• Sonuç bulunamadı

Hilmi Ziya Ülken bugünleri görebilseydi ne derdi?

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Hilmi Ziya Ülken bugünleri görebilseydi ne derdi?"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

2 O E Y L Ü L 2 0 0 1

□ Fethi Naci, Eleştiri Günlüğü’nde,

Michel dei Castillo incelemesine de­

vam ediyor ... ...__.... ...

3. sayfada

□ ‘Kanıksadığım Biri Orhan Veli’

adlı kitabı S.Akın tanıtıyor

ıo.

sayfada

□ OsmanlI İktisat Tarihi’nin bir döne­

mini, M.Koraltürk yazdı...

12. sayfada

□ Şiir Atlası’nda bu hafta ivan Bunin

Var

_____________ ___ ______ __ -18. sayfada

Cumhuriyet

P A R A S I Z i ^ ■* 2 -«= »-< p / E K

K İT A P

Doğumunun 100

Hilmi

Ziya

Ülken

Felsefeci Hilmi Ziya Ülken 1901’de

İstanbul’da doğdu. 1921’de Siyasal

Bilgiler Okulu’nu (O zamanki adıyla

Mülkiye Mektebi), 1924’te İstanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe

Bölümü’nü bitirdi. Öğretmenliğe

başladı. Çeşitli okullarda felsefe ve

sosyoloji öğretmenliği yaparken bir

yandan da yazılar yazıyor, kitaplar

yayımlıyordu. 1932 ye 1933 yıllarında

yayımladığı Umumi İçtimaiyat (Genel

Sosyoloji) ile Türk Tefekkür Tarihi

Atatürk’ün ilgisini çektiği için, felsefe ve

sosyoloji konularında inceleme yapmak

üzere Almanya’ya gönderildi.

Döndükten sonra üniversite reformu ile

birlikte Edebiyat Fakültesi’nde doçent

oldu. 1940’ta felsefe profesörlüğüne

yükseldi. İstanbul ve Ankara

üniversitelerinde uzun yıllar ders

verdikten sonra 1972’de öldü. Hocaların

hocası Hilmi Ziya Ülken’in yayımlanmış

altmış dört kitabı, yüzlerce makalesi

vardır. Değerli felsefeci Prof. Hilmi Ziya

Ülken’i doğumunun 100. yılında saygı ile

anıyoruz.

A R S LA N K A Y N A R D A Ğ

H

ilmi Ziya Ülken, üniversitedeki ve öteki okul­ lardaki dersleriyle kalmamış, bunların dışında da felsefe için çalışmış, felsefeyi saydırmış ve sevdirmiştir.

Yayımladığı altmışdört kitap, yüzlerce yazı ve çıkar­ dığı dergilerle tek başına bir düşünce kitaplığı kurmuş­ tur. Yalnız felsefede değil, sanat ve edebiyat ortamında da etkili olmuş bir düşün adamıdır. 1930’larda, 1940’larda, hatta 1950’lerde, Türkiye’de felsefeyi, sos­ yolojiyi ve kimi sosyal bilim dallarını seçenlerin çoğu onun etkisi altında kalmışlardır.

Ülken’in düşünce tarihimizdeki yerini daha iyi değer­ lendirebilmek için, Türkiye’nin 1920’îi yıllardaki felse­ fe eğitimi ortamına bakmak gerekmektedir.

O yıllardaki üniversite ve liselerin felsefe derslerin­ de, temel sorunlardan uzak yüzeysel bilgiler, aynca yi­ ne yüzeysel olarak sosyoloji ve psikoloji okutuluyordu. Türkiye Batı felsefesiyle tanışma girişimindeydi. Atılan ilk adımlar 1. Dünya Savaşı ue Kurtuluş Savaşı’nın zor yıllarında durakladı. Ziya G ökalp’in 1920’lerde üniver­ sitedeki derslerini bırakması, sosyoloji ve felsefenin se­ vilen profesörü Mehmet Izzet’in genç denilebilecek yaşlarda 1930’lann başlannda ölüvermesi, Mustafa Şe- kip Tunç’un çalışmalarını psikoloji alanında yoğunlaş­ tırması, felsefeye olan ilgiyi olumsuz yönde etkilemişti. Ankara’da yayımlanan Hayat dergisi kimi felsefe yazı­ larına yer veriyordu ama yeterli değildi.

Oysa yeni bir dönem başlamıştı, yeni bir devlet ku­ ruluyordu. Felsefeye, felsefi düşünceye her zamankin­ den çok gereksinme vardı. Hilmi Ziya Ülken işte böy­ le bir ortamda ilk çalışmalarına başladı. Düşünce ilgi­

leri, bir yandan toplum ve tarih sorularına yönelirken bir yandan da felsefeye yöneldi. Kimi yıllar yoğun sos­ yoloji çalışmaları içine girdi. Ama felsefeden, felsefi kaygıdan hiçbir zaman ayrılmadı.

Bir yandan memleket sorunlan ve kavramlar karşı­ sında düşünce üretirken, bir yandan da Batı felsefesi­ nin çeşidi düşünce ve görüşleri arasında kendine bir yol bulmaya çalıştı. “însan”ın ve bu bağlamda “özne” kav­ ramının önemini çok iyi anlamıştı. Onu bu kavramın soyutluğu yanında somut karşılığı da ilgilendiriyordu.

Felsefeci olarak, birçok düşünce, kavram ve sorunla hesaplaştığı gibi, kendini de sorgulayan bir düşünürdü, “insan” kavramının merkez olduğu bir sistem kurmak istedi. Bir yanında “insan”, öteki yanında çeşidi görü­ nüşleriyle “evren” olan ve diyadoloji adını verdiği bu özgün felsefeyi üretme yolunda çaba gösterdi. Bu biz- deki ilk felsefe sistemi kurma çabasıydı.

*

(2)

Halılar gerçekten

uçar mı?

Lambadan cin

çıkar mı?

Yüzyıllar boyunca anlatılan, düzenlenip Fransızcaya çevrildikten sonra Chaucer’dan Poe’ya,

Calvmo’dan Eco’ya birçok yazarı etkileyen, resim, müzik, sinema gibi birçok sanat alanında

işlenen Binbir Gece M asalları, Âlim Şerif Onaran’m çevirisiyle tam metin olarak YKY

kitaplığında. Bu dev yapıt, 8 kitap halinde ve Orhan Pamuk’un önsözüyle yayımlanıyor. Okura

bir tek “Açıl susam, açıl” demek kalıyor...

