\ s
C eta#/<3a k iX s
m STANBUL Valiliğine çıkanI
yokuşta, tam camie karşı bir kitapçı dükkânı vardı. Adı: Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi. Sa hibi: Ahmet Muhtar.îlk gençliğimin en bahtiyar da kikaları onun camekânı önünde geçmiştir. Tevfik Fikret’ler, Ha. Ut Ziya’lar, Hüseyin Cahit’ler, Hü seyin Siyret’ler, Mehmet Rauf'lar onun raflarında cilt cilt sıralanır, dılar: Rübab-ı Şikeste, Aşk-ı Mem- nu, Hayat-ı Hakikiye Sahneleri, Leyal-i Girizan, Eylül,., Bir de Be yaz Gölgeler!
Beyaz Gö’geler, kırmızı üzerine beyaz, titrek harflerle yazılmış bir şiir kitabı idi. Ben, Celâl Sâhir’i ilk defa bu kitabın içinde gördüm, tanıdım, sevdim. Bu, sağ omuzun dan çekilmiş, başı biraz dik, biraz arkaya dönük bir fotoğraftı. En sesinden yakasına düşmüş saçları nı yüzünden çok görüyordunuz.
Iç kapağın üstünde yapraklar içinde bir kadın başı ve altında, üstadın el yazısiyle iki mısra: BUttln hayatımı onlar verir de ben
yaşarım, Kadınlar olmasa ökstiz kalırdı
eş’ân m ! Onu, mektep sıralarında bizlere «Feminist Şairimiz» diye tanıttı lar. Hocalarımız haklıydı elbet. O, kendisini böyle takdim ediyor du: Bütün hayatını onlardan al dığını, onlar olmasa şiirlerinin ök süz kalacağını söyliyerekî...
Ama ben, asıl Celâl Sâhir’i, ilk kitabını okuduktan dört vıl sonra gördüm ve onun güzel, İyi, insan tarafını, her gün biraz daha ta nıdım.
Birinci Dünya Savaşma girme, iniştik henüz. Bilgi Derneği top lantılarının ikinci haftasıydı. Hece vezniyle yazdığım ilk manzumeyi okumuştum o gün. Akşam üzeri merdivenlerden inerken, arkam dan telâşlı bir ses koştu:
— Yusuf Ziya bey... Yusuf Ziya bey...
Bu, onun sesiydi. Bana: — Ziya Gökalp bey rica ediyor lar, dedi, müsaade buyurursanız şiirinizi Türk Yurdu'na koyalım...
O kadar sevinmiştim ki, manzu menin yazılı olduğu kâğıdı bul mak için bütün ceplerimi karıştır- dım!...
îki hafta sonra, Türk Yurdu’- mm kaim kâğıtlı kırmızı kapa tanda adım vardı. O akşam, vine
4
aynı telâşlı sas beni merdiven ba. şmda durdurdu. Solda bir odaya girdik ve derginin idare müdürü, kasayı açtı, bana «telif hakla» mı verdi. Bu, kalemimle kazandığım ilk paraydı: Bir Osmanlı altım!...
Celâl Sâhir, hayalimizdeki şair di: Uzun saçları, ince vücudu, solgun yüzü ve daima rüya içinde bakan gözleriyle... Gözleri!... Sun lar, sahiden iki nâdide mücevher di: Menevişli, lâcivert gözler!... Şıktı, temizdi, titizdi ve çok dost tu, çok insandı.
Biraz uzun, biraz sivri, koyu kırmızı bir fes, gümüş rengi bir jaketatay ve siyah iskarpinler Unutamadığım hayali budur.
Kalbi ve kafasiyle daima yeni, daima genç kaldı. Sanat hayatına Edebiyat-ı Cedide» çerçevesi için, de girmişti. Fecr-i  tî ile oeraber göründü. Hececilerle yanyana yü rüdü ve nihayet vezinsiz şiire ka tıldı.
Kim der ki:
Karşımda bir deniz, ebediyetle hemhudut, Fevkimde bir semâ ki pür ûvize-i
nücum... Her yerde bir sükût... Ne bir ses,
ne bir sürüt, Etmez bu sâkıtiyyet-i leyliyyeye hücum.
Mısralannı yazan kalem, uzun yılları bir ruh tazeliği ve -;ekâ çevikliği ile aşarak:
BİLMECE
Gözü var, kulağı var. İşitiyor, görüyor.
