• Sonuç bulunamadı

Başlık: Bilgi Toplumbilimi Açısından Cumhuriyet Öncesinin Düşünce Ortamı (III)Yazar(lar):OZANKAYA, Özer Cilt: 44 Sayı: 3 DOI: 10.1501/SBFder_0000001518 Yayın Tarihi: 1989 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Bilgi Toplumbilimi Açısından Cumhuriyet Öncesinin Düşünce Ortamı (III)Yazar(lar):OZANKAYA, Özer Cilt: 44 Sayı: 3 DOI: 10.1501/SBFder_0000001518 Yayın Tarihi: 1989 PDF"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

BİLGİ TOPLUMBİLİMİ AÇısıNDAN

CUMHURİYET ÖNCESİNİN DÜŞÜNCE ORTAMı (III)

Prof. Dr. Özer OZANKAYA

Bu inceleme dizisine temelolan ana "kabul"lerden biri, bir toplum ya da toplulukta bilginin ve özellikle bilimin düzeyini, orada duyulan ge-reksinimlerle bunları karşılayacak olanaklar arasındaki etkileşimin belir-lediğidir. Kimi durumlarda bir bilginin elde edilmesi için olanaklar bu-lunduğu halde toplumsalortamda, o bilgiyi kullanmak bir gereksinim du-rumuna gelmediği için çok sınırlı bir kesimde kalır; eski Yunan'da dün-yanın yuvarlak olup güneşin çevresinde döndüğü bilgisine ulaşıldığı hal-de, Yeni çağ ticaret ve sanayi devrimine gelinceye değin bu bilgiyi uy-gulamayı gereksinim olarak duyuran bir toplumsalortam bulunmadığı için yalnızca kimi "bilgin"lerin arasında "hoş bir şaka" olarak kalagel-mişti. Bugün bile dünyanın yuvar1aklığı ve güneşin çevresinde döndüğü bilgisini bir gereksinim olarak duymayan, bu yüzden de bunu algılamak-ta güçlük çeken geniş geri-kalmış toplum kesimleri -özellikle bu top-lumlardaki kadın dünyası- vardır.

Bilgi toplumbiliminin bu temel saptaması, Türkiye'de Cumhuriyet ön-cesi birkaç onyıllık dönemdeki düşünce ortamının özelliklerini kavrama ve aradan yaklaşık yüzyıl geçmesine karşın hangi özelliklerdeki toplumsal kesimlerde, hangi etkenlerin sonucu olarak süregittiğini ya da yeniden canlandırılabildiğini anlama bakımından da işlevsel bir saptamadır.

Bu amaçla "toplum" ve "kültür" kavramlarını çok öğretici gösterge-ler olarak kullanabiliriz. Çünkü bir toplumda üstün değergösterge-ler, temel meş-ruluk ölçüleri, hep "toplum" ve "kültür" kavramları ekseni çevresinde oluş-maktadır; hep temel toplumsal işlevlerin nasıl yerine getirilmesi gerek-tiği temel sorusuyla birlikte oluşturulmaktadır. Cumhuriyet öncesinde Anadolu'da bir "toplum"un varlığından ne ölçüde söz edilebilir idiyse, toplumsal düzene ilişkin düşüncelerin tutarlılık, yeterlilik ve dizgesellik özelliği de o ölçüde idi. Bunun gibi "çağdaş bir kültür"ün varlığından ne ölçüde söz edilebilir idiyse, geçerli bir "kültür" tanımı da o ölçüde oluş-muş bulunuyordu.

Biİgi toplumbiliminin bu saptaması apaçık olduğu ölçüde önemlidir de. Pek çok açık ya da örtülü sömürge durumundaki ülkede, sömürgecinin

(2)

ve içerdeki işbirlikçilerinin körüklemesiyle yığınlar, gerçekte "toplum". (=societk) olmadan, üstelik '.'cemaat" (=Communeaute) düzeyinde tutul-mağa çalışılırken, bir toplum oldukları, çağdaş bir küıtürleri yokken, et-nografya malzemesi durumundaki kültür ögelerinin (örneğin folklor) çağ-daş kültür oluşturduğu aldatmacalarıyla avutulmaktadırlar. Bu yoldaki te-mel araç, geçersiz bir "toplum" ve "külöür" anlayışının düşük eğitim düze-yinde tutulan yığınlara yayılması olagelmiştir.

İnceleme dizimizin bu bölümünün amacı, Cumhuriyet öncesi Türkiye-sinde temel düşünce akımlarının "toplum" ve "kültür" temel kavramlarının nasıl eksik, dolayısıyla yanlış tanımlamakta olduklarını ve bu durumun nesnel etkenlerini göstermektir; böylece Cumhuriyet devrimimizin tüm atılımlarının bir "toplum" olmaya ve (;ağdaş anlamda bir "kültür" geliş-tirmeye yönelik olduğunu vt:.rgulamaktır. Bu amaçla Cumhuriyet öncesi birkaç onyıllık dönemde düşünce dünyasında en çok anlatım olanağı bu-lan başlıca akımların en tanınmış temsilcilerinden günümüz yazı ve diline aktarmak üzere yapacağım seçmeler, o dönemi doğru olarak tanımaya ol-duğu kadar, günümüzde yine toplum ve kültür kavramlarının yanlış ta-nımları eşliğinde Türk toplumunu yeniden sömürge durumuna düşürmeye yönelik çabaları ayırdetmeye de ışık töıtabilecektir, kanısındayım.

"TOPLUM" VE "KÜLTÜR"

İncelememizin bu ana önerisini açıklamak üzere sözü geçen iki temel kavramın geçerli tanımının bize göre ne olduğunu belirtelim.

1. "Toplum" (societe karşılığı) olarak adlandırılan ortaklaşa insan yaşama biçimi, tarihin yeni tanık olduğu bir biçimdir. Bu yeni ortaklaşa yaşama biçiminin "ulusal toplum" ok.uğunu, aşiret, kabile ... gibi "ce-maat"ler yığınının, "ümrnet" gibi bir ortak tinsel bağa sahip olduklarında bile "toplum" oluşturama:lıklarını önemle vurgulamak gerekir. Nitekim temel inceleme birimi "toplum" olan toplumbilim (sociologie) de, bilindiği gibi çok yenidir, çünkü inceleme konusu olan "ulusal toplum"un kendisi yeni bir oluşumdur.

Bir insan topluluğunun tam anlamıyla bir "toplum" oluşturduğundan söz edilebilmek için, orada ~u temel toplumsal işlevlerin kurumlaşmış ola-rak, yani çapı büyümüş, yoğunluğu artmış ve organik yapıya kavuşmuş toplumun gerektirdiği üzere tutarlı ve durağan (istikrarlı) biçimde yerine getiriliyor olması gerekir:

A) Nüfusun sürekliliğiniırı sağlanması işlevi: bu işlev "cemaat" dü-zeyinde olduğundc.n farklı olarak, "toplum"a özgü biçimde örgüt-lenen bir "aile kıırumu"nca yerine getirilebilir. Bu açıdan "top-lum" olmak, kadın nüfusun da erkeklerle eşit toplumsal, siyasal,

(3)

CUMHURİYET ÖNCES! DÜŞÜNCE ORTAMI 93 hukuksal ve ekonomik haklara sahip "yurttaş" konumuna yüksel-diği bir aile kurumunu gerçekleştirmeği gerektirir.

B) Yeni kuşakların ve genellikle bireylerin topluma hazırlanması iş-levi: bu işlev bireylere, ,köy, mahalle, kabile, yöre ... sınırlarının ötesinde, "ulusal toplum" düzeyinde ortak ölçü ve değerlerin ka-zandırılması amacına yönelik "eğitim kurumu"nca karşılanır. Baş-ka deyişle, "toplum" olabilmek için gerekli olan eğitim, ulusal eği-timdir; dinsel ya da uluslararası eğitim, "toplum" olmanın gerek-lerini karşılayamaz.

C) Bireylerin yaşama bir anlam vererek bağlanmalarım, yaşamı ya-şanmaya değer saymalarım sağlama işlevi: Bu işlev de "toplum" özelliğine sahip insan birleşmelerinde ve "kamu yararını her gün yeniden yeniye özgürce tartışan, her an yararlanılmaya hazır ör-gütlü kamuoyu"nca yerine getirilebilir. "Yaşama bir anlam vere-rek bağlanma" felsefi önermelerin özgürce yapılabilmesi demek-tir. Bu da "cemaat" ya da "ümmet" biçiminde değil, "ulusal top-lum" biçiminde olanaklıdır.

Ç) Mal ve hizmetlerin üretilmesi ve dağıtılinası işlevi: Bu işlev de "toplum" durumundaki insan birliklerinde, yer altı, yer üstü kay-naklarını, insan emeğini ve pazarını kendi üyelerinin gönenci için kullanmak bilinçli amacıyla düzenlenen "ulusal ekonomi kuru-mu"nca karşılanır. Ulusal toplumun tarihteki ilk örneği olan İn-giltere'de daha 16. yüzyılda, yani bu oluşumun pek başlangıçla-rında bile İngiliz kıralı "Fransa'dan ülkeme bir karış bez sok-mam!" diyerek ulusal sanayiini (dolayısıyla tüm ekonomisini) her türlü yabancı etkisine karşı koruma bilincini edinmiş bulunuyor-du. Cemaat ve ümmet düzeyinde kalan insan birliklerinde ise ekonomi işlevi tam oluşamaz, çünkü asılolarak ham madde çı-karımı ve satımına, başka ülkelerden yapılmış mal alımına ve bunların al-satçılığına dayalıdır. Bu durum sömürgecilerin çıkarı-na pek uygun düştüğü için, cemaat ve ümmet yapısını pekiştirici, ulusal toplum olmaya yönelik değişimleri ise -bunların en etki-Esi ulusal sanayinin kurulmasıdır- engelleyici olmak üzere bu ülkelerin iç işlerine karışırlar.

D) Ülke içinde özgürlük, güvenlik ve adaleti, dışarıya karşı da ba-ğımsızlığı kurma ve koruma işlevi: "toplum" özelIğindeki bir in-san birliğinde bu işlev de ulusal egemenliğe, inin-san haklarına, hu-kuk üstünlüğüne dayalı, siyasal sınırları tarihsel ulusal haklara dayanılarak çizilmiş bir "yurt" üzerinde kurulmuş "demokratik devlet" kurumunca yerine getirilir.

(4)

Türkiye'de Cumhuriyet öncesinin düşünce ortamında bu temel top-lumsal işlevleri ve bunların kurumlaşmış olarak yerine getirilmesi gere-ğini gözönünde tutan bir toplum anla~lışının bulunmadığı, aşağıda yaptı-ğımız seçmelerin incelenmesinden anla~lılacaktır.

