardeşlik havalarını yaşadık. Ne yap sak da, o tatlı günler geri gelse’?

© «Bak-bunlar

has

Gâvurlardan!

Bunlar da

muhakkak

Anadoluludur»

Ben Rumcayı İzmir'den ayrıldıktan sonra öğrendim. Orada bizim, Türklerle ayrı mız gayrımız yoktu. Aramı za nifak soktular. Birgiin

bir de baktık Yunanlılar Iz mir’e çıkıyor. Hiç unut­ mam, babamla konuşuyor­ dum.

— Baba, dedim, bu işin so nu yok. Türkler bizi deni­ ze dökecekler.. Biz Ingiliz lerin oyununa geliyoruz!

Babam kızdı, köpürdü, — Yok be, dedi, sen ne­ reden bileceksin?.. Koca In giltere bizi tutuyor.

— Sen pek güvenme onla­ ra dedim. İngiliz, işine gele ne» kadar bizi tutar. Sonra bırakıverir. Perişan olaca­ ğız!

Perişan olduk işte, iki mil yon insan evinden, vurdun dan, yuvasından oldu. Şim­ di başımıza şu Kıbrıs rae selesini çıkardılar. Bizi bir birimize düşürdülerl.. Ata­ türk’le Venizelos’un kurdu­ ğu dostluk yıkıhverdi. Bi­ zimkiler kapıp koyverdiler. Herkes akima geleni söy­ lüyor. Ama, benim dilim varmıyor. Bana gelip de «Bak senin sevdiğin, bayıldı ğm Türkler neler yaptılar» dedikleri zaman «Yaa, diyo rum, siz de yapmadınız mı? Açın Girit tarihini de oku­ yun. öğrenin 191(5 yılında burada neler yapmış oldu­ ğunuzu. Siz de Türklcrin dükkânlarını yağma etmedi niz mi?.. Camilerini taşlama diniz mı?..» Onun üzerine susuyorlar. Ama bu olayı onların yüzüne vuran kaç ki şi kaldı?.. Evlâdım, böyle şeyler olmamalı. Ama olur sa da unutulmalı’..

(ipi Anadoıu özlemi

Niko Stavrinidis’le birlik­ te Kandiya sokaklarını do­ laşıyoruz. İstiklâl savaşın­ dan sonra Girit’e 60-70 bin Anadolulu Rum yerleştiril­ miş. Hepsi Türkçe konuşu­ yor. Bizim Türkçe konuştu­ ğumuzu duyanlar kulak ka bartıyor. Bizi dikkatle din­ leyen oldu mu, Stavrinidis yüksek sesle,

— Bak, diyor, bunlar da has gâvurlardan! Bunlar da muhakkak Anadoluludur!

Adamlar karşılık veriyor­ lar:

— Ne sandındı ya? Ana­ doluluyuz elbette. Türkçe konuştuğunuzu duyduk da dayanamadık; özlemişiz.

Kimi Menemenli imiş, ki­ mi Kayserili, kimi Urlah. Be ni soru yağmuruna tutuyor­ lar.

— M en em en ’i b ilir m isin? — K ayseri’d en h iç g eçtin

mİ?

— Urla’ya hiç yolun düş­ tü mü?

— Bizim Necati Cumalı Urlalıdır diyorum ama, onu tanımıyorlar. Nereden tanı­ sınlar. Onlar Urla’dan ayrıl­ dıkları zaman Necati daha dünyada bile yoktu.

Herbiri kendi mahallesini, evinin yerini anlatmaya ça­ lışıyor.

— Kısmet olmadı, şimdiye kadar bir türlü gidip de es­ ki yurdumuzu göremedik. Suyunu içemedik. Havasını ciğerimize bir daha doldura madik. Tam gitmeye hazır­ lanıyorduk, bu Kıbrıs işi ba­ şımıza çıktı!

Bütün Anadolu göçmenle­ ri sonsuz bir Anadolu özle­ mi içindeler. Bütün acı anı­ lar unutulmuş, hepsinin yü­ zünde sıcak bir dostluğun izleri okunuyor.

Biz bunları konuşurken yanımıza Kayserili bir Rum geldi. Kahvenin karşısında­ ki mağaza onunmuş.

— Anadolu’dan göç etti­ ğim zaman beş param yok­ tu, diyor. Şimdi Atina’da iki fabrika işletiyorum. Ati­ na'ya gelirsen mutlaka be­ nim misafirim olacaksın. A- ma mutlaka. Kabil değil se­ ni otele göndermem!