Eli var, ayağı var, Kımıldıyor, yürüyor. Yaralamaz eşini
Ne Fidyas, ne de Mikel, Hayatın ateşini
Taşır gibi bu heykeli Bazan dururken birden Gözünden yaş akıyor. Bazan siz ağhyorken O gülerek bakıyor. Ne derin bir muamma: Yaşıyor, fakat cansız l Göğsü çarpıyor ama Yüreği heyecansız! Dönüyor önünde baş Bu yaşayan mermerin. Ey büyük heykeltraş, Bu senin şaheserin!
Diye haykıracaktır. Bu kadar da değil. Kurtuluş Savaşının İlk günlerinde, dağlarda çeteler çar- pişirken, o, yepyeni bir sesle yep yeni bir inancı savunuyordu:
Sizin göklerde kanatlarınız, Bizim arşa kanatlanır Atlarımız!
Kılıçlarımız şimşek şimşektir, İki ayrı döşektir:
Vücudumuza hudutlar, Ruhumuza bulutlar!..
Celâl Sâhir, hiçbir işte normal hararetle çalışmadı. Ruh ateşi daima otuz yediyi aşmıştır.
Vermeyi severdi: Bilgisini, he- yecanını, hattâ parasını, hattâ sıhhatini...
Kadıköyünde, sahnemizin İlk Türk kadını A fife’yi polis yakala mağa gelince, edebî heyet âzalan birer birer kaçmış, yalnız Celâl Sâhir kalmıştı.
Bir yaz mehtabı altında, komi ser muavini onu karakola götürür, ken:
— Ah beyefendi, sizi tanırım, hattâ bazı şiirleriniz ezberimde-diî...
Demiş ve Leyal-i Sahıriyyet» dan okumaya başlamış:
Sâhir! Benimle gel, gecenin hâü pek güzel. Ormanda nefti gölgelerin raksı
pek şiir. Bak kollarım nasıl mütehalik,
küşadedir, Gel, aşkımızla mezcedelim şiiri,
haydi gell
Mütareke yıllarında, dört beş arkadaş, onun etrafında toplan mış, her ay bir kitap çıkarmağa başlamıştık. Bunlar, numaralı ki- taplardı: Birinci kitap, ikinci ki tap, üçüncü kitap... İçerisinde he- pimizin yazıları vardır: Celâl Sâ hir’in, Halit Fahri’nin, Ömer Sey feddin’in, Faruk N âfiz’ln, Vâ - NÜ’, nun, Fahri Celâl’in...
Sık sık, Sultanahmet’te, Toprak sokaktaki evinde toplanır, yer, i. çer, konuşur, yatardık... Onun ka dar nâzik ve nezaketini onun ka dar sezdirmeyen insan hiç görme dim. Kendi karyolasını daima ba na verir, misafirini rahat uttlr. inekle kendi rahatsızlığım unutur du.
İkisi birden — Bunlar işi azıttılar artık!...
Bu yıl beyaz peynir bol olacak ..
(Gazeteler)
Peynir kuyruğu!.
Bu gecelerden bir tanesini hâlâ hatırlarım: Ömer Seyfeddtn «Mah- çupluk İmtihanı» isimli bir karne- dİ yazmıştı. Onu okudu bize. Buna okudu demek yanlıştır. Bütün rol leri, şahısların sesleri, tavırları, mimikleriyle tek başma oynamış tı. Gülmüştük. Katıla katıla, göz lerimizden yaşlar akarak gülmüş tük.
Meğer aradan bir kaç ay geçe cek ve yine o evde, yine gözleri mizden yaşlar akarak katıla katı la ağlıya çakmışız: Ömer Seyfed- dln’ln öldüğünü duyarak!
Celâl Sâhir, fikir hayatımızın, sanat hayatımızın, cemiyet haya tımızın çeşitli hizmetlerinde çalış tı. Hobyar’da oturduğu yıllarda mahallenin isteğini kıramamış, Hobyar Muhtarı bile olmuştu. Son ra, Birinci Dünya Savaşı içinde ticarete heves etti. Kazancı, gali ba Süleyman Nazif’in -aktığı i simden ibaret kalmıştır: Sair.l ta cir!.,.
Daha sonra, onu üçüncü Büyük Millet Meclisinde gördük. Zongul dak Mebusu idi.
Atatürk, çalıştıran insandı. O, çalışan insan. Yıllarca, Türk Dili Kumıunda üye ve başkan vekili o- larak, gece, gündüz uğraştı. Son ra?... Günde dört paket sigara i- çen zayıf bir vücudun kaderi ne ise o oldu: Bu hızlı yaşamaya el li iki yıl dayanabilmlşti ancak!
Yusuf Ziya ORTAÇ
Saat ayan
Gece yarısından sonra uyanan Zıpır Nuri, karısına slrdu:
— Saat kaç?