Binbir Gece Masalları

Fransızcadan çeviren: Alim Şerif Onaran

8 kitap , 40.000.000 T L

o o o

YAPt KREDİ YAYINLARI KİTABEVLERİ: • İSTANBUL: 212-293 08 24 / 502 • İZMİR: 232-463 82 90 • ANKARA: 312-435 85 94 • E-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr • Web Siteshwww.yapikrediyayinlari.com • YAPI KREDİ KÜLTÜR SANAT YAYIN CILIK TİC. VE SAN. A .Ş. 212-293 08 24, 252 47 00

(3)

O K U R L A R A

H ilm i Ziya Ülken ülke­

mizin ilk felsefecilerin­

den biri. 1920’lerde Zi­

ya Gökalp ve Mehmet

îzzet’ten aldığı felsefe

bayrağını 1960’lara-

70’lere kadar taşıyan

bir hoca ve düşünür. Çı­

kardığı dergiler, yayınla­

dığı yüzlerce yazı ve 64

kitabıyla tek başına bir

felsefe kitaplığı oluştu­

ran; felsefenin yanı sıra,

sanat ve edebiyat alan­

larında da etkili olan

bir düşünce adamı.

Tüm yaşamını buyan ­

dan felsefeyi sevdirme­

ye, öğretmeye adarken;

bir yandan da “insan”

kavramının merkez ol­

duğu bir felsefe sistemi­

ni oluşturmak istedi.

Aşk Ahlakı (1931),

Türk Tefekkürü Tarihi

(1932), insani 'Vatan­

perverlik (1933), Şey­

tanla Konuşmalar

(1943), İslam Düşüncesi

(1946), Türkiye’de Çağ­

daş Düşünce Tarihi

(1966) , İslam Felsefesi-

Kaynaklan ve Tesirleri

(1967) , Sosyoloji Sözlü­

ğü (1969) yapıtlarının

en önemlileri. Cumhu­

riyet Türkiyesinde felse­

f i düşüncenin öncüsü,

hocaların hocası Hilm i

Ziya Ülken’i doğumu­

nun 100. yılında Arslan

Kaynardağ, Mustafa

Günay, Füsun Akatlı ve

Emre Kongar’ın yazıla­

rıyla irdelerken, bu sayı­

mızda tanıttığımız iki

kitaba daha okurlarımı­

zın dikkatini çekmek is­

tiyoruz. Biri, A li Akyıl-

dız’ın yazdığı “Osmanlı

Dönemi Tahvil ve Hisse

Senetleri”, öteki de

Alain de Bottonün

“Romantik Hareket-

Seks, Alışveriş ve Ro­

man” adlı romanı.

Tüm okurlarımıza bol

felsefe okumalı, bol ki­

taplı günler diliyoruz.

İmtiyaz sahibi: çağ Pazarla­ ma Gazete Dergi Kitap Basm ve Yayın A.$. Adına Berin Nadlo Yayın Danışmanı: Turhan Günay

o

sorumlu Müdür: Fikret İlkiz o Görsel Yönetmen: Dilek llkoruro Baskı: çağda; Matbaacılık Ltd.

şti. o

İdare Merkezi: Türkocağı cad. No: 39-41 Cağaloğlu, 34 334 İstanbul Tel: (212)512 05 050 Reklam: Publi Media

'Kardeşim Budala'vı okurken-ll

T

C

astillo: “Akim her zaman Bielinski ola­ cak, kalbinse İsa; senin üslubunu tanım­ layan işte bu bölünme.” (s. 121) Dostoyevski: “Bilinçli ya da bilinçsiz, bana yaşamım boyunca acı veren tek temel sorun, Tanrının varlığı oldu.” (s. 121)

Bayan Ogariov-Tuçkov’un betimlemesi: (Dostoyevski) Sevindi dış görünüşüyle herke­ sin ilgisini çekiyordu. Uzun boyluydu, düzgün çizgileri vardı; koyu san saçları bukle bukle omuzlarına dökülüyordu, gri yeşil, iri gözleri hüzünle gölgelenmiş gibiydi.” (s. 123)

Castillo: “Gogol’ün inanışım değiştirmesini açması buluyorsun. Onun mistikliği ve tutucu­ luğu seni isyan ettiriyor. Zayıf insanlara karşı acıma duygusuyla dolu olan sen, yazarm yakın­ malarını duymuyorsun. Onun yakında, kara cahil bir papazın buyruğuna boyun eğerek, baş­ yapıtının, Ölü Canlar’ın ikinci bölümünün el­ yazmalarını yakacağım, sonra da öleceğini ha­ ber veren o metni dinlemiyorsun. Kitabım alev­ lerin içine atacak, yatağma yatacak, sıkı sıkı ke- nededıği dudaklarım beslenmek için bile açma­ yı kabul etmeyerek, birkaç gün sonra ölecek. (...) Gogol’ün düşüncesini zehirleyen, sanatçı- amlan, en azından daha bir yüz-Sa- ay-lara özgü kurandan.

yd boyunca çürütmeyi sürdürecek olan şey: natın misyonunun, yararb olmak, kideleri dınlatmak olduğunu savunan düşünce. Ya da kilise önünde eğilmek. Her durumda hizmet etmek. ‘Sav a’ Bielinski de aslında aynı kuşku­ lu estetiği savunuyor. Eleştirmene göre, sanat toplumun hizmetinde, Gogol’e göreyse, Tan­ rının hizmetinde: Temelde, bu ikisi arasmda ne fark var?/ Senin Cinler’inden alman bu sahne­ de hiçbir şeyin eksik kalmaması için polis, ara­ nıza bir jurnalci yerleştirmişti./ Tutuklanıyor­ sun, Pierre-et-Paul kalesine hapsediliyorsun./ 1840 devrimi Avrupa’yı tümüyle sarsmış, Çar, herkesin kulağına küpe olacak bir davranışta bulunmak istiyor./ Uzun ve kılı kırk yaran bir soruşturmadan sonra, karar açıklanıyor: Ara­ nızdan yirmi iki kişi ölüm cezasma çarptırılı­ yor.”

