1 . I
-
tt
- *5
80.%%o
mi paşa
zade Sezai bey
\ (ölünıünüa 14 üncü yıl Sazan
dönümü münasebetile) Sami Paşa .19. Asır Türkiye- sinin devlet adamı, ilim adamı olarak meşhur ve büyük sima- ■i^rmdan biridir.
Taşkasapta yerli ve yabancı münevverlere, âlimlere kapılan açık olan ikametgâhı sadece (ko nak) diye anılırdı. Konak, dev rinin bir üniversitesiydi. Birçok kabiliyetler feyizlerini konaktan almışlardır. Abdülhak Hârnit Farisî tahsilini burada yapmış, Suavî buradan yetişmiştir.
Sami Paşanın mümtaz şahsi yeti devrin ulemasını etrafına toplamış, Prof. Fabre, Mordt- mann gibi yabancı âlimler de konakta Türk gençlerine tarih, coğrafya, tabii ilimler dersleri vermişlerdir. -İranlı âlim Safa Efendi de her sene yaz mevsim lerinde İstanbula gelir, konağa, Çamlıcadaki köşke misafir olur
du. \
Konak eski ve güzel devirleri mizin bütün iyi geleneklerini muhafaza ediyordu. Burada mi safirler haftalarca ağırlanır, kabiliyetli gençler himaye ve tahsil görür, fakirlere yardım lar yapılırdı.
Konağın selâmlık kısmına sa yısız erkek misafirler gelir gi derken harem kısmı da hanım ziyaretçilere açıktı. İki katlı ko nağın harem dairesinde üst katta yirmi bir oda vardı. Oda ların bir kısmı avluya bakardı ve pencerelerin hepsi kafesliy di.
Konağın büyük arazisinde çi çek bahçeleri, bostanlar tanzim edilmişti. Yüksek duvarlarla çevrili olan bu arazinin muhte lif semtlere açılan beş kapısı bulunuyordu. Kapılar, Molla Gûrani’ye, Haseki’ye, Perşem- bepazanna, Taşakasaba açılır dı. (1)
Kalfalarla, cariyelerle kala balık bir kadrosu olan harem dairesinde paşanın iki hanımı ve on iki çocuğu vardı.
Sami Paşanyı ilk oğlu Suphi Paşayı Mora’da dünyaya geti ren Adviye Hanım evvelce öl müştü. Konakta büyük hanım efendi diye anılan Gülârayiş Hanım'yedi çocuk annesi ol du (2). Ortağı Sünbülbaha Ha nım da dört çocuk dünyaya ge tirmişti (3).
Sami Paşanın devlet hizme tinde, cemiyet hayatmda müm taz yerler işgal edecek olan ço cukları arasında (Edebiyatı Ce dide) nin başlarından, hürriyet kavgalarımızın çetin mücahit lerinden biri olan Sezai Bey, Gülârayiş Hanımdan 1859 tem muzunda konakta dünyaya gel di.
Sezainin daha çocukluk yılla rında ruhu esirliğe, istibdada karşı isyan İlişleriyle doluydu. Zaman zaman annesine (Peki anneciğim esir olmak, satılmak size dokunmaz mı?) diye soru yor; annesi (Esir olmasaydım, sizin gibi evlâtlarım olmazdı) diye büyük tesellisini oğluna an
latıyordu. 1,1
Sezai bey hayatının ilk bü yük tesirini mektepte ' duydu. Zaten mektebt-ilk görünüşte sevmemişti. (Bu mektep ilk ba kışta bir zindan, terakkiyi zincirlerle bağlıyarak hapis için bir zindan, yahut bir türbe, kadîm olan , ulûm ve maarifin (nuhudei hâki gufran) olduğu bir türbe hissini veriyordu. Taş tan kavuklu bir başa benziyen kubbesinin yüksekliğinden inen ziya ve fikir kırılıyor. Türk ço cuklarını istikbâle hazırlayacak bu mektep akıntıda demir at mış bir vapur gibi sessiz, hare ketsiz duruyor; hâdiseler, keşif ler, terakkiler dahiline hiç nü fuz etmiyerek etrafından geçip gidiyordu.
Halûk Y.
Şehsuvaroğlu
de geldiği zaman haklı, haksız hiçbir zamanda hiçbir sebeple bir mektep çocuğu döğmek hak lı olabilirse otuz kırk talebenin müntekim, mütehevvir bir feve ranla ayaklarının altım değnek lerle döverdi. Bu ayakların altına inen değneklerin ucu istikbalin başına da değiyordu.
Vakıa mektepte ahlâka değil, en küçük usulü terbiyeye mu halif hiçbir hal ve hareket vü- cude gelmezdi. Hocanın daya - ğmdan başka, ne müthiş, ne e- lîmdir ki ahlâksızlığa, terbiye sizliğe, huşunet ve dehşet mâni oluyordu.
Fakat gerçek bir medeniyet ve insaniyet ister ki Roma im paratorlarının usulü hükümeti, bizim zamanı inkirazımızda ze valimizi tesri eden kahr ve ted hiş ile değil, talim ve terbiye ile muhitin tesiriyle vüpude geti rilecek bir havayı nesimi ile ta lebede ahlâk ve intizam bir, vic dan bir olsun. Değneklerin al tında kırılan hassas, ince ruh lar sonradan insanlara karşı haşin ve âsi oluyor.
Mektebin müderrisliğinde, i- daresinde, hidematı âdiyesinde daimî bulunan büyük hoca, kü çük hoca bir kapıcı, bevvap idi. Farisi öğrenilmez bir kitaptan Farisî tedris etmek için haftada iki defa zarif, çelebi rakseder gibi yürür bir mevlevi, ileri sı nıflara ilmi heyet, kozmoğrafya, hesap okutmak için haftada bir kere bir zabit, sülüs, rikka gibi hüsnühat talimi için haftada iki defa ketebeden hocalar gelirdi.
Mektebin dahilî teşkilâtı sını fı hamiş, sınıfı râbi, sınıfı sâlis, sınıfı sânı, sınıfı evvel, tahsil be şinciden başlayarak birincide nihayet bulurdu. Dersler emsile, bina, âvamli, izharı maksut, i- sagoçi; birinci sınıfta coğrafya ile hesaptı...)
Evde esarete karşı duyduğu ilk tecessüsler, mektepte hima yesiz, kimsesiz çocukların fala kaya yatınlşı, müstakbel sergü zeşt muharririni hazırlıyordu.
Sezai bey, Türkçenin bu ilk büyük romanını yazmadan ev vel çocuk ruhunun isyanlarını, konağın harem dairesinde ba şına topladığı halayıklara vaiz leriyle naklediyordu.
Halayıklar küçük beyin, ser best olmaktan, güneşe çıkmak tan, kafesleri kaldırmaktan bahseden nutuklarını alâkayla dinlerler ve onun zaman zaman (ey kızlar işitiyor musunz?) hi tabına hep bir ağızdan heye
canla (işitiyoruz) diye cevap ve rirlerdi.
Sezai bey sokağı ve sokak a- damını çocukluk ve gençlik yıllarında tanımamıştı. Kendisi bir yazısında şöyle diyordu; (Çocukluğumu ve gençliğimin ilk senelerini geniş bahçeler, yüksek duvarlarla sokaktan ay rılmış evlerde geçirdim. Bu ev lerin sokakla, mahallelerle hiç münasebeti yoktu. Dışardaki sesler buraya bazan gelirdi...)
Fakat kendisi esareti yanı ba şında bulmuş, o devrin İçtimaî dertlerini konaktan öğrenmiş, hürriyetsizlik kalbini titretmiş ve yine konakta serbest düşün cenin ve tam hürriyetin lezzeti ni tatmıştı.
Sami Paşazade Sezai bey, Ab dülhak Hâmidle, Namık Kemal le, Recaizade Ekremle yalnız
.. V
Türkçenin yeni edebiyatını ku ruyor, kendisini büyük bir hür riyet cidaline de hazırlıyordu.
BİTMEDİ
1 — Sami Paşa konağından ayrı bir makalede bahsedilecek tir.
2 — Sami Paşanın Gülârayiş hanımdan dünyaya gelen ço cukları Haşan bey, Sezai bey, Galip bey, Dürre hanım, Neyi re hanım, Zeynep hanım ve Melek hanımdır. Neyire hanım Viyana sefiri Mahmut Nedim paşa ile evlenmiş ve bu izdivaçtan Sa- miye hanımla, profesör doktor Nebil Bilhan dünyaya gelmiştir. Haşan beyin de Naile hanım, Nüzhet hanım ve Haşan bey is minde üç çocuğu olmuştur.
3 — Sami paşanın Sünbülba ha hanımdan Halim bey, Necip paşa, Baki bey ismindeki çocuk ları dünyaya gelmiştir. Necip paşa Mediha sultanla evlenmiş ve bu izdivaçtan prens Sami bey doğmuştur.
Sık demir parmaklıklı pence releriyle. büyük demir kapısı te rakki asrının hücumuna karşı bu mektebi müdafaa etmek için yapılmış zannı veriyordu.)