2. Ancak "toplum" olmanın bir de "kültür" kavramıyla ilgili yönü vardır. Bilindiği gibi kültür, bir insan topluluğunun doğal ve toplumsal çevresini denetimi altına alma yolunda geliştirebildiği maddi ve manevi ögelerin tümüne denir. "Toplum" düzeyine varmış insan birlikleri, kül-türün maddi ve manevi ögelerinin birbirinden ayrılamayacağını, araların-da uyum bulunması gereğini bilirler. Örneğin uçağı üreten ve verimli ola-rak kullanan "kafa yapısı"nın, yalnız doğa bilimleri ve teknik bakımın-dan, yani yalnız maddi kültiir açısından değil, toplu yaşamın gerek ku-rumsal, gerekse davranışsal tüm manevi yönleri bakımından da köklü de-ğişimlerden geçtiğini bilirler. "Cemaat" düzeyinde kalan,' ümmet niteli-ğinde bir topluluk yaşamıyla sınırlı olan yerlerde ise yanlış ve giderek yapayolarak bir uygarlık.kültür ayrımı yapılmakta, kültürün yalnız ma-nevi ögelerden (ahlak, din, aile düzeni, hukuk, gelenek-görenek ... ) kuru-lu olduğu, uygarlığın ise kültürden bağımsız olup teknik araç-gereçlerin tümünü içerdiği; "uygarlıitın" başka ülkelerden alınabileceği, ancak "kül-tür"ün bundan etkilenmemesi gerektiği yolunda çok yanlış ve çok tehli-keli bir anlayış işlenmekt.edir. Çoğunlukla sömürge durumunda olan bu cemaat ve/ya da ümmet düzeyindeki insan topluluklarında yabancı ve yerli sömürgeci güçler bu yanlış anlayışı özellikle pekiştirip sürdürrneğe büyük özen gösterirler. Çünkü sömürü, maddi ve manevi kültür bütün-lüğünün gerçekleşmemesine dayalıdır ve bu sayede yürütülebilmektedir. Örneğin uçağı üretecek kafa yapısına, bilimsel dünya görüşüne, ekonomik işbölümü düzenine, çalışma alışkanlıklarına ... sahip olmadan, hammadde satıp uçak satınalmakla uçak uygarlığı düzeyine çıkılabileceği avutması ne ölçüde sürdürülebilirse, yabancı sömürgeci bu ülkeleri hazır hammad-de hammad-deposu ve pazar olarak () ölçühammad-de elinhammad-de tutacak, yerli sömürgeci de geleneksel ayrıcalıklarını (sultan, halife, şeyh, türbedar, ağa, toplumsal sorumluluk ve ulusal bilir.çten yoksun al-sat'çı ... gibi) o ölçüde sürdüre-bilecek .demektir. Bu yüzdendir ki dış ve iç sömürgeciler, kültür ile uy-garlığı birbirinden ayırmanır:. gereksizjjği anlayışından da, kültürel çağ-duşlaşma kavramından da hiç hoşlanmazlar. "Çağdaş kültür"ün hangi öge-lerden ve özelliköge-lerden oluştuğunu kısc.ca görürsek, bu hoşlanmayışın ne-denleri de ortaya çıkar:

A) Bilimi, sanatı, uygulc,yımı (teknoloji) en son gelişimleriyle anla-tabilen gelişkin bir yazılı diL. Böyle bir yazılı dili olmayan insan birleşimleri "toplum",. yani "socieıe" olamazlar!

(5)

CUMHURİYET ÖNCES1 DÜŞÜNCE ORTAMI 95 yapılan felsefi önermeler. Felsefenin, yasaklanmak şöyle dursun, bilimin tamamlayıcısı ve esin kaynağı olarak görülmesi.

C) ileri ölçülerde gerçekleşen işbölümüne dayalı gelişkin bir tekno-loji.

Ç) Demokratik yönetim.

Türkiye'de de Cumhuriyet öncesi düşünce ortamındaki kültür kav-ramı yukardaki çağdaş kültür ögelerinden hiçbirini içcrmemekteydi; ço-ğunluğu saltanat yönetimi bürokrasisinde görevli olan en iyi niyetli düşü-nürlerin bile ufku, uygarlık ile kültürün ayrılmaz şeyler olduğunu görmele-rine yetmiyordu. Ziya Paşa 1850'lerde uygar olmanın tiyatroya gitmeyi, kadın-erkek kaç-göçün c son vermeyi neden gerektireceğini nasıl anlaya-mıyor idiyse, 1900-1920arası düşünürlerimiz de, aşağıdaki seçme yazıla-rından anlaşılacağı üzere, geçerli bir toplum ve kültür kavramından yok-sun bulunuyorlardı.

Cumhuriyet, Atatürk ilkeleri kılavuzluğunda kadını da erkekle eşit haklara sahip yurttaş statüsüne kavuşturan aile kurumu ile; doğayı, top-lumu, insanı bilimsel ölçülerle ve öz dili ile kavramayı amaçlayan eğitim kurumuyla; yaşama bir anlam vererek bağlanmayı sağlayan, kamu yara-rının her gün yeniden yeniye özgürce tartışılabilmesine dayalı, her zaman yararlanılmaya hazır örgütlü kamuoyu ile; yeraltı, yerüstü kaynaklarını, insan işgücünü ve pazarını kendi ulusunun gönenci için değerlendirmeyi amaçlayan ulusal ekonomi kurumu ile ve ulusal yurt, ulusal egemenlik kavramları üzerine kurulu, adalet, güvenlik, özgürlük ve bağımsızlık sağla-ma ve sürdürme işlevini üstlenen demokratik devlet kurumu ile Türk ulusuna "toplum" olma yolunu ve çağdaş kültür geliştirme olanaklarını açmış, bunun temellerini atmıştır. Bu bağlamda kültür-uygarlık ayrımı-nın sakatlığını belirtmenin önemini daha ilk günden gören Atatürk'ün bu konudaki uyarısı konumuz bakımından özel değer taşır:

"Uygarlığın ne olduğunu başka başka tanımlayanlar vardır. Ben-ce uygarlığı kültürden (harstan) ayırmak güçtür ve gerekSizdir. Bu görüşümü açıklamak için kültür ne demektir, tanımlayayım: A) Bir insan toplumunun devlet yaşamında, B) Düşünce yaşa-mında, C) Ekonomik yaşayaşa-mında, yani tarımda, sanatta, ticarette, .kara, deniz ve hava ulaştırmacılığında yapabildiği şeylerin toplam

bileşimidir.

Bir ulusun uygarlığı dendiği zaman, kültür adı altında saydığımız üç tür etkinliğin toplum bileşiminin dışında başka bir şey olma-yacağını sanırım. .." (Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, T. iş Bankası Y., 1968, s. 278-279).

(6)

Cumhuriyeı öncesi dÜ:ıüncelerin<1ebunların hiçbirini bulamıyoruz. Öznel Bir Değerlendirme Değil, N{ısnel Bir Saptama

Ancak bu gözlemleri yapmaktaki c.macımız, o dönem düşünce yapısı üzerine öznel bir değerlendirme, yani kınayıcı bir tutum takınmak de-ğildir. Bu bakımdan, yine bEgi toplumbilimi açısından önemli olduğunu düşündüğüm ıçin, söz konusu eksikliğe yol açan nesnel koşullara da kı-saca değinmek uygun olur.

Osmanlılık şemasının bir yandan saltanat ve halifelik biçimindeki otokratik ve teokratik yapısı ~;ürdüğü için, öte yandan Roma gibi cihangir devlet türünün nesnel dayanakları çoktan ortadan kalkmış' son örneği ol-masına karşın, 19. yüzyıl sömürgeci süper güçlerince nasıl dağıtılacağı bir türlü kararlaştırılamadığı için:

1. Belki Türkler bile dahil, hiç biri kendisini "Osmanlı"lıkla kinilik-lendirmeyen bu çok-e~nik-kümeli yamalı bohçanın dağılmasının

kaçınılmaz olduğu açıkça ortaya atılarnamış, onun yerine bir Os- . manlılık bilincinin bell,i oluşturulabileceği boş umudu bu dönem düşüncesinde belli bir yer tutmuştur;

2. Aynı özellik ortak bir "yurt" ka\Tamının oluşmasma olanak bırak-mıyorken (Osmanlı sınırları içindeki Arap ülkelerini ve Anadolu'da 2 milyon kadar rum, ermeni.. yaşadığını anımsayalım), bir "Osman-lı vatanı" kavramı, bu dönem düşüncesinin bir bölümünü oluştur-muştur. O yurt elden gidince "Turan" gibi, yine cihangirIik döne-mine özgü düşsel öneriler ortaya atılmıştır. Çağdaş ulusal toplu-mun, ulusal nüfusla, tarihsel haklarla ve tarihsel bağlarla bağlanı-lan ulusal yurt ka vraımnaıse uLışamamıştır bu dönem düşüncesi. 3. Konuşma dili yazı dilinden, yönetim diIi halk dilinden ayrı olan ve dil birliği bulunmayan bir ülkede, Osmanlıca'nın birIiği

sürdüreme-yeceği açıkça ortaya konularnamıştır.

Ancak bu çağı geçmiş ()smanh yapısı,

ı.

Dünya Savaşı'na girince da-ğılması kararı artık uygulc;.maya konabIdikten ve Türk halkı kendi ba-şına yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıktan sonradır ki, Amasya'dan "Ulusun yazgısını yine ulwilin azim ve kararı kurtaracaktır. Artık padi-şah olsun, halife olsun, hiç bhnin hikmeti kalmamıştır!"haykırışı yük-selebiimiş; Ulusal And ile sınırları belirli bir yurtta, Anadolu'daki rUID-larla ermeniler,Irak, Suriye ve Hicaz'daki araplar ... da devlete bağlılık duymadıklarını açıkça ortaya koyduktan sonra, Türk ulusu kimliği ile or-taya çıkabilmiş, özetle en sonunda Türk halkı da "Osmanlılıktan soyuna-bilmiş"tir.

(7)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAM! 97 Aşağıda Cumhuriyet öncesi dönemin başlıca düşünce akımlarını tem-sil eden Radikal İslamcı, Reformcu İslamcı ve Çağdaşlaşmacı düşüncelerin en tanınmış kalemlerinden kısa seçmeler yapmış bulunuyorum. Radikal İslamcı akımın düşüncelerini olduğu kadarıyla en kapsamlı ve dizgesel olarak. açıklayan Prens Sait Halim Paşa'nın "Buhran-ı Fikrimiz" adlı ma-kalesini, Reformu İslamcıların en tanınmış kalemlerinden Mehmet Şem-settin'in (sonradan Şemsettin Günaltay, 1949-1950 yıllarında başbakan) Zulmetten Nura ve Hurafattan Hakikata adlı kitaplarından kısa birkaç bölümü, son olarak da Çağdaşlaşmacıların en önde gelen kalemi olan Ce-lal Nuri'nin (sonradan Celal Nuri İleri, Çanakkale milletvekili) Hevaic-i Kanuniyemiz ve Tarih-i İstikbal adlı kitaplarından kısa bölümleri günü-müz yazısına ve diline aktararak sunuyorum.

PRENS SAİT HALİ M PAŞA: KÖKTENCİ İSLAMCı

"Düşünsel Bunalımınıız", Sebilürreşad, C. 15, Sa. 386, s. 383-385,1914.

