• Sonuç bulunamadı

Başlık: Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan ErkeklerYazar(lar):ÇELENK, SevilayCilt: 1 Sayı: 2 DOI: 10.1501/Iltaras_0000000054 Yayın Tarihi: 2003 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan ErkeklerYazar(lar):ÇELENK, SevilayCilt: 1 Sayı: 2 DOI: 10.1501/Iltaras_0000000054 Yayın Tarihi: 2003 PDF"

Copied!
27
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

m

Trajedilerinin Semptomlarını

Okuyan Erkekler:

Pierre Riviere, Louis Althusser ve Ted Hughes

;; . "' Sevilay Çelenk • : .

Özet: •••:-Bu çalışma 19. yüzyılda yaşamış basit bir Fransız köylü çocuğunun, ünlü bir Fransız filozofun ve bir İngiliz şairi azamın kendi trajedilerini açıklamaya dönük itiraflarının eleştirel bir okumasıdır. Söz konusu kişiler tarafından kaleme alınmış ve kişisel yaşam olaylarının ardındaki gizi aydınlatmaya çalışan farklı yazınsal türlerdeki üç metin birer otobiyografi olarak değerlendirilmektedir. Çalışmada, yaşamlarındaki en önemli kadınları öldürmüş ya da intiharına sebebiyet vermiş bu erkeklerin kendi trajedilerine uyguladıkları semptomatik okuma, gerçek öykülerine dayanan yapıtlarına odaklanarak

yorumlanmaktadır. Çalışma, gerçek ya da sembolik anlamda "katil" olarak damgalanmış bu "erkeklerin, trajedilerinin ezici ağırlığı altında; kadının ölümü ile sonuçlanan olayları, bu olayların kendi kişilikleri ya da toplumsal/cinsel kimlikleri ile ilgili boyutunu ve öldürülen ya da intihar eden "kadırt'ı nasıl tarif ettikleri sorularına yanıt aramaktadır.

The Men Who Read Symptoms << of Their Tragedies: Pierre Riviere, Louis Althusser, Ted Hughes

Abstract: ' ' ' This study is a critical reading of three "confessions" mitten by a French peasant boy who lived in the 19th century, a famous French philosopher and a famous Britain's Poet Laureate who seek an explanation for their om tragedies. These texts in different literary genres, ali of which aim to enlighten the secrets behind the personal life-events of mentioned men, are considered as autobiographies. İn this study, the ways these men, who either killed or caused suicides of the most important women in their lives (mother, sister, mves), applieda symptomatic reading are exploredby focusing on their works vıhich are based on their realstories. The study dmlls on finding anstvers to the folloıving guestions: under such severe and devastating circumstances, how these

'1nen", who were labelledas "killers"in either real or in symbolic manners, explain the events which come to an end by the death of women; how they relate these tragic events to their own social and sexual identities; and hem theyportrait the 'toomen " who were killed or committed suicide.

(2)

88 • iletişim : araştırmaları

Trajedilerinin Semptomlarını

Okuyan Erkekler:

Pierre Riviere, Louis Althusser ve Ted Hughes

Her birimiz birer Fisher King olduğu-muzdan, birbirimize yabancılaşmamız gü-nümüzün en ilginç roman konusu haline gelmiştir. Uzaklara gitmeye ne gerek var? bir sokak boyunca yürüyün ve insanların yüzlerine bakın. Hepsinde Fisher King iz-leri göreceksiniz. Hepimiz yaralıyız ve ya-ralı olduğumuz yüzlerimizden belli (John-son, 1992: 26).

Kadın ve erkeğin içine doğdukları ya da içine yerleştikleri bütün ilişki biçimleri, ana-oğul, baba-kız, erkek-kızkardeş, karı-koca veya sevgililik ilişkisi gibi, hemcins-leriyle olan ilişkilerinden her zaman daha dikkate değer bulunmasa da sanatta, ede-biyatta ve hatta yazılı ve görsel basında çoğunlukla daha "ölümcül" bir ilişki ola-rak betimlenme ve portrelerime eğilimin-dedir. Her ne kadar ödipal karmaşanın mitsel boyutunda, kendisini öldürmesin-den korktuğu için küçük oğlunu ormana terk eden bir baba figürü yer alsa da bura-daki baba ve oğul ilişkisi ve sonraki kaçı-nılmaz ölümcül karşılaşma, annenin/ka-dının paylaşılamaması üzerinden dola-yımlanmıştır. ' H'

Mitlerden, söylencelere, halk masalla-rından roman ve filmlere uzanan bir kap-sayıcılıkta, kadın erkek ilişkisi kadına ulaşmak veya kadını elde edebilmek için "erkekliğin" kanıtlanmasını ön-gerektiren bir koşula bağlanır: Sözgelimi pek çok halk masalında ergenliğe adım atan oğul, anneye "erkekliğini" kanıtlayarak yeniden dönmek üzere, evi terk etmek zorundadır. Ve bu anlatılarda "evden kopuş" her za-man ölümcül riskler içerir. Bunun gibi er-keğin sevdiği kızın kalbini ya da kız baba-sının onayını kazanmak için rakiplerini elemesi ya da imkansızlıklar içeren çeşit çeşit yarıştan en önde çıkması zorunlu-dur. ıf ,

Erkekliğin tikel ve evrensel gerçekleş-tiriminin mitsel koşulu, evden (yani anne-den) kopuşa ve erkekliğin rekabetçi dün-yasında yalnızca ayakta kalmaya değil, kayda değer bir biçimde öne geçmeye sıkı sıkıya bağlanmıştır. Erkekliğin kolektif bi-linçdışında bu ölümcül ve rekabetçi müca-delenin içselleştirilmiş olduğu iddiasını, kadın çalışmalarının pek çoğunda en çok

(3)

fe/en* • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 89

da heteroseksüel "aşk" ilişkilerinin günü-müz dünyasındaki yaşanma biçimlerini irdeleyenlerde okumak mümkündür. Kentli, orta ya da üst orta sınıf, kariyer sa-hibi ve otuzlu yaşlardaki kadının onul-maz cinsel yalnızlığını öyküleyen çağdaş roman, film ve televizyon anlatısının ya-rattığı geniş külliyatın da temelde bu var-sayım etrafında kurgulandığı söylenebilir. Bu varsayım şöyle tanımlanabilir; evden kopuşunu gerçekleştirememiş ve erkekli-ğin rekabetçi simgesel düzeniyle günü-müz dünyasının kadm-erkek ilişkilerine ' dair eşitlikçi söylemsel düzeni arasında sı-kışıp kalmış, kolektif erkek bilinçdışınm tutsaklığındaki bir erkeklik biçimi, "yeni kadın tipine" uygun bir karşılık üreteme-mektedir.

Burada sıklıkla gözardı edilen noktaya varabilmek için, erkeğin -pozitif- sosyal iktidarının koşulu olarak tanımlanabile-cek olan "evden kopuş"un önüne dikilen en büyük engellerden birinin "evdeki ka-dın"la ilişkili olup olmadığı sorusundan

hareket etmek zorunludur. Metaforik kul-lanımından arındırarak somut bir varo-luşta cisimlendirdiğimizde "evdeki kadı-nı" anne -ve bir ölçüde de kızkardeş- ola-rak görebiliriz. Ailenin günümüz Batı top-lumlarında en yaygın görünümü olan "çe-kirdek" yapısının evdeki kadın olarak "an-ne"yi ve anneliği yoğun bir biçimde "ya-rarlılık" temelinde kimliklendirdiği açık-tır. "Yararlı olmaktan çıktığı andan itiba-ren kadın gereksizdir. Böyle programlanır evkadınlan. Kadının yararlılığının doru-ğu, yani çocukların henüz küçük olduğu dönem... en küçük çocuk bağımsızlığını kazandığı anda sona erer... tek yararlılık biçimini -önce cinsel nesne sonra annelik-geride bırakmıştır." (Comer, 1996:146). Bu nedenle çekirdek ailenin, oğulun evden kopuşuna direnen, işe yararlığını kanıtla-ma ya da varoluşunu anlamlandırkanıtla-ma yo-lunda en cansiperane yatırımı ona yaptığı için "oğul"a el koymak ve akıp giden yılla-rın mutsuzluğunu oğula telafi ettirmek is-teyen bir kadınla nitelenip nitelenmediği sorusu, üzerinde düşünülmesi gereken bir

(4)

90 • iletişim : araştırmaları

sorudur. Eğer böyle bir dönüşüm söz ko-nusuysa, erkekliğini kanıtlama mücadele-sinde oğulun bir ayağının geleneksel aile-nin "doğal" birliğinden ve evdeki kadının "bilge" yol göstericiliğinden oldukça uzak bir biçimde, çekirdek aileye çakılıp kaldı-ğı ve O'nun bu çakılmaya rağmen bir ev-den kopuşu gerçekleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Böylelikle O'nun yaşamına giren yeni kadınlara da evdeki kadına da "erkekliğini" kanıtlama çabası imkansız bir çaba olarak baştan sakatlanacaktır. Çünkü bu kadınlardan birine bunu kanıt-laması ancak ötekinin nezdinde "yenik" bir erkekliği kabul etmesiyle olanaklıdır. Sevgili ya da eş ondan "evinden kopmuş" özerk bir varoluşu gerçekleştirmesini bek-lerken, bu kopuşun tam da kendisi kadın-lararası ilişkilerin çetrefilliğinden kaynak-lı olarak, "evdeki kadın"ın gözünde taviz-kar, aile birliğine karşı ve öteki kadın tara-fından yönlendirilmiş bir kopuş olarak görüldüğünden "gereğince erkek olama-yışın" gösterenine dönüşür. O halde kadın cinsinin umarsızca arzu ettiği özerk, sos-yal alanda iktidar sahibi ve seçim yapabil-meye ehil bir erkeğin karşısına en önemli engellerden biri yine kadınlar tarafından mı çıkarılmaktadır? Benzer türden eleşti-rilerin İkinci G'ns'den (de Beauvoir, 1949) beri -belki de çok daha öncesinden- hem sıklıkla dile getirildiğini hem de kadınlığa değgin daha genel bir öz-eleştiri düzle-minde şu haklı savunuyla karşılandığını biliyoruz: "O küçük, o 'kadınsı' kızlar öyle

doğmazlar, o hale getirilirler." (de Beau-voir, 1996: 69). Bu eleştirilere de savunu-suna da katılmamak mümkün değildir. Bununla birlikte sıklıkla gözardı edilen şey erkeklerin de -kimbilir belki de- öyle doğmadıkları, o hale getirildikleri gerçeği-dir. . • :.'.:•:-: • -' ,

• •-• Kuşkusuz burada konuşmaları gere-kenler erkeklerdir. Ancak cinslerarası iliş-kilerin eşit, özgür ve bütünleyici bir ilişki olabilmesi mücadelesinde erkekler sus-kunluğa gömülmüşlerdir. "Nasıl ve ne ha-le getirildikha-leri"ni açıklayabilmeha-leri, önce-likle kadınların uzun yıllardan bu yana yaptıkları gibi, işitilebilir ve kıyasıya bir öz-eleştiri yapmalarını gerektirmektedir. Erkeklerin de erkek deneyimine ve öykü-lerine ses vermeleri gereklidir. Bu bir er-kek hareketi, ya da kadınların eşitlik mü-cadelesi ve kadın hareketi içinde erkeklere yöneltilmiş etkin bir konum önerisi olarak okunmamalıdır. Cinslerarası ilişkinin eşit-likçi ve özgür bir ilişki olabilmesi için "in-sani" bir konumlanış önerisidir. Erkeğin dünyasını kamusal bir dünya olarak kur-gulayarak, onu özel alana pozitif bir katı-lımdan dışlayan, iktidarsızlaştıran, dola-yısıyla şiddete, tahakküme ya da baskıcılı-ğa yönelten patriyarkal düzenin ve bu dü-zenin ayakta durmasını sağlayan kadın it-tifakının gereğince anlaşılması ancak er-kek deneyiminin de tıpkı kadınların dur-mamacasına yaptıkları gibi dile getirilme-siyle olanaklıdır. ..,'•. <; •;: ; ;..;;|; ;.