Sezai, bu mektepte iptidaî ve korkunç falakaya ve bilhassa kibarzadelerin bu dayaktan is tisna edilmiş bulunmasjıa is yan ediyordu. Kendisi o devre ait hâtıralarını da şöyle naklet
mektedir; ,
(... Baş'noca evinden bazan maişette tesadüf olunan müş külâttan dargın veya karı ko ca kavgasından hırçın bir
hal-Sami paşa
zade Sezai bey
n
Edip ve ihtilâlci Sezai bey «Konak.» ta ve Çamlıca d aki köşkte yetişti. Onun gençlik yıllarında Çamlıca, şairlerin ol duğu kadar ihtilâlcilerin de toplandığı, görüşmeler yaptığı tir semtti.
Sami paşa köşkünde edebi yat bahisleri tertibedilir, Sup hi paşa korusunda Ayetullah bey ve arkadaşları çetin hür riyet münakaşalarına gir iş iller di. Bu küçük topluluk impara torluğun içinde çöküntülerin, tehlikelerin uyukladığı sakin havasını sarsmak, memlekete yeni fikirler, sistemler getir mek azmindeydi. Fakat bunun
kahir bir ekseriyete karşı ne müşkül bir mesele olduğu kısa bir zaman -sonra anlaşıldı.
Sezai bey o yıllan hatırlıya- rak yazdığı bir mektubunda diyor ki: (O tarihte her şey de rin bir sükûnet içindeydi. Mü tevazı, kani âsude bir hayat diyebilirim ki hemen çalışma dan temin olunabiliyordu. Ha vayı nesimîde bir mistisizm vardı. Edebiyatımı bir hayli dûradûr, tasavvuf içinde uyu yor. Hükümete de sirayet eden bu mistisizm ile bütün saltanat bir rüya görüyor gibiydi.
O zaman ufuklarda Namık Kemalin edebiyatı rüyadan u- yanan bazı gözlere vurmuş, uzaktan uzağa bulutlara bir volkanın şuleleri gibi aksedi yordu. Bu alâimin delâlet etti ği kıyamet kopmakta gecik medi. Fakat inkılâbın zuhuriy le küçük bir üzmreye istinat eden kısa bir devri hürriyet Şarkın, Asyanm bir kaç yüz asırlık istibdadına karşı dura madı. Abdülhamit kafesten kaçmış bir kaplan gibi tahta sıçradı. Mithat paşa, Namık Kemal tutulmuş bir aslan gi bi kafese konuldu. Biz etrafın da, değildir şirdir zincire töh meti aczi ikdamı, felekte baht utansın binasip erbabı gayret ten, diyorduk.)
Sezai My, Namık Kemali o mahpesinde nasıl gördüğünü de anlatıyor: (... Namık Ke mali ilk defa o kafeste, o jnah- peste gördüm. Kemalin hapis
hanedeki odasına girerken o
Yazan
Halûk Y.
Şehsuvaroğltt
Çünkü on dokuzuncu asrın ke- malâtı darülfünunlarda lisana gelmiş, ehalisinde teşhis ebni- yesinde tahaccür, heyeti umu- miyesinde tecessüm etmiş.
Londraya gitmek istiyorum, çünkü meyyali itilâ olan fik rim âsân âliyei insaniyeyi gör meğe müncezip, İlâhî olan gönlüm feyyazı kudretin nevi beşere ihsan buyurduğu iktida rı anlamaya müştaktır.
Londraya gitmek istiyorum, çünkü bir kulakları parlâmen
to müzakeratını dinlemekle meşgul iken, diğer kulakları Hindistanda zuhur eden gürül tüleri kemali dikkatle işiten, bir gözleri zinetiere, nurlara gark olan salonları, tiyatroları temaşa ederken öteki gözleri dünyanın öbür ucunda olan Avustralayadaki memalikini nazarı tetkikten geçiren bir büyük milletin hikmeti idaresi ni anlamak isterim.
Londraya gitmek istiyorum, çünkü yüz milyon nüfusun söy lediği, yüz bin edibin asırlar- danberi ihyasına ça k tığı bir lisanı öğrenmek sevdasında- yun. Mucibi tasdi olmamak için gayet ihtisar ettiğim fe- vaide karşı bir kaç da mahzur vardır. Evvelâ milletime hâşâ halel verecek kadar İngilizle- re meftun olmak, saniyen o büyük mamureleri gıörerdk neüzübillâlı metanetini dünya da hiç bir şeye teşbihe mukte dir olamadığım akaidi islâmi- yeme halel getirmek, salisen de telif edecek kadar iktidar kesbettiğim ve milletin bâlsi bakası addeylediğim lisanımı terketmek zannetmem ki siz Sezaiyı bu kadar anlayamamış olasınız.
I
Metanet, diyanet, hübbu va tan, emeli terakki ile müceh hez olan kalbim dünyanın en büyük sadmelerine mukavemet edebilir.
Londraya gitmek için yalnız bir büyük mâni görüyorum, o da efendimizden müfarakattir.
münü mütaakıp Londra seyaha tine çıktı. Bu seyahatle ruhunun bütün iştiyaklarına kavuşmuş oluyordu. Annesine muntaza man gönderdiği kartpostallar da bir çocuk şetareti vardı. Annesi kendisine (Bana evvel ce gösterdiği resimlere bakı yorum oralarda geziyor musun ve gene orada da burada o l duğun gibi seviniyor musun) diye mektuplar yazıyor ve Se zai bey (Anneciğim işte şu merdivenlerden iniyorum, gör düğünüz bu büyük bina mü zedir...) İşaretli kartlar gön deriyordu.
Fakat onu Londrada üzen hâdiselerden birisi zaman za man bir AvrupalI muamelesine değil, ayn bir insan, ayrı bir ırk muamelesine tabi oluşuy du.
Bir yazısında bu üzüntüsünü şöyle belirtmektedir: «Yirmi yaşında idim. Londra sefareti ne kâtip olarak giderken mem leketin vükelâsı, herzevekilleri hepsi bana Avrupada şapka giymemekliğimi musırrane tek rar ederlerdi.
Londraya vasıl olduğum za man saraydan şapka giyilme - mesi, mecamii ekâbire frakla gidilmemesi için telgraflar ge lirdi. Ben hiç birini dinlemez dim. Fakat İngiltere sarayına, Hariciye Nezaretine, resmi ma hallere fesle, üniforma ile git mek mecburî idi.
Netice ne oldu bilir misiniz. Avrupa cemiyetleri arasında üç devlet ayrılırdık, Çin, Acem Türk, Avrupada Asyayı ihdas ve idameye çalışan bu üç dev letin mümessilleri o cemiyet lerde ne gülünç, ne maskara olurdu.
Her zaman benimle rakseden İngilterenin en büyük ailele rinin kızları beni o kıyafette gö rünce dans değil, konuşmak İçin bile yanıma gelmezlerdi. Di ğerleri ise Çinlinin saçına, A- cemin külâhına, OsmanlInın kırmızı fesine birer tebessümü istihfaf ile bakarak geçerlerdi. Sonra çaresiz biz üçümüz, Çin li, OsmanlI, Acem başbaşa ka lırdık...)
(Bitmedi) edebi azamet ve şevketine kar
şı hissettiğim halecam sonra ları kabul olunduğum tacidar- ların saraylarma dahil olur ken duymadım. Kemal yazma ya başladığı Çelâleddini Harze- mi namındaki tiyatrosunu o- rada ikmal etmeye çalışıyordu. Kendi mahpeste otururken fikri nâmütenahilikte geziyor du. Onun için o tiyatronun hakikate taallûku, hayata nis peti azdır. Yalnz o kelimeler, o cümleler- başlı başına bir ha yattır.
Namık Kemal o meşalelerden İdi ki önünde hâbı gaflet için bir yatak gibi serilmiş OsmanlI gecesini aydınlatıyor, ruhları iş’al ediyor, fikirleri tutuşturu yordu. O dehâ ve zekâ yangı nının kıvılcımları âtideki * ne sillere de'sirayet etti...> a
II. Abdülhmit tahta çıkmış, hürriyet kahramanı Mithat pa şa ve arkadaşları siyasî saha dan uzaklaştırılmışlardı. Artık Çamlıcada eski hürriyet rüz gârları esmiyordu.
Fakat onu da size hayrülhalef olmak İçin ihtiyar edeceğim...) Ve Sezai bey mektubunun so nunda (Eğer rıza göstermezse niz artık Evkaftan istifa te- meye mecburum. Çünkü ma lûmu pederaneleri olmak iktiza
eder ki ilhamatı kudsiye de mek olan sânihatı fikriyenin tercümanı olmak için halk olu nan Sezainin kalemi Evkafta tapu yazamaz...)
Sami paşa oğlunun müracaa tını kabul etmedi, paşa Abdül- hak Hâmit beyin tavassutuna karşı da (Sezai beceriksizdir. Kendi işini kendi yapamaz, na sıl böyle bir seyahate kalkı şır) diyordu. Hâmit bey (O sizin sayenizde öyledir, her ih tiyacı burada yapılıyor, yalnız kalınca kendi kendini idare eder) diye ikna etmeye çalış mışsa da Sami paşa oğlunun Londraya gitmesine müsaade etmemişti.
