ON İNSAN BİN YAŞAM
F A Z I L
H U S N U
DAĞLARCA
4
İBen herkesin arasında yalnız bir
insanım. Yalnızlığım bir yapıttaki sözcüklerin yalmzhğına
benzer... Yapıtta binlerce sözcük var. Hepsi birden bir gerçeği
söyler
;
hepsi de teker teker yalnızdır. Benimki
böyle bir yalmzhk.
9
9
AZIL Hüsnü Dağ larca, sizi tanıdığım da çocuktum. Evimi zin kitaplığında ben doğmadan önce yaz dığınız “ Çocuk ve Allah” ı bulup oku duğumda, biri bu şiirleri yalnız ama yalnız benim için yazmış sanısına ka pıldım. Sanki yalnız benimle konuşu yordunuz o sayfalarda... Sonradan, si zin şiirlerinizi en az benim kadar seven başkalarının da olduğunu öğrendikçe, nasıl da kıskandım... Ozanlar hepinıi- zindi... Sonra zamanla “ ozanlar
he-Zeynep Oral
pimizin’’, çaresizlik olmaktan çıktı, mutluluğa dönüştü...
Hayır, Kadıköy’de eskilerden kal ma bir pastahanede, Fazıl Hüsnü Dağ- larca’yla buluştuğumda, bunları ona söylemedim. Hem artık çocuk değil dim. Benim kuşağımın çocukları da Dağlarca’nm şiirleriyle büyümüşlerdi.
Yakında onların da çocukları... Dağlarca, masaya 74 yıllık biriki mini koydu. Ben de bomboş beyaz sayfaları ve kalemimi...
“ Önce şuraya, tepeye, dizinin baş lığını yazın” dedi.
Yazdım: Edebiyatımızdan On İn
san Bin Yaşam.
“ Şimdi altına,” diye dikte ettirdi: “ Bu çalışmanızın da başkaların- kinden ne uzak, soru sorduğunuza ne yakın olduğunu hemen duyuyorum.” (Bu cümleyi yazmasak olmaz mıydı? Hayır olmazmış. Peki, yazdım. Sür dürüyorum:) “ Bin yaşamı kalabalık gibi sevdimse de, bana yüz yaşam düştüğünü kavrar kavramaz, çok az buldum. Kendim için söylüyorum ‘Yüz Yaşam’ı, ben buradan kalkar kalkmaz ilk saat içinde yaşarım... He le akşamları, sokaktan dönünce, üç oda bir salonun yalnızlığında, içeri
rer girmez ya yüzbinlerce kişi oldu ğumu ya hiç kimse olmadığımı size anlatam am ...”
Bu başlığı matematiğe vurmak ge rekmediğini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ nın yüzbinlerce yaşadığını, yarattığı yüzbinlerce dünyayla bütünleştiğini bildiğimizi açıkladım ve söyleşiyi sür dürdük.
Ama önce taa 74 yıl geriye dönüp, çocukluk günlerinde ve yörelerinde geziniyoruz. Yaklaşık dört yıl önce yi ne bu pastahanede bir başka masanın başında çıkmıştık böyle bir yolculu ğa. O yolculuğun yazıya dökülmüş bi çimini Dağlarca da, ben de çok sevmiştik. Haydi öyleyse, pupa yelken yine aynı yolda iz sürüyoruz...
• Çocukluk
“ Çocukluğumdan ellerime düşen gölge şöyle: Evimiz tam bir sanat ça tışıydı. Edebiyat, müzik, resim; ba bam, annem, kardeşlerim gibi ev toplumunun canlı kişileriydi... Evimiz Konya’daydı. Annemin babasından kalma, arkasında bahçesi ya da kü çük bir ormanı olan üç katlı bir ya pıydı. O kadar büyüktü ki, sağında solunda iki büyük aile otururdu. Sol da halamız -ama iyi belirtin, solda on lar, biz değil- sağda alt katta biz, üst katta teyzemler otururdu. Bizim bö lümde üç ablam, bir ağabeyim, okul havasını eve taşırdı...