ülkemizin yükselip ilerlemesini sağlamak için Batı uygarlığından ya-rarlanma zorunluluğu, bizde yeni bir düşünürler sınıfı yetiştirdi. Bu ge-reksinimi gidermek için yetişen bu aydın sınıf, ulusun geleceğine her türlü denetim ve yarışmadan bağımsız bir etkide bulunmaktadır.

Oysa bu aydın kesim, Batı uygarlığının etkileri altında kişiliğini yiti-rerek aşırı bir Batı hayranlığına uğramıştır ki, ulusal kurtuluşu, ancak kendisinin uğradığı bu hastalıklı tutkuyu ülkeye yaymakta görüyor; iler-leme ve yükselme adına inanç ve düşüncelerde türlü türlü bunalımlar doğurarak ülkeyi karanlık bilinmezliklere doğru sürükleyip götü~üyor.

Batı hayranı olan bu düşünür takımımızın kafa yapısı, kaynağı olan Batı. düşüncesine hiç bir bakımdan benzemez. Bunlar kendi çevreleri için umutsuzluk dolu o üzücü ve kısır eleştirileri ile belirirler. Bu eleştiriciler açıklayıp kanıtlayamadığı için suçlar, anlayamadığı için yadsır. Var olanı ve ortaya çıkmakta olanı bilmgz de nasıl olmak gerekeceğini öğretmeye kalkışır.

Ne var ki, umutlarımızı bir zaman bu düşünürler takımına bağlamış, mutluluk ve ilerlemeye ilişkin en seçkin dileklerimizin gerçekleşmesini ondan beklemiştik.

Çünkü onun inançtan yoksun, çekingen ruhundaki o karanlık kötüm-serliğin, umutlu olmaya ve ülkenin özlemleriyle uyuşacak bir dilek bes-lemeğe engelolduğunu bilemiyorduk.

(8)

Onun o karanlık kötümserliği, yurdunda her şeyi iyileştirip değişti-rerek kurtaramayacak öl~;üde bozuk görmesinden kaynaklanmaktadır. O bundan dolayıdır ki, kurtuluşu ancak var olanı yıkıp, az çok batılılaşmış olan kavrayış, mantık ve ahlakına, frenkleşmiş olan toplumsal ve siyasal tasarımlarına göre yeni bir toplumsal biçim oluşturulmasında görüyor.

Bu ülkü ruhu ile var olanı yok ed~.p,yerine uluorta başkasını koymak isteyen ve yurtlarında nıhhmnın, düşüncelerinin hoşuna gidecek bir şey bulamayarak hiç bir manevi zevk duyamayan insanların yurtları ile ne gibi ilişkileri olabileceği sorusu ister istemez ortaya çıkar.

Bu giiblerin tuhaf düşünüşü az çok her hususta etkilerini duyurmak-tadır ki, düzeltim ve iyjJeştirmelere ilişkin anlayış biçimleri bunun be-lirgin bir örneğidir. Açıklayalım: başka ülkelerde herhangi bir şeyde gö-rülen bir sakınca ya da ekliğin değiştirilip iyileştirilmesi gereği duyul-duğu anda değiştirilip iyileştirilmesine çalışılır. Bizde ise düzeltilmesi is-tenen her şeyin duraksaınaclan yıkılıp yerine daha iyi olduğunu sandık-ları bir biçimin konulma;i1 istenir. Bu çalışkan insansandık-ların gözünde düzel-tip iyileştirmek isteği, yalnızca var olan bir şeyin bırakılıp yerine başka bir şey konulmasına yarayan bir nedendir. Oysa Batılılar, bir şeyi yal-nızca korumak isteği ile iyJeştirmek isterler. Sözün özü, bizde yeniden canlandırmak için yok etmeğe, Batıda ise yok olmaktan korumak için sürdürmeğe çalışılır.

Batı hayranlarının elde ettikleri bilgi ışığı kendilerini aydınlatmak-tan çok, görme yeteneklerini köreltmekte olduğu ve kendilerine bu ışığı . hazırlayanları olduğu gibi yansılama yolundaki çaba ve tutkularına ve Batılılar gibi düşünüp d,ıvranmakta olduklarını sanmalarına karşın, on-lara hepten ters bir biçimde düşünüp davrandıklarını bile göremedikleri, şu kolay karşılaştırmayla ortaya çıkar.

Oysa bir şeyin yerine başka şey koyarak iyileştirme yoluna gitmekle, gerçekte yeni bir şeyin :lenemesinden başka bir iş yapılmamış olur. Bu ise, kimi kez pek acı olan bir takım deneyimlerden ortaya çıkmış bilgi ve birikimden yoksun kalarak, yeniden bir takım denemelerde bulunmak, başka deyişle duraksama ve kuşkular içinde değerli zamanlar yitirmek, yeni yanlışlar yaparak daha sonra onarımıarına çalışmak, kısacası çoğu kez önlenmesi gerekli kötülüklerden daha korkunç sonuçlara vardıracak bir uğraşa mahkum olma1: demektir.

Bundan başka değiştirme, niteliği gereği, bir şeyi bir başka şey kar-şılığında bırakmak zorunluluğu demek olduğundan, bir baskı eyleminden başka şey değildir.

Bir baskı eylemi yeterince akla uygun ve haklı değilse, bir keyfi davranış olur. Bu keyfi davranış ise başka bir keyfi davranışa yol

(9)

açtı-CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAM! 99

r

ğından, sonunda keyfi davranışlar salt egemen kesilir. Keyfi davranışın egemen olduğu yerde de deneyim, bilgi ve ölçülülük etkisini yitirir. Ye-nilikçi zararlı olmaktan ve düzeltimleri de az ya da çok kötülükler doğur-maktan kurtulamaz.

Batı hayranlarının bu durumu, hastalık ve dertlerden sakınmak ve tam sağlıklı bulunmak isteği ile doğa bilgisi kitaplarını incelemeye ko-yulan ve sonunda tüm hastalıkların kendinde bulunduğunu görerek ya-şamı, ancak bir içgüdü ile katlandığı çekilmez bir yük, kaçınılmaz ve uzun bir acı gibi görenlerin durumuna benzer.

O düşünürler de, tıpkı bunun gibi, üyesi oldukları topluluğa daha tam bir sağlık kazandırma ülküsüyle bilgi elde etmeğe çalıştıkları halde, sonunda onu en tehlikeli kötü durumlara uğramış görüyorlar.

Elde ettikleri tüm bilgilerin, yurtlarını kendilerine bir üzüntü ve acı kaynağına dönüştürmekten başka bir yararı olmuyor. Ve onlar bu yurda ancak bilinçsiz, kalıtsal bir duyguyla bağlı kalabiliyorlar.

Bu durumlar arasında görülen kesin benzerlik, gelişigüzel bilgi edin-mekle güçlü olunamıyacağını kanıtlar.

Düşünce edinimleri yöntemsiz ve amaçsız olduğunda, onu edinenler gibi çevrelerine zararlı olacak bir takım geçersiz düşünce sahibinden baş-ka bir şey yetiştiremeyeceğinden, zararlı. olur.

Böyle bilgiler edinmiş olanlar da, tıpkı tıp heveslisi gibi, öğrenimle-: rinde yöntem ve amaç izlemediklerinden dolayı kendilerini hastalıklı bu-lurlar. Hele bütün bilgi ve kavrayışları, kendini bilmerne gibi doğal olma-yan bir temel üzerine kurulmuş .olduğundan, hastalık büsbütün karma-şıklaşarak kendine özgü bir biçim almaktadır .

.

Gerçekten Batı hayranlarının manevi, toplumsal ve siyasal sorunlara ilişkin bilgilerinin genişliği iki biçimde belirmektedir: Önce, bu sorunlar-dan herhangisine ilişkin olursa olsun, bizi ilgilendiren yönlerini bilmernek ve öğrenmeğe tenezzül etmemek; ikinci olarak da, bizi ilgilendirenler dı-şında, bir çok yöntemler, kaynaklar ve geniş bilgiler bilmek.

Ama bu tutarsızlık, Osmanlı toplumunun gösterdiği ve bundan daha tutarsız bulunan bir durumün doğal sonucudur.

Osmanlı toplumu yüzyıllarca önce kurulup ünlü bir. uygarlık orta-ya çıkardığı ve insanlık tarihinde önemli bir görev yerine getirdiği halde, Batıcılar kendi manevi ve ahlaki yaşamını, toplumsal ve siyasal yasala-rını, kaynaklarını ve anlayışlarını, kısacası dehasını temsil eden ve ulu-sal, ahlaki ve düşünsel varlığını oluşturan şeyleri küçük görüp aşağılaya-rak bunları araştırıp incelemekte yarar ummuyorlar ki, kendini

(10)

bilme-rnek gibi bilgisizliklerin en uğursuzu olan bir duruma onları atan da budur. Bundan dolayıdır ki, Batı hayranları kendilerini, daha yeni ku-rulup ulusal varlığını elde etme~~eçalışan yeni doğmuş bir topluluk sa-yacak ölçüde atalarımızın büyüklüğünden kuşku duyuyor ve bizi aşağı görüyorlar. Bu şaşırtıcı biçiınde oluşan düşünce yapılarıyla elde ettikleri bilgiler de en sonunda kendilerini düşünsel açıdan göçe, ruhsalolarak da uyrukluk değiştirmeğe yöneltiyor.

. Bu koşullarda elde ee'ilen bilgilerin kendi başına bireysel bir değeri olabilir, yani mühendis, dı,lktorVl~ bunlara benzer sanatkarların

yetişme-sine yararı bulunabilirse de, herhalde toplumsal değeri hiçtir.

Bilim karşılaştırmaya ulaştırınca yararlı olur. Çünkü insan ancak nesneler arasında karşılaştırmalar yaparak, dünya işlerini daha iyi an-layarak ona göre davranışlarını düzenler. Bilmek, karşılaştırmak demek-Ür. Öyleyse kendi toplumumuz ile başka toplumlar arasında yararlı bir karşılaştırma yapacak ölçüde kendimizi bilmeyince, bizden daha ileri ya-bancı uluslar arasında ne kac.ar karşılaştırmalar yapsak, ne denli bilimsel ve mantıki sonuçlara ulaştıracak bir yeterlilik göstersek, bununla kendi toplumumuzun eksik ve bozukluklarını bulup onaramayız.

Batı hayranlarının dÜ~iünüşbiçimi öylesine bozulmuştur ki, çoğu kez Batılı öğretmenlerinden öı~rendikleri şeyleri, gerçek anlamlarından büs-bütün başka bir biçimde almaktcıdırlar. Bu aşırı yabancılık onları kendi çevremizden ayıra ayıra, en sonunda bu çevrenin büyük nitelik ve öne-mini kavrayamayacak duruma sokuyor.

Oysa herhangi bir olayın doğası ve niteliği ne olursa olsun, en önemli, en temelli etkeni ortaya çıktığı y~r olan ortamı değil midir? Bu pek açık bir bilimsel gerçek iken, inceleme ve uslamlamada ortamı gözönüne al-mak zorunluluğu gereğince kavranamadığından, uslamlamaları olumsuz bir nitelik kazanarak, olumlu bir gerçekten yoksun bulunuyor. Ortamımıza karşı ilgisiz bir kavrayış ve düşünüşten doğan bir tür düşseverlik nite-liğini alıyor. Ve her türlü işlemsel değerden yoksun kalıyor.