Castillo: “22 Aralık 1849, saat sabahın yedi­ si, pis, sisli bir şafak vakti. Mahkûmlar, Seme- novski Meydanı’na getirilmişler; birbirleriyle kucaklaştıktan sonra, infazın yapılacağı iskele­ nin üzerine üçer üçer çıkıyorlar; direklere bağ­ lanmışlar, gözlerine birer bant bağlanmış, to­ puklarına kadar inen beyaz infaz gömleği giy­ mişler; bir papaz, öpmeleri için haç uzatıyor./ Kararın okunmasından sonra, trampeder çal­ maya başlıyor - sonra sessizlik, tü­

feklerden çıkacak salvonun bek­ lentisi. Birden, trampeder ikinci kez çalmaya başlıyor, yeni bir ka­ rar okunuyor, bu kez af karan.” (Dostoyevski:) “Dünya üzerinde, yüzüne karşı ölüm karan okunup işkence çektirilen, sonra da, ‘Haydi git, bağışlandın,’ denen belki tek bir insan vardır. Ve yal­ nızca o insan, size neler çektiğini anlatabilir. İsa'nın sözünü ettiği, işte bu acı, bu dehşettir. Hayır, bir insana böyle davranmaya kimsenin hakkı yok.” / “...Hak­ kımızda verilen ölüm kararmı en küçük bir pişmanlık duymaksı­ zın dinliyorduk...Bu, uzun süre böyle oldu. Ne sürgün yılları ne çektiğimiz acdar direncimizi kıra­ bildi. Hiçbir şey bizi çökerteme­ di, içimizde yaşattığımız inancı­ mız, görevimizi yerine getirmiş olma bilincimizi korumamızı sağ­ lıyordu.” (s. 127) “Özetleyecek olursak, önce kendi ölümünü aşarak, daha sonra da kürek mah- kûmluğundan yeniden yaşama dönerek kişiliğini buldun.” (s.

128) “ ‘Zindan bize Dostoyevski’yi kazandırdı’ diye özetliyor Pierre Pascal, özlü bir biçimde. ” (s. 128)

“...Pierre Pascal, Sibirya’da tuttuğun notlan yayımlıyor ki, o notlarda seni her zaman oldu­ ğun halinle keşfediyoruz: Romanlarım besle­ yen, günlük olaylara, çeşitli devimlere karşı duy­ duğun açlık içinde. Bir kez daha, bu ince göz­ lemlerde hiç felsefe olmadığım görüyoruz. Ce- zaevindeki arkadaşlarına bakıyor, onlan dinli­ yorsun; Amazon bölgesindeki halklardan biri­ ni inceliyormuş gibi. Biçimini henüz ayırt ede­ mediğin bir anlatı düşünüyorsun: Anı mı? Ta­ nıklık mı? Belge mi?/ Kısacası, cezaevi sana, in­ san tiplerinin gözlemim yapabileceğin, onlan açımlayabileceğin bulunmaz bir laboratuvar gi­ bi görünüyor. ‘Ve ne tipler! ’ diye ekliyorsun, ya­ zarlara özgü heyecan içinde. Ne var ki, Rus hal­ kının psikolojisinin derinliklerinde yaptığın bu

derinliklerine inmek’. Daha azı değil! / Dünya­ da kuşkusuz seni en iyi tanıyan insan olan Ja c ­ ques Catteau, şöyle yazıyor: ‘...Dostoyevski’nin yazınsal temeli ana çizgileriyle, tutuklanmasın­ dan önce oluşmuştu...’/ 1850’de Tobolsk’a gel­ diğinde, kadınlar sana İsa'nın Öğreti Kitabı’m uzattı; bu, orada okunmasına izin verilen tek ki­ taptı. Mahkûmluğun sırasında onu tekrar tek­ rar okudun. Dört yıl süren o hapisane yaşamı boyunca o kitabı hep yastığının alanda sakla­ dın ve ölümünden birkaç dakika önce, hakkın- daki ilahi kararı öğrenmek için, onu yine rasge­ le bir yerinden açacaktın: ‘Fakat İsa cevap ve­ rip ona dedi: ‘Şimdi bırak, çünkü her salâhı böylece yerine getirmek bize gerektir’. Kitabı elinden bırakacak ve karma şunları söyleyecek­ tin: ‘Bu demektir İd ben öleceğim...’ ” (ss. 128- 129)

“... Ayrıca elimizde senin yazdığın, bizi kesin­ likle aydınlatan, hatta biraz da tedirgin lalan bir mektup var. O mektubu, 1854 Şubaü’nın so­ nunda, Omsk Cezaevi’ndeki koruyucun Natha­ lie Fonvizine’e yazdın: ‘Size kendi hakkımda di­ yeceğim şu: Çağımızın bir çocuğuyum ben, o güne kadar (bunu biliyorum), mezara girece­ ğim güne kadar inançsızlığın ve kuşkunun ço­ cuğu olacağım. Ruhumda taşıdığım, inanç kar­ şıtı kanıtlar kadar güçlü inanma susuzluğu ba­ na bugüne kadar ne korkunç acılara mal oldu ve bugün hâlâ olmakta! Bununla birlikte Tan­ rı bana, bütünüyle dingin olduğum anlan ba­ ğışlıyor: İşte o anlarda, insanların beni

sevdiği-ni görüyor, buna sevisevdiği-niyorum ve yine o anlar­ da benim için her şeyin açık seçik ve kutsal ol­ duğu bir inanç kurdum kendime. Bu basit inanç şöyle: İsa’dan daha güzel, daha derin, daha sevimli, daha akla yakın, daha yiğit ve da­ ha yetkin hiçbir şey yoktur; olmadığı gibi -bu­ nu kendi kendime kıskanç bir tutkuyla söylü­ yorum- olmayacak da. Bundan çok daha fazla olarak, bana İsa'nın gerekdışı olduğunu, ger­ çekliğin İsa'nın dışında gerçek olduğunu kanıt- lasalardı bile, gerçekliğin yatımda yer almak yerine, İsa'nın yarımda yer almayı yeğ tutar­ dım.” (s. 130)

“Yeraltı insanlarım keşfettin./ ‘Büyük, kor­ kunç kötü insanlardı.(...) Kirilov, Şatov, Stav- rogin: ...Önlerin hizmetine girmiş bu üç insan, işte bu umutsuzluğu anlatacaktı. Cinayeder, in­ tiharlar, yangınlar: Toplumsal kıyamet, inan­ maya gerekseme duyup onu korumalarının ola­ naksız oluşundan kaynaklanıyordu. İnsanlığa olan sevgilerini doğrulayabilmeleri için, kötü­ lüğün varlığım yadsımaları gerekiyordu; bu da onlan kaçınılmaz olarak, toplumsal arınmayı sağlamak amaayla insanlan öldürmeye itiyor­ du. “Sınırsız özgüllükten yola çıkarak, sınır­ sız zoıbalığa varıyorum.” / “ Bir şey tasarlıyo­ rum: Delirmek.” (Bunu gençliğinde söylemiş.) (s. 133)

Castillo: “Yoksulsun, Fedya, yoksulun biri değil. Yoksulluk ekiyorsun sen, yoksulluğa kat­ lanmıyorsun. Lanetliler sürüsünden, babadan oğula laneti taşıyan kişilerden biri değilsin. Ben de halktan biri değildim; arkadaşlarım bunu ilk bakışta anlıyorlardı. Sen de, ben de, bulunma­ mız gereken yerin her zaman altında kaldık; ben ayrıca, tiksinilen ve hor görülen azınlıkla­ rın manevi hücresine kapatılarak, o durumu iki kat yoğunlukta yaşadım.” (s. 160) (Daha önce de Castillo’nun bazı düşünceleri beni yadırgat- mıştı ama “Sen de, ben de, bulunmamız gere­ ken yerin her zaman altında kaldık..” diyerek kendini Dostoyevski ile avnı düzeyde sayması doğrusu tam bir haddini bilmezlik! - F.N.)