(5)

Çelenle Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 91

Bu çalışma, erkeklerin kendi cinsellik-leri, kendi deneyimcinsellik-leri, öyküleri ve bek-lentileriyle ilişkili olarak sanıldığının aksi-ne, derin bir suskunluğa gömülü oldukla-rı düşüncesinin esinlediği bir çalışmadır. Çalışmamızda, erkekler tarafından kale-me alman ve bu sukunluğu bozan örnek-ler olarak değerlendirilen üç trajik yaşam öyküsü incelenmekte, trajedilerini sorgu-layan erkeklerin kendilerine, kadınlara ve kadın-erkek ilişkilerinin ölümcül çıkmaz-larına ilişkin olarak ne söyledikleri okun-maya çalışılmaktadır. Diğer bir deyişle bu çalışmada, kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkinin, eş, sevgili, ana-oğul, baba-kız ya da erkek ve kızkardeş ilişkileri gibi her-hangi bir biçimine, en son ve en trajik nok-tayı koyan "ölüm"ün bu ilişkileri geriye dönük olarak nasıl yeniden anlamlandır-dığı genel problemi üzerinden, erkeğin "katil" ya da ahlaki bakımdan "suçlu", ka-dının da "kurban" olarak damgalandığı üç özel hikayeye, başka bir deyişle üç kişisel "itirafa eğilmektedir. Dile getirenleri er-kek olan bu itiraflar; artık hayatta olma-yan kadınların ardından, bu kadınların hayatta olmamalarına ilişkin gerçeğin -ki bu gerçek aynı zamanda cinselliğe ilişkin bir gerçektir- bilgisini üretme girişimidir. Çünkü Michel Foucault'nun Cinselliğin

Ta-rihi adlı eserinde öne sürdüğü gibi

cinsel-liğin gerçeğini üretmede kullanılan en yaygın yöntem "itiraftır. Foucault'ya göre "Batı'da insan bir itiraf hayvanına dönüş-müştür." (1993: 65). ;-'•... •• ;;

Batı Kültüründe İtiraf Geleneği

Batı kültüründe hristiyanlıkla ilişkili olarak köklü bir itiraf geleneğinin olduğu ve bu geleneğin dinsel bir vecibe olarak günah çıkarma etrafında sıkı sıkıya cinsel-liğe bağlandığı bilinmektedir. Foucault (1993) itiraf geleneğinin iktidar kullanımı-na eklemlenmesini, itirafın Ortaçağ'da iş-kence eşliğinde zorla çekip çıkarılan biçi-minden farklı olarak günümüzdeki gönül-lülüğe doğru dönüşen yapısı etrafında tartışırken, itirafa hemen her zaman bir arınma istencinin eşlik ettiğinin de altını çizer. .-• ... —

Aziz Augustine'in 397 yılında kaleme aldığı ve bir tür öz-yaşam öyküsü olarak değerlendirilebilecek olan İtiraflar'ı da Ro-usseau'nun ilk kez 1781'de yayınlanan

İti-rafları kadar, nitelik olarak birbirlerinden

çok farklı olmalarına rağmen, hristiyanlık-ta itiraf geleneğinin önemini, arınma is-tencini ve bunun cinsellikle ilişkili boyut-larını açığa vurur. Bu bağlamda Gutman (1999: 82-83) Aziz Augustine'nin "özgün deneyimini ve kadın cinsini bedensel ola-rak tanımaya karşı duyduğu güçlü arzu-yu" anlatırken "Tanrı'nın, bir zamanların çapkın Augustine'i gibi aşağılık bir yaratı-ğa dahi ulaşabilen inayetinin, en değersiz ademoğlu tarafından bile keşfedilebilece-ğini" göstermeyi amaçladığını ifade eder. Buna karşın Rousseau'nun itirafları "Tan-rı'yı ululamaya ve ona bağlılığa çağırmaz. Rousseau'nun amacı iki katlıdır: kendisini

(6)

92 • iletişim : araştırmaları

••:-•*.$;

utanç yükünden kurtarmak; kendisini za-afları içinde, onlarla birlikte ifşa etmek."

Benliği ifşa etme çerçevesinde işgören itirafın iktidara boyun eğmenin ve cinsel-liğin mahrem alanını tahakküme açmanın araçlarından biri olarak değerlendirilişi-nin haklılığı ortadayken, erkeklerin sus-kunluğunu cinslerarası eşitliğin gerçekleş-mesinin önündeki bir engel olarak değer-lendirişimiz çelişkili gibi görünebilir. Bu-nunla birlikte çalışmada erkek suskunlu-ğuna dikkat çekilmesinin, erkeklerin itiraf etmeye yönelik bir isteksizliğine işaret et-meyi amaçlamadığını eklemek gerekir. Çünkü cinsellik alanı en fazla kadın bede-ni ve cinselliğibede-nin teşhiri aracılığıyla bas-kıya ve sömürgeleştirmeye açılırken, er-kek suskunluğu edilgen bir tavır değil ço-ğu kez dikizci bir katılım olarak işbaşında-dır. Kadın hareketinin kadın deneyimini, kadın cinselliğini ve kadın öykülerini dil-lendirmeye atfettiği önem bu çerçevede cinsellik alanının sömürgeleştirilmesine gösterilen direncin ifadesidir. Deneyimin dile getirilişi itiraftan farklı olarak arınma istenci çerçevesinde iktidarla bir işbirliğini ve gizliliği yeniden meşrulaştırmayı değil, arınma gerekliliğini iptal eden direngen ve meydan okuyucu bir apaçıklığı amaç-lar.

Erkeklerin dile getirdikleri bu üç öy-küyü "itiraf" olarak değerlendirirken as-lında daha çok terminolojik bir

esneklik-ten yararlanmayı tercih etmiş olsak da Ba-tı'nın itiraf geleneğiyle ilişkili olarak yuka-rıda kısaca aktarılan bilgileri parantezde tutmak önemlidir. Çünkü sözkonusu üç metnin bu çerçevede adli ya da toplumsal bir yargılama süreciyle bağlantlı olarak ya da bu sürecin sonucunda gereksinme du-yulan bir hesaplaşma ve toplumsal aklan-ma talebini yankılaaklan-makla, meydan okuyu-cu bir dile getirişe ve açıklığa değil, daha çok "itiraf" geleneğine yaslandıkları düşü-nülmektedir. »:•?''

"İtiraf ediyorum..."

"Zavallı, çaresiz kurbanlar? Ben ger-çekten bunu yapmış olabilir miyim, hayır, mutlaka bir rüya olmalı bu! Ah, ama hepsi de öylesine gerçek ki!"

(Pi-erre Riviere'in Hatırat'mdan: 112).

Pierre Riviere, 20 yaşlarında, Fransız köy-lü çocuğu, 3 Haziran 1835 günü Aunay Komünü, Faucterie köyünde 6.5 aylık bir kız bebeğe hamile olan annesini, kendisin-den bir kaç yaş büyük kız kardeşini ve 7-8 yaşlarındaki erkek kardeşini budama işle-rinde kullanılan bir satırla öldürdü. 2.

"Sonra, nasıl oldu bilmem..., onun öl-müş olduğunu anladım. Bağırarak da-iremden dışarı fırladım ve Dr. Etien-ne'i bulacağımı bildiğim revire koş-tum. Yazgı yerine gelmiş, perde inmiş-ti." (Louis Althusser, Gelecek Uzun Sü-rer: 271).

(7)

Çelenk • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 93

Ünlü Fransız filozof Louis Althusser, 16 Kasım 1980 günü, karısı Helene'i boğarak öldürdü.

3.

O günlerde

Anlamamıştım ''," '-' Nasıl kafanın içinde

Oradan oraya savrulan ölümün bir yere konması gerektiğini,

Sonra da başka bir yere ve hareket halinde tutulması

gerektiğini

Ve dinlendirilmesi gerektiğini Geçici olarak bir yerde.

(Ted Hughes, Doğumgünü Mektupları: "Elli Dokuzuncu Ayı" şiirinden: 101) Amerikalı şair Sylvia Plath, 11 Şubat 1963 tarihinde Londra'da iki çocuğu ile birlikte yaşadığı evde intihar etti. Plath'in eşi İngiliz şair Ted Hughes bu olaydan bir kaç ay önce evini terk etmişti ve başka bir kadınla birlikte yaşamaktaydı. Bu olayla birlikte, Sylvia Plath'in sevenleri Ted Hughes'u neredeyse "katil" ilan ettiler. Yukarıdaki üç pasajda, üç farklı traje-dinin "sanıkiarı, yaşadıkları tarihsel kesi-tin, öykülerinin ve kimliklerinin muhte-şem farklılığına rağmen ortak bir "çığ-lık"ta buluşuyorlar. Bu çığlıkların her biri farklı bir yazınsal metin aracılığıyla dün-yaya duyuruluyor. Birinci metin mahke-meye savunma metni olarak sunulan bir "hatırat," diğeri bir öz-yaşam öyküsü ve

üçüncüsü gerçek yaşam kesitlerini öykü-leyen şiirlerden oluşmuş ve otobiyografik olarak değerlendirebileceğimiz bir şiir ki-tabı. Bu farklı metinlerin ortak bir diğer özelliği ise her birinin gerçek bir itiraf

olu-şu. •••.•.:^..,;<;:.--./*I.:'->-£-J:;;-I • ^

Bu metinler, yazılış gerekçeleri birbi-rinden çok farklı biçimlerde tanımlanmış olsa da, trajedilerini kendi tekilliği içinde açıklamaya çalışmak için, "itiraf ediyo-rum" sözleri etrafında (doğrudan sarf edilmiş olsun ya da olmasın) bir ortaklık kuruyorlar. Bu yüzden de bir toplumsal aklanma talebini kaçınılmaz olarak içeri-yorlar; ya da en azından "katil" etiketinin öteki yüzünü, katil ve kurban arasındaki, gerçekte son derece ince olan sınırın, ken-di trajeken-dilerinde nasıl iyiden iyiye ortadan kalkmış olduğunu hissettirmeyi diliyor-lar.