Kadın, uykulu gözlerini oğuş- turarak yanı başındaki komidinin üstündeki çalar saate baktı:
— Saat durmuş, işlemiyor,., Zıpır Nuri, hemen yatağından fırladı. Pencereyi açarak, yüksek- sesle şarkı okumaya başladı. Çok geçmeden karşıki komşunun pen ceresi açıldı:
— Len Nuri çıldırdın mı sen?.. Böyle gece yarısından sonra saat İki buçukta şarkı söylenir mi ?!.
Zıpır Nuri, komşusundan Özür dileyerek pencereyi kapadı ve he men saatin akrebini iki buçuğun üzerine ayarladı. Sonra bir şey ol mamış gibi yatağına girdi!
#
Sessiz rol
Çoukluğundan beri tiyatroya n e raklı idi. Uğraşa uğraşa, günün birinde nihayet, bir tiyatroya ka pılandı. Ama, claha, esaslı bir rol alamıyordu.
Bir akşam, babasına bir müjde getirdi:
— Baba, dedi, çok şükür, bir piyeste rol aldım!
— Ooo. tebrik ederim! Ne ro lü?
— E vli bir adam rolü. Babası onu teselli etti:
— Üzülme oğlum. İnşallah bir gün konuşacak bir rol de verirler!.
Hayalimde elmaslar, inciler parlıyordu... Titreyen ellerimle uzandım pencerene!
Açtım ... İnanır m ısın? Bir zaman kalbim durdu! Lânetler, dedim, beni dünyaya gönderene... Uzanm ış yatıyordun, sereserpe, divanda... Tül değil, bir rüyaydı vücudunda ürperen! A y gümüş kollarıyla bir küstahtı o anda; Seni benim karşımda, saran, seven ve öpen... İşıktan bir zehirdi dudakların parlarken, Ben, korkak, büyülenmiş, karşında zavallıydım... Gölgemden bile ürküp, kendimi toparlarken. Göğsüme bir namlunun dayandığını duydum! Bir değil, hzyır bir çift namluydu bu alevden, İçime dalıyordu gözümden... Gözlerindi! Sonra... Birden mâbete dönen bu sessiz evden, Kahkahan, balyoz gibi kafatasım a indi!
a— Merhaba Çapkın Hırsız, ne işin var burada? Bir şey mi arıyorsun?...»
__ H ayır, dedbn yutkundum. Yanlışlıkla gelmişim...»
Gülerek: «— E vet, y a da Çapkınlık için Dedin. Bekliyordum, soyundum!» Ayaklarım , kollarım kesildi birdenbire...
M utlak ateşi buydu namludan gözlerinin! A z böyle vurulm aya yüz kere ölmek bile! Uzanıp yatıverdim, önünde dizlerinin...
«— Bırak, gideyim... Dedim. Ben namusla hırsızım, Sadece dolu cüzdan, elmas küpe çalarım...»
Gülerek: «— Ben de, dedin, çok namuslu bir kızım Sadece tanınmayan adamlarla yatarım !»
Ellerin büyüleyen bir çiçeğe benzemiş, Göğsünden rayihalar saçıyordu gençliğin... Dedim: «— H ayır olmaz bu!»
Dedin: «— A m m a tuhaf iş, Y ık budala gururu... Biraz aşka doğru in! Günler var ki, burada bekliyorum delice Çapkın adımlarının ümit veren sesini... N e hayaller kurarak?... işte, geldin bu gece! Bu sefer ben kazandım, sen çaldırdın kendini!» Dinledim.. Saatlerce belki baktım yüzüne.. N e oldu, neler oldu bilmem sabaha kadar? A rtık ne dünüm kaldı, ne de hayrım bugüne ., Göğsümün sol yanında yum ruk kadar boşluk var!
Söyle?... Kalbim nerede? Söyle bana hain kız! Allah rızası için hangim iz Çapkın H ırsız?!...
Bülent Hikm et Ş E R E N
Yalancı Şahit!.
Cumhuriyet gazetesinde okuduk: Bir hakaret dâvasında yalancı şa hitlikten Meryem isminde bir kadın tevkil edilmiş.
Bu havadisi okuyunca nedense aklımıza Meryam Ana geldi. Malûm ya, mukaddes tarihin bu tiziz kadını İlâhî bir nefha ile gebe kalmış vc Hazret-i îsâ ’yı doğurmuştu!
Böyle mübarek bir kadının ismini taşıyan bayan Meryem’e cidden teessüf ederiz. Kendisine yalancılık yakışır mı hiç?
9
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi