21 NİSAN 1988
GÖNÜL VERDİĞİ ŞEHRİN SÖZÜM ONA GEOMETRİK BİR DÜZENLEMEYE
KURBAN GİTTİĞİNİ ADIM ADIM İZLEYEN YAHYA KEMAL'İN SON
YILLARINDA ARTIK YAPABİLECEĞİ HİÇBİR ŞEY KALMAMIŞTI
Geleneklerim ize
ne oldu?
"Aziz İstanbul”u tarih içinde ya
şayan şairimiz, ulusal bilinçten
alımladığını, ilginç bir geniş gö
rüşlülüğe, uçsuz bucaksız bir
perspektife açmıştı
yYahya Kemal’e, İstanbul Hemşehrileri Cemiyeti onur plake ti armağan ediyor. Ellili yıllar... Şair o zamanlar İstanbullu lar için başlı başına bir simge. Oysa yüzü, bakışları ne ka dar yorgun ve usançlı!
Son yıllarında ise Yahya Kemal
çöken İstanbul'unda bir göçe
be gibi yaşamayı yeğleyecekti...
İSTANBUL
BİR YALNIZLIKTIR
Y
AHYA Kemal kendisini hiç okumamış herkes için, olanlar için bile İstanbul şa iridir, İstanbul'un şiirini yaz mıştır. Şair İstanbul Özerine de yazmıştır; şiirini besle miş görüşlerini, düşüncesini, tarihle ilin tisin i dile getirm iştir. Bu konu daki eseri “Aziz İstanbul”, Bizans’ ın başken
tinden yola çıkar ve zaman içinde ilerler.
Yahya Kemal'e göre, İstanbul fethedildi- ği günlerde “çok harap” bir şehirdir. 1204’te Latinlerce zaptedilmiş kent hınçla yakılmış, yıkılmıştır. Bu olaydan 249 yıl sonra İstan bul’a giren Türkler hepi-topu bir viraneyle yüz yüze gelirler:
“ Yanmış ve yıkılmış semtler devletin ve
h a lk ın fak irliğ i y ü z ü n d e n ö yle h â lî (s a h ip s iz )
bırakılmışlardı. Soyulmuş kiliseler çıplak bir halde bulunuyorlardı. Hatta yeni cülus eden Kayserlerin, yahut yeni seçilen patriklerin şe refine Ayasofya’da yapılan ayinlerde manto ları ve taçlan mücevherden görünmez olma sı Bizans ananeslnce zaruri İmiş, halbuki ha zineler tamtakır kaldığından bu manto ve taç lara çarşıdan toplatılmış harcıâlem sahte mü cevherler takılırmış. İşte, Türklerln zaptetti ği payitaht bu haldeydi.”
Şairimiz OsmanlI İmparatorluğu boyunca İstanbul'un m illi hayatı yansıtacak, yaratıcı güçle kaynaşmış bir kente evrildiği kanısın dadır. OsmanlI Türkleri kenti sur içinde hap setmek yerine, geniş bir çerçeveye açmışlar dır.
Söz gel imi Boğaziçi iki yakada da köy köy, Kavaklar’dan Marmara’ya kadar yalı mimari siyle bezenmiştir. Boğaziçi'nin ilk durakların dan Üsküdar, Bizans’ta sınırlı bir kasabayken, camileri ve saraylarıyla İstanbul yakasının bir benzeri olup, çıkmıştır. Mucizenin başlıca tem silcisi elbette Mimar Sinan’d ır
“ M illi mimarinin feyezan halinde bulun duğu o asırda Sinan’ın uzun sürmüş olan öm rüne sığmayacak kadar eseri görülüyor. Yal nız İstanbul’u her tarafından, selâtin cam ile ri, vezir camileri, mescitler, medreseler, tür beler, imaretler, darüşşlfalar, kervansaraylar,
hanlar, hamamlar, sebiller, mekteplerle do natmıştı; yaptığı sarayların adedi İse 42 idi.”
İstanbul’un ulusal mimarlıkta bayındır du ruma gelişi Yahya Kemal’in saptayımına gö re 18’inci yüzyılın İkinci yarısında son bulur. O dönemden sonra “üslup şuursuzluğu” baş layacak ve hüküm sürecektir. Şair Kapalıçarşı girişinde bugün hâlâ bizi etkileyen Nuruos- maniye unvanlı cami için “ Üslupta milli şu ursuzluğun bir örneği” der. Kısacası impara torluk başkenti özlü yapısını 1755’lerden son ra koruyamamıştır.