Yine ortamın büyük öner::1ikavranamadığından dolayı, medeni hukuk alanına ilişkin yasaların da -Batı hayranları gibi- yer değiştirmekle bir yere lfyabileceği sanılıyor. Oysa o düşünürler gibi onlar da uyrukluk değiştirince nitelik değişti:cerek bizleri acı düş-kırıklıklarına uğratıyorlar. Belirtegeldiğimiz düşünü~iten ileri gelen sakat biçim edebiyatımızda dı! açık bir biçimde görünmektedir. Pek scyrek istisnalar dışında bugünkü Osmanlı edebiyatı içtenlik ve gerçeklikten yoksundur.

Bu, ruhumuzun değil, düşüncemizin bir ürünüdür. Yani kaçak olarak dışarıdan getirilmiş düşünce ve duygulardan kurulu, yapay bir üründür.

(11)

CUMHURİYET ÖNCES! DÜŞÜNCE ORTAM! 101 Osmanlı ruhu edebiyatımızd~ da dışlanmış, onun yerine kökeni ve geliş yolu değişik, düzenden ve tutarlılıktan yoksun bir çok ansiklopedik bil-giler konmuştur ki, bu durum da onu acınacak bir duruma düşürerek, se-vimsiz bir kişiliksizlik tutumu içinde ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Gerçekte edebiyatımızda da, söylenmek istenenianlatan dil sözcükleri dışında Türklüğe ilişkin hemen hiç bir şey görülemez. Esin yerine uy-durma, derin ve içten duygular yerine keskin ve başıboş bir zekfı geçmiş-tir ki, bu durum Osmanlı ruhunu güçlendireceğine, tersine gevşetiyor. Ve edebiyatımız sağlıklı ve güçlü inançlar doğuracağına, zararlı kuşkular, duraksamalar ve inançsızlıklar saçıyor ve sonuç olarak etkili bir dağılma nedeni oluyor.

Güzel sanatların bir ulusal ruhu olması ve esinlere ulaşması için bir yurdu bulunması gerekir.

İşte bu iki niteliğin yokluğundan dolayıdır ki, güzel sanatlar, beceri-leriyle öğünen, ama deha ve esinden yoksun bir takım sanatçılar elinde ölmektedir.

Batı hayranlığı ülkede düşünce yaşamını yaygınlaştırmaya yaraya-cağına, öylesine kargaşaya sokmuştur ki, bugün artık hiç yoktur den ile-bilecek bir duruma getirmiştir. Düşünce ve sanat zevklerinden yoksun olan, tasalı, üzüntülü ve beğenmeyici bir toplumda, yararsız bir bilimin ürünü olan hastalıklı bir kötümserlik, düşünceleri karıştırıp ruhları ka-rartarak hızla yaygınlaşıp gelişmektedir. Bu kötümserliğin aşıladığı ben-cil ve aşağılık bir çıkarcılık, Osmanlı ruhu ile birlikte Osmanlı ülküsünü de düşürmektedir.

Batı hayranlarının ortamımıza yaptığı yokedici etkiye karşı Batı dü-şünüşünün ortamına olan hazırlayıcı ve yenileştirici etkisi gözönüne alı-nırsa o hayranların ortamlarına olduğu gibi Batı düşünüşüne de her ba-kımdan yabancı bulundukları ortaya çıkar. Bundan dolayı bu düşünüş Batı düşünüşüne göre asalak bir nitelik gösterir. Madem ki" toplumuna yabancı kalmakla birlikte yine onun sayesinde yaşıyor, öyleyse bu toplu-ma karşı da bir asalak oltoplu-maktan başka bir şeyolatoplu-maz. Ve eğer o yapma-cık bilimiyle yol açtığı yıkımları zamanında durdurmayacak olursa, so-nunda kendisi gibi bu toplumu da Avrupa toplumları için bir asalak du-rumuna düşüreceğine kuşku yoktur.

Acaba alın yazısı bizihep bir aşınııktan başka bir aşırılığa düşrneğe mi götilrecek? Eski zamanlarda aydın kesimimizin en büyük yanlışlan Batı uygarlığını tanımamaları ve bu bilmemezlik yüzünden ona karşı düş-manlık beslemeleriydi. Oysa bu Batı hayranlarınınbu duruma tümden karşıt bir aşağılığa düştüklerini görüyoruz. Onlar tanımadıklarından do-layı ülkelerine yabancı kalıyorlar. Ve bilinç ve düşle durmaksızın

(12)

seğirt-tikleri toplumsal uygarlığa karşı aşırı bir tutkunluk içinde kendilerini unutuyorlar. Karşıtlar en sonunda birleşiderse, uygarlık ögesi olmak üze-re son çözümlemede bu düşünürleI'in eski düşünürlerden daha zararlı 01-:-dukları anlaşılıyor.

Dün de, bugün de ilerleme ve gelişmemize engel olan~ kültür eksiği-miz olmuştur. Bilgisizliğieksiği-mizin bir geçmişteki, bir de bugünkü biçimi var-dır. Geçmişteki biçimi düııünce ve deneyim alanında coşkun biçimde or-taya çıkan ilerlernelere yabancı kalmaklığımız idi. Bugünkü biçimi ise eskiden tümden yabancısı olduğumuz şeyleri pek eksik ve yetersiz bir biçimde bilmekliğimizdir.

Bugünkü bilgisizliğimizin tanıtıcı özelliği, bir çok sakat bilgiden ku-rulu bir aldatıcı örtüyle örtülü olması dolayısıyla bilgisizliklerin en za-rarlısı sayılması yerinde olan yarım-bilgidir ki, bizleri her zaman gerçek ve yararlı girişimlerden alıkoyarak uygar insanlık gözündeki değerlmizi düşürmekte ve güriümüz uygarlığına yeteneğimiz bulunmadığı sanısını doğurmaktadır. Bugünkü aşağı durumumuz ise' ulaşmaya çalıştığımız amacın niteliği üzerine kesin bir aymazlığa düşmemizden dolayıdır.

Ulusal yükselişimiz için Batı uygarlığından yararlanma gereği, her nasılsa, ne olursa olsun Batılılaşmamız gerekeceği yolunda bir boş kanıyı doğurdu ki, tüm çabalarımızı yenik düşrneğe ve sonuçsuz kalmaya

mah-i kum eden en temel aymazlığımız bu olmuştur. Bu sakat kanıdan kurtulu-şumuz için her konuda Batılı ulusları yansılamaya mahkum olduğumuz inancı ortaya çıkmıştır ki, bu da co denli yanlış ve geçersizdir". (Sebilürre-şad, C. 15, Sa. 386, s. 383-385, Yı! 1914).

MEHMET ŞEMSEDDİN (sonra GÜNALTAY): nJDzELTi:MCt İSLAMCı

"Kökleşmiş l{anılar Gerçeği Görmeye EngelOlurlar" s. 9-10.

"Bir ulusun uygarlığı, yetkinlik anıtları, az sayıda bir kaç temel dü-şünceye dayanır. Herhangi bi!.' ulusun kuru!I1ları, anıtları, güzelyazını, sa-natı, kısacası ulusun varlıı~ını belirten her şey bl,! temel düşüncelerden çıkarlar. Bu düşünceler yavaş yavaş ve güçlükle oluşup kesin bir biçim aldıkları gibi, yine pek güçlükle ve çarpışarak ortadan kalkarlar. Bir çok düşünceler vardır ki, temelsiz ve geçersiz oldukları yüksek düşüncelilerin gözünde kesinlikle anlaşılmasına karşın, eğitimsiz geniş yığınlar üzerinde en güçlü ve en derin bir e'~kiclebulunmaktan hiç bir vakit geri kalmazlar.

(13)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAMI J

Çünkü eğitimsiz yığınların ruhuna uygun olan bu düşünceler yılların yığ-dığı, yüzyılların pekiştirdiği kalıtsal artıklardır.

Halkın kafasına yeni bir şey koymak ne denli güçse, yerleşmiş bir dü-şünceyi çıkarmak da o denli ve belki de ondan daha güçtür. Eğitimsiz yığınlar hep kendi düşünüşunün gereklerine bağımlı olmuştur. Halk her şeyin kendi isteğine kendi kafasına uygun olmasını ister. Düşüncesine de-ğil, duygusuna uygun görmediği şeylere, beğenisini okşamayan acı çekıere karşı derin bir tiksinti duyar. Kökleşmiş kanılar her zaman ger-çeği görmeye engelolurlar. Şu kitapta ortaya atacağımız acı gerçeklerin eğitimsiz yığınlara özgü düşüncedeki bir çok kimseleri inciteceğini bili-yoruz. Çünkü bu gerçekler onların düşünüşleriyle pek de uyumlu değildir. Ama bugün öyle bir durumda bulunuyoruz ki, en küçük bir gerçeği bile gizlemek büyük bir cinayet olacaktır.

Eksiklerimizi, yıkımımızın nedenlerini, en derin, en gizli noktalarına değin açmak, çözümlernek, zorunluluk durumuna gelmiştir. Eksikler öğre-nilmeden, yanlışlar kabulleöğre-nilmeden, çöküşün nedenleri kesin bir duyarlı-lıkla derinliğine araştırılmadıkça, kurtulmak için baş vurulacak her giri-şim sonuçsuz kalır ve hiç bir yarar sağlamaz". Zulmetten Nura, 1331 (1915), Tevsii Tabaat Matbaasl.

"İçtihat Her çağ İçin' Zorunlu Gereksinimlerdendir".

İnsanlık uygarlaşma yolunda ilerledikçe insanların gereksinimleri ve birbirleriyle olan ilişkileri de artmaktadır.

Göçebe yaşam koşullarında yuvarlanan insanlarla uygar yaşam için-de didinen insanların gereksinimleri arasındaki fark, düşünülüp tasarla-nabilecek olanın kat kat üstündedir. Afrika içlerinin iklimIerinde başıboş dolaşan bir ilkel ile Nil'in denize kavuştuğu yerde (mansabında), Thames kıyısında yaşayan bir .uygarın düşleri ve yorumları (güzariş), gereksinim-leri, geçinme biçimgereksinim-leri, yaşam biçimleri büsbutün başkadır. Bu başkalık-tan dolayıdır ki, Çad Gölü dolaylarında dolaşan insanlar arasındaki gele-nekler, göregele-nekler, İskenderiye ya da Londra'da oturan uygarların düzen-leriyle, alışkanlıklarıyla, yasalarıyla karşılaştırılamazlar bile. Bir kaç kök-lü geleneğe dayanılarak başkanlarının gönlünce yönetimleri, göçebelerin yaşam düzenlerini sağlamasına karşın, ciltler dolusu yasa düzenlemeleri uygarların gereksinimlerini, toplumlarının uyumunu sağlayamıyor. Yine bir çok şeyler o yasalarm kapsamı dışında kalıyor. Bunlar da ayrı yasalar istiyor.