Sezai bey bu mektubundan bir yıl sonra ve babasının ölü-Sezai bey, garpla, şark ara
sında açılan uçurumu, terakki mize engel olan sebepleri gör müştü. Daha geniş ufuklara a- çılmak, hürriyetin memleketi olan İngiltereye gitmek ve Av- rupayı yakından tanımak istiyordu. Memleketini çok seven, lisanına. medeni yetine hayran bir milli yetçi olarak böyle bir seyahati zarurî görmüştü. Bir evkaf kâ tibi olarak hayatını, hürriyet ten, yeni fikirlerden nasipsiz geçirmekten bunalıyordu.
1880 senesinde babasına se yahat arzusunu bildiren bir mektup yazdı. (Velinimetim pederim efendim) diye başlıyan mektubunda Londraya gitmek istemesinin sebeplerini şöyle anlatıyordu: ( ... Her ne terakkiye, her ne marifete te- şebbits etsek mutlak surette Avrupadan ^iktibas etmeye muhtacız, zaten o terakkiyi te lâkkiye dinen de mecburuz. İşte bu mesağı şer’î cihetiyle bendeniz Londraya gitmek is tiyorum.
T r - 5- m ^
Sami paşazade Sezai bey
III
Sezai bey pek kibar, pek müs tesna şahsiyetiyle Londrada gir diği cemiyetlerde derhal dik kat nazarını çekti. Kendisi de İngiltereyi ve İngilizieri sev mişti. Misalir olduğu şatolarda biraz eski günlerini görür gibi olmuş, ihtiyar lordlarla yaptığı görüşmelerde zaman zaman Os manlI vezirlerinin hâtıralarım yaşamıştı.
Sezai beyi İngilterede üniver siteler, müzeler bilhassa alâ kadar ediyor, zamanlarının bir çoğunu buralarda geçiriyordu. Bir gün de Türkçeyi kendi ken dişine öğrenmiş bir İngilizden bir mektup almış ve bu zatın davetlisi olarak Cambridge’de bir öğle yemeğine gitmişti.
Kendisi bu ziyaretini şöyle nakletmfektedir: (...Bu davete kemali memnuniyetle İcabe ettiğim sabah Londrarun o dağ- dağai mahşemümâsı uzaklaş tıkça tabiatın sükûnu ruhper- veri istikbal ediyor, memaliki veslasında gurub etmediği halde payitahtında tulü etmeyen gü neş yolda bu Şarklıya uçuk renkli tebessümiyle rehberlik e-: diyordu. Bu rehber Cambridge’e yakın bir mevkie geldiğim za man beni terketti. Gök kapalı darülfünûn, zihni insaniyi mu hit olan serairi tabiiye ve ilmi ye gibi sisler içinde duruyordu. Bu, ummanlan mecrayı âmali- ne râmeden İngilterenln zekâ sı, İngilteredeki darüfünûnlar Avrupanm diğer cihetlerinde- kilere benzemiyor, ayrı ayrı coi- leges, medreselere taksim edil miş, her kolejin yanlarında da bir kilisesi var, her müderrisin odası ayrı, sureti maişetleri ise, servetlerine göre muhtelif, her talip ne kadar isterse o kadar çalışmakta muhtar. Oynamak İçin vâsi meydanları, tenezzüh etmek için azim ağaçlarla mü zeyyen mesireleri, sandal çek mek için nehirleri var.
Bu memlekette terbiyel fikri ye ile terbiye! bedeniyeye müsa vi bir gayret ijıraz ediyorlar. Bu iki lâzimel hayat arasında mü- vazene husule getirerek kavl- yül bünye bir kavim yetiştiri yorlar. Galiba bunların itika- dıncâ metin meslekler, sahih fi kirler, salim vücutlerden hâsıl oluyor. Mücadelei hayatın pek çok yerlerinde muvaffakiyeti temin eden sıhhattir. , Her ne dense sahih ve salim çıkıyor...) Sezai bey böyleee bir İngiliz* ilim muhitinden, davetlisi ol duğu İngilizden ve onun ken disiyle nasıl kitabî bir Türkçe ile konuştuğundan bahsetmek tedir.
Londra yer yer gezilir,
İngil-Yazan
Halûk Y.
Şehsuvaroğlu
yade sever isek fikrî eser yaz mak, tasni ve icad etmek olaca ğı için daha büyük bir iktidara delâlet eder. Asarı hissiye be nim gibi ümmilerden de sadır yiz ki o iki harikai tabiatı niçin olur.
Asan
hissiyede meharet ayda yılda bir kere olsun birsaat kadar bizim nammııza is timal etmiyor öğrenelim, cevap alamadığım bir yere kâğıt yaz maktan hoşlanmam diyordun, ben de o tahassüsteyim. Lâkin Kemal, Ekrem sen ve ben müs tesna olmaklığımız şeraiti uhuv vettendir.
Mektubunun sonunda Istan- bulda bir yer bulursan Galatacia hiç oturma diyorsun, ne âlâ teklif! Necip paşa bize üç ay sonra İstanbulda bir yer bula cağım vâdetmişti. Sen de teklif ve tavsiye ediyorsun. Öyle mi, sen tereddüdü bırakıp Londrada ikamete karar verdin mi, bana andan haber ver, oturacaksan ben de teşniyyatımı ona göre tâyin edeceğim. Nazır Sait pa şa ile hukukumuz pek kadimdir. Belki o zaman sana komşu veya refik olmağa çalışırım...)
Londra hakkında Sami paşa nın düşündükleri ve endişeleri de kısmen çıkmıştı. Sezai bey, yavaş yavaş Îstanbulu ve Çam- lıcayı özlemeğe başlamıştı. Fa kat Hâmid uzun mektuplariyle onun bu daüssılasını dağıtma ğa çalışıyordu.
(... Şimdi senin yanında Fe rit var. Göreceksin ki, dünyada aranmakla bulunmaz bir arka daş peyda ettin.' Artık uzatma, İstanbulu hiç özlemezsin. Ferit benim kâğıtlarıma cevap ver medi. Fehimden malûmatını al dım. Vaktim olursa ona da ya zarım. Allah aşkına benim han gi manzumemdir o bedayiden dediğin, gıpta ettiğin yadigâr?
Ah siz değilmisiniz ki beni takdir ede ede böyle bâlâpervaz ettiniz. Şiiri belki yapamam di ye yapmak İstemezmişsin. Ben Ekremle konuşmayı gönlümle hasbıhale benzetirim. Kemalin azametine hayranım, dediğin veçhile güneş gibi mahdut ise de gene güneş gibi namütena- hilikler vücuda getirir. Asarı
müelliften ziyade Allaha aittir. Onun için o yolda eserler haki- kata daha ziyade yakın görü nür.
Kemal, gökte tecessüm edilse bir Merih görürdük. O nadirei kudrette za’fı kalb denilen hal yoktur. Ekremin kemalâtı tasvir olunsa şafak söker, tabiat han de eder. Sen her vakit dediğim gibi, namütenahi bir şairsin, yazdığın şeyler ekseriyet üzere Arşı âlâdan nüzul etmiş kadar âlîdir. Bazan da masum gönül lerden çıkıp giden dualar gibi, gittikçe itilâ ede ede mahşeri ulviyat olan nezdi İlâhîye pey- veste olur.
Cezmi’yi tamamiyle görmedi ğimden, hakkında mütalâa ya zamam. Lâkin şu kadar söyle rim kİ mukaddimesi kıyamet kopuyor gibidir. Öyle bir giriş, öyle bir sadmei edeb, öyle bir zelzelei dehâ, OsmanlI erbabı kalemi içinde kimseye nasib ol mamıştır. Roman tarafı Kema le nispet, matlûb olan derece! mükemmeliyette değilse de, ba kalım alt tarafında neler zuhur edecek? Cariye tahkiri Ke malin fikri olmayıp o zaman erbabı fikrinin bir tasviri olmak lâzım gelir.
Memleketimizde hürriyetin münferit alemdarı bulunan ve esaret aleyhinde yegâne feda kâr olan Kemal hakkında baş ka türlü bir mütalâa varid ola maz.
Romana başladın mı? Ferid adama rahat vermez ki. Ben Pariste iken onun refakatini her şeye tercih ederdim. Hele tarziye, yahut terbiye vermeye hacet kalmaksızın hımbıl Ce mal gitti ya. İngiltereden Fran- sanın edebiyatça daha kadim, daha İleri olduğuna kail oluyor san, sebep, Schakspire imiş. Bu gün Yunanistanda Kemal gibi yazan şair yok. Şimdi biz edebi yatça Yunanlılara, daha doğru-fikriyesl asarı hissiyesindenj su Homer evlâdına faik mi ola-parlaktır. Hissi şeyleri daha zi- cağız?...) s
ı ı ı ı ı u ı ı ı ı ı ı m ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı m u ı m ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı i i t ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı m ı ı i M i ı ı i M i ı ı ı ı ı ı ı ı m m ı t ı ı ı i H .! i ı ı ı i ! i ı ı ı ı ı ı ı i M i M i ı ı t ı
terenin tanınmış simaları, mü nevverleri ile uzun uzun görü şülürken asıl memleketle, Türk fikir ve edebiyat âlemiyle olan temaslara da devam ediliyordu. Sezai bey, Hâmid’le, Recaizade Ekremle mektuplaşıyor, bilhas sa Abdülhak Hâmid kendisine uzun ve edebî mektuplar yazı yordu. Bu mektuplarda Namık Kemalden haberler oluyor, ede biyatımız hakkındaki görüşlere yerler ayrılıyordu.