Kahvedeki çevremiz geniş ledikçe genişliyor. Kimi ga­ zoz ısmarlıyor, kimi limona ta, kimi de dükkânına çağı­ rıyor. Bir acı kahvelerini iç­ meden beni bırakmıyacak- lar. Ayvalıklı bir göçmen de şöyle diyor;

# Ne yapsak da

o tatlı günler

geri gelse?

— Biz bir saksıda yetiş­ miş iki çiçek gibiyiz. Kökle­ rimiz birbirine öyle karış­ mış ki, kimse bizi ayıramaz!

Ayırdılar iste!

Yalnız göçmenler değil, Gi riiîL Bürolar da aynı sıcak dostluk havası İçinde konu­ şuyorlar. Dostluk kerdeşlik, birlik, karşılıklı sevgi! Hepi miz aynı toprakların insan­ larıyız.

^ Kazancakis'in

vatanı

O akşam uçağa yetişip A- tina’ya dönmem gerekiyor­ du. Niko Stavrinidis,

— Kabil değil, seni bırak­ mam. Konuğum olacaksın. Evimde kalacaksın, diye da­ yattı. Kalamadım.

Stavrinidis,

— Biliyorum, bizim Türk ler! çok sevdiğimizi yazacak sm. Yaz elbette. Bizim dost luğumuzu hiçbir devlet bo­ zamaz. Senden birşey daha istiyorum, Girit’ten söz eder ken «Girit, Nikos Kazancakls’ in doğup büyüdüğü yerdir. Kazancakis benim arkada­ şımdı. O da hepimiz gibi bü yük Türk dostuydu. Burada herkes, onun gibi, bizim gibi düşünür. Eski anıların için­ de biz işte böyle bir dostlu­ ğu yaşatırız. Eli Aleksiu’lar- la Nikos' Kazancakis’lerle do ludur bu topraklar. Türkiye’ de de bizi seven insanların çok olduğunu biliyorum...

Aradan yirmi beş yıl geç­ ti. Niko Stavrinidis şimdi sağ mıdır, bilmem. Sağsa benden selam olsun Stavri- nidis’e, bütün dostlarına ve bütün onun gibi düşünenle­ re, Türk - Yunan dostluğu­ nu. bütün acı anıları unu­ tup da yaşatmak isteyenle­ re!

M T*f\T •( AKft! i

anKara.. anfeara.. ankara.. ankara.. anka..

Müşerref HEKİMOĞLU

îlk kadın elçimiz Filiz Dinç-; *

men La Haye’a vardı, kraliçeye T t - j I r i i r/ P i İ v f i n i n de itimatnamesini sundu artık. AJVl VA U A O i I V C J A I I H ... Ankara’dan ayrıldığı gün ben de

gittim Esenboğa’ya. Onu uğurla­ mak, o anı yaşamak istedim. Biz biraz erken gittik. Aşağıda otu­ rup uçağın kalkışını bekledik. Profesör Nermin Abadan Unat, resimler çekti. Bir yandan da Fi­ liz ve Üstün Dinçmen, Akgün Kı­ çınsan İle ilgili anılarım anlattı. Havadaki hüznü dağıtmak için güzel bir çaba gösterdi.

Ben resim çekmedim ama o ayrılık anından bir çok sahneler

dmlar. Türkiye’nin ilk kadm elçi­ sine el sallıyor, saygıyla selamlı­ yorlar. İlginç bir resimdi bu: Tür­ kiye’nin ekonomik, sosyal sorun­ larını, çelişkilerini sergiliyorlardı. Öz topraklarında çalışacak îş bu­ lamayanların, çoluk çocuk yollara düşmesini, emeğini, almterini, ya­ ratıcı gücünü başka ülkelerde de­ ğerlendirmesini...

Havaalanından dönüşte Ner­ min Abadan Unat fotoğrafım gös

dedi.

Telefonu kapadım, ışığı sön­ dürdüm. Sevinç, hüzün, ölüm ya­ şam birbirine karıştı göz yaşlarım­ da.

Suna Kan’m gücüne, yüreğine güvenirim her zaman. Faruk Gü- venç’i yitirdikten sonraki konserin güçlüğünü aşacağını da biliyor­ dum. O konserde sevdiği erkeğe nasıl btr coşkuyla seslendi klmbi- ltr...