İncelenen her üç metinde de "katil ya da suçlu" kimliği erkeklere, "kurban" kimliği ise kadınlara işaret ediyor. Çünkü bu üç trajik olayda da öldüren ya da ölümden sorumlu tutulanlar erkek, ölen-ler ise kadındır (Pierre Riviere erkek kar-deşi Jule'ü de öldürmüştü. Ancak Rivi-ere'in itirafında kardeşi Jule'ü annesinin bir uzantısı olarak gördüğü ve yaşı henüz çok küçük olan bu çocuğu, kadın erkek kutuplaşmasında, erkekler safında değer-lendirmediği açıkça ifade edilmektedir).

Yazgılarının farklı biçimlerde mah-kum ettiği üç erkek olarak Riviere,

(8)

Alt-94 • iletişim : araştırmaları K

husser ve Hughes'ün kendi trajedilerini açıklamaya dönük itiraflarını inceleyen bu çalışma, adı geçenlerin, özünde problemli bir ilişki olan erkek ve kadın ilişkisini, na-sıl bir semptomatik okumaya tabii tuttukla-rını yorumlamaya çalışmaktadır: "Katil" kimliği giyinmiş ya da giydirilmiş bir er-kek, bu trajedisinin ezici ağırlığı altında; 1) kadının ölümü ile sonuçlanan olayları; 2) bu olayların kendi kişiliği ya da top-lumsal/cinsel kimliği ile ilgili boyutunu; 3) ölen "kadıri'ı nasıl tarif etmektedir? . . Burada "semptomatik" okumadan ya da "semptom"dan ne anladığımızı netleş-tirmek gerekiyor. Slavoj Zizek (2002a: 37) semptomu, "kendi evrensel temelini yıkan tikel bir unsur, ait olduğu takımı (genus) yıkan bir türdür" sözleriyle tanımlar. Sgelimi, bir ideolojik evrensellik olarak öz-gürlük; işçinin emeğini özgürce satmasını da içerdiği noktada semptomatiktir. İşçi-nin emeğini özgürce satış eylemi, onun kapitale kökleştirilmesi ile sonuçlanan bir süreçte, özgürlük nosyonunda bir yarık açmakta ya da onu tersine çevirmektedir. Zizek bu açıklamaları Lacan'm teorisiyle tartışma içinde ilerletirken semptom "dünyanın başarısız kaldığı yerde simge-sel iletişim devresinin koptuğu yerde or-taya çıkar: 'İletişimin başka araçlarla sür-dürülmesi'dir bir tür; başarısız, bastırılmış söz kendini kodlanmış, şifrelenmiş bir bi-çimde ifade eder" demektedir. "«* Zizek'in semptomla ilgili tanımlaması çalışmamız bakımından çok önemli ve

zi-hin açıcı olmakla birlikte, kavram olarak semptomu burada, daha genel ve günde-lik dilde kullanılan anlamına yakın bir açıklama çerçevesinde kullandığımızı be-lirtmek gerekir. Bu çerçevede semptom-lar, analiz edilmeye çalışılan olgunun "bastırılmış" olduğu süreçte anlamlandı-rılmasma izin veren izler ya da bulgular olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte, in-celediğimiz konuyla ilişkili olarak "cina-yet ve intihar" olguları, "yaşama hakkı"nı tersine çeviren onun rasyonel birliğini bo-zan bir yarılma olarak da değerlendiril-mektedir. Semptomun Zizek tarafından da bastırılan bir şey olarak tanımladığını hatırlarsak söylenecek başka şeyler de ola-caktır. Yaşama hakkı ve yaşama içgüdüsü ya da yaşamı sürdürmeye yönelik her ey-lem, hemen her zaman, orada öyle De-mokles'in kılıcı misali salınan kaçınılmaz bir tehdidi "ölüm"ü bastırmak, baskı altın-da tutmak zorunaltın-dadır. Dolayısıyla, doğal ölüm bile, bir rasyonel birlik durumu ve ideolojik bir evrensel olan yaşama hakkı-nın semptomu olarak değerlendirilebilir. İnceleyeceğimiz örneklerde ise "ölüm" do-ğal yollarla değil, cinayet ve intihar gibi dışarıdan müdahalelerle geldiği için bir

semptom olarak, ölenlerin, öldürenlerin ya

da ahlaki bakımdan suçlananların bütün yaşamlarını yeniden anlamlandıran kar-maşık bir görünüm kazanmaktadır. Yaşa-ma hakkının aynı zaYaşa-manda yaşaYaşa-maktan vazgeçme hakkını da içerdiği/bastırdığı düşünüldüğünde intiharın semptomatik-liği görece açıktır. , '-' : ''''*'r'

(9)

Çelenk • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erketeler:... • 95

Bu bağlamda, Lacan'ın bastırılmış bir şey olarak semptomun "gelecekten" dön-düğüne ilişkin tespiti önemlidir: Zizek bu tespiti, "semptomlar anlamsız izlerdir, an-lamları geçmişin gizli derinliğinden çıkar-tılamaz, keşfedilemez, geri dönüşlü biçim-de inşa edilir- hakikati, yani semptomlara simgesel yerlerini ve anlamlarını veren anlamlandırın çerçeveyi analiz üretir" sözleriyle açımlar (2002a: 70). Bu tespitle-rin, gerçek (Riviere ve Althusser) ya da simgesel (Hughes) olarak "katil" yaftası yapıştırılmış kişilerin kendi trajedilerini nasıl bir semptomatik okumaya tabii tut-tuklarını anlamaya elverişli bir çerçeve sunduğu düşünülmektedir.

Niçin Riviere, Althusser ve

Hughes?

Öncelikle belirtilmesi gereken şey bu çalışmada, ne Hughes'ün ne de Riviere ve Althusser'in sanık sandalyesine oturtula-rak, trajedilerinin bir yargıç bilgiçliğiyle didiklenmeyeceğidir. Aslında, bu üç erke-ğin kaleme aldıkları metinlerden, ölen ka-dınlarla birlikte büyük ölçüde, duygusal olarak kendi ölümlerini de deneyimledik-leri ve yaşamlarının geri kalan bölümün-de bu trajik olayların en büyük mağdurla-rının kendileri olduğunu farketmemek olanaksızdır. Bu olaylarda, "katil" ve "kur-ban" bir kez daha birbirine karışmıştır. Metnin ilerleyen bölümlerinde görüleceği üzere bu anlama gelecek cümleler,

"itiraf-ta bulunanların" bizzat kendileri "itiraf- tarafın-dan da sarf edilmiştir. Daha öncede belir-tildiği gibi çalışmanın problemi çok acı bir sonla noktalanmış ve farklı rol dağılımları (ana-oğul, karı-koca, ...) içindeki erkek ve kadın ilişkilerinin, erkekler tarafından ge-riye dönük olarak nasıl bir anlamlandırma çerçevesine oturtulduğunu ve bu anlam-landırmalar aracılığıyla, bu erkeklerin kendilerine ve kadınlara ilişkin ne söyle-meye çalıştıklarını anlamaktır. ^;>y,.: ,u, Bu çalışmada Pierre Riviere ile Louis Althusser arasındaki bağlantı noktası gö-rece açıktır. Her ikisi de yaşamlarında önemli bir yere sahip kadınları öldürmüş-ler ve ikisi de olay anında bir tür cinnet geçiriyor olmaları nedeniyle suçları ile orantılı bir cezalandırmadan muafiyet ka-zanmışlardır. Pierre Riviere'in yaşadığı dönemde, ana-baba katilliğinin cezası gi-yotinle idamdı. Ancak Riviere "akli den-gesizlik" belirtileri sergilediğinden, giyo-tinden kurtulmuş ve cezası müebbet hap-se çevrilmiştir. Althushap-ser ihap-se olay anında içinde bulunduğu yoğun ve öngörüleme-yen zihin bulanıklığı nedeniyle yargıla-madan muaf tutulmuş (men-i muhakeme) ve eyleminden sorumlu olamayacağına kanaat getirilmiştir. Ancak bu iki isim ara-sında bu çalışmada kurulan bağlantının başka ve daha önemli bir boyutu, daha çok itiraf niteliğindeki öz yaşam öyküleri-nin kaleme almışının kişisel gerekçeleri ile ilgilidir. Her ikisi de mahkemenin yapma-dığı bir biçimde, bu "korkunç" olayı çok

(10)

96 • iletişim : araştırmaları

etraflıca, çok insani bir noktadan ve son derece çıplak bir biçimde kamuya anlat-mayı başka bir biçimde söylenirse kendi-lerini yargılamayı seçmişlerdir. Yazdıkları metinler içinde ve onun aracılığıyla dü-şünmeyi seçmişlerdir. Althusser öyküsü-nü anlatırken hemen her cümlesinde, ya-şamının geri kalan kısmında olduğu gibi, "peki ama nasıl olmuş da Helene'i boğmu-şum?" sorusunun yanıtını aramıştır. Alt-husser'in itirafında kendisinin yapmış ol-duğu türden eleştirel bir itirafı, Riviere dı-şında kimsenin yapmamış olduğunu biz-zat belirtmesi de, kurduğumuz bağlantı-nın keyfi bir bağlantı olarak değerlendiril-mesi tehdidini bertaraf etmektedir. Alt-husser bu ilişkiyi şöyle ifade ediyor;

"Açıklamalarımın" olayla ilgili polemikle-ri canlandıracağına hiç olasılık tanımıyo-rum. Tam tersine, kendi hakkımda açık-se-çik bir şeyler söyleyebilecek durumda oldu-ğuma inandığım gibi, başkalarını da, (Pi-erre Riviere'in Michel Foucault tarafından yayımlanan hayranlık verici itirafı ve belki de felsefi ya da siyasal nedenlerle hiç bir yayımcının hiç bir zaman listesine almadı-ğı başka bazı itiraflar dışında) daha önce pek benzeri görülmeyen eleştirel bir "itira-fa" konu olmuş somut bir yaşantı üzerine düşünmeye yönlendirebileceğimi sanıyo-rum (1996:33).