Abdülhak Hâmid bey 11 Ağus tos 1298 tarihli mektubunda Sa mi paşazade Sezai beye şunları yazıyordu: (... Londrada senin bulunuşun kadar bence mucibi arzu bir şey yoktur. Güzellerini seveceğimi de beyan icap etmez a. Sizin sefirin orada meşahiri küberadan olduğunu ben bir za man sana söylemiştim. Devleti Osmaniyeyi oranın efradına ol sun saltanattı göstermek mera kında bir heriftir. Misafiri çok, davetleri, ziyafetleri boldur. O sayede pek çok kişi ile ülfet e- debilirsin. Bi^ Pariste öyle şey lerden mahrum idik. Sefareti mizde milıman değil, mizban bile görülemezdi. Bilmem şimdi nasıldır. Zannederim ki Esat paşanm nâs içinde Minastan, inas içinde de bulvar nur dan pür çirkii pastan baş ka muhatabı ve musahibi yoktur. Mahut uzun mektubu mun cevabı için lütfet de bana biraz daha müddet ver diyor sun. Peki .lütfettim. Bana bir kâğıt yaz âfiyetlnden haber ver de o mektubun'cevabını İster sen rıızû mülakata bırakalım...
Kemale gelince mazeret de bulamıyor. İki aydanberi kâğı dını aldığım yoktur. Gidip el lerinden, nâsiyesinden
öpmeli-IV
Sami Paşa zade Sezai beyin ilk resmi vazifesdi büyük bira deri Hilmi Paşanın nezaretinde Evkaf mektubî odası memuriyeti He başlamıştı. Babasının ölü münden bir yd sonra da Londra sefareti ikinci kâtipliğine tâyin olundu ve Londrada dört sene kaldı.
Yazan
Halûk Y.
Şehsuvaroğlu
İstanbula dönüşünde Viyana sefareti ikinci kitabeti ile Hari- riciye Nezareti istişare odası muavinliğine getirilmişti. Sami Paşa zadenin büyük edebî şöh reti bu devre rastlamaktadır.
Abdülhak Hâmidin bir mek tubundan alaşıldığma göre Ser güzeşt isimli rqmanına Londra da başlamak istemişti. Istanbul- da Küçük Şeyler», «Sergüzeşt» i ve «Rümuzuledeb» i neşretti. Bil hassa Sergüzeşt bir edebi hâdise idi. Bu eserle bizim edebiyata hakiki roman giriyor ve yine ilk defa Sergüzeştte romanizme ol duğu kadar realizme de yer ve rilmiş bulunuyordu.
Sezai'bey, müstakbel Türk ro mancı ve hikâyecilerine Sergü zeştle, Küçük Şeylerle büyük bir meşale tutmuş oluyordu. Sanıl Paşa zade, Tanzimat edebiyatı
nın büyük şöhretleri arasında yer almıştı. Yeni edebiyatı ku ranlar arasında Şinasiden son ra Namık Kemal, Abdülhak Hâ ini t, Recai zade Ekrem ve Sami Paşa zade Sezai bulunuyordu.
On yedi yaşındayken yazdığı (Şîr) isimli tiyatrosunu babası okuduğu vakit kendisine (Oğ lum bu eserine develer bile gü ler ) demişti. Fakat Çamiıcayı anlatan mensur parçasını din lerken Sami Paşanm gözleri nemlenmiş (Aferin Sezai, aferin Sezai) diye mütemadiyen tak dir hislerini belirtmişti.
Sezai beyin Londrada edebi yata olan alâkası daha ziyade arttı. Muntazaman okuyor ve zaman zaman da tahassüslerini yazıyordu, bilhassa İstanbula gönderdiği mektuplar nevileri- nin birer edebi şaheseri halin deydi. Bujini dostu Recai zade Ekrem aldığı böyle bir mektup la heyecanlanmış ve bir edebi yat münekkidi olarak, Sami Paşa zadenin müstakbel şöhre tini kendisine müjdelemişti.
Recai zade Ekrem bey Sezai beye göurierdiği 9 nisan 1298 tarihli mektubunda bu münase betle şun an yazıyordu, i...Sim dİ beni dinle, hani yukarıda bahsettiğim mufassal mektu bun yok mu, İşte o mektup şimdiye kadar yazdığın şeylerin hiç birisine nispet kabul etmez derecede güzel, fakat istidadın dan her vakit ümit ettiğim mü kemmel bir tasviri edebî olduğu için geldiği zaman bir kaç ke reler okudum. Her okuyuşta sa na dualar ettim. Babana rah metler-okudum.-Ciddî söyiüyo- yorum, terakkiyatmı tebrik e- derim. Sen şimdi diyebilirsin "kj (İki ay içinde bir insan için ne terakki ' mümkün olabilir kı bugün yazdığım bir şeyi, meslâ üç ay evvelki eserlerimle muka- yeye kabul, etmiyecek kadar fevkalâde addolunsun.) Halbuki senin gibi barikai zekâ ashabı nın terakkisi yıldırıma benze diği için zam anî değil ânidir. öyle harikalar için ise Londra- nin buhar içinde bulunan ha vası bulut hükmünü alır. Ne hacet senin temyizin var, yaz dığın şeylerin mahiyetini benim kadar değil, benden âlâ takdir edebüirsin. İnsaf et de söyle nazarı şairanede, bir genç edi bin bir vatanperver şairi gari bin bulunduğu âlemi ümranın her türlü bedayii kemalini, doğ duğu memleketin ise her cihetle noksan halini bin şevk ile bin teessürle düşünüp dururken, fırtına vukuunu gösterir bir gurub levhasına rekabet eder cesine bin türlü tatlı renkler, bin türlü hâil şekiller içinde kalan muhayyilesinin akkâsesi demek olan o mektup meselâ Şîr gibi Kemallere, Hâmidlere benzeyeceğim diyerek icbari ta biat, tazyiki fikir, taktiri hissi yat ile yazdığın tiyatroya veya hut hazinei evraka dercinden dolayı âlem görecek de bir şey diyecek diye son derecede bir itina, aşırı bit tekellüf ile kale me aldığın Camlıca tarifine benzer mi?
Mektubun şöylece çırpıştırı- Uvermiş bir şey olduğuna göre, yanında müsveddesi olmayacağı gibi münderecatı da şayet ha tırından çıkmış ise sabret, ya kında bazı parçalarını talimi edebin mün tahabat kısmında görür ve o zaman hakkın var mı imiş, yok mu imiş, sen de an larsın. Muhakkak bil ki (amma gençlik saikasiyle gurur getirip de sayiine halel vermemek şar- tiyle) muhakkak bil ki bu te rakki He on seneye (yok ziyade söyledim) altı seneye kalmaz as rin en büyük üdebasmdan ma- dud olursun.)
Recai zade Ekrem bey beş altı ay sonra Londrada Sezai beye gönderdiği bir mektupta da şunları yazıyordu; (Terakkiyatı fikriye Ve kelemiyenin hayranı oldum. Sezai Allahın ne büyük bir bahşayişine mazhar olduğu nu bü, temyizime itimadm ol malıdır. Yalan söylemek, riya etmek size karşı ise hiç bir va kitte elimden, dilimden, daha doğrusu dilimden gelmiyeceğini de bilmek gereksin. Ben söyle yeyim, sen dinle, Hâmit bir dâ hiye sen de öylesin. Bu gece ikizinin de yazdığınız şeyleri o- kudum, mukayese ettim, ikisi de güzel, fakat ikisi de başka, ikisi d e ulvî, yine ikisi de başka, ikisi de harikulâde, yine ikisi de başka. Hâmidin hayalini, senin timsalini gözümün önüne al dım. HUr ona, bir de sana bak tım, ikinizin de çehrenizde leman eden şey nuru zekâ, ikisi de başka birer rengi ulviyette. İşte böyle iki barikai zekânın pertevi teveccühünü celp ve cezbetmeğe muvaffak olduğun dan dolayı talimi edebiyat mü ellifi de nihayet ömrüne kadar değil, öldükten sonra da iftihar etse beca değil midir?...» ,
(Talimi Edebiyat) müellifinin keşfi altı seneden de evvel ta hakkuk etmiş ve Sami Paşa za de Sezai bey (Sergüzeşt)
mu-İ - C » ---. 1 » ,
• . „ — • v a liU i
harriri, (Kuçuk Şeyler) müeUifi
miza dört eser kazandırdı. Asıl mühim mesele bu eserlerin e- debiyatımızda açtığı çığır ve lisanımıza getirdiği yenUik mü nakaşası olmalıdır ve böyle bir münakaşa her vakit Sami paşa zade Sezai beyin lehine neticelenecektir.