Hamburg’dan Paris’e uçtu Su­ na Kan, Fransa’nın değişik kent­ lerinde dört konser verdi. Büyük acısıyla, göz yaşlarıyla, kemanıyla

(3)

'""huriyet 8

Bursla gittiğim Fransa'dan

gazeteye yazılar gönderdim

-

9

r 1952’de Akşam’da istihba­ rat şefi olmuştum. Tam o sı rada bir burs olanağı çıktı. Galatasaray Lisesinde Fran sızca dersleri eski bölüm müdürü ve Kültür Ataşesi Camille Bergeaud’nun aracı­ lığı ile dokuz aylık bir Fran sa bursu buldum. Gazetede­ ki görevimi de bırakmak is­ temiyordum; Burs sona erin ce yine Akşam’a dönecek­ tim. Bunun için Kâzım Şina si Dersan’dan dokuz aylık bir izin istedim. O süre için de gazeteye Fransa’dan yazı lar gönderecektim. Kâzım bey bu önerimi biraz soğuk karşıladı,

— Bizim Paris’te bir mu­ habirimiz var. Orada başka bir muhabire ihtiyacımız yok ama, bir düşüneyim, di­ ye yanıt verdi.

Gazetenin muhabiri duru­ munda olan kişi «José d’Ori ent» takma adıyla Paris’ten Akşam’a iki üç ayda bir çok genel şeyler yazan Selanik kökenli bir Musevi’ydi. Hiç Türkçe bilmiyor ve yazıları nını Fransızca gönderiyor­ du. Onları çevirmek Hilâli beyin göreviydi. Ama, ben gazeteye girdikten sonra Hi­ lâli bey bu işi bana yükledi. Çünkü bu çeviriler için ayrı bir ücret almıyordu. îşin hoş

/anı, José d’Orient de bu ya zıiar için para almıyordu. Çünkü Akşam kendisine Fransa’da bir basın kartı sağlamıştı. Böyle bir kart için de iki ayda bir Akşam’a yazı gönderilirdi elbette.

Kâzım bey birkaç gün dü­ şündükten sonra bana,

—Pekâlâ, dedi, size do­ kuz ay için izin veriyorum. Gazeteye haftada iki yazı gönderin. Yazı başına beş liradan ayda size 50 lira ö- deyeceğiz!

Kâzım bey bana para ver meyecek diye Fransa’ya git­ mekten vaz geçecek değil­ dim; kabul ettim. Aylığım 250 liradan 50 liraya inmiş oldu. Bunun yanı sıra Ad­ nan Tahir’le de anlaştım. Ad nan «Yirminci Asır» adlı haftalık bir derginin yöneti­ cisiydi. Ona da haftada bir yazı gönderip beş lira ala­ caktım. Böylece ayda elime 70 lira geçecekti.

Bir ekim sabahı İstanbul’­ dan vapurla Marsilya’ya gel dim. Oradan trene bindim. Kompartımanda karşımda bir Fransız oturuyordu. Bü­ tün yol boyunca adam ko­ nuştu da konuştu! Hiçbir şey anlamadım. Oysa, iyi Fransızca bildiğimi sanıyor­ dum. Müthiş moralim bozul du. Paris'te doktora kurla­ rına yazılacaktım. Böyle bir

Eski

AKŞAMm

Son

Yıl

lan

HıfiıTOPUZ

— Mösyö Ragıp, diyordu, siz portreyi peyzajlardan da ha iyi yapıyorsunuz. Çalış­ malarınızı bu yönde gelişti­ rin. Bakm. şu portreyi ya­ rım saatte yaptınız, ne gü­ zel oldu. Şu peyzajla iki gün dür uğraşıyorsunuz, daha birşey ortaya çıkmadı. Siz vaz geçin şu peyzaj işinden!

Ragıp Gökcan patrona. — Mösyö Louis, dedi, sen ne söylüyorsun? Ben aç oldu ğum zaman iyi resim yapa­ rım. Portre siparişlerini hep aç olduğum zamanlar kabul ediyorum. Yoksa etmem ki..