İnsanlık, yetkinleşme amacına doğru ilerledikçe, her adım başına önünde daha geniş bir ufuk, daha belirgin (müsennem) bir alan,

(14)

da-ha zorunlu bir gereksinim beliriyor. Bu pek doğal bir dummdur. Çünkü insanlar uygarlıkta, düşünsel gelişmede ilerledikçe geçim biçimleri ve ara-larındaki ilişkiler de o ölçüdE değişir ve genişler. Bu durum yeni yeni ge-reksinimIerin doğmasına reden olur. Sonunda bir çağın gereksinimi başka bir çağınkiyle karşılaştırılamayacak ölçüde değişme gösterir. Dahası, dik-kat edlirse bu yoldaki değişme ve türlülenmenin, değil yüzyıldan yüzyıla, bir yıldan öbürüne bile pek derin ayrılıklar gösterdiği anlaşılır. Gerçek-ten iki üç yüzyıl önceki insanların tasarımlarına gelmeyen qir takım şey-ler, bu yüzyılda bir gereksinimler yığını (heyulası) olarak karşımızda sır-tarıp duruyorlar. Dedelerimizin düşlerinden geçmeyen bir geçim ve yaşam biçimi, bize bugün pek doğa:. bir durum gibi geliyor. Kim bilir, gelecek yüzyıllarda yaşayacak insanlar, bizim o mutlu ya da mutsuz kuşaklarımız, bugünkü insanlığın henüz düşünemediği ne acı verici gereksinimler kar-şısında kıvranıp duracaklardır. Gereksinimlerin türlülenip artması, insan-lar arasındaki işlemlerin de genişleyip artmasına yol açar. İşlemlerin ge-nişleyip türlülenmesi, gelenek ve düzenlerİn de genişlemesini gerektirir. Daha başka gereksinimlere, daha önceki zamanlara göre düşünülüp (iç-tihat dilip) konulmuş olan yöntemler, yeni gereksinimleri karşılayamaz. Yeni gereksinimler, pek şiddetli bir biçimde, yeni düzenler ister.

Bu düzenlemeler yapılmaz, yeni yeni değerlendirmelerle (içtihatlarla) o gereksinimler giderilmezse, ulus kötürüm olur, ilerleme alanında bir adım atamayarak olduğu yerde sayar kalır, belki de geriler.

Oysa köstekten kurtulmu,?, geçecekleri yollar önceden düzenlenmiş olan uluslar, ilerleme alanında bir şimşek hızı ile yol alırlar. Çağın ge-reklerine göre yeni düzenlemelerde bulunamayan uluslar ise -zaman ilerlediği, ilerilik çağına koştuğu halde- bulundukları sıkıcı çember için-de başları dönmüş olarak kai.ırlar. Bir çağın insanlarını dünya işleriniçin-de, önceki çağın düşünme ve dei~erlendirmelerinin sonucu olan geleneklerle bağlamak gibi uygunsuz bir şeyolamaz. Çünkü bu durum, o insanları -bütün insanlık bir sel gibi ilerlemeye koştuğu bir sırada- durgunluğa, eskiye gömülmeye yöneltmektedir. Karanlıklara gömüle gömüle nemlenen canlılar ise küflenir. Sonra da bozulur ve çürüyüp dağılır. Ulusu bozul-maktan, çürüyüp dağılmaktan kurtarmak da ancak bu çağda o çağın ge-reklerine göre düzenlemeler getirmekle olanaklıdır. "Zamanın değişme-siyle kuralların da değişeceği" hukukuntemel kurallarından değil midir? Yöntembilimciler hukuk bilimini "kişinin kendisi için yararlı ve za-rarlı olan şeyleri bilmesidir" yolunda tanımlıyorlar. İnsanın yararı ve zararı ise zamana, yere, ortama göre değişir. Öyleyse her zamanın ge-reksinimIerine göre düzenlemelerde bulunmak zorunlu bir buyruk ol-maz mı?

(15)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAM! 105 Dinin amacı, sağduyu sahiplerini kendi seçimleriyle, dünyada ve ölümden sonra mutluluk ve esenliğe eriştirecek amaçlara yöneltmektedir.

Din, dünya işlerinde müslümanları, bu ereğe ulaşmaktan alıkoyacak hiç bir şeyi buyurmaz. Peygamber, "dünya işlerine kendilerinin akılları-nın daha çok ereceğini" belirterek yakınlarını dünya işlerinde özgür bı-rakmakla bu gerçeği topluluğuna öğretmişlerdi.

... İslam dininin onurla süregitmesi, müslümanların mutluluk ve gönence ulaşmaları, yeni düzenlemeler yapma yolunun açık olmasına bağ-lıdır. Yeni düzenlemeler yapmak, her çağda müslümanlar üzerine kesin bir görevdir (farzdır).

Yeni düzenleme yolunu kapayanlar, yorulup da Gazali, Maverdi, İbn-il Salah, Nevri, Razi, Siyuti, Tebrizi ve Şehristani\ gibi ünlü bilginlerin bü-yük yapıtlarını inceleyip araştırmış olsalardı, bu davranışlarıyla dine kar-şı ne büyük hainlik yapmış olduklarını -eğer kavrayışları varsa- anla-mış olurlardı.

Yeni düzenleme yapma yolunun kapalı olduğunu öne sürenler, Şeh-ristani'nin "Mihl ve Nahl" adlı değerli kitabındaki şu görü,Şü insaflı bir bakışla okuyarak, müslüman topluluğunun şimdiye değin sürüklendiği yı-kımların yettiğine inansınlar. Bu topluluk sürgit cehalet kurbanı olamaz. Şehristani diyor ki: "Din a.yetleri(kuralları) sınırlı, insan işlemleri ile dünya olayları ise sınırsız"dır. Sınırlı olan şey, hiç bir zaman sınırsız olanı kapsayıp kavrayamaz. Öyleyse yeni düzenlemeler ve karşılaştırmala-rın saygın tutulup kesinlikle sürekli olması gerekir ki her olay, her işlem, her olgu üzerine yeni düzenlemeler yapılabilsin ve böylece müslüman toplumu esenlik ve mutluluğa ulaşabilsin .

... Bu açıklamaya karşın, yine de yeni. düzenleme yolunun kapalı ol-ması gereğini öne sürenlerin durumuna bilmem ki gülmeli mi, ağlama-lı mı? ..". (M. Şemsettin, Zulmetten Nura, 1331 (1915), s. 378-384).

M. Şemsettin, Hurafattan Hakikata (1332 -191'6-, Tevsi-i Tebaat Mat-baası) adlı kitabından aşağıya aldığımız bölümlerde de şunları dile

getir-mektedir: .

"İslam adı altında yaşayan insanlık yığınının yaşamındaki düşkünlü-gu (sefilliği) gröen, inleyiş ve sızlayışIarını dinleyen duyarlı bir vic-dan tasarlanamaz ki bu korkunçluklara karşı ilgisiz kalabilsin; o iniltile-rin yankılandığı kafasırrda kopan fırtınalarla varlığının sarsıldığını duy-masın!

(16)

ya-şamış olan müslümanlar, bugün aşağılık ve düşkün, çamurlarda sürünü-yor, aşağılanıp tutsak olmuş, ';okatlar altında inliyor". (s. 3) ..

"Eski müslümanlar gerçeite tapıyorlardı. Şimdiki islamlar ise saçma inançların tutsağıdırlar. Eski müslümanların dini onlara çalışma ve kül-tür ışıkları saçıyordu, şimdiki müslümanların inançları ise kendilerini ka-ranlık ve düşkırıklıkları u~;urumlarına doğru sürüklemektedir.

"Hurafattan Hakikata" bunları göstermek, o saçma inançların kay-naklarını araştırrriak düşünceEiyle yazılmış bir kalem denemesidir. Kesin yok-olma çukurlarına yuvarlanan islam dünyasını kurtarmak için saçma inançları yıkmak ve gerçE.ğe koşmaktan başka umar göremiyoruz. Eski gönenç ve mutluluğu sağlayan din canlandırılmadıkça bugünkü islamıarın dünyadan yaşamı-sürdürme-payı alamayacaklarına inanmak gerekir. Çün-kü saçma inançlar yaşatmaz, öldürür" (s. 4-5).

"Bir müslümanın dinde düzeyi ne denli yüksek olursa olsun, başka müslümanlar üzerine baskı kırmak hak ve yetkisi yoktur" (s. 353).

" ... Bilim ve anlayış ~:ahibi olan her müslüman, kendinden önce ve sonra dünyaya gelenler içinde büyük tanınmış saygın kişilerden hiç biri-nin aracılığına gereksinimi olmaksızın, tanrı buyruklarını iyi ve kötüyü ayırdetme ölçülerini bildirenden (Furkan-ı mübin=Kur'an, Ö.O.), pey-gamberin öğütlerini (sünen=:sünnetler, Ö.O.) de gerçek hadislerden öğ-renebilir, öğrenmekle yükümlüdür. Bir kişi dince ne denli bilgin, erdem-ce ne denli saygıdeğer olursa olsun, öne sürdüğü kanıtın gücüne bakmak-sızın sözlerini. hiç kimse din adına kabulle yükümlü değildir. Dahası, Ki-tap ve Sünnet'ten kural çıkarabilecek ölçüde bilgili olmayan müslüman-lar bile, davranış ve inanç kuralmüslüman-ları kendilerine öğretilen konular üzerin-de kanıt ve belge isternek hakkına sahiptirler.

Özetle, islamda dinsel baskı yoktur" (s. 354-355).

"Saçma inançlar, islam dünyasının tutsaklık altına girmesine neden oldu" (s. 356).

"Bu durumun sürmesi, mjslümanların mahkum olmalarına, islam di-ninin yok olması tehlikesinin doğmasına yol açabilir. İslamIarda uyanma düşüncesi doğmazsa, bu tehlike kesin ve kaçınılmazdır" (s. 357).

"Saçma inançlara bulanmış bir din, kültür ve düşünce sahiplerinin vicdanına seslenemez. Tenbelliğe sürükleyen bir inanç, şu çalışma çağın-da ona bağlı olanların yok olup yıkılmalarından başka bir sonuç getire-mez.

(17)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAM! . 107 İslamlığı eski yalınlığına kavuşturmalıdır ki, kültür sahipleri onun anlamının hayranı olsun, yüksek ilkelerinin değerini bilsinler. Görüyoruz ki müslümanlar arasında yetişen aydın kafalar, din adına ortaya atılan ~eylerden tiksinip kaçınıyorlar. Halk ise saçma inançlar içinde sarhoş ve baygın bir durumda, yıkım burgacına sürüklenip gidiyor ... " (s. 358).

CELAL NURİ:

ÇAGDAŞLAŞMACI AKIM DÜŞÜNÜRÜ "Zamamn Dcğişmesiyl~ Kurallar da Değişir"

Hevaic-i Kanuniyemiz (Gereksindiğimiz Yasalar), Matbaa-i İçtihad, 1915, İstan-bul, s. 108-118.