Kendi devri İçinde sade ya zan, daha ziyade Türkçe keli meler kuUanmayı tercih eden sanatkâr, lisan bahsinde çok dikkate şayan olan görüşlerini şöyle açıklamaktadır: (Edebiyat bahsinde ben de <Karagözün fikrindeyim. [1] Karagöz dese ki bir adam hem Arap, hem Türk, hem Acem olamadığı gibi bir edebiyat da hem Arap, hem Türk, hem Acem olamaz. Dün yada başka bir milletin sar- fiyle yazar okur bir kavim yok tur. Bilmem ne cevap veririz. Dünyanın bütün elsinei kemali bir araya gelse, bir Türkte Türkçe kelimelerin hasıl ettiği tesiri vücuda getiremez. Belki de biz Türklere sözün, Arap ve Lâtin milletleri derecesinde te siri olmaması Arabi ile Farisi- nin kesreti istimalinden neşet ediyor. Asıl şikâyet de bu kes ret veya suiistimale aittir. Yok sa cihanın en büyük medeni yetinden birinin, en âlî edebi yatından birincilerinin lisanı ve kendi dilimizin beyanı bün- yam olan Arabi ile Farisîden kim iddiayı istiğna edebilir; öyle düşünüyorum ki esasen fi kirler, nazarlar, «mümkün ol duğu kadar» Türkçeye matuf olmalıdır. Bu maksada çalış malı. /
Muvaffakiyeti zaman temin eder. Bahis buraya gelince, na zarlar Kırım’a doğru initaf ey liyor. İstanbula gelen gazeteler
arasında Bahçesarayda üzha- nede matbu Tercüman gaze tesi ekser bizim lisan hususun daki itiyat tekellüfümüzü mua- haze ediyor. Türkçenin esası Çağatayca, Tatarca olduğun dan oraya dönmemizi ihtar ey liyor. Bizim istediğidimiz Türk çe, sadelik büsbütün başkadır. Bizde Tatar âsar ve efkârın
dan hiç bir şey yoktur. Yalnız şurasını itiraf etmeli ki bizde olarak büyük
mıştı.
bir şöhret
yap-Abülhak Hâmit (Küçük Şey ler) münasebetiyle 1307 tari hinde kendisine gönderdiği bir mektupta şunları yazıyordu: (... Mektubunla beraber kita bım aidim, yutar gibi okuduğum cihetle tesiratı lâtifesini hâlâ tamamiyle hazmedemedim. Sa na şu kadar söylerim ki... Pan- domimaya bayddım, insaniyette burada ne tabiî bir ma’rıza va- zolunuyor. kediler de yine o kabilden elim bir muhtikei ha kikat bir tarafına zulmet çök müş olan düğün ise en mUlî kisvet He giyinmiş gûya ki ağ layarak raksediyor. Vuslata dair bir şey diyemem, zaten ona e- debiyat noktai nazarından bak mayı da istemem.
" KİArotVi u o r r i ı r TT
-ılrnİ-bir Tatar böreği vardır. Fakat onu da hazmetmek için mide demirden olmalı...) [2]
(Bitmedi) fl] Sami paşa zade Sezai bey Karagöz seyrine gitmiş, bura da Hacivadın gayet tekellüflü ve sunî konuşmasına Karagöz itiraz etmiş, muharrir de edebi yat bahsinde Karagözün fik rinde olduğunu belirterek mü talâalarım yazıyor.
[2J 1316.
Rümuzuledep. İstanbul
Sezainin kalemiyle inşa olu nan bir mezarda yatmak her kıza müyesser olan bahtiyarlık lardan değHdir. Bir fâni vücudu ebediyeti edebiyenden hissedar ediyorsun demek oluyor. Üslûp, ifade bittabi âU, müteali, mu- kaddemede elfaz münekkidle- rindeîl şikâyet ediyorsun...
Her halde kitabın mertebei üiyayı edibeyi haiz olan asarı sezaiyaneden olduğunu inkâr etmek kimsenin haddi değHdir. Ben küçük şeyleri beklediğim gibi büyük şeylerden buldum, tebrik ederim. Var ol, bahtiyar ol, vücudunla hepimiz iftihar ederiz.)
Abdülhak Hâmit bundan dört sene sonra Sami paşa zade Se zai beye, uğradığı acı bir kayıp ! münasebetiyle gönderdiği bir mektupta da onun edebî şöh retine temasla şöyle yazıyor du: (... Sen mUleti Osmaniye- nin en âli şairisin. Vücudun OsmanlIlar için bir şereftir. İnsaniyet aşkı için kendine rahim ol. Kudretin sana ihsanı yegânesi olan fazileti hârika anı icabeder. Sezainin bu mil lete büyük vaidleri vardır...)
Sami paşa zade Sezai beyi böyle takdirlere mukabil az yazmış olmakla tenkid edenler de vardı. Muharrir,
edebiyatı-Sami paşazade Sezai le y
— V —■Güzel günler çabuk geçmişti. Namık Kemal «mutasarrıf» ün- vaniyle bir sürgünde, Hâmit sefaret başkâtibi sıfatlyle uzak lardaydı. Hürriyete âşık genç lerin hepsi birer tarafa ayrılıp gitmişti.
Abdülhak Hâmit bugünlerde Sezai Beye yazdığı bir mektup ta şöyle diyordu: (Bilmem ki bizim Çamlıcadaki kafes hâlâ duruyor mu? Yoksa geçen fırtı nalarda uçup gitti mi? Eğer du ruyorsa. gitbak, sanırım ki be nim yerimde baykuşlar oturdu ğunu görürsün. Ah hasret, has ret o beraber geçirdiğimiz za manlara! O blraderane hasbı haller yine avdet ve tekerrür edecek mi acaba? ümid edelim, şu dakikada yüreğim parçala nıyor, bedbaht ve bişuur oldum ben...)
Artık o günleri yaşamak de ğil, hatırlamak bile yasaktı. İn san haklarını yerine getirmek değil, isimlerini telâffuz etmek bile günahtı. Vatan, millet söz leri, hal’edilen bir hükümdarla, saltanat sırası bekliyen bir veli- ahtın İsimleri söylenmesi suç olan kelimelerdendi.
Bu yasakların ortasında Şl- nasi, Namık Kemal edebî mek tebinin büyük başlarından biri olan Sezai Bey meşhur romanı nı (hürriyetine) söziyle bitir mişti. İstibdadın vehmi, hiyane- tl ve zulmü bu kelimeyle şah landı. Artık sanatkârın bütün hayatı adım adım takib olunu yor, ismine birbirinden uzun ve birbirinden yalan jumallar tanzim ediliyordu. Kendisinin dediği gibi, (Çünkü sergüzeşte esaret aleyhine başlamış ve hürriyetine diyerek nihayet vermişti.
Sezai Bey, eski dostlarından, fikir arkadaşlarından uzak kal mıştı. Memleket en karanlık günlerini yaşıyordu. Bugünler de her şeye tahammüllü, hare ketsiz, mücadelesiz duramıya- cağını anladı. Ruhunda çocuk luğundan beri yaşıyan hürriyet sevdası, onu bir gün bir yaban cı memleket yolculuğuna çıkar dı. Kendisi o günleri ve bu kor kulu seyahatini şöyle naklet mektedir;
(... İstanbul mün’âtıf olduğu hassas kableri teshir eden o gü zel gözleri dehşetten büyümüş, saçları ürpermiş, semasından i- nen umut nuranîler gibi simin ve nermîn kollan zincirle bir birine bağlanarak deniz kena rına konmuş bir ilâhe gibi idi.
O zamanlar kaideyi teyid e- den bir iki müstesna ile Nazır lar polis, valiler polis, sefirler polis, saltanat seraser bir po listi. (*)
Saraylardan başlıyarak ko naklara, evlere, talebelere, ki taplardan iptida ile makalelere, kelimelere, vicdanlara, parıltısı pencerelere akseden şimşek gi bi nüfuz eden ateşin enzan te cessüs, mukaddesata, kalblere düşen yıldırımlar ta k ib ederdi.
O yıldırımlar ne âli zekâlara, ne nazenin emellere, ne parlak istikballere isabetle tarumar et mişti. Bu günleri hep o gün kır mıştı. Alâm-ı bînihaye İle geçen seneler hep otuz üç sene ertesi idi. İstanbulda havay-ı nesimi teneffüs olunamaz hale gelmiş ti. Uzak, pek uzak bir diyarı hürriyete hicret etmek istiyor dum.
Adım adım takib olunduğum halde bu emele nasıl muvaffak olabilirdim. Hattâ bir akşam hasta olan biraderim Baki Be yi görmek için Büyükadaya git mek üzere bilet alırken beni ta kib eden bir sivil polis, emir var, İstanbul surundan dışarı çıkamazsınız, demişti. Aldığım bilet cebimde olduğu halde, sa kin-! pür heyecanı olduğum Babıâlî caddesindeki haneye avdet ediyordum.
İçinde yürüdüğüm bu leyli va- veylde Avrupaya gidebilirsem, edeceğim mücadeleyi düşünü yordum. Fakat mümkün mü? Ben Rvrupaya gitmek istiyorum, ayaklanma dolaşacak kadar yakın gelmeye başlıyan takip beni pek uzağa, Yemene gön dermek istiyor.
Şark ile Garp arasında kala rak, vapurların titriyen ruhu o- lan pusula gibi emvac-ı hâdisa- tın tâyin edeceği semt-1 azime ti bekliyordum.,.)
Nihayet takip çok
şiddetlen-Yazan
Halûk Y.
Şehsuvaroğlu
miş, Sezai Beyin müşküllerin den biri olan seyahat masrafla- n ve mali vaziyet meselesini İz- mirden îstanbula gelen biraderi eski Basra Valisi Haşan Bey ü- zerine almıştı.