Patron güldü.

yükselemiyorum. Olmuyor bir türlü. Yaşam beni zorla bohem

yapıyor!,-Fikret Muallâ durmadan anlatıyordu: Üsküdar, Al­ manya, heyecanlı aşk hikâ­ yeleri, sivil polisler, duruş­ malar. davalar, kardeşinin ölümü, veraset ilamları, ser giier, Kamondo Ham, Kadı­ köy’de bir baba evi. Adliye yangım, Balıkpazan, Kireç- burau, cânım Boğaziçi... Ga latasaray’da resim hocalığı. Fikret o zamanlar 25 yaşın­ dadır. Çabuk sıkılır bu iş­ ten. Bir aybaşı maaşını aldı­ ğı gibi atlar trene, ver elini Berlin. Yoldan da Galatasa­ ray’a bir mektup atar. «Siz. der, kendinize başka bir e- nayi bulun!.»

1929’da Fikret yine İstan­ bul’a döner. Meyhane ve ka rakol dönemi yeniden baş­ lar. Bunu akıl hastanesi iz­ ler. Fikret artık bunalımlar içindedir. İkinci Dünya Sa- vaşı’ndan önce yine trene Fransızca ile dersleri hiç iz-

leyemiyeceği sandım. Bere­ ket, Paris’e yaklaşırken baş­ kaları geldi bizim kompartı­ mana. Onlarla bir güzel ko­ nuşup anlaştık. Kendime gel dim. Meğer benim yol arka- dağım Marsilyalıymış. Öte­ kiler de Marsilyalımn dilini pek anlamadılar.

• AVNİ VE NEJAD Paris'e gelir gelmez ilk işim Fransa'da yaşayan Türk ressamlarım aramak oldu. Kimler vardı o dö­ nemde? Fikret Muallâ, Avni Arbaş, Selim Turan, Nejad Devrim ve Ragıp Gökçen. Abidin dalıa Paris'e gelip yerleşmemişti.

Avni’yi biraz Galatasa­ ray’dan biraz da Akademi’- den tanıyordum. Avni o za­ manlar «Scola Cantarum»

lon d Autoınn-’ c' r n v r bahar Sadonun’da gençlere pek yer verilmemişti. Yeni- w io»? 49 vıHarında «Sa­ lon de Mal» denen Mayıs so louuuu kurmuşlardı. Matis se’aen Clıagal’a ve Picasso’ ya varıncaya kadar bütün ünlü resamlar Mayıs salonu na katılıyorlardı. Bazı genç­ ler bu salondan uzaklaşarak «Oct°rbre - Ekim» salonunu kurdular. Nejad da bunlar­ dan biriydi. Yıllar sonra ille karşılaştığımız zaman Ne­ jad bana şöyle demişti:

— Benim için sanat öyle birşey olmalı ki, aç bir in­ san bir tablonun önüne gel­ diği zaman duyduğu heye­ can onu doyurmah!. Sanat­ tan duyduğu zevk ona açlı­ ğım unutturmalıl.

O yıllarda Nejad’ın

«Mu-®

Nejad Devrim: Aç insan bir tablonun önüne

geldiği zaman duyduğu heyecan onu doyur­

mak. Sanattan duyduğu zevk ona açlığını

unutturmak.

© Fikret Muallâ ile karşılaştığım zaman üzerin­

de, tüyleri dökülmüş, düğmeleri kopmuş ya­

kaları kanca ile tutturulmuş bir hırka vardı.

denen bir müzik okulunun yanında aynı adı taşıyan bir pansiyonca kalıyordu. Kimler kalmadı bu pansi­ yonda? Sabahattin Eyübog- lu, Abidin, Pertev Boratav, Mübin, Oğuz...

Avni o yıl daha 34 yaşın­ daydı. Paris’e geleli sekiz yıl olmuştu. O günlerde «Rouc» galerisinde bir ser­ gisi açılmış, Observatuer, Combat. Arts ve Lettres Françaises’de Avni’yi öven yazılar çıkmıştı. Avni'nin ö- nünde pırıl pırıl aydınlık bir sanat dünyasımn umut­ lan beliriyordu. Avni de ar­ tık bütün sıkıntılı günlerin geride kalacağı kanısınday­ dı.

Nejad’ı da ilkokuldan ta­ nıyordum. Sonra uzun yıllar hiç karşılaşmamıştık. Nejad o dönemde «Octorbre» salo­ nu adında bir birlik kurma­ ya çalışıyordu. Çünkü

«Sa-söe de I'Art Modern»e bir resmi alınmıştı. Nejad çok mutlu yarınlara hazırlanı­ yordu. Aradan otuz yıl geç ti. o salonlann hiçbiri kal­ madı. Nejad yine o Nejad. Ya tek başına Paris’te sergi açıyor, ya New York’ta, ya İstanbul’da, ya da Polonya’­ da. Ve direniyor. Çevresiyle, ailesiyle, yakmlanyla ilişki­ lerini kesiyor ama, ödün vermiyor.

• KAHVE DUVARLARINI RESİMLEYEN BİR TÜRK RESSAMI

Ragıp Gökcan «Monsieur le Prince» sokağında bir kahveye yerleşmiş duvarla­ ra resim yapıyordu. Zaman zaman kahvenin müşterileri de Ragıp'a resim ısmarlıyor lar ve Ragıp Gökcan böyle­ ce geçinip gidiyordu. Kah­ veye ilk gittiğim gün Ra- gıp’ı patronla tartışırken ya­ kaladım. Patron ona,

— Mösyö Ragıp, dedi, an­ laşıldı. İyi resim yapmanız için sizi hep aç bırakmam gerekecek!

9 FİKRET MUALLÂ’DAN İLK ANILAR

Fikret Muallâ’yı ilk kez 1952 kasımının ilk günlerin­ de «Impasse Rouet» denen çıkmaz sokaktaki stüdyosun da tanıdım. Yedinci katta oturuyordu. Kapıyı çekine­ rek çaldım. Çünkü «Fikret gazetecileri sevmez, kova­ lar» demişlerdi. Kapıyı ken­ disi açtı. Üzerinde tüyleri dökülmüş, düğmeleri kop­ muş bir hırka vardı. Yakala rmı bir kancalı iğne ile tut­ turmuştu.

— Ben Akşam gazetesin­ den geliyorum, dedim. Sizin le bir röportaj yapmak iste­ miştim de..

— Aman, kardeşim, buyu run hoş geldiniz, diye beni ağırladı. Çok sefil diyebile­ ceğim bir odada kalıyordu. Yerde bir yatak, ortada bir masa. Yanda bir resim seh­ pası, boyalar.. Masanın üze rinde birkaç armut, elma, biber ve birkaç baş soğan... Yerde boş iki şarap şişesi, bir çay bardağı.. Pencere­ den kapıya gerilmiş bir ip. Bunun üzerinde asılı bir don ve bir çift çorap.. Yan­ mayan bir soba.. Yıpranmış bir çift terlik..

Konuşmaya başladık. — Bohemliğe hiç mera­ kım yoktur, dedi. Bu odanın havasından hiç zevk almıyo rum. Ben rahatını seven bir insanım. Geniş, ışıklı bir e- vim, güzel eşyalarım olsun, istemez miyim? Hem de eski tarz eşyalarım olmalı. Stil bir masa ve birkaç koltuk, bir ceviz kitaplık. Ben Bit­ pazarı düzeyinin üzerine

NEJAD DEVRİM — Nejad Devrim 1857’de Paris’te yaşıyordu.

atlar. Paris'e gelir ve yerle­ şir. Yeni bir dönem başla­ mıştır yaşamında. İkinci Dünya Savaşı işgal yılları, içki, korku, kovuşturmalar.. Fikret hep öldürülme buna­ lımı içindedir. Çevresinde herkes polis ve ajandır!

Evine ilk gittiğim zaman Fikret’in duvarında iki resim vardı. Biri Sovyet büyükelçi sinin resmi; öteki de İngiliz Kralı’nın!

— Bunları nasıl uzlaştırı­ yorsunuz? diye soracak ol­ dum. Fikret.

— En büyük belâlar bun­ lardan gelir. Ben kendime göre önlem alıyorum, dedi.

Fikret'e o gün,

— Sanat anlayışınız ne­ dir? diye sormuştum. Şöyle yanıt vermişti:

— Ne isterlerse onu yapı­ yorum. Geçen gün bir tanı­ dık iki natürmontla bir pey zaj sipariş etti. Şimdi onla­ rı hazırlıyorum. Mutlaka fi­ güratif, veya mutlaka abst­ re yapacağım diye bir en­ dişem yok. Hepsini yaparım. Başkalarıyla ilgili değilim. Bütün akımların dışında­ yım. Eski resimlerime kar­ şın çok gerilerdeyim. Gerile­ mek istiyorum. Sivrilenler göze batıyor. Sivrilenlerden korkuyorlar. Onun için ben hiç sivrilmek istemiyorum. Benim gözüm hep gerilerde. Ama, şu da var: bana «Boy­ nunu eğ» diyorlar. Yağma yok .eğersem baltayı indire­ cekler. Eğilmiyorum. Ne ile­ ri gidiyorum, ne geri. Orta yerde kalıverdim!

• RESİM ALIR MISINIZ? Fikret Muallâ ile ilk rö­ portajımın unutulmaz bir anısı var. Fikret

— Benden bir resim al­ maz mısınız? dedi.

— Alacak kadar param yok diye yanıt verdim. Ya­ nımda topu topu on frangım vardı.

— On frangım var. Bana bir eskizinizi verin yeter, dedim.

Fikret’in şimdi üç bin, beş bin franga satılan akvarel­ leri o zaman 30-40 franga satılıyordu. Fikret,

— Verin siz bana o on frangı, dedi.

Verdim. Bana en güzel ak varellerinden birini verdi Kabul etmek istemedim, da­ yattı Geri çeviremedim.

— Size bir kadeh şarap bi le veremedim. Çok üzülüyo­ rum. Haydi, şimdi aşağıda­ ki bara gidelim, dedi. Gittik Fikret önce bir paket «Ga-

ulloise» sigarası aldı. Sonra şarap ısmarladı. İçtik. O yine anlattı, anlattı, anlattı.. Dost olduk. Ölümüne kadaı da dost kaldık.

Yıllardan beri Fikret'in sa yısız hikâyesi anlatılır. Bur lann en hoşlarından birini şimdi Brüksel Büyükelçili- ği’nden ayrılmakta olan dos tum Halûk Kura anlatmıştı

Yıl galiba 1946. Paris Bü­ yükelçimiz Numan Mene mencioğlu Cumhuriyet Bay ramı dolayısıyla Türkleri el çüiğe çağırmıştır. Kendisi de bir konuşma yapar. Salon­ da Fikret Muallâ da vardır Numan beyi dinlerken Fik­ ret kendini tutamadan bağı rıverir:

— Yapma Numan!. Kulakları ağır işittiği içir Numan bey bu sözü pek du yamadan konuşmetsını sür­ dürür. Az sonra Fikret yine haykırır:

— Etme Numanl

Numan bey yine duymaz ve konuşmasını sürdürür Bir süre sonra Fikret Mual­ lâ yine haykırır:

— Atma Numani,

Numan bey birşeyler du­ yar gibi olur,

— Ne oluyor, der, birşey mİ söylediniz?

Halûk Kura hemen Fik­ ret Muallâ’nm koluna gire­ rek.

— Haydi gel Fikret, der, biraz hava alalım...

Referanslar

Benzer Belgeler

Aslına bakılacak olursa, gıda fiyatları krizinden ve parçası olduğu küresel ekonomik krizden çok daha önce kapitalist endüstriyel üretim tarz ının meşruluğuna karşı

Çiçek Pasajının renkli simalarından biri olan ve 1 9 4 3 yılında komi olarak çalışmaya başladığı pasajda şimdi bir restorant sahibi olan Entellektüel

TGS Genel Başkanı Oktay Kurtböke, Prof. Tütengil’ln de kanlı terörün kurbanları arası­ na katıldığını belirtmiştir. Türk basın mensuplarının

Kü­ çük bir servis yaptığımız zaman, bir uzma­ nımızı oralara gönderdiğimiz zaman, doğru bilgiler aktardığımız zaman büyük ilgi gös­ teriyorlar.. Şu

Bu yazıda; anamnez, fizik muayene, görüntüleme yöntemleri ve ince iğne aspiras- yon biyopsisi ile detaylı değerlendirilen ve trans-servikal yaklaşımla çıkarılan minör

Bu makalede Romanya’da yaşayan Türklerin, Osmanlı dönemi, komünist dönem öncesi, komünist dönem ve sonrasındaki kültürel durum ile 1915 yılında yayınlanmış

28 yafl›nda bayan hasta, bafllayan bo¤az a¤r›s›, 39°C’ye ç›kan atefl, diz, dirsek ve el parmaklar›nda artrit yak›nmalar› ile penisilin ve NSA‹‹ kullanm›fl, bu

Işıklı ve ark., (2000) Eskişehir ve civarında kullanılan içme sularında yaptıkları analizlerde ise florür seviyesinin 0.24 mg/L ile 0.30 mg/L arasında bulunduğu,