Castillo: “İçinde bulunduğum her topluluk­ ta, her salonda bir kadın okur çıkmış ve ken­ dinden emin bir hava içinde bana şunları

söy-yapılabilir, ama roman yapılamaz./ Olay anla­ tıyı yaratmaz, olayı ortaya çıkaran anlattdır.”/ Dostoyevski: “Yalnızca İnsan olmak bile ağır geliyor bize- gerçek bir bedene, damarlarında akan kana sahip olan bize; bundan utanç du­ yuyoruz, bunu bir leke kabul ediyoruz ve kü­ resel, fantazmalan olan insanlar haline gelme­ ye çabalıyoruz.” (s. 161)

Castillo: “Dostoyevski’nin kişileri, entelektü- elizmden çok, aşın duygusallıkları yüzünden suç işler. Raskolnikov, düşünmeyi beceremez. Hesap kitap yapmayı da beceremez. Deliliğe yalan bir kafa karışıklığı içinde debelenip du­ rur. Kafasına takılan düşünce yüzünden, hiç­ bir şeyi elinde tutamaz. Önün tutkusu -bu ay­ nı zamanda Rusya'nın da tutkusudur-, o Dü- şünce’yi yaşamak, onu fiziksel olarak duyum­ samaktır, öyle ki, öğrenci Raskolnikov, savcının kurnaz, neredeyse dostça bakışlan alanda

ka-olmayı beceremedi, hatta tefeci kadından aldığı çantanın içinde ne olduğuna bakmayı bile unuttu. (...) Kafasının içindeki o saplana­ lı Düşünce yüzünden bocaladı, boşu boşuna iki kez cinayet işle­ di...” (s. 1907

Castillo: “Suç ve Ceza’dan baş­ layarak, senin büyük tragedya-ro- manlanndan her biri, farklı İki dü­ zeyde okunuyor: Konularım gün­ lük olaylardan alan anekdot düze­ yinde ve görüntülerin ardına giz­ lenmiş anlam düzeyinde. Roman­ larım alegorilerle ve esinlerle ku­ ruyorsun.” (s. 194)

“Kitaplarının hepsini sevmiyo­ rum, bu ortada; o kadar sofu de­ ğilim. Yine de sen benim yaşa­ mımla sıkı sıkıya bağlanülısın, öy­ le ki, ne zaman yazmaya başlaya­ cak olsam, kendimi sana göre ko­ numlamam, aramıza gerekli mesa­ feyi koymam gerekiyor...” (s. 198)

Bu alıntılar, okurda, yeniden Dostoyevski’yi okuma isteğini uyandırırsa emeklerim boşa git­ memiş demektir. ■

(4)

Kapak konusunun devamı...

* “ Çok ilgi çekici bir düşünce serüve­ ni yaşadı. Kimi yazılarında bu serüve­ ni anlatma gereğini duymuştur. Şimdi ge­ lin bu öyküyü kendi ağzından dinleyelim, bakın neler söylüyor:

“Hk çalışmalarımda bütün benim kuşa- ğımdakilerde olduğu gibi, G ökalp’ten esinlenerek, Emile Durkheim’a, yani spri- tüalist Fransız sosyolojisine dayanıyor­ dum.

Fakat çok geçmeden, toplum felsefesi­ ni bilim ve doğa felsefesine bağlamak is­ tedim. Bu istek beni Fransız filozofu E. Boutroux’ya götürdü. Doğayı ilerleyen •aşamalar halinde gösteren bu çoğulcu fel­ sefe, baştan bana çok uygun görünmüş­ tü.

N e var ki, burada karşıma “determi­ nizm”, yani belirlenimcilik ve özgürlük sorunu çıka. Sosyolojide bile bunalıma neden olan “ahlak sorunu” hep gündem­ de idi. O zaman şu soruyu sordum:

İnsanın bütün yapıp ettikleri toplum­ sal determinizme bağlı ise, onu hareket­ lerinden dolayı niçin sorumlu tutmak?

Sorduğum bu sorunun içinden çıkamı- yordum.

Mehmet İzzet, Mülkiye’de ve Darülfü- nun’da hocamdı. Okuduğum kitapları görünce şöyle dedi:

- Yeni akımlar göz kamaştırıyor ama modası geçecektir. Felsefede önemli olan düşünce geleneğine bağk eserlerdir, on­ ları oku.

Sonra da Benedetto Croce’yi ve James Mark Balchvin’i okumamı önerdi. Bu iki çağdaş filozoftan biri yeni Hegelci, öteki Scnelling’ci idi.

Mehmet İzzet’in etkisiyle, mudak ide­ alizme yani Hegel felsefesine yöneldim. Hegel’de de kalmadım. Oradan Spino- za’ya, oradan da panteizme, yani tümtan- n alığ a geçtim. Baştan beri Aristo ile uğ­ raşmanın etkisiyle, ahlak felsefesi benim ıçm gittikçe doğa felsefesi ile birîeşiyor- d u Bu arada Türk mistiklerini (gizemci­ lerini) merak ettim.

Doğada ziu iü a r ve neneme

a

;elik ta-nim için felsefeciler arasında en yetkin ör­ nek oldu. Ona uyarak “ ahlak varlıktan, in­ san doğadan ayrılamaz” diyordum. Böy­ le düşününce, özgürlük, doğal düzenin ve determinizmin özel görüntüsünden başka bir şey olmuyordu.

Doğada zıtlıklar ve ilerleme vardı. Zıt­ lıklar ve ilerleme, Hegel felsefesinin ilke­ si olmakla birlikte, Spinoza ile çaaşmı- yordu.

Yıllarca üzerinde çalışuğım toplum ve hasta bilinci (cemiyet ve marazi şuur) so­ rununu, bu zıtlığın toplum ve insandaki son halkası olarak gördüm.