" İyice bilmeliyiz ki bugün müslümanlar bir içtihat yanlışından, bir apaçık hukuk gerçeğini anlayamadıklarından çöküntüye gidiyorlar. Bil-ginler bu gerçeği güzelce anlamalı ve sonra da islam dünyasına anlatma-lıdırlar.

Göstermek istediğimiz gerçek şudur:

Kurallar, yer ve zamana bağlı olarak her vakit, belki her dakika de-ğişir. Dünyada, tarihte bir hukuk kuralının değişmeden kaldığı görül-memiştir. Salon, Likurgos, Jülien, Roma, Manu, Kilise yasası, sözün kı-sası tüm yasalar değişip başkalaşmış, eskimiş ve yenileri yapılmıştır. Ya-• sa, gereksinimleri düzenlemek için yapılır, yoksa gereksinimler eski

ya-salara uydurulmaz.

İşte biz müslüman düşkünler, çekim ve itim yasası kadar sağlam, bi-lirp. ve matematik yasaları ölçüsünde dayanıklı bu değişim yasasını an-layamamışız.

Dünyada konulan her kural değişir. Bunun bir istisnası vardır, o da "zamanın değişmesiyle kurallar da değişir" islamlık kuralıdır.

Akıl gereği, nakil gereği, kısacası nasıl düşünecek olursak olalım, gö-rürüz ki insanlar ve uluslar gibi yasalar ve yargılar da yaşlanır, eskir, so-nunda ölür, gider.

İnsanlık ölmez, çünkü her an yargılarını ve yasalarını değiştirir. Müslümanlarda baskıcılık dönemlerinden kalma bir adet var: dinsel yasalar, evrenin sonuna değin gidecek, insanlığın durumlarını düzenleye-cek sanıyoruz. Ama hangi dinsel yasalar? "Zamanın değişmesiyle kurallar

(18)

da değişir". diyen genel yasa. Yoksa uygulamalar değil! İşte bu yanılma, bu yargı yanlış ı müslümanlığı. batırıyor.

Ey bilginler! Size seslenirim. En büyük yasa koyucu (burada Muham-met, Ö.O.) müslümanlığı düzenlediği vakit bundan amacı, kuşkusuz, in-sanlığın o günkü ve gelecekteki mutluluğu idi. Oysa görüyoruz ki bu çağda İslam mutlı,ı olacağına mutsuzdur. Demek oluyor ki o ulu yasa ko-yucunun amacı gerçekleşemiyor. Bana göre, islam dünyası nasıl gönenç ve mutluluğa ulaşırsa, ha:ıgi yasaların uygulanması ile yükselir ve iler-lerse, o yasalar işte asıl islam yasalarıdır. Yoksa on yüzyıl önce dört ima-mın çıkarsadığı ve gerçekten de kendi zamanlarında müslümanların mut-luluğunu sağlamış olan kırallar, bugün bize gerekli olan islam hukuku değildir.

İslamın büyük bir niteliği vardır. Ey saygıdeğer hocalar, bunu anla-yınız. Hz. Muhammet MW3tafa daha önceki dinler üzerine islamlık yapı-sını kurduğu vakit, bundan amacı her zamanda ve her yerde uygulana-bilecek bir yasa koymak idi. Bunun için islamlığın temeline saymakla bit-mez kolaylıklar koymuştur. hlamın ilk büyükleri de peygamberce getiri-len bu olguyu iyice anladıklarından, müslümanlığın yayılması döneminde yeni yargılarda (içtihatlarda) bulunmuşlar, yepyeni kurallar düzenlemiş-ler, bunun da ötesinde, kesin Kur'an ayetlerine karşı bile kurallar koy-muşlardır. ,

Kamu yararı ve islamın yararı da kuşkusuz bu merkezdedir. İşte, ey saygın bilginler, sizin aranızda bir tutucu bölük bu kesin gerçeği anlamı-yor. İslam ve islam dünyası ':ıunun için Avrupa ve hıristiyanlık dünyası karşısında YEmik düşüyor. Eğ'er bugünkü durumda diretir kalırsak, ina-nınız, ey saygıdeğer bilginler, bir kaç yıl içinde eski düşünceleri uygu-layacak yer bulamazsınız. Düşmanlar ülkemizi alıyor. Yok oluyoruz. Bu ağır uykudan uyanalım. İslamlığı daha iyi anlayalım. Yöntemlerimizi ye-nileyelim.

Bize islamlığın' temel ilkelerinden çıkarılmak üzere yeni bir hukuk gerekli olduğı;ınu.. özellikle "lttihad-ı İslam" adlı yapıtımda enine boyu-na açıkladım. Geçen gün ger~;ek müslüman bilginlerinden birisiyle görü-şüyordum. Bu kişi -ki, Si:aop eski milletvekili ve yeni sarayemini Hasan Fehmi Efendi Hazretleri'dir-- dahaileriye giderek bugünkü inançların bile pek eski olduğundan söz etti. Ve tam bir kavrayışla dedi ki, eski za-manlarda görüş ayrılıkları, mu' tez ile vardı. Bu inanç kuralları onlara kar-şı olmak üzere düzenlenmişti. Dikkat edilirse görülür ki ellerde dolaşan inanç açıklama kitapları hep mu'tezile'nin düşünce ve savlarına karşı çı-kar. Artık mu'tezile kalmamıştır. Öyleyse onlara karşı savaşmak gerek-sizdir.

(19)

CUMHURİYET ÖNCES! DÜŞÜNCE ORTAM! 109 Gerçekten ... bugün bilginlerimizin bin yıl önceki görüş ayrılıklarına karşı çıkmakla uğraşmaları, örneğin Osmanlı devletinin hala Karaman-oğullarıyla savaşmasına benzer. Bize bugünkü inanç kuşkularını gider-mek için yeni bir inanç düzenlemesi (Mecelle'si) gereklidir; yoksa adlarını unuttuğumuz, eskilerde kalmış görüş farklarını bastırmak için değil...

Bugün o görüş ayrılıklarından iz kalmamıştır. Üçlemeyle uğraşan da yoktur. Skolastik denilen düşünce çöplüğünden de bir şey kalmamıştır. Hele çok tanrıya inanmak modada~ geçmiştir. ... Oysa zamanımız da spi-ritualisme, materialisme, monisme gibi bir takım felsefe okulları ortaya çıkıyor. Bunlar islamın özü ile ne ölçüde bağdaşır? İşte asıl sorun!

(Kimilerinin "Zamanın değişmesiyle kurallar da değişir" ilkesinin sı-nırlı bir bölüm kurallar için geçerli olduğunu, kuralların en büyük bölü-münün ise değişmeyeceğini savunduğunu belirten Celal Nuri, bu anlayı-şın dine de, fetvalara ve halifelerin uygulamalarına da, akıl ve mantığa da, tarihsel yasalara da, yasaların ruhuna da ... aykırı olduğunu belirte-rek şu gebelirte-rekçeleri öne sürüyor):

Dine aykırıdır, çünkü din seksen bin türlü kolaylık getirmiş ve daha da ötesinde, hadis ile Kur'an kuralının düzeltilmesi ölçüsünde izinler ver-miştir. (Gerçekten) Hazret-i Muhammet önceden gelen bir takım ayetleri değiştirerek isıamıığı sağlarnca kurmuştur. Demek ki islamlığın ruhu ye-nileşmeyi buyurmaktadır.

Bu, müslümanların halifelerinin uygulamalarına ve dinsel fetvalara da aykırıdır, çünkü eskidenberi imamlık makamına gelen müslüman top-lulukları başkanları, haklarında kesin Kur'an ayeti bulunan kuralları bile kamu yararı haklı gerekçesi ile değiştirmişlerdir. Örneğin zamanın hali-fesi faiz konusunu ele almış. Gelişigüzel yorumcuların yorumlarından baş-, ka ve akla -daha uygun bir yoldan Kur'an'ın sözünü yorumlatıp %9 faizi olanaklı kılmıştır. Murabaha Nizamnamesinin (faizi düzenleyen tüzüğün) altında Şeyhülislamın imzası vardır. Müslümanların İmamı, faizli borçal-ma sözleşmelerine bir islam devleti olan devletleri ve Hazine adına imza edilmesini bakanlarına buyuruyor. Başka türlü de devlet yaşamının ko-runma:}! olanaksızdır. (Eski faiz) bir ezinç yolu idi; oysa şimdiki faiz ya-. sal (dine uygun) bir para geliridir. Öyleyse faiz günümüzde, eski çağ-lardaki rib'a gibi yasaklardan değildir.

Yine, bundan birçok yıllar önce müslümanların imarnı, din kuralları-nın cezalara ve kısasın kimi biçimlerine ilişkin kesin Kur'an ayetlerini bıraktırıp Code Napoleon'dan dilimize çevrilmiş bir yasa yaptırmış ve onu islami içtihatlar topluluğu içine yerleştirmiştir. Bu gibi örnekleri ko-layca arttırabiliriz.

(20)

Bu görüşünüz mantığa da aykırıdır ... İnsan işlemleri değiştiğine göre onları düzenlemek için konulan kuralların da değişmesi gerekir. Dünyanın neresinde olduğu gibi kalmış bir toplum ve bir uygarlık gösterilebilir?

Bu, tarih yasalarına da aykırıdır, çünkü tarih yasaların gelişmesine tanıktır. Bir kez daha söyleyelim: Doğu ve Batı'nın tarihlerini karıştırı-nız. İsrailoğulları peygamber:.erinden tutup da bütün ulus ve toplulukla-rın anlatımlarını (kısas) araştırınız. Düşüncenizi doğrulayacak hiç bir örnek elde edemezsiniz.

Bu, yasaların ruhuna da aykırıdır. Çünkü yasa, kesin bir doğru de-ğildir. Hukuk yasaları matematik yasaları gibi değişmez olamaz. Öyleyse bunların ortam, çevre, ekonomik durumlar, zaman, huy, siyasal tutkuların etkisi, bilim ve uygulayırnların ilerlemesi ile değişebilecekleri üzerinde oy birliği vardır.

İşte yasalarımızda da, okullarımızda da, yüksek öğretirnimizde de, ya-sama meclisimizde de, özellikle fetvahanemizde de bu eskimiş, islamlığa aykırı, dini yok eden eski düşüncelerin ölmesini isteriz. Bizce islamIarı ayak üstünde tutabilecek, onları korkunç yaşam savaşında başarılı kıla-cak yeni inançlar, yeni bir hukuk gereklidir. Bu sözlerimi ne denli iyi ni-yetle söylediğimi bilginlerimiz anlamalıdırlar.

... Görüşüm. şudur ve değişmez: islam ölüyor; yok olmaktadır. Bu çöküşün da nedeni, kural ve yasaların sürgit yürüyeceği yolunda baskıcı düzenin bilginlerinin yarattıkları geçersiz sanı ve kanıdır. Bu hastalıklara ilaç bulmak ve islamı kurtaımak için yeni içtihatlar, yeni hukuk, yeni inançlar, yeni bir ülkü gereklidir. Bunlar olursa pek güzel, ama olmazsa ölüm kaçınılmazdır.