ROKOKO ÇlGlR
Mimariyle yaşam biçim i arasındaki den ge de bozulmaktadır. Zaten gözün değişik gö rünümlere ihtiyacı, yaşam biçimindeki deği şimlerden kaynaklanır. M illi hayatın törensel nitelik taşıyan yanı hızla sona erer. Usta-çırak ilişkisinin yüzyıllar boyu yinelenen özellikleri, o geleneksel dünya çökme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Yakup Kadri’ye sorarsanız, o daha ilk ro manı “ Kiralık Konak”ta mimarinin kılık kıya fetin, davranışın rokokolaşmasından dehşe te kapılmıştır. Bütün bir geleneği yıkan dü pedüz rokokolaşmadır. Yahya Kemal ölçülü konuşmayı yeğler: “ Rokoko üslup denilince inkıraz (çöküş) zevki deyip, kötü görmek de yanlıştır. Bu her millet için zevkin mukadder bir merhalesidir. Rokoko üslup müstakil bir çığırdır denilebilir. Türk rokokosu da latif eserler vermiştir.”
Yahya Kemal Bey’ in oldukça rokoko bir hayat sürdüğünü akıldan çıkarmamak gere kir herhalde.
Öte yandan, şair İstanbul’u yeryüzünün benzersiz kentlerinden biri yapan özelliğini, niteliğini galiba ilk saptayan kişi, kültür ada mıdır. Bu kent, semtlerinin güzelliği ve bir birinden bütün bütüne farklılığı dolayısıyla eşsizdir, kendisidir. Bir zamanların İstanbul’ unda, hatta Yahya Kemal’in gençlik dönemin de kent, şekil ve hava açısından düşüncenin,
ruhun dinlenmesi için kurulmuş gibidir. Şöyle yorumluyor Yahya Kemal:
“Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldız dan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyu lurdu. Boğaziçi’nde Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu birbirine komşu köylerdir; lâkin her birinin çerçevesi, havası, güzelliği başkadır. Birinden ötekine geçerken manza ra değişir. (....) Ruh bu kadar çeşitli manzara lar arasında sıkılmazdı; bu tenevvü (çeşitlilik) sonu gelmez bir şehir manzarası vehmini ve rirdi. Halbuki bu semtler ne kadar dar bir sa hadaydılar; yangınlar bu semtleri silip süpür dükten sonra bu sahaların darlığı daha ziya de göze çarptı.”
Yangınlar... Yalnız yangınlar mı? Bir yan dan da hem Osmanlı-TOrk, hem de rokoko ya da cumhuriyetin ilk yıllarındaki mimari üslup ların mutlak bir üslupsuzluğa dönüşmesi o düşsel İstanbul’u silip süpürmemiş midir?
Günümüzün anıt-kent İstanbul arayışları,
“büyük şehir” hezeyanları, sözümona muha fazakâr siyasa adamlarınca gerçekleştirilen bayındırlık eylemleri Yahya Kemal’i 30,40 yıl önce bir önseziyle korkutmuş olmalı. Yeryü zünün eşsiz kentlerinden İstanbul’un hangi konuma getirileceğini telaşla söylüyor.
“Çok geniş sahalarda bina edilmiş, geniş caddelerle çevrilmiş, mamuriyetin son dere cesine numune olan son asrın şehirlerinde hendesenin yeknesaklığı, hiç şaşmayan düz lük, her tarafın birbirine benzeyişi, ruhu ne kadar sıkar; tarih yok, manevi hava yok, yal nız hendesenin baskısı vardır; fennin, rahatı ve sıhhati kollayarak, mimaride yarattığı bu mükemmelliyete uzun bir müddet taraftar olanlarda bile usanç peyda olmuş, tenevvüe ihtiyaç hisleri belirmiştir.”
Kaldı ki, bugünün bayındırlık çalışmala rının, o handiyse anarşistçe eylemlerin geo metrik bir yetkinliğe erişmesine de imkân yoktur, imkân kalmamıştır.