Yabancı gemilerin kaptanla- riyle temasa geçilmiş, bir İngiliz gemisi Eyüpten kömür alırken Sezai Beyin depodan ve kömür sandallariyle gemiye gelmesini teklif etmişti.
Fakat müşkül olan bu teklif, kabul olunmamış ve birkaç za man sonra bir Fransız gemisiy le anlaşılmıştı. Sami Paşa zade Sezai Bey evinden nasıl çıktığı nı, bu gemiye nasıl girip, İstan- buldan ayrıldığını da şöyle nak letmektedir:
(... Verilen karar bu idi. Va pura hareketinden bir gece ev vel girmek; Beyoğlunda Lük- semburg Gazinosunda sokağa nazır pencerenin yanında ak şam sekizde hazır bulunmak, sokakta yan cebinde bir kırmızı mendil olarak geçecek, evvelce tanıdığım bir kadmı uzaktan takip ile o her nereye giderse beni her nereye götürürse git mek, akşamı vapura, muvaffak olamazsam mahbese gideceğim.
Bir pazartesi gününün sabahı Şişlide Suterazisinin karşısmki evde yatağımdan kalktım. Ha va güzel, ay mayıs, mevsim ba har idi. Bir müddet sonra aşağı İndim, bir pencerenin yanında yeğenim küçük Samiye piyano çalıyor, bahçede bir iki bahar kuşu hanendelik ediyor, Şark güneşi bunları dinlemek için pencereden içeri giriyordu. Nağmeleri o giren ziyadan baş ka bir şey olmıyan Şarkın bu kuşlan semanın bu çocuklan benim en mahrem ailei kalbi- yemdendir. O çocuğu, bu kuş lan bir daha görmemek, işit memek üzere terkedeceğim. Bir sabah-ı iftirak, bir hal-l istiğ rakta kaldıktan sonra birden
bire ayağa kalkarak yolcu yo lunda gerek, dedim...)
Lüksemburg Gazinosunda başlıyan firar teşebbüsü mu vaffak olmuş, Beyoğlunda dar bir sokak içindeki evde Sezai Bey Fransız kaptanla konuş muş ve başına kirli bir şapka giyerek, iskelesinde iki polisin nöbet beklediği Fransız gemisi ne bu kaptanla beraber ve bü yük soğukkanlılıkla girmişti.
Vapur, ertesi gece hareket etti. Güverteden Istanbulu sey reden Sami Paşa zade Sezai Bey gördüğü manzarayı şu satırlar la tesblt ediyordu: (Vapur Sa- rayburnunu dönmüş, Marmara- da ilerliyordu. Büyük İstanbul şehri minareleri, kuleleri, Bi zarısın kaleleri, burç ve barusu, Boğaziçin muallâkta, havada gibi görünüyordu.
Bu güneşli şehir asümanm- dan akseden ziya ve şualardan altın damarlariyle uzaktan par lıyor, işte orada şark cihetinde her dakika gözümden uzakla şan o mavi tepenin arkasında
çocukluğum geçmişti.
Gençliğimin ilk senelerinde semadan inenlerle, mev’udü telâki olan o şahika başındaki sislerle daldığı rüyasında o gün leri görüyor sanıyordum. Uf kunda gurub eden güneşin aksi
zıyasiyle İstanbul minareleri, kuleleri, yüksek tepeleriyle .de nizde yüzer pembe bir şehir ol du. Bir çeyrek sonra bu şua, bu yakut yangını birdenbire sön dü. Artık İstanbul sudan bir ufukun arkasında gözlerden ni-
han olup gitti...)
(Bitmedi) (*) Sami Paşa zade Sezai Bey bu polis tâbiri münasebetiyle yazısına şöyle bir not koymuş tur: (Memleketin hayat ve âsa- visini temin için masnu kanun ları tatbik ve icra eden polislere hürmet etmiyen bir milletin, kendisine de hürmeti yok de mektir. Fakat burada saltanat taki bütün idarelerin vazifeleri ni terk ile bir zalime polislik etmesi büsbütün başka bir mâ nadadır.)
VI
Samf paşa zade Sezai bey büyük, mücadelesine başlamak üzere 1301 mayısında Parise geldi ve orada kalemiyle yapa cağı mücadelenin esaslarım, ha sırlayarak Jön Türklerle bir leşti.
Kendisi seyahatinden ve Pa- ristekl ilk günlerinden şöyle bahsetraektedit: (Beş. gün beş gece devam eden uykusuzluktan ve geçirilen heyecanlardan son ra akşam üzeri taama vakit bu- lamıyarak otelin girdiğim, yata
ğından ferdası günü öğleyin dinlenmiş olarak çıktım.
Odam pek yüksekte, gökten inerken birinci kattaydı. Pen cereyi açtım, Paris ziya ve zekâ t - içinde cereyan eden
hayatına-başlamıştı' Bilâfasrla geçen In-
t »anları, arabaları, ofiyosParı seyrediyor ve âcizlerle bikesleri çiğneyerek geçen hotperest bir medeniyetin yürüdüğünü görü yordum.
Sonra odamda dolaşarak kudsî olan bu maksada bu mak- • şadı inkılâba ne yolda çalışır
sam müfit olabileceğimi düşü nüyordum. O zaman isimlerini telâffuz etmek yasak olan mil let, vatan büyük bir yeis içinde ağlıyor, bir çok memurlarla, memur olmıyanlar vatanın ne catını ümide cesaret edenlere gülüyorlardı...
Türk, tereddüdü terket, eline kalemini al, ziyasız, ümitsiz, snlhsuz, mütarekesiz bir müca deleye gir. O zaman cemiyete dahil olarak (Şûrayı Ümmet) in altı yedi sene tevali eden baş- mekalelerini yazmaya başladım.
Ben dahil olduğum zaman ce miyet dağılmış, Ahmet Rıza bey mermerden bir heykel gibi or tada duruyor, doktor Nâzım bey ziri nüfuzunda fakat bir piedes lal bir kaide gibi bulunuyordu. Ferid bey "Tl] Yusuf Akçura bey 12] cemiyete dahil bulunuyor ve bu iki muktedir genç Şûrayı Ümmet gazetesine ciddi, vakı fa ne makaleler yazıyorlardı.
Bir müddet sonra , Ferid bey Mısıra, Yusuf Akçura bey K af- kasyaya gittiler. Merhum Ali Salp beyin istifası üzerine Fe rit bey Mısırda tab'olunan Şû rayı Ümmte’e hem yazı yazıyor, hem nezaret ediyordu. Akçura bey de Kafkasyada Vakit na- miyle bir ceride çıkarıyordu.
Gazeteye Şurayı Ümmet is mini-Boşnak Hoca Kadri efendi
(
a koymuş. Kadri efendi müştagil ve mütevekkil ve daima Sor- bona müdavim ve cidden âlim M İdi. Yalnız insanların ahvali ruhiyesiyle, usulü muaşereti bu âlimin nıeçhuluydu. Nakabiii imtizaç bir mizacı vardı. Dö- ğecek bir çömez bekler gibi durur, abus, küskün bir hoca, » ¿ ¿ ' insanlarla her temas onda şerareler vücuda getirirdi.
‘ 'O zaman Şûrayı Ümmet Mı sırda tab’olunuyor. Fakat daha vatanda intişar etmiyordu. En I az nüfuz ettiği yer İstanbuldu.)
t
. '■Abdurrahman Sami paşanın bin itina ile büyümüş zarif vef
kibar oğlu Londra sosyetesinin genç >sefaret-kâtibi, İstanbulun İnce ve kudretli sanatkârı ar- • tık şiddetli bir ihtilâlciydi.Çamlıcada şiir söylediği ve edebiyat bahisleri ettiği kadar ilk ihtilâl münakaşalarını da yapmıştı. Çocukluğundan beri esarete isyan eden ruhu, •nu adım adım asıl mücadele sine doğru götürüyordu.
f Yazan
I
Halûk Y.
Şehsuvaroğla
Devleti aliyenîn mevcudiyeti ni, namusunu müdafaa ve mu hafaza eden bu kuvveti anla şılmaz bir sebeple, tamamen aleyhinde- addederek mahv ve tahribini kendisi için bir şe- rital beka, bir Iâzimei hayat bildi. Cülûsundan bir kaç ay sonra Rusyaya ettiği ilânı harb ancak on ay sürdü. Devleti alî- yeye ilân ettiği harb ise yirmi yedi seneden beri devam edi yor. Cihana karşı kemali âr ve hicap ite itiraf ederiz ki bu muharebei mahv ve ifnada her an mağlûp olan Devleti aliye
dir. \
Cülusunu mütaakıp düşma nın plânı donanmayı mahv ve tahrip ite Devleti aliyenin bü tün sevahilini müdafaasız, Rus- yanın Karadenizdeki kuvvei bahriyesine karşı silâhsız bir hale koymaktı...