Üçüncü olarak Ted Hughes'ün metni-nin incelenmeye alınması da yine bu met-nin, çok güçlü bir biçimde bir itiraf niteli-ği taşıması ile ilişkilidir. Ted Hughes eşini öldürmemiştir. Dahası, olay anından bir kaç ay öncesinden beri onunla aynı

meka-nı dahi paylaşmamaktadır. Ancak Sylvia Plath'ın intiharı bu gerçeğin üzerini kes-kin bir biçimde örtmüş, Ted Hughes bu ölümden sorumlu tutulmuş ve Sylvia Plath'ın sevenlerinin vicdanında mahkum edilmiştir. Gerçekte bir "katil" olmadığı için mahkemeye çıkma ve hiç değilse adli bakımdan kesinleşmiş bir aklanma elde etme olanağı da yoktur. Ted Hughes Sylvia Plath'ın ölümünü takip eden uzun yıllar (otuz beş yıl) boyunca ısrarla sus-muş ve ölümünden (1998) kısa bir süre önce Sylvia ile olan ilişkisini anlatan bir şi-ir kitabı {Doğumgünü Mektupları, 1998) ya-yımlamıştır. Sylvia Plath'ın ölümünden sonra neredeyse elliye yakın kitapta Ted Hughes'u suçlamış olanlar, bu kitabın ya-yımlanmasından sonra da suçlamalarını sürdürmüşlerdir. Çünkü onlara göre Do-ğumgünü Mektupları üzerinde otuz beş yıl çalışmaya ihtiyaç duyulmuş olan bir kur-gudan ibarettir. ;

Bununla birlikte, Doğumgünü

Mektup-ları Ted Hughes'ün yaşadığı ızdırap

ka-dar, olaya ilişkin suçluluk duygularını da bütün çıplaklığıyla açığa vurmaktadır. Gerçekte bir "katil" olmayan Ted Hughes eşini intihara sürükleyen bir koca olarak ahlaki bakımdan suçlu bulunmuş ve mah-kum edilmiştir. Doğumgünü Mektupları Hughes'ün kendisinin de eşinin intiharını engelleyememiş olmaktan dolayı bu suç-luluğu bir ölçüde kabullendiğinin izleriy-le doludur: , 4 > " •>•••• :'V.\

(11)

Çelenk' Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 97

Benim yerime becerikli bir büyücü olsaydı, Seni elleriyle havada yakalayıp

Bir elinden ötekine aktara aktara soğutabilir Ve tanrısız, mutlu sakin kılabilirdi sonunda. Bense Bir tutam saçını, yüzüğünü, saatini,

geceliğini kurtarabildim Kurtara kurtara. (Mermi şiirinden: 25) Bununla birlikte bu dizeler aynı za-manda bir aklanma talebi ve bir yanıttır: Sylvia'yı ölümden koruyabilirdim ama bunun için bir büyücü olmam, dahası be-cerikli bir büyücü olmam gerekirdi... Sylvia Plath'ın ölümünden yıllar sonra ya-yınlanan günceleri (1996, Türkçesi 1998) bir bakıma, Ted Hughes'un bu üstü örtük savında içerilen gerçeği de gün ışığına çı-karmıştır. Bu çalışma, yeri geldiğinde Sylvia Plath'ın güncelerine de başvur-maktadır.

Ted Hughes'ü diğer iki isimle birlikte tartışmada bir beis görülmemesi belirli bir açıklık taşımaktadır. Ancak bunu daha net ifade etmek gerekirse şu söylenebilir. Ge-rek Althusser geGe-rek Riviere düz anlamıyla "katil" tanımlamasına uygun düşmekte-dirler, ancak bu iki isme iliştirilen "katil" etiketi de Ted Hughes'a yakıştırılan sıfat-lar kadar problemlidir. Kaleme aldıksıfat-ları öz-yaşam öyküleri, ellerinden çıkmış gibi görülen bir cinayetin, gerçekte nasıl elleri-ne düşmüş bir bomba olduğunu söyle-mektedir. Kadın erkek ilişkilerinin ölüm-cül çıkmazlarında kurulmuş bir bomba

onların ellerinde patlamayı seçmiştir. Bu noktada Ted Hughes'un onlarla aynı yaz-gıyı paylaştığı düşünülmektedir. . .

"İtirafı Gerekçelendirmek

İncelenen metinlerin kaleme alınış ge-rekçeleri, yazarlarının kendilerine ilişkin kurgularını ve yaşadıkları olayların top-lumsal boyutuna ilişkin kavrayışlarını an-lamak bakımından önemlidir. Riviere ve Althusser öz yaşam öykülerini yazma ge-rekçelerini detaylı bir biçimde anlatmak-tadırlar:

Annesini, kız kardeşini ve erkek kar-deşini katleden Riviere'in Hatırat'ı ilginç bir metindir. Riviere aslında cinayetleri iş-lemeden önce bu metni kafasında kurmuş hatta yazmaya girişmiş ancak çeşitli ak-saklıklar nedeniyle bunu başaramamıştır. Bu nedenle Hatırat bir bakıma suça iştirak etmiş hatta suç aracılığıyla kendini ger-çekleştirmiş bir metindir. Metin ve suç karşılıklı olarak birbirlerini hayata geçir-mişlerdir.1 Bu metin, "embesil ve budala" olarak görülmeye alışmış bir köylü çocu-ğuna yaşamda bir yer açmış ve tarihte bir iz bırakmasına olanak tanımıştır. Riviere olaydan sonra kapılmış olduğu korku ve paniğin de etkisiyle, "deli" ya da "budala" olduğu yönündeki toplumsal imgeyi des-teklemek yönünde davranışlar sergilemiş, "tanrının ilahi adaletini yerine getirmiş ol-duğunu" beyan etmiş, fakat bir süre

(12)

son-98 • iletişim: araştırmaları

ra, "ölümsüzlüğe" doğru o ilk adımı at-maya ve kafasındaki metni kağıda dök-meye karar vermiştir; metnin başında şöy-le der:

...bu suçu işlemeye nasıl karar verdiğimi, o zamanki düşüncelerimin neler olduğunu, ve niyetimin ne olduğunu anlatmaya baş-layabilirim. Aynı zamanda bu işi yaptık-tan sonra aklımdan neler geçtiğini, insan-lar arasında geçen yaşantımı, suçun işlen-mesinden yakalanmama kadar bulundu-ğum yerleri ve aldığım kararları da anlata-cağım. Bütün bu çalışma çok kaba bir tarz-da yazılmış olacak, çünkü ben ancak oku-ma yazoku-ma biliyorum; ancak, bütün istedi-ğim söyleyeceklerimin anlaşılması, ve bunları elimden geldiği kadarıyla yazdım. (65-66). r.

Riviere'in "hatırat" yazma gerekçesi işte böyle bir sadelikle ortaya konulmuş-tur. Ancak, "ne yaptım, neden ve nasıl yaptım, yaptıktan sonra ne düşündüm?" sorularını yanıtlamak, Riviere için başka türlü hiçbir biçimde dillendirme olanağı bulamayacağı bazı görüşlerini açıklama fırsatı da sunmaktadır. Hiçbir zaman cid-diye alınmamış, fikri sorulmamış, dahası herhangi bir konuda derli toplu bir dü-şüncesinin olmasına bile ihtimal verilme-miş, "budala" bir köylü çocuğu, döktüğü kan aracılığıyla "ses" bulmaktadır. Ya da tam tersi, sesini duyurmak için kan dök-mek zorundadır. 1830'larm Fransa'sında yaşayan basit bir köylü çiftin (Pierre'in an-ne ve babası) ilişkilerindeki olağanüstü karmaşanın tanığı ve mağduru olmakla, "yaşamın özü" olduğunu keşfettiği

hak-sızlığı, aşağılanışı ve acımasızlığı haykıra-bilmek için, kalemini kana batırarak yaz-mayı seçmektedir. Aile üyelerinin yarısını öldürmekle sonuçlanan eyleminin semp-tom'larını yeniden teşhis etmektedir.

Louis Althusser'e gelince onun yazma gereksinimi bir bakıma adli tıp uzmanla-rınca verilen men-i muhakeme kararı ile ilgilidir. Bu karar doğrultusunda, eyle-minden sorumlu tutulamayacağına kana-at getirilen Althusser akıl hastanesine gönderilmiş ve sorgulama sürecine alın-mamıştı. "Yaşanan dram" m sonrasında Althusser'in bazı yakın dostları bile bu ka-rara itiraz etmiş ve onun ağır ceza mahke-mesine çıkarılmasını dilemişlerdi (1996: 22). Dostlarını anlayabildiğini belirten Althusser, bir bakıma kendi tanıklığını

dinletmek için kişisel olarak ve kamu önünde

ortaya atılmadığı takdirde ömrünün so-nuna dek yaşamaya yazgılı olacağını gör-düğü durum nedeniyle "Gelecek Uzun

Sü-rer" i2 yazmaya başladı; yargıdan

bağışık-lığın yazgısının, sessizlikten bir mezar taşı olduğunu duyumsuyordu (23). Althusser, açık yargılamanın sonunda sanık aklanır-sa, en azından ilke olarak, evine başı dik dönebilir diye düşünmektedir (23-24). Akıl hastanesine yatırılan Althusser eğer "evine başı dik dönebilme" şansı var idiy-se de bunu sonsuza dek yitirmiştir. Çünkü Foucault'nun da belirttiği gibi, "...tımar-hane adli bir mercidir ve ne üzerinde ne de altında başka herhangi bir adli makam vardır. Sonuncu makam olarak ve hemen

(13)

Çelenk' Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 99

yargılamaktadır. Kendi cezalandırma araçlarına sahiptir ve bunu canı nasıl ister-se öyle kullanmaktadır.". (1995: 671). Özetle söylenirse, Althusser'in itirafının gerekçesi, yargıdan bağışık tutulmakla, manevi düzlemde kendisine uygulanan yargısız infazı ve mahkum edildiği sessiz-liği, hiç değilse dostları ve kendisi için aş-maktır. Althusser "okurlar beni bağışla-sın; bu küçük kitabı önce dostlar için yazı-yorum, sonra da böyle bir şey olabilirse, kendim için." (1996: 22) diyerek bu gerek-çeyi açık seçik bir biçimde ifade etmiştir.

Ted Hughes'ün metni, şiir kitabı niteli-ğinden dolayı doğrudan bir itiraf olarak değerlendirilemezse de yazılış gerekçesi, şiirlerinin her dizesinde kendini ele ver-mektedir. Bu kitap Sylvia için ve Sylvia'nm ardından söylenen bir son-söz'dür. Ted Hughes bütün eleştirilere ve suçlamalara karşın yıllar boyu susmakla ağır bir bedel ödemiştir. Bu kitapta, ödedi-ği ağır bedelin farkında olmanın getirdiödedi-ği bir dinginlik, kendisiyle olduğu kadar Sylvia'yla ve dünyayla bir "barış" arayışı hissedilmektedir. Şiirler zaman zaman doğrudan Sylvia ile konuşur gibi yazıl-mıştır:

Başımı kaldırıyorum

-yüz -yüze gelmek istercesine sesinle, Bütün canlı, kıpırdayan geleceğiyle İçime dolan. Sonra dönüyorum • .<« Basılı sözcüklerine kitabın. ,-••- •;.-.•. On yıl oluyor sen öleli. ' .<••

Yalnızca bir hîkaye bu.

Senin hikayen. Benim hikayem. t 5 > .'*'

(Ziyaret şiirinden: 16-17). •'•'••:"':"Y';

-- Ted Hughes'ün eserinde diğer iki - ör-nekten farklı olan nokta, aynı zamanda onun yaşadığı dramın farkını açığa vurur. O Sylvia'nın ölümünden sorumlu tutul-muştur. Ancak bu sorumluluk ona, Sylvia'nın yaşama sevincini öldürmüş ol-ması ile ilişkili olarak yüklenmiş bir so-rumluluktur. Yani, Sylvia'nın artık katla-namadığı bir yaşamla bağını koparmasın-daki dolaylı sorumluluk. Hughes'ün ellerin-de kan yoktur; dolayısıyla onun itirafı, düz anlamların keskinliğinde ilerleyen, traje-dinin semptomlarını açık seçiklikle teşhis eden bir itiraf değildir. Uzun süren bir suskunluğun ardından gelen bu itiraf, bir ilişkinin metaforik ve simgesel düzlemle-rinde gezinen, bu ilişkinin bütün duygu-sal çalkantılarını ve bir ortak yaşamı per-deleyen giz'i estetik ve korunaklı bir bi-çimde gün ışığına çıkarmaya çalışan bir itiraftır: Kendi iç sızısını açığa vurmak; al-dığı yaranın belki otuz beş yıl sonra bile ilk günkü kadar derin olduğunu duyur-mak. Şiirler, "Sylvia'yı çok sevmiştim, siz ne sanıyordunuz ki?" diye sorar gibidir-ler. Ted Hughes'ün metni bir itirafsa da bu, bir suç'un itirafından çok, Sylvia'yı di-be doğru çeken şey her neyse, onun ahta-pot kollarından Sylvia'sini kurtarmadaki

b i r a c i z l i ğ i n i t i r a f ı d ı r , İ K - . > * „ • : • * ' •:. ^ > . :••.'••"

Trajedinin Semptomlarını Okumak

İncelenen metinlere ilişkin ilginç bir bulgu, bu olaylar hakkında adli ya da

(14)

ka-100 • iletişim : araştırmaları

musal alanda kabul gören belirli açıkla-malarla, "itirafın dile getirdiği gerçek ara-sındaki paradoksal durumdur. Riviere ve Althusser olaylarında "yaşanan dram"ın bir tür akli dengesizlik durumu içinde ya-ni aya-ni bir kontrolsüzlük nedeya-niyle işlendi-ği -farklı merciler tarafından yürütülen uzun tartışmalardan sonra olsa da- kabul görmüştü. Ted Hughes ve Sylvia Plath'la ilişkili olarak kamusal ortamlarda cereyan eden tartışmalarda da benzer bir görüş, tersinden de olsa kabul görmüştür. Yani bu kez "suçlanan" kişinin değil, Sylvia'nın

ani bir bunalımı, bu trajik olaya neden

ol-muştur. Bu olayla ilgili olarak Ted Hug-hes'ü suçlamak; Eğer o gün Ted orada ol-saydı Sylvia hayatta olacaktı anlamına gelmektedir. Sylvia'nın intiharı ile ilişkili metinlerin bir çoğu bu duyguyu dile geti-rir. Bütün bu metinlerde, Şubat 1963'te Londra'da son yüz yılın en soğuk kışının yaşandığı (Eradam, 1997: 22); Sylvia'nın iki çocuğunun da hasta olduğu ve Ted'in o gün onunla değil bir başka kadınla birlik-te olduğu ifade edilir. Bazı incelemelerde ise Sylvia'nın yardımcısı olarak o gün iş-başı yapacak olan Avusturalyalı kızın geç kalmayıp beklendiği saatte gelmiş olsaydı onu kurtarabileceği belirtilir. Sylvia yar-dımcı kızın geç kalacağını bilmemektedir. İntihar eylemini onun eve gelebileceği sa-ate yakın bir zaman dilimi içinde başlat-mıştır. Başucunda "lütfen doktor çağırın" yazdığı ve telefon numarasını eklediği bir not vardır (Alvarez, 40). Dolayısıyla,

as-lında ölmeyi değil Ted'i geri getirmeyi di-lemektedir. Sylvia'nın sevenleri onun ya-şamını ve ölümünü farklı nedenlerle ince-leyen bu araştırmalardaki bilgilerden yola çıkarak, o gün, orada, Sylvia'nın ve çocuk-larının yanında olmayan Ted Hughes'ün suçlu olduğunu düşünmektedirler.

İtiraflar aracılığıyla ortaya konan para-doksal durum, bu üç olaydaki anflik teş-hisini yanlışlayan bir aktarma süreci ve bir semptomatik okuma etrafında ortaya çık-maktadır. Burada yine Zizek'e dönmek gerekiyor. Günlük hayatımızda ot gibi ya-şadığımızı, evrensel Yalan'ın içine fena halde gömüldüğümüzü ifade eden Zizek (2002b: 163) "...başaramamıza, sadece ta-lihsiz koşulların neden olduğunu söyle-yen yanılsamanın karşısında, o aptalca ha-reketi yapmasaydık (...sokağın o köşesin-den dönüp o kişiyle karşılaşmasaydık), herşeyin güzel kalacağını, evrenin param-parça olmayıp sapasağlam ayakta duraca-ğını söyleyen yanılsama vardır" der. Rivi-ere ve Althusser de sanki ani bir çılgınlık teşhisi etrafında oluşturulan ve cinayeti -Zizek'in evrensel Yalan olarak ifade ettiği türden- bir olumsallıkla açıklamaya çalı-şan adli yanılsamayı, öz-yaşam öyküleri-nin derinlerinde yatan semptomları oku-mak aracılığıyla açığa vurmaya çalışır gi-bidirler. Her ikisi de bu olayları açıklama sürecini büyük anne ve babalarının öykü-lerinden başlayarak, çok eskilere götürür-ler: Semptom derindedir. Riviere, saygı-değer ve iyi bir insan olan babasını,

(15)

anne-J' Çelenk • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 101

sinin (bir kadının) mahvetmeye, mutsuz etmeye ve küçük düşürmeye çalışmasını annesinin kişiliğindeki bir patoloji ile iliş-kilendirmiştir; ve bu hasta ruhlu "kadının" babasına yaptığı sonsuz ve öldürücü hak-sızlığın intikamı aracılığıyla Erkeğe, doğal hakkı olan iktidarı ve gücü iade etmeye çalışmıştır. Riviere Hahrat'mda erkeklerin maruz kaldığı haksızlığı şöyle ifade eder:

...kendisini aydınlanma diye adlandıran, yazık ki emirleri hep kadınların verdiği bu güzel çağda, özgürlük ve şerefe bu kadar düşkün gibi görünen bu millet kadınlara boyun eğiyor. Romalılar çok daha uygardı, Huronlar ve Hottantotlar, Algonquinler, aptal oldukları söylenen bu insanlar çok daha uygardı, onlar kuvveti hiçbir zaman aşağılamadılar, onlar arasında kanunları koyanlar daima vücutça en güçlü olanla-rıydı...Böylece bu ölümcül kararı aldım. (112).

Bu cümlelerle Riviere kendisini giyo-tinden kurtaran "ani akli dengesizlik" ka-rarını yanlışlamakta ve öz yaşam öyküsü içinde onu bu "ölümcül karara" götüren bütün semptomları tek tek ve açıklıkla

okumaya çalışmaktadır. ,A :

Ani zihin bulanıklığı nedeniyle

yargı-dan bağışık tutulmuş olan Althusser de öz yaşam öyküsünde kendi cinselliğine iliş-kin gerçekler üzerinde somut bir biçimde düşünmeye çalışmış; annesi, kız kardeşi ve yaşamına girmiş diğer kadınlarla yaşa-dıklarından başlayarak Helene'i öldürme-sine varan süreci, semptomatik bir oku-madan geçirmiştir. O da "cinayet"e ilişkin

ani bir bunalım açıklaması ile yetinme-miştir. Bu süreçte Althusser'in bütün semptomları geriye dönük olarak nasıl ye-niden anlamlandırmış olduğunu Gelecek

Uzun Sürer'in Türkçe baskısının

kapsadı-ğı, birincisi cinayetten sonra, ikincisi cina-yetten önce (Olanlar, 1976) yazılmış, iki farklı yaşam öyküsünde görmek çarpıcı-dır. 1976'da yazılmış öz-yaşam öyküsün-de, Althusser'in annesiyle olan ilişkisinin problemli boyutu oldukça üstünkörü bir biçimde ifade edilmiştir. Althusser anne-siyle daha barışıktır ya da bu konu üzeri-ne derinlemesiüzeri-ne düşünmemiştir. İkinci metinde ise annesiyle olan ilişkisinin "ha-dım edici" olduğunu söylemekte, bu iliş-kinin yaşamı boyunca kendisini nasıl de-rinden yaralamış olduğunu ve kadınlarla ilişkisini nasıl sağlıksızlaştırdığını çok de-taylı bir biçimde ifade etmektedir. Aşağı-da olduğu gibi;

...duyarsızlığım mı dedim? Aslında

anne-min duyarsızlığıdır bu. Fas'tayken, mik-rop ya da hastalık gibi bir bahaneyle, en-farktüs geçiren ölüm döşeğindeki öz anne-sine gitmeyi reddederek beni şaşkına

çevir-..v misti... Duyarsızlığım hal benim değil an-I-Ş nemindir o! yalnızca sessiz kalarak, beni

Simone'a giden yoldan döndürüp, çılgın bir öfke içinde bisikletle La Ciotat'ya

doğ-• ru koşturduğunu hatırlıyorsunuz...

Du-: -• yarsızlığım ha! Aslında annemindir o! •i Dostlarım Paul ile Many, Viroflay'de yal-nız başına yaşadığı küçük evde kendisini ziyaret edip, (onu yalnız bu ikisi tanıyor-du) Tanrı bilir nasıl özenle, alıştıra alıştı-ra, Helene'in öldüğünü ve onu benim öl-dürdüğümü haber verdiklerinde, hiçbir şey

(16)

102 • iletişim : araştırmaları

olmamış gibi, kafası tamamen başka yerde (nerde olduğunu bana sorun!) onlara bah-çeyi gezdirmiş. Duyarsızlığım ha! Dedim ya, annemin özelliğidir bu!...

Ama bu duyarsızlığın acı anlamını ve bu gerçekten sevememeyi ben kendi üze-rime alıp Helene'e, benim gözümde an-nem gibi kurban ve açık yara olan bu ikin-ci mutsuz insana da yansıtmışsam, bunda şaşacak şey yoktur. Yazgım (yazgımız) buymuş. (148). . ^ , :; .,.,'. > '.•_:[.,. .,/

Ted Hughes Doğumgünü Mektupla-n'nda zaman zaman kendi yaşantısından yola çıkarak trajedinin semptomlarını okumaya çalışmış olsa da asıl olarak yap-tığı ve muhtemel ki bir iç selameti umarak yaptığı şey, Sylvia'mn yaşamında bir inti-harın bastırılmış semptomlarını okumak-tır. Bunu yaparken de aslında o gün, ora-da olmuş olsaydı bile Sylvia'yı intiharora-dan korumanın imkansız olduğunu söyleme-ye çalışır gibidir. Bu ani bir bunalım ve ani bir kendini yok etme isteği değildir. Sylvia'mn kendisinin de güncesinde be-lirttiği gibi, "karakter yazgıdır; Allah kah-retsin..." (1998: 89). Onu intihara yazgılı kılan kendi kişiliğidir. İlk ciddi intihar gi-rişimini 18 yaşında gerçekleştirmiş olan Sylvia'yı intiharın elinden kurtarmaya Ted'in gücü yetmemiştir. Hughes, Yel-lovvstone Ulusal Parkı'nda ayıların saldırı-larından korkarak (özellikle Sylvia çok korkmuştur) gecelenilen bir kamp yerine ilişkin anılarını anlattığı Elli Dokuzuncu

Ayı (101) başlıklı şiiri, şöyle bitirir.

••. Ö ğ ü n l e r d e •'• ,:v>'; '•••>:;.

A n l a m a m ı ş t ı m *' ,: • , ',;. Nasıl kafanın içinde

,<• Oradan oraya savrulan ölümün bir yere konması gerektiğini,

- Sonra da başka bir yere ve hareket halinde

tutulması

gerektiğini Ve dinlendirilmesi gerektiğini Geçici olarak bir yerde.

Hughes, Sylvia'mn kırmızı renge olan tutkunluğunu anlatan başka bir şiirinde de şöyle der: (Kırmızı: 197). ; . ;

Ve pencereden bakınca, '•'•.;: Gelincikler ince ve kırılgan, *'' Kanın üzerindeki deri gibi,

Ateş çiçekleri, salvia'lar, babanın sana adlarını verdiği,

•' Açık bir yaradan fışkıran kan gibi, Ve güller, yüreğin son damlaları, Felakete hazır, damar gibi, ölüme

mahkum. • • .

Plath'ın şiirlerine eğildiğimiz zaman Ted Hughes'un dizelerine anlam olarak çok yakın dizelerle dolu olduğunu gör-mek mümkündür. Sylvia Plath yaşamın-daki ciddi bir intihar girişimini ve diğer kazaları dile getirdiği Lady Lazarus adlı şi-irinde (1996: 17), Ted Hughes'un onunla ilgili olarak ifade ettiği "ölüme mahkum" olmayı şu dizelerle doğrular gibidir:

Ölmek, • / • V ; . . - , ^ ^

Herşey gibi, bir sanattır, Bu konuda yoktur üstüme.

Öyle ustaca yaparım ki cehennem gibi gelir. Öyle ustaca yaparım ki gerçekmiş gibi gelir. ': • Bir talebim olduğunu bile söyleyebilirsiniz.

(17)

?•'".>

Çelenk • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 103

Görülen odur ki, incelediğimiz üç me-tinde de, baskı altında tutulan ve gelecek-ten dönen bir semptom olarak okundu-ğunda, "intihar ya da cinayetler"in bir ka-çınılmazlık olarak kendilerine (bu trajik sona) yazgılı oldukları söylenmektedir. Fakat yine görülen odur ki, edebi ve ince-likli bir itiraf kadar, kaba gerçekle örülü bir itirafın da aklama yetisi vardır. Bu ye-ti, "itirafın, taşları doğru yerlerine oturt-ma yetişidir. Taşlar yerine oturduğunda "katil" ve "kurban"a ait çıkıntıların her biri düzlenmiş ve sınırları görünmez olmuş-tur. Foucault'nun da dediği gibi; itiraf, "öyle bir gelenektir ki, salt dile getirme, dışsal sonuçlarından bağımsız olarak, dile getirende özüne ilişkin değişmeler yaratır: Onu aklar, günahlarını bağışlar, temizler, hatalarından arındırır, azat eder, ona sela-met vaadeder." (1993: 68).

Riviere, Althusser ve Hughes:

Kendilerine İlişkin Olarak Ne

Söylüyorlar?

Her erkek bir Fisher King'dir.3 Her erkek

çocuk, farkında olmadan, başa çıkamayaca-ğı kadar büyük bir işe kalkışır, bir süre gi-rişimini sürdürür, sonunu getiremeyece-ğini anlayınca da yıkılır. Yaralanmıştır. Canı çok yanmaktadır, ya da çok üzgün-dür. Kendi kendini iyileştirmeye çalışır, ya da yarasını yalar... Ergenlik çağına gelmiş genç bir erkeği tanımanız gerekince, onun bir Fisher King yarası olduğunu akılda tutmalısınız... Fisher King yarası belirli bir olay, bir haksızlık, örneğin kişiye işle-mediği bir suçun eklenmesi yüzünden olu-şabilir... (Johnson4,1992: 23).

Yukarıdaki bu geniş alıntının gerekçe-si, itiraflarını incelediğimiz isimlerden özellikle Riviere ve Althusser'in kendi tra-jedilerine ilişkin açıklamalarında, aslında aynı zamanda bir erkek olarak (birer Fis-her King olarak), yaşamlarının bireyoluş dönemeçlerinde aldıkları yaralanmaların neler olduğunu anlatıyor olmaları ile iliş-kilidir. Hughes'ün şiirlerinde bu erken ya-ralanmaların izini teşhis etmek güç olsa da onun Sylvia ile tanışma öyküsünün kendisi, ömrünün sonuna kadar izini taşı-dığını iddia ettiği somut bir yara ile başla-mıştır. Sylvia'nın kendisi daha ilk doku-nuşta Ted'e baş döndürücü bir mutluluk-la birlikte derin bir yara armağan eden bir salmon balığı'dıi. - -..,

Riviere ve Althusser'de ise trajedilerini hazırlayan yaralanmaların bireyoluş sü-reçleri üzerindeki etkileri daha rahat izle-nebilmektedir. Bundan da öte, her ikisi de trajedilerinin, bireysel psikolojilerini şekil-lendiren travmalarla ilişkisinin farkında-dırlar. Öz yaşam öykülerinin kilit döne-meçlerini anlatırken bu yaralanma nokta-larına parmak basarlar. Althusser'in bilin-çaltı kavramına ve psikanalize olan ilgisi, her ne kadar metni aracılığıyla kendine bir psikanaliz yapmayacağını belirtmiş ol-sa da, bu travmatik dönemeçleri çok başa-rılı bir biçimde yorumlamasına olanak ta-nımaktadır. Riviere'e gelince; yazdığı "ha-tırat" aracılığıyla, sahip olduğu olağanüs-tü gözlem yeteneği ve muhteşem bir hafı-zayı herkese hayret ve şaşkınlıkla kabul

(18)

104 • iletişim : araştırmaları

ettiren bu çocuk, daha çok somut bir ya-şantının travmatik dokusunu mümkün ol-duğunca ayrıntılı bir biçimde ortaya sere-rek kendi bireyoluş travmasını da anlaşılır kılmaya çalışmıştır.

Riviere'in kendi trajedisi olarak algıla-dığı şey, aslında yaşantısı dayanılmaz bir kabusa dönüşmüş olan babasının trajedi-sidir; Hatırat'mm, kısa giriş paragrafının ardından gelen ilk bölümü, "1813'den 1835'e kadar babamın annemin elinden çektiği eziyet ve çilelerin özeti" başlığını taşımaktadır. Bu başlık Riviere'in, bugün olsa olsa bir korku filminin dehşet ve kan-la dolu bir sahnesi okan-larak tasavvur edebi-leceğimiz cinayetlerinin arkasındaki bili-nemeze gösterdiği adrestir. Bu aynı za-manda kendisini bir "cani" olarak tarih sayfasına kazıyan talihsiz bir bireyoluş sü-recinin başlangıcıdır. Pierre'in yazdıkla-rından babasının annesi ile olan evliliği-nin askere çağrılmaktan muaf tutulmak üzere ve acele ile alınmış bir evlilik sözü aracılığıyla gerçekleştiği anlaşılıyor. Baba Riviere'e yaşı ve serveti az çok kendisinin-kine denk olan -başka köyden- bu kadın bulunmuş ve evlilik sözü alınmıştı. Baba sözlüsünün yanında altı ay kadar kalır ve evliliğin artık yapılması gerektiği düşünü-lür. Ancak gelinin anne ve babası, oğulla-rının askerlik hizmeti sırasında ölmüş ol-ması ve damatlarının da aynı akıbete uğ-rayabileceği (askere alınacaklar listesi he-nüz kesinleşmemiştir) korkusuyla, artık bu evliliğe onay vermezler. Baba Riviere

bu söz bozma olayına tepki gösterir, gelin adayı da onu haklı bulur ve ağlamaya baş-lar. Pierre, Hatırat'ında annesi ile ilgili ola-rak, bu kadının herhangi bir insani duygu taşıdığına ilişkin bir ima içeren tek cümle-yi burada sarf etmiştir: "Babam onun ağla-dığını görünce kendi kendine: beni sevi-yor, çünkü ağlısevi-yor, diye düşünmüştü." (67). Daha sonra gelinin anne ve babası da evliliğe razı olurlar ve evlilik sözleşmesi noter huzurunda imzalanır.5 Anne Victo-ire evlendikten sonra baba Riviere'le bir-likte gitmemiş ve -cinayet öncesinde oldu-ğu gibi- kısa süreli olarak Riviere'lerin kö-yündeki ayrı bir evde oturmaları dışında, Riviere çifti çoğunlukla ayrı köylerde ya-şamışlardı. Riviere ailesi başlangıcından beri görülmedik bir biçimde parçalanmış bir ailedir. Pierre'in bu durumu hiç bir za-man hoş görmemiş olduğu da Hatırat'mda açıkça görülmektedir. Pierre bu parçalan-mış aile yapısını, annesinin "şirret" ve "huysuz" tabiatının bir ürünü olarak gör-müştür. Kendisi daha üç dört yaşınday-ken bir o köye, bir ötekine götürülmek üzere çekiştirilmiş ve diğer kardeşleri gibi o da, bu "vahşi" ilişkinin gel gitlerinde oradan oraya savrulan bir tenis topuna dönüştürülmüştür. Pierre annesi ile birlik-te yaşadığı dönemler için "...anneme çok fazla bağlanmadığımı söyleyebilirim, de-demi ve ninemi, özellikle de dede-demi çok daha fazla seviyordum" (72) demektedir.