Yenİ İnançlar

"!Slamda Vücub-u TE!ceddüd" (İslamda Yenileşmenin Gereği) ve "İttihad-ı İslam" (İslam Birliği) adlı yapıtlarımda ve fransızca "Kamu Hukuku ve İslamlık" başlıklı incelernemde, düzenlenmiş biçimiyle fıkıh'ın (İslam Hukukunun, Ö.O.) artık gereksinimleri karşılayamadığından ve değiştirilmesi gereğinden ilk kez olmak üzere söz etme yürekliliğini gös-termiştim.

"Havaic-i Kanuniyemiz" (Gereksiniz .Duyduğumuz Yasalar) adlı yazı dizimde ise inançların da artık değişmesi gereğini söz konusu etmiştim. Bu

konuyu biraz açıklayalım.

-Sanırım ki şu noktada islam bilginleri benden ayrılmazlar: İslamıık gerçek ve yeni bir dindir. Açıkçası Ahmed'in dini (Ahmed, Muhammed'in adlarındandır ve aynı zamanda övgüye pek değer, beğenilmiş anlamlarına

(21)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAM! 111 gelir. Ö.O.) yalan üzerine kurulu değildir. qerçektir, doğrudur. İnsan mutluluğunu üstlenmiştir. Kendinden önceki dinlerin en tamı, bundan dolayı da sonuncusudur.

Madem ki islam dini doğrudur, boş ve geçersiz şeylere dayalı değil-dir, öyleyse her doğru, bilimce, akıka, deneyce doğruluğu belirlenen her şey islamlıkça kabul edilmiştir. Bir şey doğru ise, zorunlu olarak islamlı-ğın içindedir, demektir. Eğri ise, o konuda Tanrı buyruğu bile gelmiş bu-lunsa dine aykırıdır. Böyle bir tanrı buyruğunu biz yanlış anlıyoruz, yani anlamıyoruz, ya da kötü anlıyoruz. Gelmiş ve gelecek bilimler, pozitif bilimler, hep islamlık demektir. Madem ki bunlar doğrudur, öyleyse is-lama da uygundur. Gerçeğe ilişkin bütün belgeler ve deneyimler, islamın doğruluğunu kanıtlar.

Sonuç: Her ne ki bilimce doğru ve pozitiftir, işte o islam dinidir. Buraya değin din bilginlerinin bize karşı çıkmalarına olanak yoktur ... Gelelim tartışmalı bir noktaya:

Ben derim ki islamlık, bilimlerin ilerlemesi ile ilerleyecek ve bir çok islam gerçekleri insanlığın eğitimde ilerlemesi ile ortaya çıkacaktır. Her şey, dinin içerdiği her madde, ancak pozitif bilgilerin genişlemesi ile an-laşılacaktır.

Eskiden insanlığın bilimi pek yetersiz imiş. Zavallı insanlar bundan bin yıl kadar önce "Var olması gereken"i (Tanrı'yı, Ö.O.) bile insan biçi.:-minde görmüşler. Daha ötesine gidememişler. Hıristiyan ve putperest pa-pazları ve din adamları tanrıyı, tanrıları, Oğul'u, Meryem'i, Kudüs'ü (Ceb-rail'i, Ö.O.) ve daha birçok şeyi, hep insan biçiminde tasarlamışlar. Hı-ristiyan sanatçılarının tanrı resimlerine bakınız, "Var Olması Gereken"i, ululanması uygun olan bir insan biçim ve görünümünde sunduklarını gö-receksiniz. Eski Yunan yontucularının yapıtlarını inceleyiniz. Örneğin Jü-piter adlı en büyük tanrıyı yine insan biçiminde göreceksiniz.

Bizim bugünkü inançlarımızı düzenleyenler, gerçi put ve insan re-simlerini ortadan kaldırıp tanrıyı yakışıksız ilişkilerden arındırmış iseler de, iyice incelenirse görülecektir ki, tasarlayıp düşündükleri "Var Olması Gereken", aşağı yukarı insan biçimindedir.

Buna bilimde "Anthropomorphisme" derler. Bilinmeyeni. insanlar an-layamayacaklarından, onu hep kendilerine ~enzetirler.

Bizim eski inançlara göre "Var Olması Gereken"i biraz anlatalım: Evrenin yapıcısı birdir. Zaten artık "VarOlması Gereken"i birden çok düşünen kalmadı ki, bu konu güncelliğini koruyabilsin. İnsan kişiliği de

(22)

birdir. İnsan ruhu da birdir. Yaratıcının başlangıcı yoktur. Oysa madde ve gücün de başlangıcı yoktur. Zaten yoktan varolmuş birşeyi tasarla-maya olanak yoktur; hiçbir şeyin öncesinde yokluk olmamıştır. Tanrı di-ridir (hayy). İnsanın kendisi de diridir. Yaratıcı güçlüdür ve her şeye gücü yeter. Bu da insanda bı.:Junan güçlülük niteliğinden alınmadır.

Yalnız inançları koyanlar, insanda bulunan her niteliği Tanrıda en yetkin ölçüde görmüşlerdir. Ama "Var Olması Gereken" için bundan başka nitelik görememişlerdir. Çünkü onların kavrama sınırları, kendi bil-gilerini, kendilerine ilişkin olan nitelikleri geçememiştir. Tanrı her şeyi bqendir. Bu da insan niteliklerinden olan bilme özelliğinin son ölçüsüdür; duyar, görür, önlem alır, murad eder. Biz de biraz duyar ve görürüz, bir ölçüde önlem alır ve muradda bulunuruz. .

Olumsuz niteliklere gelince, yüce yaratıcı yer, cisim, töz (cevher) ya da biçime sahip, sınırlı, sayıla.bilir, parçalardan kurulu, parçalara ayrıla-bilir, kimi ögelerin bileşimi, sonlu değildir; ne bir öge ile, ne bir durumla nitelenemez, hiç bir belli yeri söz konusu olamaz; üzerine zaman geçerli olamaz, kendisine benzer bir şey yoktur. Bilgisinin ve gücünün dışında hiçbir şe"y kalmaz; gücü tanrının eserinden daha çoğuna yetmez de de-ğildir, kendi tanrılığını bilmez de değildir, bilgisizlik ve çirkinliği yarat-mağa gücü yetişmez de değildir, bunun gibi, yaratıkların yazgıların belir-lenmiş özüne de gücü yetmE'z değildir. Bunları anladık, ama olumsuz nitelikler hiç bir şey anlatmaz. Olumsuz bildirimlerle bir şey tanımlana-maz. Tersine kaba taslak ve yalnızca Mu'tezile'yi (=İslam düşüncesinde tanrının özü ile niteliklerinin birbirinden ayrı olduğunu savunmasıyla Sünni okuldan ayrılan, ama i~:lam düşüncesinele ilk kez nedensellik ilke-sini öne sürmüş olan 'islam usc;uluğu' akımı. Yazar burada bu okulun tan-rıyı inkara giden biçimini anlatmak istemektedir. Ö.O.) reddetmek için düzenlenmiş olumsuzlama kanıtları 'Var olması gereken'in varlığını -uzak olsun- nerdeyse yadsımaya dek gider. Bektaşinin öyküsü bu bakımdan pek anlamlıdır.

Konuşma tanrıda da insanda da var olan bir huydur. Bilme de öyle. Güçlülük, aşağı yukarı bilinen insan niteliğinin abartılmış biçiminden başka bir şey değıldir.

İnanç inceleyicileri evrenin yoktan ortaya çıkıTIışlığı konusunda al-'danmışlardır. Yaratılışı, olu~urrıu bunlar anlamayıp tuhaf bir biçimde yo-rumlamaya kalkışmışlardır. Yaradılış ve oluşumdan murat, madde ve gücün biçim değiştirerek şimdiki biçimiyle evrenin bu biçimdeki bileşi-mine yol açmış olmalarıdır. Yoksa bir süre önce hiç bir şey yoktu; madde ve güç de bulunmuyordu, sonra birden bire oluverdi demek, en yalınkat akıl ve bilim kurallarını ayaklar altına almak demektir.

(23)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAMI 113 Öncesizlik, sonrasızlık, sonsuzluk, zaman, yer, varolma, varlık, gucun varlığı, maddenin varlığı, bunlar bilinmezler topluluğuna girerler ve bi-zim bunlardan soyutlanarak uslamlama işlemlerinde bulunmaklığımızın olanağı, olasılığı yoktur.

Eski hindular da bizim inanç inceleyicilerimiz gibi düşünürlermiş. Evet, bir 'var olması gereken' vardır. Yaratıkları 'var olması gerekmeyen' ve onlara yol açanı da 'var olması gereken' saymakla sorun çözülmez. Bi-linmeyen, bu yolla biraz daha öteye atılmış olur, işte o kadar. Oysa bu yolla yine bilinmeyenin, yani 'var olması gereken'in gizini ve anlaşılmazlıkla-rını çözmemekle birlikte, bir de evrenin ortaya çıkışı gibi hiç bir anlama gelmeyen bir varsayım ortaya koyuyoruz ve işin içinden çıkacağımıza, tersine sorunu biraz daha karıştırıyoruz, çatallaştırıyoruz.

Evrenin yoktan ortaya çıkarılmışlığı üzerine bakınız ne deniyor: Ev-ren, bütün parçalar yoktan ortaya çıkarılmıştır. Çünkü görüntü ve belir-tilerden başka şey değildir. Sorarım: niçin görüntü ve belirtilerden ku-rulu olmak nedeniyle bir şey yoktan var edilmiş oluyor?

İnanç inceleyicilerine göre madem ki evren görün tü ve belirtilerden, görüntüler de cisimler ve tözlerden oluşur, öyleyse yoktan var edilmiştir. Çünkü bunların hepsi önceden yoktu.

Şu yanını anlayamadım: cisimler ve tözler neden yoktan var edilmiş oluyor?

Şu yorumlama biçimine bakınız: kimi belirtilerin yoktan var edilmiş-liği gözlemle saptanmıştır. Çünkü görüyoruz ki örneğin durgunluğu de-vinim, devinimi durgunluk; aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık izliyor. Beyaz karaya, kara beyaza dönüşüyor. Bu dönüşümler ise yoktan var edil-mişliğin ve olanaklı olmanın belirtileridir.

Bu anlayış biçimine fizik ve kimya adına gülerim. "Dönüşüm" yoktan var edilme demek değildir. Hiç bir maddenin, hiç bır gücün, inanççıların dediği gibi (duyularla gözlemlenebilecek biçimde) yoktan var olması gö-rülmüş şeylerden değildir. Güç, evrimleşme ve dönüşme ile bir nitelikten bir başkasına dönüşür. Madde de böyledir.

İnanççılar diyorlar ki, "devinim varlıktan sonradır, çünkü kendinden hemen önce yokluk vardır. Bir şey ki kendinden hemen öncesi yokluktur, yoktan varolmuş demektir. Öyleyse devinim, varlıktan sonra gelir. Yok-luğu olanaklı olanın ise öncesizliği olanaksızdır.