Yapağım bütün bu çalışmalan genel bir plan içinde ve birleştirici bir bilge dili kullanarak Aşk Ahlakı adındaki kiı bunda topladım.

Bu da bana yeter görünmedi. Çünkü orada kakaydım, ya Hegel idealizmine saplanacaktım ve bilincin öznel çemberi içine girerek Solipsizmin yani tekbencili­ ğin çıkmazına düşecektim. Ya da Spino- za’nın dogmatik gerçekçiliğinin içine gi­ recektim ki, o zattan da eleştirici îelsefe- nin hücumlanyla karşılaşacaktım.

Her iki durumdan kurtulmak için ön­ ce İngiliz gerçekçilerine, sonra da feno- ıjiye (görüngübilime) yöneldim, le bu sonuncuda aradığım temeli bulabileceğimi düşünüyordum. Çünkü baştan beri, felsefe eğilimlerinde “teessü- ri hayat” (duygulanımsal yaşam) birinci

“Ih tir

derecede rol oynamışa. "İhtiras" (tutku; üzerine kurulu bir bilgi kuramı üzerinde daha 1921’den beri duruyordum.

Tutku kavramına Aşk Ahlakı adındaki kitabımda çok genel olarak değindiysem de düşündüğüm planı bütünüyle ele ala­ madım. Bunun başlıca nedeni felsefeye

Doğumunun 100. yılında

toplum sorunları ile girmem idi. Bu yüz­ dendir ki çalışmalarımda felsefe sorunla­ rının başına her zaman, eylem ve ahlak so­ rununu koydum.

Fenomenolojiye ilk eğilimim, dolayı­ sıyla M ax Scheler ve Heidegger’le ilgi­ lenmem İnsani Vatanperverlik adındaki kitabımda görüldü. Ama diyalektik yön­ temden de ayrılmıyordum. İdealizm ve realizm arasındaki bunalımı, kimi feno- menologlar gibi tek bir ideo-realizm ile, yani iki kavramı tek kavram durumuna indirgeyerek, bu kitapta çözümlemeyi ta­ sarlıyordum. N e var ki, asıl bunalım, bu­ rada doğrunun ölçütünü ararken çıktı.

İdealizmin ve realizmin, bir bakıma da maddeciliğin tehlikelerinden korunmuş olan bu ılımlı ve tarafsız düşünce, ger­ çekte her ikisinin zararlı yönlerini içermi­ yor muydu?

Böylece bir kaygıdan sonra, fenome­ nolojiye ve yeni gerçekçilere karşı kuşku duymaya başladım. Onlarda da uzlaşma­ cılık yanlışı vardı. Oysa ben uzlaşmacılı­ ğa baştan beri karşıydım. Hatta neden karşı olduğumu açıklayan bir de kitap yazmıştım (1).

Tutarlı olmak iç il

Ondan sonra bu konu ile bilim felsefe­ si alanında uğraşmaya başladım. Sosyolo­ jide bilimci bir araşnrma ve maddeci gö­ rüş daha elverişli idi. Diyalektik’ten uzak bir bilimci sosyolojinin, bütün deneysel sosyoloji araşUrmalanna uygun birer var­ sayım olacağı düşüncesi bende 1943 ’e ka­ dar sürdü. İnsan dergisindeki bir bölüm yazılarımda bu düşünce ile hareket ettim. İsmail Hüsrev (2) beni eleştirdi. Eleştiri­ sinde haklıydı. Çünkü, Marksizmi kabul etmeden maddeci sosyolog olunamazdı. Bu nedenle, sosyolojideki çalışmalarımda dayandığım felsefe temelini açık-seçik or­ taya koymak gerekiyordu. Tutarlı olmak için, maddecilik ya da realiz; realizmden birini

ı panteizme (tüm-seçme zamanı geimışa.

Öte yandan bendeki

tannauğa) eğilim de sürüyordu. Bu limi, yani tersine çevrilmiş bu maddeci ği sonuçlarına kadar götürmekten başka yapacak şey yoktu. Ve bu, 18- ____ 19. yüzyılların mekanik ve sta­

tik maddeciliği değil, ilerleme halindeki doğa görüşünden başka bir şey olmayan tarihsel maddecilik olacaktı (3).

Bir yandan da sosyoloji ça­ lışmaları yaparken dayandı­ ğım felsefe temelini ortaya koymak gerekiyordu. Bu ne­ denle 1945’ten 1949’a kadar “bilgi kuramı” ve “değerler kuramı” derslerini verdim. Bu hazırlıklara dayanarak “İnsan Bilimleri Mümkün m üdür?” başlıldı yazıyı yazdım (4).

Yine bu hazırlıklara daya­ narak 1951 de Tarihi M adde­ ciliğe Reddiye’yi ve Sosyoloji­ nin Problemleri’ni kaleme al­ dım”.

Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş adındaki kitabının önsö­ zünde, “ 1950’li yıllarda He- gel’den uzaklaştığım, Platon yoluyla Schelling’e yaklaşuğı- nı” söylüyor ve buradan diya- doloji’ye nasıl geçtiğini anlatt- yor.

Diyadolojide diyalektiğin maddede ve varlıklarda değil, yalnız değerlerde işlediğini söylemektedir. “Diyalektik bilgide değil, değerlerdedir” diyor. Düşündüklerini sistem haline getirmek isteyen Hilmi

Ziya Ülken, baştan da söylediğim gibi sü­ rekli hesaplaşma ve kendi kendisiyle tar­ aşına içindedir.

Felsefe konulannın pek tartışılmadığı, yalnız toplumbilim konularına önem ve­ rildiği bir ortamda böyle bir tartışma içi­ ne girmek, bu eleştiriyi ve özeleştiriyi ya­ pabilmek çok önemliydi. Bunun düşün­ ce tarihçilerimiz tarafından iyi değerlen­ dirilmesi gerekir.

Görüldüğü gibi Hilmi Ziya Ülken, fel­ sefe yolunda nasıl bir arayış içinde oldu­ ğunu bize içtenlikle anlaOyor. Onun söz­ lerini çeşidi yazılarından derleyerek bira- raya getirdim. Yaşam öyküsü ile ilgili böy­ le tümceleri bulmak zor olmadı. Yukarı­ daki düşünce ve görüşlere katılalım, ya da kaalmayahm, bu sözlere saygı ve sevgi duyuyoruz.

Yazılarına bakıldığında onun hiçbir düşünceye karşı yüzde yüz olumsuz bir tavır takınmadığı anlaşılır. Birlikçi, bü­ tüncü görüş eğiliminde olduğu için, bü­ tün felsefelerden yararlanmak istemiştir. Eleştirileri “teke indirmeciliğe” karşıdır. Ona göre, çeşitli doktrin çalışmalarına karşın, bütün felsefeler ortak bir temele dayanır ki, bu da “insan düşüncesi, insan kavramı”dır.

Ülken ilk felsefe yazılarından başlaya­ rak hep bir sistem kurabilme arayışı için­ de olmuştur. Bu çabayı bir noktaya kadar götürmeyi denedi, bir noktadan sonra zorluklarla karşılasa. Zorlukların neler­ den kaynaklandığı konusunda ayrıca du­ rulabilir.

onun

B

azılarıyla temel düşüncesi, yanı

avramı” arasında her zaman bağ kurulabilmektedir.

Hocamızın felsefeye saygısı büyüktü. Bu bakımdan en önemli hizmetlerinden biri, belki de birincisi, felsefeyi felsefe ol­ mayan alanlardan ayırması olmuştur. “Felsefenin yöntemi, sosyoloji de içinde olmak üzere hiçbir bilimin yöntemine benzemez, onun kendine özgü yöntemi vardır.” diyordu.

Felsefedeki sorunlar, yöntemler her­

hangi bir alana özgü olmadığı gibi, belli bir çağa da özgü değildir. Dolayısıyla, fel­ sefenin ulusal nitelikte olduğu yargısı tar­ tışılabilir.

“Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bir­ çok düşünürümüzdeki ortak özelliğin toplumsal eyleme karşı bağlılık olduğu­ nu” belirterek der ki, “bizde derinleştiril­ miş düşünce eserleri bu bağlılıktan kur­ tulma oranında verilebilecektir (5).”

Böyle söylemekle birlikte felsefeyi ya­ şamdan kopuk kurgulamalar olarak al­ maz. H ep “etik” bir kaygı içindedir. Ku­ ram ve eylemin, dünya karşısında ve ki- ;iyle ilişkisinde bağımsız olmadığını, bun- arın “saf eylem” dediğimiz bütünün iki yanı olduğunu söyler.

"Aşk Aldaki"

Hilmi Ziya Ülken’in ahlak anlayışında­ ki özgün yönlerden birini “Aşk Ahlakı”

i

dtabında bulmaktayız. Söz ko­ nusu kitabı 1931 ’de yazmasına karşın, da­ ha sonra geliştirdiği düşüncelerin belli başlı yönlerini orada görebilmekteyiz. Eser, kutsal kitapların biçemi (üslubu) ile yazılmıştır ama gizemci (mistik) bir içerik taşımamaktadır, tersine akıladır. Kitap günümüzün gerçekçi düşünceleriyle ça- nşmaz.

Yazar onu yazarken çeşitli felsefelerden yararlanmışar. Kendisi buradaki temel felsefenin “çoklukta birlik, bunun yanın­ da evrim” olduğunu belirtiyor; “aşk ahla­ kı” ile, tümtanrıcılıktan, tümdoğacıhğa geçilebileceğini öne sürüyor.

Bir yandan d a toplumcu gerçekçilik var kitapta. Son sayfalarına doğru kapitalist toplumun sert bir eleştirisi ile karşılaş­ maktayız.

“Evrim” düşüncesine gelince şöyle ser­ gilenmektedir: Aşk ahlakı bütün olarak insanın gelişmesine dayanan bir ahlaktır. İnsanlar ahlak bakımından “halk aşama­ sı, vatandaş aşaması, vatanseverlik aşama­ sı ve insanı vatanseverlik aşamasından” geçerek yükselirler. Bu aşamalar aynı za­ manda ahlak bilincinde yükselme anla­ mına da gelmektedir.

Onun diliyle söylersek “Vatanı, insan­ lık için bir uğrak; toplumu, ruha ve ahla­ ka ulaşmak için ilk adım yapan her yolcu, insani vatanperverlik aşamasına ulaşacak - ar. İnsanlar ekonomik durumlarına göre değil, ahlaksal durumlarına göre ayrıldık­ ları gün dünya yepyeni bir çağa varmış olaçakur.”

Ülken, aynı zamanda “dernekçi”dir. Felsefeyi sevenlerin, ona saygı duyanların bir arada felsefe yap­ malarını, düzeyli bir diyalog ger­ çekleştirmelerini ister. Türki­ ye’deki ilk felsefe cemiyetini bu amaçla kurmuş, orada bildiriler okunmasını, tartışmalar yapıl­ masını sağlamışUr. Bu alandaki ilk girişimi 1928’dedir. Başan- sızlıklardan, kopmalardan yıl­ mayarak demek girişimlerini yi­ nelemiş, ayrıca bütün bu etkin­ liklerin öyküsünü yaratarak biz- lere bırakmıştır (6).

Dikkatimizi çeken bir başka şey, “aşk ahlakı” kuranımdaki en yüksek insan akmasının “felse­ fe ceır;— --- --- *■' m soy

ti “felsefi ahlak”ın uygulama ye­ ri olacaka r.

★ * *

Böyle bir yazıda, Ülken ’in dü­ şünce tarihçiliğinden de kısaca söz etmek gerekiyor:

O, başka hiçbir şey yapmayıp da bize yalnız, Türk Tefekkür Tarihini, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’ni ve İslam Dü­ şüncesi Tarihi’ni yazıp bırakmış olsaydı büyük iş yapmış olurdu. Hem bu tarihleri yazmış, hem de bu tarihleri yazarak kendi yöntem ve sınıflandırma anlayı­ şını getirmiştir.

Özellikle Türkiye’de Çağdaş J

(5)

iarını

ana-&

Düşünce Tarihi, bizim bu konudaki kay­ naklarımıza ışık tutması açısından son derece önemli ve bugün hâlâ tek başvu­ ru kitabıdır. Yazarının belleğine fazla gü­ venmesinden ileri gelen kimi küçük yan­ lışlar bu önemi azaltmaz.

Ona göre, düşünce tarihi uygarlık ta­ rihinin bilincidir, bütün uygarlık tarihi­ nin özeti ve ruhudur. Düşünce tarihi, bu bağlamda felsefe tarihi de, içine alır bir yandan bilimle, bilimsel gelişme ile ilgili olduğu için teknik uygarlığın tarihini, bir yandan da felsefe olduğu için bütün uy­ ar yaşamı içine alır. Ama yalnız bilim ve elsefeden ibaret de değildir. O derece­ de ki, bilim ve felsefe tarihleri, düşünce tarihinin ancak bir parçasıdır.

Hilmi Ziya Ülken çağdaş düşünce ta­ rihimizi değerlendirirken bir yerde şun­ ları söylüyor:

“Türk düşüncesi toplumsal eylemle il­ gili yönlerin etkisi altında kalmış bile ol­ sa Batı düşüncesinin başlıca özelliklerini tanımıştır. Düşünürlerimiz toplumun bunalımları karşısında sorumluluk! bilen insanlardır, fildişi ku

memişlerdir. Bütün olanakları kfi rak, eğitimin yayıldığı her yerde yani dü-

ünceleri tanıtmaya, yeni toplum hare- ederine öncülük etmeye çalışmışlardır... (7).

Bu sözlere şunları de ekliyor:

“Çağdaş düşünce tarihimiz, özgün dü­ şüncelerin, yeni görüşlerin tarihi değildir ama, bütünü ile yeni ve gerçek yaradılış­ ları hazırlayacak eserlerin tarihidir. O ra­ daki, toplumsal eyleme aşın bağlı olma bugün kusur gibi görülebilir. Yann için beklediğimiz düşünce eserleri, bu ba] ’ lıktan kurtulma oranında istenen nitı te olabilecektir.”

Eğitim felsefesi

Ülken’in incelediği düşünceler arasın­ da ele alınması gereken bir alan da kuş­ kusuz, eğitim felsefesidir. Onun felsefe­ sindeki temel kavramın “insan” olduğu­ nu biliyoruz. “İnsan yalnız felsefenin de- jtimin de temel konusudur. Bunun öneminin altını çizen Hilmi Zıya :en 1967’de Eğitim Felsefesi’ni yayım­ ladı. Kitabın 327 sayfa olması onun bu konuda söylemek istediği şeylerin ne ka­ dar çok olduğunu gösterir. Kitap yalnız nicelikten ibaret değildir. Nitelik yönün­ den de, özgün yönleri içermektedir. Bu alandaki düşüncelerini kısaca özedeye- rek şöyle söyleyebiliriz:

İnsanlık tarifli insan olmanın tarihi ise o her şeyden önce eğitimin de tarihi de­ mektir. Eğitim felsefesi insanı oluş için­ de ele alır. Bu oluşumda insan, bir bü tü­ nün ayrılmaz iki parçası, iki yüzü gibidir. Birinde insan, ötekinde evren vardır. Biz buna filozof Platon’un deyişiyle diyad, ba

{ar. Böyle olunca konuya

Topolojinin ışığında bakılması gerekiyor. Bu bakış bizi insan-çevre diyalektiği’ne götürecek ve yapılacak açıklamalar bu diyalektikte birleşecektir.

Yine Hilmi Ziya Ülken’in düşüncesi­ ne göre “eğitim insanın yaptığı işlerin en önemlisi, en yücesidir ve beşıktan meza­ ra kadar bütün yaşların konusudur.”

Sevgili hocamız, eğitime ve eğitilme­ nin bu yüceliğini felsefe ve bilim yolcu­ luğunun her dakikasında yaşamış bir dü­ şünür idi. ■

(1) Telifçiliğin Tenakuzları (Mülkiye M ecmuasından ayrı basım 77 sayfa).

(2) M arksist görüşleri olan bir iktisat yazarımız.

0 )2 0 . Yüzyıl Filozofları, 1936, İstan­ bul (önsöz).

(4) Sosyoloji Dergisi 1947-1949, sayı 4- 3 (sayfa 1-52).

(5) Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, 1992, İstanbul (sayfa 16).

(6) Sosyoloji Dergisi, 1943, İstanbul sa­ yı 2, sayfa 357-403.

(7) Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 1992, İstanbul (sayfa 16).

Hilmi Ziya Ülken bugünleri

görebilseydi ne derdi?

E M R E K O N G A R

H

ilmi Ziya Ülken sadece önemli bir düşünür değil, çok verimli bir ya­ zardı da.

Bütün ciddi yazarlar gibi kendi ülkesi­ nin düşünce tarihini çok önemsiyordu.

“Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı büyük çalışması, bugün bile önemini koruyan bir başyapıttır.

1966 yılında yayımladığı bu kitabın son bölümü “Türk Düşüncesi Nereye Gidi­ yor?” başlığını taşımaktadır.

Ülken’in ileriye dönük gelişmeler açı­ smdan çok da iyimser olduğu söylenemez.

Bu bölümde şöyle diyor:

“ 1940’dan sonra Çağdaş Düşünce tari­ himize bir göz atacak olursak bir bakım­ dan durgunluk, hatta gerileme, bir ba­ kımdan ilerleme denebilecek bazı göz­ lemlerle karşılaşabiliriz. Batı fikir hayatı­ na girmek için bir yüzyıldan beri yapılan tereddütlü, ürkek adımların birdenbire büyük hız kazanmış olan çeviri faaliyeti bunların başında gelir. Tanzimatçılar Montesquieu, Rousseau ve umumiyetle 18. yüzyıl düşüncesine dayanmak istedik­ leri halde onlardan hemen hiçbir şey çe­ virmemişler ve memlekete bu fikirleri pek yüzeysel olarak aksettirmişlerdi. II. Meş­ rutiyet’te fikir hareketleri hızlandı, fakat derinleşmedi. Fikir adamlarının çoğu der­ gi yazan olmaktan çıkamadılar. Dergiler de uzmanlığa doğru gidecek ve derinleşe­ cek yerde orta seviyeye hitap eden edebi dergi olarak kaldılar. Fikir yazıları günde­ lik hayata tesir etmek için daima bu sevi­ yeden yukan çıkamıyordu. Toplumsal ha­ reket uyandırmak, reform yapmak, öğret­ mek bilgiyi halka yaymak gibi maksatlar yüzünden asıl fikir, uzmanca düşünce bir türlü yerleşemiyordu. Buna rağmen bilgi­ yi halka yaymak düşüncesi o Kadar ege­ mendi ki, Ahmet Mithat’dan günümüze kadar verilen her bilgi ağır görülerek hal­ kın seviyesine göre daha hafifleri isten­ miş, bu yüzdenhakiki fikir çığırları kuru­ lamamıştır. Buna karşı son zamanlarda bir vandan devletin yayınladığı Batı ve Doğu klasiklerinden çeviriler serisinin gittikçe çoğalması, bir yandan da bireysel teşeb­ büslerle ve özel sermaye ile yayınlanan a'