Pierre, Hatırat'mda bu koşullar altında oluşan kendi karakterini de tahlil

(19)

etmek-Çelenk • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 105

tedir. Kendisi ile ilişkili en ilgi çekici tarif-ler, küçük yaşta başlayan dindarlığına, in-sest korkusuna, güç ve otoriteye olan

bağlılığı-na ilişkindir. Riviere'in otorite

düşkünlü-ğünün, özdeşlik kurduğu babasının çoğu kez diğer köylülere, çektiği cehennem azabını sızım sızım sızlanarak anlatmak-tan öte bir şey yapmayan, kişilik anlamın-da güç ve otoriteden yoksun biri olması ve dolayısıyla, kendisine iyi bir rol modeli sunamaması ile ilişkili olduğu düşünüle-bilir.

Pierre özellikle yedi-sekiz yaşların-dayken oldukça dindar olduğunu ve ra-hip olmayı düşlediğini belirtmektedir. Bu isteğine babasından da destek bulmuş, küçük yaşta vaazlar öğrenerek "bir kaç be-yefendinin" önünde vaaz vermiştir. Onun bu dindar eğilimleri bir kaç yıl sürmüş, fa-kat daha sonra, bu fikirleri değişmiş ve herkes dine ilişkin nasıl bir tutum takını-yorsa o da öyle yapmaya karar vermiştir.

Sergilediği bazı tuhaf davranışları ne-deniyle okul arkadaşlarının kendisiyle alay ettiklerini belirten Pierre bu alay ko-nusu olma durumunu, "onların bu davra-nışlarını başlangıçta sersemce yaptığım, ve sanırım beni sonsuza dek küçük düşür-müş olan, bir kaç aptalca harekete bağlı-yordum."(106) sözleriyle açıklamaktadır. Pierre'in bütün "tuhaf davranışlarının farkında olduğu görülüyor. Cinayetten sonra mahkemede tanıklık edenlerin dile getirdiği; lahanalarla savaşmak, garip alet

ve silahlar icat etmek, bunlara anlamsız ve garip isimler vermek, kuşlar ve hayvanla-ra eziyet edip öldürmek ve sonhayvanla-ra onlahayvanla-ra küçük çocuklarla birlikte cenaze töreni düzenlemek gibi tuhaf davranışlarının hepsine birer açıklama getirmiştir. Sözge-limi lahanalarla olan savaşını şöyle açıkla-mıştır: "...ordular üzerine bir şeyler oku-muş olduğumdan, lahanalarımızın muha-bere düzeninde dizildiklerini hayal edi-yordum, lahanalar arasından liderler atı-yor, ve sonra öldüklerini ya da yaralan-dıklarını belli etmek için bazı lahanaları parçalıyordum." (106). Bu açıklama, dav-ranışını, "acayiplikken çok bir çocuğun geniş hayal gücünün işareti olmaya yak-laştırmıyor mu? Pierre'in kendisi ile ilgili diğer önemli bir teşhisi, sosyal ilişkilere girme ve sürdürme konusundaki kişilik bozukluğudur. Pierre bu probleminin de bütünüyle farkında olduğunu açıklamak-tadır:

...insanların bana nasıl baktıklarının ta-mamen farkındaydım, çoğu bana gülüyor-du. Büyük bir gayretle buna son vermek ve toplum içinde yaşayabilmek için ne yap-mam gerektiğini bulmaya uğraşıyordum, ama bunu becerebilecek kadar esneklik yok-tu bende, söylenmesi gereken kelimeleri bulamıyordum ve kendi yaşıtım gençlerle iyi geçinmeyi beceremiyordum, her şeyden evvel özellikle kızlarla karşılaştığımda on-lara hitap edecek kelimeleri bilmiyordum, öyle ki bazıları arkamdan koşar ve şakadan beni öperlerdi (106).

Insest korkusuna gelince, Pierre, itira-fında kendisini diğer insanlardan ayıran

(20)

106 • iletişim : araştırmaları

davranışları ve korkuları arasında, ailesi-nin kadın bireylerine yakın olmaktan ka-çınmayı da belirtmekte ve buna "insest korkusu" tanısını da kendisi koymaktadır. Ailesinin kadın bireylerine gereğinden fazla yakın olduğunu düşündüğü zaman-larda eliyle yaptığı bir hareket ile, verdiği zararı onarmaya çalışmaktan söz etmekte-dir. Pierre'in davası sırasında görüşlerine başvurulan Dr. L. Vastel hazırladığı rapo-runda (Foucault, 1991:127-138) bu korku-yu şöyle yorumlamaktadır; "sanki her tür-den yanılsamanın örneklerini sadece ken-disinde sergilemesi gerekiyormuş gibi, vücudundan dölleyici bir sıvının aniden çıktığını hayal ediyor ve böylece, kendisi-ne rağmen, bu sıvının onu insest ve daha ağır suçların altında bıraktığını düşünü-yordu." Dr. Vastel'in bahsettiği "dölleyici sıvı"ya Riviere'in kendisi değinmemiştir. Foucault'nun derlemesinde yer alan ma-kalesinde Philippe Riot bu durumu, dok-torların Riviere'in söylemini dışlayarak yeni bir kodlama sistemi aracılığıyla yeni bir söylem oluşturma eğilimi olarak açık-lamaktadır; "...kurmaca bir yapının temel taşları haline gelen yeni önemli elementle-rin ortaya atılması ('dölleyici sıvı'...)." (Fo-ucault, 1991: 244).

Pierre Riviere'in kaleme aldığı itirafta; aile yapısı, karakter özellikleri, bu özellik-lerinin ve davranışlarının toplumda nasıl algılandığı, anne ve babasının kişilikleri, bunun dönemin sözleşmelerle karakterize olmuş sosyo-ekonomik yapısı ile ilişkili boyutu gibi pek çok konu, mükemmel bir

anlatımla bir araya getirilmekte ve finalin-de, kendisini, "katil ve cani" olarak dam-galayan bir süreç, bir iç tutarlılıkla analiz edilmektedir. Pierre, olayla ilgili tanıklık-larına başvuranların "acayiplik" olarak ta-rif ettikleri bütün tavır ve eylemlerinin bil-gisine sahiptir ve neyi niçin yaptığını açık-larken, yorumlarıyla boşlukları kapat-maktadır. Kendi trajik gerçeğinin bir par-çası haline gelen çoklu cinayetle ilişkili olarak sorulabilecek nihai bir soruya, -acı-masızca doğradığı bu insanlar kendisinin işlemiş olduğu türden bir suçu işleyebile-cek kadar kötü olabilirler miydi?- can aha yanıtı vermekten de kaçınmamıştır; cina-yetlerden sonra kaçtığı ormanda kendine geldiğini ve şunları düşündüğünü itiraf eder; "...kendi kendime, ne yazık, diyor-dum, günün birinde bu hale geleceğimi hiç tahmin etmezdim; zavallı annem, za-vallı kızkardeşim, belki bazı bakımlardan suçlular ama, hiçbir zaman benimki kadar aşağılık fikirleri yoktu, zavallı mutsuz ço-cuk...".

Kim bilir? Belki de Pierre'in Fisher King yarası, nefret ettiği annesinin değil, çok sevdiği babasının açmış olduğu bir yara-dır. Sevdiği ve herkes tarafından sevilen bu adam, kendisini ve çocuklarını "sefil eden" bir kadına -hem de bir kadına- der-sini verememiş, kendini koruyamamıştır. Pierre buna binlerce kez tanık olmuş ve yaralanmıştır: Kendisine doğuştan bahşe-dilmiş bir üstünlük olarak erkekliğinin ve bunun bir hiç oluşunun eş zamanlı olarak farkına varmanın yarası.

(21)

Çelenk • Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 107

Louis Althusser; ad verilme töreni bir yok edilme törenine dönüşmüş bir diğer

Fisher King: Kendisine verilen bu Louis

is-mi, özellikle annesinin her seslenişinde, onu delerek geçmiş ve her zaman arkasın-daki bir ölü'ye değmiştir. Bu isim Althus-ser'in annesiyle nişanlı olan ve hava kuv-vetlerinde askerliğini yaptığı sırada yaşa-mını kaybeden adamın (Althusser'in am-casının) adıdır. Ölüm haberini getiren Lo-uis'nin kardeşi Charles, kardeşinin nişan-lısına "yanında Louis'den boşalan yeri al-mayı" (41) önermiş ve Lucienne bu öneri-yi kabul etmiş. Charles ve Lucienne'in ev-liliğinden doğan çocuğa, göklerde ölen amcanın anısına Louis adı verilmiş. Alt-husser isminin ardında gizlenen bu gerçe-ğin (ayrıntıları sonradan, teyzesi Juliet-te'den öğrenmiştir) kendisinde yarattığı duyguyu "kazık sanrısı" olarak tarif eder:

Bu Louis adından uzun süre nasıl da nef-ret ettim! Fazla kısa buluyordum onu, so-nundaki tek ünlü 'i', bana batıyor, yaralı-yordu (kazık sanrısı). Herhalde benim ye-rime biraz fazla 'evet''' de diyordu, ve ben, benim değil annemin arzusunu 'evetle-yen' bu 'evet'e karşı baş kaldırıyordum. Ama daha önemlisi, bu ad lui7 de diyordu,

ve adsız bir üçüncü kişiyi çağırır gibi çın-layan bu üçüncü kişi adılı benim tüm ken-di kişiliğimi üstümden alıyor, arkamda duran o adamı aklıma getiriyordu: lui (o) Louis'ydi, yani annemin sevdiği ama be-nim sevmediğim amcam. (43)