Gelelim bu zorla uydurulmuş 'gerçekler üstü gerçekler'e:

İnsan aklının kavrayacağı gerçekler vardır ki bunlar "bilinenler' or-tamını oluşturur. Bir de aynı aklın hiç kavrayamayacağı gerçekler vardır

(24)

ki onlar "bilinmeyen" denilen ortamı oluşturur. Ne yazık ki gelmiş geç-miş akıllar da bu alanı anlayamamışlardır. Bundan sonra. da bu alanın keşfini kimse başaramayaeaktır. Çünkü bu yönün anlaşılması için akıl ve kavrayışın onun içinde boğulup kalmaması, onun bir tür dışında bulun-ması gerekir.

ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler! (Denizin içindeki ba, lıklar, denizi bilmezler!)

İşte İnconnaİssable (bilinemez, Ö.O.) alanı böyle öncesiz, sonrasız buz-lar, yoğun sisler ile çevrilidir. Var olan, nasıl var olmaktadır? Uzaklıkla-rın neden başı sonu yoktur? Zamanın neden başlangıcı, sonu yok? Zaman nedir? Cisim nedir? Güç nedir? Vb... Hiç bir filozof, hiç bir fizikçi, hiç bir deney sahibi bu korkunç sorunların çözümüne yarayacak bir ışık bu-lamamıştır. Bunlar aklın dı~;ındadır. Akıllar bunların içindedir ve onun bu tam eksiklik durumu ona bilinmezi gösteremez. Biraz derinlemesine araştırma sinir dizgesini, "beyin organını yırtar, öldürür.

Bunların aşırı derinle~.tirilmesi eğer deliliğe götürmezse, kesinlikle boş sözlere ya da şairce ama boş denklemlere götürür.

Asıl beceri bilinmeyenin büyüklük ve erişilmez ululuğunu, anlaşıla-mayacağını, yüceliğini kavrayıp değerlendirebilmek ve insanın yetersizli-ğini tam anlamıyla kendi kendine bildirmek, "var olması gereken"in var-lığına inanç getirmektir. Ulu tamıyı tanımlamaya olanak yoktur. Hiç bir cümle, hiç bir ilke "var olması gereken"i anlatıma kavuşturamaz. Özü gibi niteliği de, güçsüz insan zekasının kavrayışından pek uzaktır. "Var olması gereken" ancak böyle bilinmelidir ki aşağı özelliklerden, bayağı ni-teliklerden arındırılabilsin. Yoksa yarısının tasarladığı tanrı, başka dinle-rin tanrı anlayışlarını pek öyle geçmez. İnanççılar, yazık, binlerce yazık ki, bu giz taşıyanı, bu ulu bilinmezi görememişler ve çocuk oyuncağı ile uğraşmışlardır. "Var olması gereken", şu yazıları yazana benzemez. Onun gibi bir "kişiliği" yoktur. Onun gibi kendisini algılamaz. Ben böyle bir tanrıya inanamam.

"Var olması gereken", evreni içine alan bir genel ve yüce giz olduğu gibi, tüm üstün niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, sınırsız ululuğun, büyük-lüğün ve düşüncemizin kavrayamayacağı bilinmez niteliklerin, arı adale-tin, saltık yüceliğin, gerç('ğin genel simgesidir. Ulu tanrı tamlığın simge-sidir. 'Tamlığı insanın eksik zihni ancak yaratıcı öz biçiminde anlayabilir. Bu nedenle gerçeği anlatan her sözcük tanrı sözüdür. Madem ki kur'an gerçeği. kavramaktadır, tanrı sözüdür. Her gerçek ona (tanrıya, Ö.O.) bağlanır. Her adalet gereği onun adına yapılır.

Yoksa kaba inanç kitaplarında yer alan tanrı nitelikleri ve daha da ötesi tanrı davranışları yalan ve karalamadan başka hiç bir şey değildir.

(25)

CUMHURİYET ÖNCESİ DÜŞÜNCE ORTAMI 115 Yüce "var olması gereken", önemsiz insan işleriyle uğraşıp önüne gelene meram anlatacak ölçüde değersiz, düşkün, öc alıcı, dedikoducu, İsrailoğul-larının ayrıntılı işleriyle uğraşan bir Tasmania putu değildir. Herkes, her ulus her zaman yaratıcı özü tasarımının düzeyine göre olmak üzere anla-mıştır.Polinezyalıların bayağı putlarından, İsraillilerin her an bu toplu-luğun önderleriyle görüşen Yahovalarından, Mısırlıların Osirislerinden, Hinduların Brahmalarından, Yunanlı ve Romalıların Jüpiterlerinden an-latılmak istenen hep odur. İnsanın "yaratıcı" konusundaki düşüncesi, onu türlü, değişik, renkten renge giren biçimlerde görmüş ya da görmek is-temiştir. Yunanlılar gibi güzel sanat tutkunu bir halk bilinmeyen ve var-olması-gereken'i güz-el biçimlerde görmüş, Hindular gibi ululuk ve büyüklük tutkunu bir ulus ise yaratıcı özü çok büyük bir yontu biçiminde anlamış; günümüz felsefesi ise var-olması-gereken'i bütün bu ilkel zarf-lardan soyutlayarak, anlaşılması insanoğlu için olanaksız bir ulu giz ol-mak üzere kabul eder ve onun tamlık simgesi olduğunu onaylar.

Var-olması-gerekeni, bilinmez'i yadsımak ya da bunu belge ile kanıt-lamak kadar bir ahmaklık tasarlayamam. Binbir belgeyle var-olması-ge-reken'i kanıtlamaya çalışanlar, ne denli boşa emek harcamışlardır! Nedj.r o anlamsız, boş, saçmalık dolu kanıtlar? Var-olması-gereken, bilinmez, ge-nel-anlaşılmazlık, varlığın gizi, duraksamayı gerektiren bir şey değildir ki, belge ile kanıtlanmaya gerek bulunsun. Matematik öncülleri, mantık apaçıklıkları kanıtlanmaya gerek duyan şeyler midirler ki bu da kanıta ulaştırılsın ?

... Dinin görevi, bu ulu gizi, bu şaşartıcı anlaşılmazı göksel bir siri1ge biçiminde yalınkat akıllara göstermektir. Dinin bu çerçeve içinde bilim ile hiç bir karşıtlık göstermemesi gerekir. Din bilinmez'i bir ilkeye indir-ger, ama çözmez. Oysa bilim ondan ötesi ile uğraşır. İlk temellere ilişkin olan felsefe ise ancak dinin bir fizyolojisidir. Din de, bilim de bu nedenle geçerlidir. Eğer din ve bilim arasında bir karşıtlık görülürse, iyice bilin-sin ki her ikisi de sınırı aşmıştır. Din ancak bilinmez'i göstermekle yeti-nirse, hiç bir biçimde bilimle yarışma durumunda bulunmaz. Bunun gibi bilim ancak "bilinir"i yorumlamakla uğraşırsa dinin eleştiri hedefi olmaz. Gelelim inançların değiştirilmesi önemli konusuna: yürürlükte olan zenlenmişti. Bu inanç denilen şeyler, sapmalara ve türlü görüş ayrılık la-rına karşı sünnet-yandaşları denilen kurtuluş bölüğünün (fırka-i naciye) karşı-savlarından başka bir şey değildir. Belki önceleri isalm gerçeklerini bir takım saçmalıklara karşı savunmak için bu gibi yanıtlara gerek vardı. Örneğin tanrının birliği pek uzun savunmalara yol açmıştır. Tanıklık sözcüğünde (kelime-i şahadet) bile bu anlayış göze çarpıyor. Oysa bugün

(26)

bunlara hiç gerek yoktur; çünkü tanrının çokluğuna inanan şöyle dursun, bir tanesinin varlığına bile inanmayan vardır. Artık sapmalardan eser kalmamıştır. Bundan dolayı onlarla savaşmak yersizdir. Onların savları bugün bütün bütün unutulmuştur; öyleyse ... din bpginlerimizin bin yılı aşkın zaman önceki ayrılıkçılıkla uğraşmalan ve bizleri de uğraştırma-ları, örneğin (bugünkü) Osmanlı hükümetınin Karamanoğulları ile savaş-masına benzer.

İnançları yenileştirmeliyiz. Var-olması-gereken'i her şeyden arındırıp ululamak, kendimizi yüceltmek demektir. Bunun gibi onun nasıl bir yet-kinlik simgesi olduğunu da bilmeliyiz ve bütün düşünsel ve sanatsal ürün-lerimiz hep bu biçim ve bütünlükten esinlenmelidir. Var-olması-gereken'i, madde ve gücün özünün önce3iz ve sonrasızlığını, sınırsızlığını kabul ile onların üzerinde bir doğru ilke olmak üzere anlamalıyız. Bundan sonra-sını tam bir sağlamlık ve kesinlikle bilime bırakmak görevimizdir. Çünkü üst tarafı bilimle anlaşılır. Bilimin dışında ise gerçek yoktur. Her gerçek, dediğimiz gibi, islamlığa uygundur. İslamlık bilimin, zekanın, uygarlığın gelişimine koşut olarak yücelirse, varlığını sürdürebilir ve peygamberin amacı da -inanınız- koydu~:u dinin bilimsel ilerlemeler ile birlikte iler-lemesidir. Madem ki son peygamber islamlığı sonsuzluğa değin yaşamak üzere düzenlemiştir, demek oluyor ki onun içine yeterince yenileşme ve gelişme yeteneği de koymuştur. (Taı'ih-i İstikbal- Mesail-i Fikriye, 1915, s. 106-121.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bir proje olarak ele alınan açık kaynak kodlu bir yazılımdan yeni bir sürüm türetmek ya da var olan sürüme yama oluşturmak için bilgi merkezleri, işletim sistemleri

Birinci sınıf öğrencilerinin %4.8'i, dördüncü sınıf öğrencile­ rinin % 12.0 si fakülteye girmeden önce eczacılık mesleği hakkında bilgilerinin olmadığım, aynı

larında';' daha iyi bildiğimiz için burayı tercih ettik. Burada haksızlığa uğramayacağımızı um duk&#34; .. Bunun üzere Necaşı, Hz. Muhammed'e inen ayetlerden örnekler

il nous apparait que la bonne reputation et le modernisme d'İsmail Hakkı İzmirli viennent beacuoup plus de sa tendance poütique ct ideolo- gique, ainsi que de ses activites

Anadoluda daha orta çağlarda akıl hastalarının tedavisi ile uğraşan hastahaneye sahip köylerin bulunduğu söylenmektedir. Birer dini sos- yal kuruluş olarak ortaya

Vaizlerin belirtiklerine göre sadece bilmek, çok okumak ve bir za- manlar iyice mütalaa etmiş olmakda yeterli değildir. Devamlı okumak, ilmı kültürünü tazelemek ve

İkinci Kısım (s. ve tahkiki ele alın- makta~ır. 199-350), İbn Uyeynenin tefsir rivayet- lerinin tahrici, tahkiki ve şerhleri yapılmaktadır. 351-377), Ondan sahih olarak

İşte bunun için biz de, dini düşünce ile beraber bulunan veya onu tahrik eden tarihi şartlara, dini düşüncenin evrimini, sürekli olarak bağlamaya gayret göstereceğiz..