Okuldaki derslerin hepsi masanın üzerinden geçerdi. Okuldaki şarkılar, resimler, edebiyat ödevleri hep evde tartışılırdı... Okulumda bir gün öğret menimiz ilk aruzu yazarken, veznini yanlış söyledi. Elimi kaldırıp düzelt tim. Öğretmen şaşırdı... Ablalarım Macar hocalardan keman dersleri alırlardı... Babam keman, annem ut çalardı. Koro eşliğinde konserler ve rilirdi evde. O zamanki bütün subay lar gibi babam çok kültürlüydü. Almanca, Fransızca, İtalyanca, Arap ça, Farsça bilirdi... Bizim evde Türk çe o kadar güzel konuşulmaya çalışı lırdı ki, kimse yanlış yapmayı göze alamazdı. Yanlış hemen bulunur, yü züne çarpıtırdı. ”
Çok mutlu bir çocukluğa benziyor Dağlarca’nın anlattıkları.
“ Mutlu ama, siyah-beyaz.” Ne demek mutlu ama siyah-beyaz. “ Kısa sürede üç ölü yaşadı evimiz. Ablam veremden öldü. Evimizde ai leden biri gibi olan Zerafet bacı öldü. 13 yaşındaki Şakir ağabeyim öldü... Benim gözüm ölüm görür olmuştu ya, kim ölse görürdüm. Bunlara Konya isyanı eklendi. Hükümet binasının sa ğında solunda, beşer onar çift asmış lar gördüm... O yıllarda beni tartsa
lar, gözlerimi ayrı tartsalar, gözleri min ağırlığı bin kat fazlaydı... Ondan siyah-beyaz dedim.”
Gözü yalnız ölüm görür oldu mu insanın, mutlak bir sığınak bulmalı kendine.
“ Görmeye sığındım, iyice gör mek, görmenin acısını azaltmakta ya da acının yerini almakta... Böylece belki acıyı da azaltmakta.”
“ Sonra yazma çabasına sığındım. Ben herkes okula gider şiir yazmayı öğrenir sanırdım. Okuma yazma öğ renmeden önce ezbere şiir kurardım. Ama şiir kaçardı kafamdan. Ah bir yazma öğrensem de kaçmasa der dim .”
• Askerlik
Şiir yazmanın okullarda öğretil- mediğini, ancak üçüncü, dördüncü sı nıfa geldiğinde öğrenecekti. Babası süvari yarbayı Haşan Hüsnü İBey’in görevi gereği ilkokulu Konya ve Kay- seri’de, ortaokulu Tarsus ve Adana’ da okuyacaktı. J 1 yaşında İstanbul’a gelecek ve Kuleli Askeri Lisesi’ne gi recekti.
Kuleli Askeri Lisesi, ardından Harp Okulu... Sonra “ Doğu Hizme ti” : Erzurum, Çıldır, Araş, Ağrı Da ğı sırtları... Sonra Trakya... 1950’de önyüzbaşı rütbesindeyken askerlikten ayrıldı. 1933-1950 arası, onyedi yıl as kerlik... Askeri eğitimin olumlu ve olumsuz yanları nelerdi? Kişiliğini, sa natını nasıl etkiledi?
“ Yararı şu oldu: Sınıflandırmayı öğrendim. Konu bölümleri yapabil dim. Kitaplarım askeri birlikler gibi, her biri kendi varlığını yaşatır. Gra meri, sentaksı tamamdır... Şiir yapı sı üzerinde kılık kıyafet yoklaması gibi titizlik gösteririm. Beşbin kişiyi önüme dizsinler, hangisinin düğmesi nin açık olduğunu görürüm. Kitapta ki sözcükleri de öyle... Zararı: Batı edebiyatının, kültürünün daha yakın gelmesini önledi. 15 yıl subaylıkta, 12 gün izin aldım. Annem hastalanmış tı. Yıllarca hiç tatil yapmadan çalış tım ...”
Ya kişiliğini nasıl etkiledi asker lik?
“ Şöyle diyeyim: Ekin ekilir, üze rinden silindir geçer, yok olan ölür, güçlüler büyür. Beni güçlendirdi.”
Harp Okulu’nun ikinci sınıfınday ken, Dağlarca’nın ilk kitabı “ Hava
ya Çizilen Dünya” yayınlandı. Yıl
1935. Kendi parasıyla bastırmıştı ki tabını. 21 yaşındaydı.
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YA ŞA M
“ Türkçem bana şiiri
söyler. Türkçeyi
dinliyorum o kadar,
ben bir şey
katmıyorum, bana
yalnızca Türkçemin
söylediğini yazmak
kalıyor.”
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YA Ş A M
“ İki parmak, bir
gözüm kalıncaya
dek her şeyimi
vermeye hazırım şiir
için. İki parmak
kalem tutmaya, bir
göz okuyup
yazmaya..”
Dudakların habersiz söylendiği şarkılar, Vücudun ağaçlardan önce
duyduğu bahar. Çiziyorum havaya dünyamı bir
çiçekle Ve hayran bakıyorum bu rüya
gibi şekle!”
Doğu hizmetinde geçirdiği yıllar da ise “ Çocuk ve Allah” (1940) kita bında yer alacak şiirler oluşuyordu.
• Bütünlük
O gün bugün aradan nice yıllar, nice şiirler, nice şiir kitapları geçti. Ki taplarının sayısı neredeyse yaşına ula şacak ...
O gün bugün aradan nice duyar lılıklar, kurduğu nice dünyalar geçti. Acılar dünyası, ölümsüzlük dünyası, sevgiler dünyası, çocuklar dünyası, yeryüzü vatandaşlığı dünyası, destansı savaş ve kavga dünyaları, Erzurum
lu bir böceğin ya da Sivaslı bir karın canın yürüyüşüyle başlayan, horoz lar, kediler, kınalı kuzular, yazıları se ven ayılar, mandalinaya âşık dev ba linalarla süren, hayvanların, bitkilerin birer simge olmaktan öte toplumla ya da benliğimizle bütünleştiği dünya lar...
“Bütün bu dünyaları masaya ça ğıralım mı? Tümü bir bütün olduğu na göre...”
“ Nasıl bildiniz şaşıyorum. Üç yıl önce bir yapıt tamamlamıştım. Yine üzerinde çalışmaktayım. Bu yapıtta taa amipler yaşamımızdan başlayarak, bütün hayvanlardan, bütün bitkiler den geçen yaşamımızı, Mezopotam ya’daki dinler çağındaki ‘kendi’ mizden söz ederek, Malazgirt Sava- şı’na dek insanı anlatmıştım... Yapı tın adı birçok gelip gitmeler geçirdi, sanıyorum ‘Hangisiyim?’ olacak... İşte bu yapıtımdaki sonsuz yaşama larımızın yerini nasıl gözlerimde oku dunuz şaşıyorum.”
“ Gözlerinizde ya da bugüne dek yazdığınız tüm şiirlerinizde, ya da
siz-den duyduğum sayısız sözcükte... Hem zaten, sizde bunlar birbirinden ayrılmıyor, hepsi bir bütünlük taşı yor...” demedim. Çünkü Dağlarca sürdürüyordu konuşmasını:
“ Bu yapıtta, çok eskiden Paris’ te, Hayvanlar Müzesi’nde tanıştığım birçok kardeşlerimi, yine orada Bit kiler Müzesi’nde tanıştığım sayısız ye şil kardeşlerimi, benimle ve birbir- leriyle bakıştırmayaçalışmıştım... Bi terse, yayınlayabilirsem, görebilecek siniz. Son duyarlığım şudur: Kişi, evrenin yaradılışından kalma bütün bileşimlerden ‘ayrılmadan kopma’ küçücük bir parçadır. Bunu annem den daha yakın bir ısıyla duymakta yım.”
Evrenin yaradılışından bu yana tüm bileşimlerin küçücük bir parçası olmak... Ne büyük, ne müthiş bir zenginlik...
Ve bunu, insanın “ anneden daha yakın bir ısıyla” duyması... İster is temez Dağlarca’dan dinlediğim, an nesine olan aşırı tutkusunu anımsı yorum:
“ Annemin kokusu öyle bambaş kaydı ki...” diye başlayan ve biten bir çocukluk anısı...
“ Anneme çok bağlıydım. Çok kü çükken, gece uyanır, annemin baba mın kapısına gelir, soluklarını dinlerdim. Büyük büyük olanı, biraz sakallı olanı babamınkidir. Derin de rin olanı, ak gibi olanı anneminkidir. Yaşadıklarına inanır, sevinirdim. Sonra suçlardım onları. Onlar ne bi çim yaratıklar? Anne ve babaları yan larında olmadan nasıl uyurlar? Sanır dım ki kimse annesiz babasız uyuya maz. Annemin kokusu öyle bambaş kaydı ki, bir milyon annenin içine katsalar, benim gözlerimi bir milyon kez bağlasalar,. hemen bulurdum.”
Çocukluktan kalan gölgelerde oyalanmayı sürdüremiyorum, çünkü Dağlarca yeni çalışmalarına ilişkin sözlerini sürdürüyor:
“ Bunu da istemeden açıklayaca ğım: Yine bu yılki Kitap Fuarı’ndan sonra üzerinde çalışmaya başladığım, bir başka yapıtta yukarıda görünüşü nü özetlediğim, parçanın evren değer lendirilmesini de yazarak, binlerce yaşamayı başka bir bakışla saptıyo rum. Bu yapıtın da 80 şiiri bitirilmiş tir.”
Dağlarca’nın çalışma hızına, tem posuna*, ritmine ayak ya da yürek uydurabilmek oldukça güç. O hep ko şuyor, ben arkadan yetişmeye ça lışıyorum. Halen üzerinde çalışmakta olduğu, yok yok olmadı, birlikte ya şamakta olduğu öyle çok şiir, öyle çok duygu, öyle çok coşku var ki...
“ Çalışmalarımda yeni bir aşama ya vardım. İlk günlerin, ilk yılların,
On Üç, On Beş Yaşında
C em al
Süreya
Bir masa. Sekiz kişi var masada, iki başta anne ve baba.
Baba gazetesini açmış. Anne sökük diker.
Yanlarda, karşılıklı oturmuş üçer çocuk. Fazıl Hüsnü ve beş kardeşi.
"İhtiyar çocuk". Hayır, yaşsızi
Dünya aracılığıyla olmadan da uzay parçası. Kaşları antenleridir.
Oyunda ebe. Kendini bulacak. Her şeyi heme- ninden buluyor. Aradığı değil, bulduğu önemli çün kü.
Her şey ayağının altında. İşte, dünyaya basıyor, işte mağara.
Kahvaltıdan sonra, iki yüz elli gram kuru üzüm yiyor; yanlışlıkla da olsa, imge avlıyor. Sözgelimi te nis topuna deniz topu, dese, yine bir değişim yaratı yor.
işte bilinemezlik katsayıları!
Dağların ve ovaların küçük mutavassıtı. Madde mutasavvıfı.
Ata bindiriyorlar, ağzında mutlaka bir ot, bir ba şak; uzamış.
Kendi kendine yüksek sesle konuşuyor. Kimsey le konuştuğu yok.
Hep oturuyor. Böcekgöz.
Babası Kuran okur.
Kendisi Tevrat’/ ve İncil V Kuran 'dan önce oku du. Bedeniyle kitap okur ve düşünür. İki Çocuğun
Devriâlem’/ Arşen Lüpen, Şermin. .
Bardaktaki çayı çay bardağına döker, öyle içer. Düşlerindeki mağarayı bir heykelin iç boşluğu olarak da kullandı. Gelecekçi bir yanı var. Ama bir heykelin iç karanlığını mağara edinecek kadar da tarihöncesine eğilimli.
Buddha 'nın Küçük Asya 'daki Müslüman çırağı. Bir şeyi üçe, dörde bölemez. Bölemez; bölmez de aslında. Mutlaka ikiye bölecek. Bir yetenek so runu mu? Seçme işi mi? Yeryüzü deyince o an gün deme gökyüzü de gelecektir. Siyah deyince, hemen beyaz. Sıcak deyince, soğuk. Ama ortadan ikiye böl me yok. Simetrik değil ikiye bölme işlemi. Aşk de yince baht, kuş deyince cesaret de var.
Bu niteliğiyle, orta ikide, Tarsus ve Adana 'da, geometriyi deldi. Yeni bir şiiri başlattı. O yaşta.
■ Kızkardeşlerinin küçük bebekleri var. Sarı saç lı, mavi gözlü taşbebekler. Babası her sabah onları pencerenin önüne diziyor. Düşkün o bebeklere. Kü çük Fazıl şaşkınlıkla izler babasının bu davranışını. O gidince de, bütün bebeklerin yüzlerini ters çevi rir.
Çok mu özgün, fazla mı ayrık? Bencil demeye lim, ben'cl de değil; "ben" olgulu. öyle ki kardeşle ri, sınıf ve mahalle arkadaşları kendisinde yok olmuş lardır.
Tanrıların ve iguanadonların küçültülmüşü. Aşkı sessiz bir içdeniz olarak duyumsar. Her şeyi koklar. ,
Tek. Yalnız.
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİII YA Ş A M
“ En büyük acıyı
bileğime kelepçe
takıldığında
yaşadım... O acıdan
sonra, bütün evreni
bana bir giysi gibi
giydirseler yine de
mutlu olamam.”
Sovyet Türkolog Vera Feonova ile 1987 Tüyap Kitap Fuarı’nda
ilk on yılların çalışmalarına benzemi yor bu. Onlarla doyamadım çünkü. Bütün ozaçlarm neden şiir yazdıkla rını bulmak isterken, kendimin şiir yazma isteğinin çok ötelerinde, bin lerce bakışlı bir yaratık olduğunu, ya da kendi gövdemin gövdelere bölün düğünü, iki kere iki dört eder gibi bu luyorum.”
Bir an için durdu ve ekledi: “ Ozanların kâğıtları birleşiktir. Büyük bir kâğıt, birer ucuyla onların masalarındadır. Elimdeki kâğıdın ne relere kadar gittiğini nerelerden geldi ğini duyabilmekle mutluyum.”
İşte yine o müthiş zenginlik... Ben, ozanlarla, yalnız biz sıradan okurların çoğaldığını sanırdım. Oysa ozanlar da çoğalıyor, öteki ozanlar la,
• Sevgi üzerine
“Kimi konulardan hiç ayrılmıyor sunuz. Neden?”
“ Bunu ben de kendime çok sor dum. Kişi doğadan, ülkesinin çocuk larının doğasından kurtulamaz. İlkin sevgi şiirlerini düşünelim... Sevgi şi irleri her ilkyaz doğanın seslenmesin den başka nedir. Hele ozanlarda o ilkyaz dört mevsim de sürüp gider ken... Sevgi şiirlerini seviyorum da, sevmiyorum da. Sevmiyorum, doğa nın çığırtkanı gibiyim orada. Seviyo rum, kendimin çığırtkanıyım. Size, yenilerden bir avuç sunacağım.”
Bir avuç değil, yürek dolusu sun du. Yerimiz dar, ondan ancak bir-ka- çını sizinle paylaşabiliyorum. İşte Dağlarca’nın hiçbir yerde yayınlan mamış, en yeni sevgi şiirlerinden bir demet:
“ Yazm a O layı” : “ Yazar- ken/Değdirir gibiyim/Yüzüınü/Senin yüzüne.”
“ Uykudaki” : “Senin yanında ya-
tarken/Duyuyorum/Kirpiklerim bir birine değse bile/Uyumanın/Seni görmemek olmadığını.”
“ Tanıtma” : “Sevgimin/Karanlığı
yeryüzüdür/Seninle bakışmamız/ Gökyüzü.”
“ İç Değişimi” : “ Seni sever sev-
mez/Sezerim birdenbire/Seni sevdiği mi sevmişim/Seni sevecekken.”
Sevgiden, sevdadan konuşurken söylemişti: “ Üç, dört kez o iş başım dan geçti. Hep çok yıprandım. Bütün şarkıları dinlerken ağlamaklı oldum. En adi şarkıları bile gerçek bulmaya başladım... Tanrı bana bir daha öyle şey göstermesin... Ne dram, ne dram! Gerçekleşen aşk, düşleneni doldura- maz. Hep dışarıda kalır. Yarası, göl gesinden çıkar... Aşk biraz da bu yüzden ölümle eş anlamlıdır... Mut lulukla biten aşka aşk denmez. Ona sevişme denir. Bunun örneklerini de ‘Çıplak’ kitabında bulabilirsiniz.
A nım sıyorsunuz değil m i...
“ Çıplak” k itab ın d an örneğin
“ Toplam” adlı şiiri: “ İki/Sevgi ne eder/Bekler biraz/Sevişmek eder.”
Yeni sevgi şiirlerine ilişkin
mm
1977’de Hollanda’da... Uluslararası Şiir Festivali’ne katılan Dağlarca’ya Rotterdamlıların sevgi gösterisi
yeceği henüz bitmedi Dağlarca’nın: “ Sevgi şiirlerinde ozanlar kendi lerinin sevgisini yazdıklarını sanmak tadırlar. Belki de kendilerinin ve sevdiklerinin sevgi önündeki ‘model- lik’lerindedirler. Bunu nereden mi an lıyorum, daha doğrusu anlamadan neden mi ileri sürüyorum? Yazıldığı günden çok sonra onları yeniden okurken, hepsinin birbirlerini bütün- lediğini, hepsinin ‘bir’ini anlattığını seziyorum. Şiirlerimin kadınları gü zelleştireceğine değişmez bir inancım var. Bu belki de hepsine seslendiğim içindir.”
Bu kadar açık yüreklilik biraz da cesaret işi! Teşekkürler, Dağlarca!
• “ Karşı Duvar”
1959 yılında, Fazıl Hüsnü Dağlar ca, İstanbul’da Aksaray’da Kitap Ki- tabevi’ni kurdu. Kitabevinin vitrinine, güncel konular üzerine yazdığı şiirle ri içeren, yetmişe iki yüz boyutların da bir kartondan oluşan “ Karşı Duvar” dergisini asıyordu. Dağlarca kitabevini daha sonra Şehzadebaşı’ na taşıdı ve 1974’te kapattı. Büyük il gi çeken “ Karşı Duvar” da sona erdi.
“Bugün ‘Karşı Duvar’ı çıkaracak olsanız, nasıl bir şiir yazardınız?”
“ Niye bunu bana sordunuz! Bu soru bana çarpar çapmaz boyumun bir santime indiğini gördünüz sanıyo rum. Karşı Duvar dergisini yayınlar ken birçok kurumlarımıza inanıyor
dum. Birçok kişileri ‘adam’ sanıyor dum. ‘Adam’ sözü kadını da içerir. Önünden geçtiği zaman bayrağın da eğildiği o kişileri de içerir... Bir söz var: Uluslar alın yazılarını kendileri yazarlar... Bunu anımsayınız. Karşı Duvar dergilerini okuyanlar da yuka rıdaki ‘adam’ kavramının içindedir ler.”
“ 1988 yılının bu konuşmanın ya yınladığı gününde Karşı Duvar dergi lerine ne ben erişebilirim ne de onu okuyanlar. Açıklayayım: Hepimiz bulunduğumuz yerlerde güzel yurdu muzun gerçek yurttaşı değiliz. Birer yararsızıyız...”
Masaya utanç çökmüştü ti, “ Kı zılırmak Kıyıları” şiirinin son dizele rini okudu:
“ Kardeş görmüyorum ama hâlâ duyabiliyorum / Geçmiş zamanlar ge leceklerden parlak değil.”
Ve sonra ekledi:“ Karşı Duvar der gilerini, evde, masamda, arkadaşları mın gözleri önünde sürdürmekteyim. Yayınlayabilecek bir yer bulursanız, bir aydınlık gibi herkesin yüzüne de ğebilirler.”
Tümünü yayınlayacak bir yer bu lunabilecek mi bilemiyorum. Ben gü nü gününe yaşanan, yazılan, duyulan bu şiirlerden birini paylaşıyorum sîz lerle. şiirin adı “ Arama” :
“ Yolu kestiler karanlıkta/ Girdi ler içeri dokuz demir başlık/ Silah aradılar// Ceplerimizde/ iç cepleri mizde/ Koltuk altımızda/ tabanları mızda/ Apış aralarımızda.// Bulama
dılar/ tik çağlardan bu yana/ Bula madılar ki/ Yüreklerimizi bizim.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yasak larla haşır neşir olduğu dönem, “ Kar şı Duvar” dergileri dönemi. Bunların ilkini ondan dinliyorum:
Duvara Horoz adlı şiir asılmıştı. O gün içeriye iki polis girdi. Horoz adlı şiirin toplandığını bana ‘tebliğ’ ettiler. Arkadaşlarıma rica ettim. Du vardan indirdiler. Kartonu boru gibi yaptılar. Polisler boruyu iplerle bağ ladılar. İpleri mühürlediler. Öteki nüshaları istediler.”
Oysa başka nüsha falan yoktu. O gün Horoz şiirinin yerine Savcı’ya ad lı şiirini astı Dağlarca. Defalarca sav cılığa gitti geldi, gitti geldi, sonunda aklandı.