Althusser'in öz-yaşam öyküsünde an-nesi ile olan problemli ilişkiye işaret eden pek çok örnek verilmektedir. Akıllı, uslu,

saf ve temiz, idealist, "beden" denen tehli-keli şeye işaret eden her türlü düşünceden uzak bir genç kızlık dönemi (40) ve bütün bu özellikleri kendinde taşıyan bir nişanlı (Louis) ile paylaşılan mutlu günlerin ar-dından gelen ölüm; ve zevk düşkünü, ka-dınlara "utanmazca" şakalar yapan, kendi evinde ve işyerinde homur homur bir ses-sizlikle yaşayan "duyarsız" bir adamla ya-pılan evlilik. Althusser annesinin bu "kor-kunç" evliliğin faturasını, kendisine ödet-tiğini, ona "el koyduğunu" ve "hadım etti-ğini" söyler. Althusser'in kadınlarla olan ilişkileri hep bu "el koyulma" motifinin tehditkarlığı altında yaşanmıştır. Öz-ya-şam öyküsünde, kadınlarla ilişkisinin bel-li bir aşamasından sonra, hep bu kendisi-ne "el koyulması" korkusunu yaşadığını ve özellikle ilk adımı atan kadınlardan şiddetle kaçtığını söyler. Bu korkudan sıy-rılabildiği ilişkiler, o da ancak bir süre için, kendisinin baştan çıkarıcı bir rolde ol-duğu ilişkilerdir. Baştan çıkarma eylemi-nin karşı tarafta bir ilgi uyandırdığını gör-düğünde, yine bu korkuya kapılarak hızla uzaklaşmaktadır. Althusser, bir istisna olarak, büyük bir sevgi ile bağlandığı He-lene'le olan ilişkisinde bu "el koyulma" tehdidini hiç hissetmemiş olduğunu belir-tir. ...J. ;.,,«. .1- :•> .%••••• ::-,,.;., '• . ::

Althusser'in kendi gerçeğini üretmeye yönelik itirafında ikinci ve en önemli mo-tif, kendi kişiliğinin özeti olduğunu hisset-tiği "yapmacıkhk ve sahtekarlıktır". Althusser "yıllar boyu annemin istediğini ve

(22)

sonsu-108 • iletişim : araştırmaları

za dek (bilinçdışı sonsuzdur) öteki Lo-uis'nin kişiliğinden beklediğini gerçekleş-tirdim; ve bunu, onu baştan çıkarmak için

yaptım" diyerek, bu kendisi ile ilişkili

sah-tekar ve yapmacık olma kaygısının -ki çok derin bir kaygıdır- kökenini gösterir. An-ne'yi baştan çıkarmak için, akıllı, uslu, okulda başarılı bir öğrenci ve annenin "gururla okuduğu bir kaç kitabın ilk say-fasında adı görülen o tanınmış filozof" (63) olmanın diyeti, bütün bunları anneyi baştan çıkarmakla ilişkili bir sahtekarlıkla yapmış olma duygusunun yarattığı, "ben-lik parçalanması"dır. Althusser yaşamı boyunca yaptığı her şeyi, elde ettiği her başarıyı değersizleştiren bu duygunun ağırlığını şu cümlelerle ifade eder; "Ger-çek olarak var olmadığım için, yaşamda ben yapmacık bir varlıktan, bir hiçten iba-rettim; sevmeye ve sevilmeye, ancak beni sevmelerini istediğim ve baştan çıkarmak suretiyle sevmeye kalkıştığım kimseler-den ödünç aldığım yapmacıklar ve sahte-karlıklar yoluyla ulaşabilen bir ölüydüm." (96).

Trajedisinin semptomlarının izinde, kendi "bireyliğini" sorgularken Althus-ser'in tespit ettiği bir diğer ve yine çok de-rin korku, "terkedilme" korkusudur. Önce annesi tarafından, daha sonra dostları ve en öldürücü olanı, Helene tarafından

ter-kedilme korkusu.

Ted Hughes'ün, kendi "bireyoluş" sü-reci olarak tanımlanabilecek bir sürece

ilişkin bilgiyi, incelenen "Doğumgünü

Mek-tuplarından derlemek, bu metin, yalnızca

Sylvia ile olan ilişkisinin yaşandığı bir za-man kesitini içerdiği için çok olanaklı gö-rünmüyor. Ancak Hughes'ün, Sylvia ara-cılığıyla keşfettiğini söylediği bir dünya ve ilk kez Sylvia ile paylaşılan yoğun duy-guları anlamak yoluyla, kendisine ilişkin kurgusu, kısmen de olsa çözümlenebilir. Hughes, "Rugby Sokağı, No. 18"s başlıklı

şi-irinin bir yerinde, Sylvia'ran, kendisine en fazla ihtiyaç duyduğu akşamlarda, telefo-nunu meşgul eden birisinden söz eder, sonraki dizeler şöyledir:

Hiç kimsenin bir gün bana ihtiyacı

. •••• olabileceğine

İnandıramazdı beni hiç bir şey (29).

Oysa Sylvia, "içindeki tapınmaya bir

tan-rı gerekli" (Hughes'ün Mermi şiirinden: 24)

olan Sylvia, onu gereksinmiş ve tanrılaş-tırmıştır. Sylvia'mn güncesinde de bu tut-kulu ve tanrılaştırıcı tutuluşun izleri sık-lıkla göze çarpar; "Ted benim kurtuluşum. Öylesine az bulunur, öylesine özel biri ki, ondan başka kim katlanabilirdi bana." (Plath: 396), ya da "...görür görmez anla-dım ne istediğimi. On üç yıl boyunca yok-sun olduğum, bütün sevgimin karşılığın-da bana sürekli bir sevgi akımı verecek, kusursuz bir sevgi çemberi ve başka her şeyle beni kuşatacak olan erkeğe gereksi-nimim vardı. Böyle birini buldum." (335) cümlelerinde olduğu gibi.

Sylvia ve Ted'in ilk karşılaşmaları, as-lında Ted'in de ona yüceltici bir aşkla

(23)

tu-Çelenle Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler:... • 109

tulduğunu gösteriyor. Hughes, Amerikalı bu genç kadın şaire daha hiç tanışmadan önce, kehanetle karışık bir ilgi duymuş gi-bidir: İlk tanıştıkları gün (bir partide), Ted büyülenmiş gibi Sylvia'ya doğru yürü-müş, kısa bir diyalogdan sonra kendilerini arkada bir odada bulmuşlar, Ted onun saç bağını çekip almış ve onu boynundan öp-müştür. Ted Hughes'la bir tanışmanın ve bir ilişkinin düşünü kuran ve bunun için dualar eden, "büyücü" Sylvia ise sertçe dişlerini Ted'in yanağına geçirmiş ve kanatıncaya kadar ısırmıştır (bakınız Plath: 145 ve Hughes: 23). Ted, bu kar-şılaşma sonrasındaki duygularını (salmon

balığı'nm bıraktığı bu yarayı) şöyle anlatır; Ve budalaca sorguya çekişim

Senin mavi eşarbım cebimde

Ve yuvarlak bir hendek gibi şişen o diş izleri,

Yüzümü bir ay boyunca dağlayacak olan, Yüzümün altındaki beni ise sonsuza dek. (St. Botolph's şiirinden: 23)

Sylvia için ise sonraki günler, "...kim-seyi görmek istemiyorum, çünkü onlar Ted Hughes değiller" (Plath: 147) dediği, bekleyiş günleridir. Ted'in, Sylvia ile yaşadığı ilk beraberliği anımsadığı şiirin-deki aşağıdaki dizeler de, bu tutuluşun baş döndürücülüğünü anlatan dizelerdir.

...Ve duydum

bir an bile seni öpmeyi bırakmadan, sanki dönen gürüldeyen şehrin üstünde Ayık bir yıldız tarafından

fisıldanmtşçasına, 'Girme bu işe' •'- :r^>:-:-, sözlerini.

Ödlek bir yıldızdı konuşan.

Hatırlamıyorum •• * Nasıl kendimi sana sarıp

Gizlice soktuğumu otelden içeri. Birlikteydik artık.

Bir balık kadar ince, kıvrak ve düzdün. Yeni bir dünyaydın. Benim yeni dünyam. Demek Amerika bu, dedim hayretle. Güzelim, güzelim Amerika!

(Rugby Sokağı, No:18 şiirinden: 32)

Bu şiirin de açığa vurduğu gibi, Ted'in, Sylvia'nın intiharı olarak yaşanan trajediye ilişkin bulguladığı semptomlar, özellikle ilk günlerde, daha çok bir sezgi ile ilişkilidir. Bu, beraberliklerinin dolu dizgin ilerleyişinin (tanıştıktan dört ay kadar kısa bir süre sonra evlenmişlerdi) ve mutluluğun getirdiği ürküntüden kay-naklı bir sezgi de olabilir. İlerleyen zamanlarda ise trajedinin semptomları Sylvia'nın kişiliği ve umutsuzlukları ile ilişkili olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Ted'in burada en derinde yatan semptom olarak, Sylvia'yı çok etkileyen bir ölümü -sekiz yaşındayken babasını kaybetmiş ol-ması- teşhis ettiği, birden fazla şiirde or-taya konmaktadır. Ted'e göre Sylvia'nın tapınmak için aradığı Tanrı, babasıdır:

Baban seninle Tanrıya doğru nişan almıştı

Ölümü tetiği çektiğinde

Namludan çıkan alevin ışığında o an

Bütün hayatını gördün. Sektin Varana dek o gerçek hedefine, Ardımda gizlenen babana.

Referanslar

Benzer Belgeler

chargino-up-type squark and NHBs, tan(β) which is defined as the ratio of the two vacuum values of the 2 neutral Higgses and µ which has the dimension of a mass, corresponding to a

Linear switched subsystems with uncertainty and the hybrid state feedback controller are connected via network transmission channel, which is subjected to

Stepanov Institute of Physics, National Academy of Sciences of Belarus, Minsk, Belarus 91 National Scientific and Educational Centre for Particle and High Energy Physics, Minsk,

Yönetmelik'e göre, taraflar özel olarak istemedikleri takdirde, ev­ lenmek için, sağlık raporu ibraz etmek zorunda değildirler (Evlen­ dirme Yönetmeliği, md. Umumî

Kanunda Bankanın bundan böyle Hazineye, her yıl cari yıl genel bütçe ödenekleri toplamının, bir önceki mali yıl genel büt­ çe ödeneklerini aşan tutarının %12'den

Sonuç olarak; hem çalışanların hem velilerin kurumsal itibar ve iletişim algılarının düşük olduğu, bununla birlikte çalışanların örgütsel iletişim seviyelerinin

Developing Freedom and Independence as a Shared Vision: Ataturk developed the shared vision to establish independence and freedom for the Turkish people, and raise the