Devleti aliyeyi bir zaman hâkim olduğu denizlerde tama- miyle müdafaasız, silâhsız bı raktıktan sonra ordulara za- maniyle cihanı titreten kuv- yayı bahriyeye, Sultanülbah- reyn velberreyn namı altında tasallut etmeye başidı. Ordu ların medarı kıyamı olan ve Mahmudu Saninin binlerce can lar pahasına istihsal ettiği itaati askeriyeyi ihlâl ile o ahengi cenk intizamı başıbo zuklar derecesine indirmeye ça lıştı. Askerlere hiç bir zaman, hiç bir yerde ateş talimi ettir mek istemedi. Taburları başı bozuk orduları sürü haline ge tirmekten başka bir şey düşün medi... Bugün bir avuç Bul gar ilânı harb takdirinde bize galebe edeceklerini ümide ce saret ediyorlar...) [3]
Makale bu şiddetli lisaniyle devam etmekte ve bütün devlet müesseselerinde görülen geri likleri belirtmekte idi. Şûrayı Ümmet’te, Sezai beyin yazdığı içtimai meselelerimize, terakki miz imkânlarına ait makale lerde de istibdat idaresine hü cumlar yapılıyor, fakat ayrıca Padişahı İstihdaf eden baş ya zılar da yazılıyordu. Bu cümle den olarak gazetede (Çarın ve Abdülhamidin anarşistleri), (Karadeniz boğazında Rus do nanması), (Abdülhamidin para sı), (Yevmi meşum), (Hamidî- ler) isimli makaleler neşrolun du.
II. Abdülhamit, aleyhinde bu derece şiddetle nezriyat yapan Sami paşa zade Sezai beyin ha tırını hoş tutmak, onu diğer mücadeleciler sınıfından ayıra rak İstanbula getirmek-istiyor du.
Dahiliye Nazırı Memduh pa şa 1905 tarihinde Ahmet Muh tar paşaya gönderdiği bir mek tupta Sezai beyin İstanbula getirilmesi hususunda şunları yazıyordu:
(... Sezai beyin Dersaadete gelmekte irael tereddüt ettiği halden istidlal olundu. Kendi hakkında sezavâr buyurulmuş olan merhamet ve iltifat se- nlyei hazreti Hilâfetpenahinm derecatı ülviyesini geçende
gön-derdiğim tahrirat ile beyan ve tebşir eylemiştim. Bu nimet pek azim bulunmasiyle şu fır sattan tamam istifade etmek menfaati olduğunu mirimuma- ileyh elbette düşünmüştür. Ge lip gelmiyeceği hususunda, bir fikri kati dermeyan etmiş ola
cağından avdet etmek isterse birlikte gelinmesi, olmadığı tak dirde artık sizin orada bekle meniz icabetmeyeceğinden, o ir an evvel avdet olunması lâzım geleceği beyaniyle şıkka tanzim olundu.)
Ahmet Muhtar paşa 4 teşri nievvel 1905 tarihini taşıyan mektubiyle Sezai beye vaziyeti bildirdi. Fakat Sami paşa zade bu teklife de red cevabında bu lundu.
Namık Kemalin bayrağını Sezai bey taşıyordu ve ona Ke malin de, kendisinin de en ya kın dostu Abdülhak Hami t kuv vet, ve cesaret veriyordu. Lon- drada sefaret müsteşarlığında bulunan Abdülhak Hâmit yazı neşretmekten menolunmuştu. Sezai beyin yazdığı ateşli ma kaleleri nasıl bulduğunu soran mektubuna Abdülhak Hâmit şu cevabı gönderiyordu: (... Ma- kalâtım soruyorsun, bittabi muallâ şeyler, hem muallâ, hem parlak, hem yakıcı. Bilmem kalemini güneşe mi batırıp ya zıyorsun. Evvelâ güneşe sonra da Yıldıza. Mısırlıların başına Ehramları yıkıyorsun. Şapur'a düşeceği uçurumları gösteriyor sun. Bir diğerini de yıldırımdan kamçılarla atebeden safiline boğuyorsun. Selimi Evvelin Mı sıra karşı izharı ülviyet ve me habet eden minareleri hatırıma geliyor.
Benim dilim tutulmuş, fakat kira ile tutulmuş değildir. Be nim kalemim kırılmış, ancak düştüğü için kırılmıştır. Sen berk ve raad, zelzele, tufan, ben sönmüş bir volkan...)
Daha 1902 yılında Sezai be yin İstanbula döneceği rivayet leri çıkarılmıştı. Hâmit bey bir I mektubunda Sezai beye (B u -! rada birisi senin İstanbula av- j det etmek üzere olduğunu işit tiğini söylüyordu. Bu rivayetj benim bir kulağımdan girip ö- I bür kulağımdan' çıktı. Aklım kabul etmedi. Bana haber ver- 1 meden öyle bir şey yapmazsın ¡
değil mi?...)
Fakat bu rivayetler hakikat olduğu zaman Sezai beyin na sıl kati bir cevap verdiğini de i Hâmit bey haber almıştı. 14 ey lül 1905 tarihli mektubunda
(Memduh paşadan gelen mek tupta acaba seni peygoler.şin mi addediyorlar. Anlaşılan göl ge etme başka İhsan istemem denişisin...)
Sezai bey hakikaten 'Gölge etme başka ihsan istemem) de miş ve büyük mücadelesine azimle devam etmişti.
(Bitmedi) [İJ Hürriyet mücadelelerimle büyük yeri olanlardan eski Da hiliye Vekili Londra ve Tokyo büyük elçi sayın Ferit bey.
[2] Yusuf Akçura bey Cum huriyet devrinde de Milletveki li ve tarih profesörü olarak hizmetlerde bulunmuştur.
Î3] Şûrayı Ümmetin 19 ocak 1994 tarihli sayısında çıkmıştır.
Bir çok kimseler bu kadar kibar ■ Ve ince bir insandan > bu derece şiddetli . bir ihtilâlcinin çıkabileceğine şüphe edebilir ve bir gün Sezai beyin İstanbula döneceğine inanan bir kaç kişi de bulunabilirdi. Fbkat onu yakından tanyanlar hiç hir va- <kit böyle yanlış < düşüncelere
kapılmadılar.
Şûrayı Ümmetteki şiddetli makaleler İstanbulu ve Yıldızı sarsmaya başlamıştı. Sezai bey H. Abdülhamidi asla mazur görmüyor, memleketteki bütün fenalıkları Padişaha ve etra fındakilere atfediyordu.
Şurayı Ümmette çıkan baş makalelerinden biri olan (Ab- diiihamit - Devleti aliye) isimli bentte düşüncelerini delilleriy le ortaya koyuyor ve şunları yazıyordu: (Abdülhamidi Saııi Sultan Osmanın, «Fatihin, Se limi Evvelin tahta cülus ettiği saman Devleti aliyenin dehşetli bir ordusu, kuvvetli bir donan ması vardı.
; # T r
flörihten Sayfalar)
T T '5 % 'V Î K °
Sami paşazade Sezai bey
VII
Sami paşazade Sezai beyin Faristeki yedi senesi yılma yan bir hürriyet mücadelesi içinde geçti. Memleketten îeııa haberler geliyor, ümit kırıcı, yeise düşürücü günler oluyordu. 1 Fakat Sezai bey (meyus olma mak bizim için bir vazifei mil liyet, bir iarizai vatandır. Her ne felâkete duçar olursak ola lım Osmanlılığı idameye, İpkaya çalışmalıyız, vatanın şu halinde kaçmak alçaklık, meyus olmak hainliktir.) diyordu.
Zaman zaman Paristeki hür riyet mücahitleri arasında mü nakaşalar oluyor, Ahmet Riza bey bazı hallerde muarızlarına, hattâ arkadaşlarına karşı da sert davranmak lüzumunu du yuyordu. Sezai bey 16 temmuz 1905 tarihli; bir mektubunda Riza beye şunları yazmıştı: («Bundan böyle artık büsbütün müstebidane hareket edeceğim» diyorsunuz. Nasıl oluyor da si zin gibi fırka! herdem fedai hürriyetten olan bir zat, bizim gibi blraderan ve fedakâram hürriyete hitaben, «Artık büs bütün müstebidane hareket e- deceğim, arkadaşlarımın bana emniyeti varsa beraber çalışır lar, yoksa ben yine mesleğimde yalnız devam eder giderim» d i yor. İptida müstebidane hare ket edenin arkadaşı olmaz, bendesi olur. Biz niçin memle ketimizden, ailemizden uzak, pek uzak yaşıyoruz. İstibdat al tına girmemek için değil mi? Her halde sizin böyle bir tekli finizi kabul etmek değil, işit meye bile tahammülümüz yok tur. Size sitem için vesile ara maya gelince Sezai nuru aynı olan Rizaya mucibi iğbirar olan bu sözü söylemek şöyle dursun, dinlersek bile istemez...)
Uzun mücadelelerden sonra hürriyet dâvası tahakkuk etmek yoluna giriyordu. Jön Tiirklerin hürriyet fikirleri evvelâ neşri- yatlariyle ve sonraları bazı mü cahitleriyle memleket içine so kulmuştu. 1908 sençsi başların da artık memlekette ihtilâl ve hürriyet rüzgârlarının' esmeye başladığı duyuluyordu.