“Aziz istanbul”u tarih içinde yaşayan Yah ya Kemal, ulusal bilinçten alımladığını ilginç, etkileyici bir geniş görüşlülüğe, uçsuz
bucak-1918 yılında Rumelihisarı'nın onarımı sözkonusu edilir. Yahya Kemal bu onarımın eskiye ilişkin bütün Özelliklerin, hatta zamanın yarattığı tahribatın hiç ellenmeden korunması yoluyla gerçekleştiril mesini önerecektir. Şimdi onarım görmüş Rumelihisarı böyle bir durumda. Ne kadar eski korunarak onarılmış, takdir sizin! • •
sız bir perspektife açar “Milli şuura ermiş bir insana göre muhafazakârlık, liberallik ve da ha İleri fikirler arasında fark azdır.”
Oysa daha kendi döneminde, yaşadığf günlerde söz konusu perspektifin toplumda karşılık bulamayacağını da bilmektedir. Çok sevdiği İstanbul, yaşadığı günlerde, kendi gü nünde yoksulluk görünümleri sunmaya baş lamıştır. Betimlediği, yıkık yıprak bir İstan bul'dur.
Genç arkadaşıyla Hisar’ın Bebek tarafın daki kulesine yol almaktadırlar. Demir kapı nın sol kanadı kopmuştur. Hisar’da Rumeli göçmenleri oturmaktadırlar. Bir kız çocuğu, sığındıkları mekândan dışarıya çıkar ve “ Ne annem, ne babam burada, içeriye giremezsi niz” der. Kulenin içi bir sefalet uçurumudur- Boş, beş katı da düşmüş, iki duvar arasında ki hücrelere kötü merdivenler tutturulmuş ve burada göçmenler “ yabani kuşlar gibi” yaşı yorlar...
Bir başka saptayım: “ Beykoz’da gaz yük lü Alman vapurları duruyormuş, bu vapurlar dan biri kendini akıntıya kaptırmış, seyyar bir yangın halinde, sularla Kandilli’ye kadar sü rüklenmiş, gazın radyum fiyatına satıldığı o sıralarda biçare halk denizde yüzen teneke leri avlamış, için için yanan tenekelerden bir yalıda yangın çıkmış ve sıra ile öteki yalıları da yakmış.”
Mimari geleneklerimiz iktisadi çırpınışla rımıza kurban gitmeye mahkûm gibidir.
Bugünün lümpeniyle 1922’deki kabadayı nın karşılaştırılması için de Yahya Kemal’in
eserinde yeterince malzeme var. Gelenek bir kez bozulmaya görsün ve yenilik yaratıcı güç ten doğmasın...
PARK OTEL DE
BİR YALNIZ ADAM
Hepsi yiter, İstanbul yiter. “Tatlı bir yaz başı ikindisi” üstadı ziyaret etmek isteyen
Sermet Sami Uysal, Park Otel’in 165 numa ralı odasına uğramak zorundadır. 1922’den o güne 30,35 yıl geçm iştir ve Yahya Kemal, çö ken “aziz İstanbul'unda bir göçebe gibi ya şamayı yeğlemektedir.
Sermet Sami’nin betimlediği otel odası, şairin değişen şehir üzerine duygulanımları
nı ifade etmektedir sanki. Burası dağınık, der siz topsuzdur. Gömme gardırobun hemen ya nında üst üste konulmuş bavullar göze çar par. Bavulların tepesinde kitaplar, gazeteler ve pasta kutuları! Odanın ortasında yalnız şa irin karyolası vardır ve Sermet Sami, Yahya Kemal’in karyolada oturduğunu söyler. Ufak bir sehpada gelişigüzel durarr Birinci sigara ları, kibrit kutuları, paslı çakı, kalemler, cep saati... Telefonun az berisinde maden suyu şişeleri... Reçeteler, ilaçlar... Tuvalet masa sında bir dolu küçük makas, kolonya şişele ri, fırçalar... Bir radyo... Yahya Kemal’in eski bir fotoğrafı... Yaman bir göçebelik ve yalnız lık!
Gönül verdiği şehrin sözümona geomet rik bir düzenlemeye kurban g ittiğ in i adım adım izleyen insanın yapabileceği hiçbir şey kalmaz. Demokrat Parti iktidarının istim lak leri konusunda Yahya Kemal susar. Belki her konuda susmaya başlamıştır artık. Belki ölü mü özlemektedir; “ Ölmek değildir ömrümü zün en feci işi/ Müşkül budur ki ölmeden ev vel ölür kişi.”
YARIN:
0 MOR SALKIMLAR...
:V.i
m
X :i
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a Toros Arşivi