Karşı Duvar şiirlerinden biri de “ İkili Antlaşma Anıtı” başlığını ta şıyordu. Türk askerlerinin Amerikan helalarını temizlemelerinden söz eden bu şiir “ Tüm” dergisinde ve “ Seçil miş Hikâyeler” dergisinde de yayın lanacaktı. Bu şiir nedeniyle de Dağ larca’ya dava açıldı.
“ Dava sürerken elimi kaldırıp söz istedim. Şöyle dedim: ‘İkili antlaşma lar gereğince Amerikan helalarını te mizlemek Türkiye’ye aitse, ben 60 ya şıma rağmen bu helaların hepsini te mizlemeye hazırım, ta ki Türk askeri bu helaları temizlemesin.’Salonda yü ze değen korkunç bir sessizlik görül dü. Beş dakika sürdü. Kimse soluk al madı. Sonra yargıç, öncekinden çok
ı
Şiir Geceleri’ne katıldığı Struga’da (soldan ikinci)
yenlerle, cumhurbaşkanı olmayı yeğ le m iş tir...”
başka bir sesle davayı ertelediğini bil dirdi.”
Karşı Duvar dergisindeki çeşitli şi irler için dava açıldı ama, tümü be raat etti. “ Yani yazarlıktan hiç mah kûmiyetim yok” diyor Dağlarca. (Bu raya bir mim koyun. Sonradan döne ceğiz aynı konuya.)
• “ Türkçem”
Yasaklar, yalnız polisle, jandar mayla, savcı ya da yargıçlarla, özetle yasalarla gelmiyor. Yasaklar, sessiz, derinden, bir günden ötekine, kurum- ların yok edilmesiyle, yeni kurumla- rın kurulmasıyla, toplumsal baskılarla da geliyor.
Anadilimizden, Türkçemizden- konuşuyoruz Dağlarca’yla. Türkçeye yöneltilen tehditlerden, Türk Dil Ku- rumu’nun geçirdiği değişikliklerden... Türkçeyle soluk alıp veren, “ Türk çem, benim ses bayrağım” diyen, “ Türkçem bana şiiri söyler. Türkçe- yi dinliyorum o kadar, ben bir şey katmıyorum, bana yalnızca Türkçe- min söylediğini yazmak kalıyor” di yen Dağlarca’yı dinliyorum:
“ Birçok aydın düşüncelerle besle nen Mustafa Kemal, Anadolu kurtu luşundan sonra çok düşünmüş Türk kurtuluşunun Türk diliyle orantılı ol duğunu eyleme geçirmiştir. Demok rasi yolunda ilerleyen siyasi davranış- ■< lar, bu ‘demokrasi’ sözcüğünden Os manlIca anlamını çıkarmışlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusal ül küsünü gözardı etmişlerdir... Ben bir Türk subayı olarak, Türkçeyi ordu da Anadolu’nun arı çocuklarından öğrendiğimi hep açıklamışımdır. Türk ordusunda Türk dili sevgisi uygula ması derindir, dil devriminin ilİc gün lerine dek uzanır. Ne yazık ki ordu dan gelen Orgeneral Kenan Evren, son anayasa değişikliğinde evet diyen lerle, arı dilin yok edilmesine evet di
8
“ Yurdumuzun geleceği arı dili mizden geçmektedir. Uygarlığın bü tün yeni buluşları, yeni sözcüklerle ül keyi kaplarken, tek savunmamız ana dil olacaktır. Bu gerçeği görmeyenler, Osmanlıcaya sarılanlar, yabancı dil saldırısına daha da savunuşuz kal maktadırlar. Şaşılacak şey şudur: Os- manlıcayı savunanlar kendilerine ne yüzle ulusçu diyorlar? Türk Dil Ku rumu Koçaklamasında da söylediğim gibi, kendine ‘milliyetçi’ diyenin Türk olduğuna inanmıyorum.”
Öylesine dolu ki, bu konuda Dağ larca, “ Şunu da yaz” diye ekliyor: “ Bu ülkümü yukarıdaki sözlerle bı rakmayacağım. Yasa yollarına da başvuracağım.”
• Şiir
“ Türkçem söylüyor, ben yazıyo rum ” demişti. Ama nasıl oluyor da bu Türkçe, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya yalnız şiiri söylüyor da düz yazıyı hiç mi hiç söylemiyor?