Istanbuldan çok mühim bir mektup alart Alî Haydar Mithat bey bu mektubu (23 kânunusa ni 1908) tarihli bir yazısıyla Sa mi paşazade Sezai beye gönde riyordu. İstânbuldan gelen mü him mektupta şunlar yazılıydi:
(Beş gündenberi ortalığı bir havi ve haşyet istilâ etti. On beş gün evvel Yıldıza gelen bir telgrafta Jön Türklerden biri nin Avrupadan tebdili kıyafetle bu tarafa geldiği iş’ar olunmak la, derdesti emrolundu. Tesa düfen- karakola, tâyin olunan mahalde bir adam görüp tut muşlar ve üzerinde çıkan evrak vesaire ile gazeteler bulmuş ol duklarından aradıkları adam o olduğuna hükmetmişlerdir. İsticvaptan sonra mesalihi ec nebiye kalemi kâtibi tyehmet Müceddet ve erkânı harb bin başılığından müstafi Cemil ve maarif sansürü Giridli Mithat beylerin ve daha iki kâtibin müştereken evrakı muzırra tev zi ettiği anlaşılması üzerine işbu zevat ile yine .bunların müvez- ziliğini yapan iki Ermeni kadın ve Aydın vilâyeti mülhakatın dan Çeşmede diğer üç kişi daha derdest olunup hapsedilmişler ve gazetelerin kimlere tevzi olun duğunu tahkik etmişlerdir. Çünkü hükümet bunlar m ma halli içtimai olan bir İngilizin hanesinde paketlerle Sabahad- din beyin gazetelerini bulmuş lardır. Ahval pek müthiş olup herkes istibdada karşı ilânı muhasamaya hazırlanmış ol duklarından bu babda...y
Mithat .paşanın, Namık Ke mal ve arkadaşlarının yıllar evvel açtıkları hürriyet bayra ğı tekrar dalgalanmak üzere idi.
Yasan
Halûk Y.
Şehsuvaroğtu
ilk metuplarından birini 8 a- ğustos 1908 tarihinde yazıyordu: (Nuru aynı iftiharım meleğim, bu sabah bankadan bin frank harcırah aldım. Yarin değil, öbürgün yani pazartesi akşamı şimendiferle Selâniğe hareket edeceğiz. Bu hareketi, bu inkı lâbı vücuda getiren o âlî ordu bizi davet ediyor. Selanik, Yan- ya belediyelerinden de davet nameler geliyor. Britanyada bulunduğumdan dolayı is mimin bahsolunmadığından dolayı zarar yok. Bu sefer bü tün gazetelere de çok şeyler yazarım. Zaten ben inkılâba dair yazıp îstanbula bilhassa bütün ordulara gönderdiğimiz gazetelerdeki makalelerim yüz seksenden ziyadedir. En son Şûrayı Ümmet’te yazdığım ma
kaleyi de yarın çıkarsa size gönderirim. Biz bu gördüğünüz inkılâbı hazırlamak için iki senedir gece gündüz çalıştık.
İçimizden doktor Nâzım, İkin ci veliahtı saltanat Yusuf İz- zeddin efendi hazretlerinin ta bibi hususîsi doktor Bahaeddin daha bir çok arkadaşlar ha yatlarını tehlikeye koyarak
memelketimiziıı her tarafına girip neşriyatta, teşvikatta buz lundular. Ümidimizin mafev- kında muvaffak olduk. Geldi ğim vakit uzun uzadıya konu şuruz. Ümit ederim ki o vakte kadar sizlerin de pek tabii olan galeyanınız biraz sükûnetyâp olur... )
Memlekette heyecanlı gün ler başlamış, bazı ileri taşkın lıklar görülmüş ve otuz üç se nelik sistemin değişmesiyle de ilk zamanların bir takım ak saklıklarına raslanmıştı.
Madrit sefirliğine tâyin edi len Sezai bey yeni idarecilere yapılan tenkidlere bazı mek- tuplarile cevap veriyordu. Hem şiresi yazdığı (18 teşrinisani 1910) tarihli mektubunda di yordu ki: (Vilâyetlerimizin ha linde büyük bir terakki ol maması, maarifimizin hâlâ te rakki etmemesi, o kadar telâş edilecek bir şey değildir. Otuz üç sene af ve insaf bilmez, ö- nüne durulmaz bir kuvvetle vatanda ne kadar zekâ, ne ka dar hamiyet, ne kadar namus varsa söndürülmekle, kırılmak la, ezilmekle müştağil olan hü kümeti Hamidiyenin ferdayı mahvında, nasıl istediğimiz ka dar adam bulabiliriz. Bu kadar harap, bu kadar parasız ve ga yet mühim ve azim bir salta natta iki buçuk senede bundan ziyade bir şey kimse yapamaz zannederim.
öyle hemen mektepler aç mak, hocalar bulmak için Maa rif Nezaretinin bütçesi milyon ları g e çm e lih o ca la r için de seneler geçmeli. Elbette bazı yanlış şeyler yapıldı. Bence en büyüğü cemiyetin, memuriyet
kabul etmemesi oldu. Bunu za man gösteriyor...)
İttihat ve Terakki cemiyeti bu zamanı buluncaya kadar ha ricî gaileler belirdi. Memleket birbiri ardından imparatorluğu yıkan harblere sürüklendi.
Madritte sefir bulunan Sami paşa zade Sezai bey İtalyan harbinin, Balkan faciasının a- cılarını ve büyük harbin ne ticesini elemle taklbetti. Niha yet Mondros ve Sevr faciala rı gelip çattı. İmparatorluk teslim olmuş ve parçalanmıştı. Her şeyin haysiyet kırıcı oldu ğu o günlerde Sezai bey de Madrit sefaretinden haysiyet kırıcı bir muameleye uğrayarak azlediliyordu.
Samt paşa zade Sezai bey devrin Sadrâzamına bu müna sebetle şu mektubu gönder di: (... Evvelâ bendenizi sual siz, sebepsiz memuriyetimden azletmeniz kanunu esasiye mü- gayirdir. Her ferdin ve bilhas sa Ayandan olan bir Sadrâza mın kanunu esasiye muhalif hareketi ne suretle kabili tevil olabilir. Sebebi azlimi sual et tiğimde bunda zatı fahimane- lerlnln hiç bir dahil ve hattâ haberi olmadığını beyan bu yurdunuz, bir sefirin azlinde bir Sadrâzamın dahi ve haberi olmaması tarihe geçecek bir hâdlsel garibedir.
/
Saniyen ... Huzuru âsafa-nelerine çıktığımın ikinci de fasında ne girerken ve ne çı karken kıyam buyurmadınız.
Tahdfsi nimet olarak arzede- rim ki zatı fahimanelerini o makama getiren Padişaham Âli Osman, ve erkânızîşanı hane dan bendenizi inayeten ve te-
nezzüJen. ayakta veya kıyam ederek kabul buyururlar.
Pederimin ve bilâhare ahlâk ve kalemimin sayesinde maz- har olduğum teveccüh ve hür met cihetiyle bendenizi bilâse- bep azletmekte ve ayağa kalk- mamakta zatı âlil Sadaretpe- nahileri. yektadır...)
Sami paşa zade Sezai bey, sefarteten bu suretle ayrılmış ve bütün milletle beraber is tiklâl kavgasının neticesine he yecanla İntizarda bulunmuştu.
O günleri anlatan bir yazı sında diyordu ki: (... Millet ağlıyor, bir zaman en bü yük, en mağrur saltanatların burcu barusunda temevvüç et tikten sonra âfakı ümidi mil lete bir perde gibi kapanan sancak ağlıyor, rüzgâr ağlıyor, Boğaziçi göz yaşlan dökerek cereyan edip gidiyordu.
Bu hale karşı bütün Anado- lunun üzerinden ilâhı bir râşe geçti. Zira kalbinin en hassas bir noktasına, bin şu kadar se- nedenbeii nev’i beşerin geçir diği tufanı hâdisat, sadmatı inkılâp arasından kurtararak hıfzettiği «ulüvvü cenap ve is tiklâline» dokunulmuştu. Bir millet harbeder, mağlûp olur. Mağlûbiyetinin netayicine kat lanır. Fakat onun kendinin
bl-Selânikten, Manastırdan İstan- bula heyecanlı haberler geliyor du. Otuz üç senelik büyük bir mücadele nihayet 24 temmuz sabahı tahakkuk etmiş ve Os manlI İmparatorluğunda ikinci Meşrutiyet ilân olunmuştu.
Sami paşazade Sezai bey kü çüklüğünde, hürriyet kavgala rında ve memlekete döndükten ölünceye kadar geçen hayatın da kendisine en yakın, en müş fik ve en anlayışlı bir dost olan hemşiresi Mflek hanım efendi ye hürriyetin ilânından sonra
i i ı ı n u M u n n i M i r ^¡¡SSSSSSS
le bilmediği histen daha rakik, hayattan daha ziyade bir ci heti, bir noktası vardır ki o- raya dokunulunca mahvolmuş gibi görünen büyük milletlerin pek am ik. ve pay ansız olan menabii dehâ ve hamasetinden hasıl olacak şerareler birer yıl dırımdır ki isabet ettiği devle tin bünyanı mülkünü sarsar.
... Bu anasır, bu kabiliyetler, bu menabi meydana çıkmak için Mustafa . Kemal paşa gibi bir dâhiyi bekliyordu. Bir da ha inkişaf âsarmı göstermek için etrafında, ., Anadolumın Türklüğe şeref veren erkânı as- keriyesi Büyük Millet Meclisi gibi anasıra, muhite muhtaçtır. Zira dehâ, anasır halk ede mez... )’ • .
Ç ‘ ’ l . . . (Sona gelecek sayıda) - - - ■**Bı #ai m