Bu sorunun tek yanıtı olabilir. Şiir aşkı, şiir tutkusu, şiirin kara sevdası... Ya da Dağlarca’ya göre:
“ Her şiirden sonra sana yüz sopa deseler varım. Öyle severim şiir yaz mayı, doyamam... İki parmak, bir gözüm kalıncaya dek her şeyimi ver meye hazırım şiir için. İki parmak ka lem tutmaya, bir göz okuyup yazma y a...”
“ Şiir benim yakamı bırakmaz. Geceleri uyutmaz. Şiirsiz üşürüm. Ne giysem üzerime şiirsiz ısınamam...”
“ Hem öyküyü, hem şiiri bir ara da dahiler yazsın. Ben hâlâ okula gi den küçük bir çocuğum. Ben mektup bile yazsam, kâğıttan yazı bana ‘hmmmm, dur bakalım n’oluyoruz’ der... Ben şiiri ne çok seversem, o da
beni öyle sever. Şiirle sevgimiz karşı lıklıdır.”
Yanılmıyorsam, yalnız şiirle değil, çocuklarla da sevgileri karşılıklı. “ Be ni ne kadar çok çocuk okursa, o ka dar çok yaşarım” diyen Dağlarca’nın. Bunca sevgiyle kuşatılmış bir in sanın hiç acı çekmemesi gerekir diye düşünüyordum ki, Dağlarca’nın ya şamındaki en büyük acıyı tanıdım.
. “ En büyük acıyı bileğime kelep çe takıldığında yaşadım. O kelepçe benim bütün özgür yazarlığıma, yaz dıklarıma, yazacaklarıma takılmıştı. Acım, ölümlü gövdemin, bileklerimin acısı değil, evrene değen sözcükleri me takılmış kelepçenin acısıydı... O acıdan sonra, bütün evreni bana bir giysi gibi giydirseler yine de mutlu olam am ...”
12 Mart döneminde, evinde su baylığından kalma ruhsatlı tabanca bulundu gerekçesiyle, evinden alınıp götürülmüş ve 15 gün Sağmalcılar Ce- zaevi’nde yattıktan sonra, kefaletle bırakılmış, daha sonra aklanmıştı.
Kaç saattir konuşuyoruz ve daha pastasından bir çatal bile almadı Dağ larca. “ Ben pastayla değil, ancak so rularınızla doyabilirim” demesiyle, bir başka soruya sarılıyorum:
Peki, bugün kültürümüzün karşı laştığı en büyük sorun ne?
“ Kişilik eksikliği” diye geliyor ya nıt. “ Sanat, çağdaşlaştıkça anonim- leşiyor. Topluma, toplumun yüzleriy le dönüyor. Klasik dediğimiz çağların resmi, o resme bakanlarla belli bir uzaklıktaydı. Bugünkü resim, kendi sine bakanlarla belli bir yakınlıkta. Bu yüzden kendine özgü kişiliği azalmış tır. Şiirde de, müzikte de bu böyle. Diskotekler neden böylesine dolu? Diskotekler müzik yazarının müziğiy le değil, müzik dinleyicilerinin ‘kala-’ balığı’yla dolu. Yine bu yüzden on yıl da bir ‘yıldız’ değiştirmekteyiz.”
Acılar üzerine oyalanmak istemi yorum. Ama bildim bileli Dağlarca yalnız yaşıyor. Yalnızlık ağır basmaz mı?
“ Yalnızlıkla ağırlık sözcüğünün il gisi yoktur. Gece ağır basabilir. Yal nızlık insanı çoğaltır. Yalnızlık, eski anlatımla insanın ‘nüshası’dır. Yal nızlık insanın öbür dakikalarıdır. Kişi yaşamı boyunca yalnızlıklarının top lamıdır.”
Şu son paragrafın her tümcesinin kâğıt üzerinde altını çiziyorum, her birini yüreğimde büyütüyorum.
“ Ben herkesin arasında yalnız bir insanım. Yalnızlığım bir yapıttaki sözcüklerin yalnızlığına benzer... Ya pıtta binlerce sözcük var. Hepsi bir den bir gerçeği söyler, hepsi de teker teker yalnızdır. Benimki böyle bir yal nızlık...”
Taha Toros Arşivi