• hayatının büyük ı

mektedir. Daha şimdiden Platon’un bel­ li başlı Dialoque lan Türkçe’ye çevrilmiş bulunuyor. Aristo’dan O rganonian oku­ yoruz. Daha metafizik ve ahlak kitapları çevrilmemiştir. Descartes’ın eserlerinden çoğuna sahip bulunuyoruz. Spinoza, Le- ibniz, Malebranche gibi esaslı Çartesien fi­ lozofları Türkçe’den okuyoruz. Ingiüzler- den Berkeley, Hume, Spencer ve Mili çev­ rilmiştir. 18. yüzyıl filozoflarından çoğu­ nun eserinin Türkçeleri elimizdedir. G ü ­ nümüze gelince Bergson, Durkheim, H. Poincare gibi son yüzyıl Türk düşüncesi­ ne tesir etmiş fikir adamlarının hemen bü­ tün eserleri çevrilmiştir. Henüz Alman Felsefesinden -Nietzsche müstesna- hiç­ bir şey çevrilmemiştir. Bu yeni fikir faali­ yetinin bütün başarısına rağmen buna esaslı bir eksiklik gözü ile bakılabilir. Fa­ kat 20 yıl içinde yapılanlara bakılınca, bu eksikliklerin de yakında kapanacağı tah­ min edilebilir. Bugün bile felsefe ve sos­ yoloji tahsil edenlerin eline verilebilecek hayli zengin bir kütüphane kurulmuştur.

Batı düşüncesine ait kaynaklar artarken Doğu klasikleri de ona paralel olarak iler­ liyor. 5 asırlık Osmanlı fikir tarihinde medrese ve tekke ilminin temelini teşkil eden klasikleşmiş kitaplardan pek azı Türkçeye çervilmişti. Farabi, İbn-i Sina,

tbn Rüşd’lerin Türkçesi yoktu. Kelâm ve tasavvufun klasik eserlerine ait şerhler ve haşiyeler de hiçbir zaman aslına bağlı çe­ virilerin yerini tutmuyordu. Bir ara Gaza­ li çevirilerine rağbet edilmiş, o da yanm kalmıştı. Abdülhamid I l’nin Gazalî’yi çe­ virtmek için gösterdiği gayretin yarımlığı İhya ve Tehafül çevirilerinin Yıldız Kü­ tüphanesinde bastırılmadan kalmış ol­ masından anlaşılıyor. Buna karşı, son yıl­ larda bu alandaki çalışmalar da hızlan­ mıştır. Fakat henüz ibn-i Sina’dan hiçbir çeviri yoktur.”

Hilmi Ziya Ülken bu saptamalardan sonra, dönüyor ve “ Memleketin umumi fikir hayatı ne durumdadır” diye soru­ yor.

Bakın bu konudaki düşünceleri neler: “ Yüz güldürecek olan bu çalışmalar dı­ şında, acaba memleketin umumi fikir ha­ yatı ne durumdadır? Bu bakımdan sayısı İttikçe çoğalmakta olan yayınları başlıca grupta toplayabiliriz: 1) Birincisi özel sermaye ile basılan ve sosyalizm ile günün modası existentialism e. ait, çoğu birkaç formalık bir yayınlar serisidir. Bunlardan pek azı telif, çoğu çeviri veya toplamadır. Bu yayınlarda göze çarpan nokta Türk Dil Kurumu’nun ileri sürdüğü kelimele­ ri bol bol kullanmak yüzünden anlaşıl­ maz bir hale gelmek ve konularının yü­ zünde kalmaktır. 2) İkincisi yine özel ser­ maye ile ve sık sık yayınlanan dini kitap­ lar serisidir. Bunların pek azı ciddi bir araştırma eseridir. Genel olarak halkın kapışacağı konular seçilmekte ve halkta­ ki fanatik zihniyet bu yayınları beslediği gibi, bu yayınlar da o zihniyeti belemek­ tedir. Eskiden yüksek Islami eserler Med­ rese, Darül-hikme, vb. tarafından yayın­ lanır, tarihe ve ilme hizmet eder, bağnaz halkın ihtiyacına da sahhaflann yayınları cevap verirdi. Şimdi bu yeni ve çok sayı­ daki yayınlarda bu iki kaynak birbirine karışmış ve yüksek ilmi-tarıhi eserlerin se­ viyesini düşüren bir sonuca varmıştır.

Kısaca her iki yayın tarzı da karşılıklı iki türlü bağnazlığı besleyen zayıf seviyeli bi­ rer akım halini aldıkları için, sauş sayısı,

aslında fikir seviyesini alçalttıkları, sağ ve sol kanada ait fanatizmi arttırdıkları için hiç de ümit verici görünmüyorlar. Bu hal memleketimize özgü değildir. Iş bölümü zayıf, meslek teşkilatları kurulmamış Or­ tadoğu memleketlerinin çoğunda bu ku­ tuplaşma ve bilgiden uzaklaşma, bağnaz­ lık halim alan bir inanç gerilemesi hali

gö-büyük eserlerini dilimize mal etmek için yaptıkları gayretler ve onlarla birlikte yer­ li fikir ürünlerini veren kitaplar ve uz­ manlık dergileri çoğalmamış olsa bu son işaret ettiğimiz yayınlara çok kötümser gözle bakmak gerekecektir. Fakat çok şü­ kür ki Felsefe Arkivi, Araştırmalar, İlahi­ yat Dergisi, Dil-Tarih ve Coğrafya Dergisi gibi dergiler var ve bunlar ciddi yayınlar yapmaktadırlar.

Türk düşüncesi, İzzet, Baltacıoğlu gibi fikir sentezi verecek kafalar yetiştirmiştir. Yeni nesiller fenomenoloji, yeniontofoji, felsefi antropoloji yönünde, ilim felsefesi ve yeni mantıkta araştırmalar yapıyorlar. Henüz olgun eserlerini vermemişlerse de Batı fikir dünyasına açtığımız pencerenin her zaman daha geniş, ufkunun her za­ mandan zengin oluşu gelecek için iyimser olmamızı sağlayan belirtilerdir.” (Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşün­ ce Tarihi, -3. baskı-Istanbul, Ülken Yayın-ları, 1992, ss. 488-499.)

Anlaşıldığı gibi Ülken 1960’lı yılların

ortalarında kaleme aldığı kitabının so­ nunda, Türk düşünce yaşamım, dini ki­ taplar ile sosyalizm ve egzistansiyalizm arasında, üstelik de seviyesiz bir yayın or- tarpında sıkışmış görmektedir.

Ülken tüm toplumsal bilimlerin felsefi bir temele dayanması gerektiğine inandı­ ğından, (Hamza Uygun, inan Özer; “Hil­ mi Ziya Ülken”, Türk Toplum Bilimcile­ ri I, -der.-Emre Kongar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1982, s. 161) Türkiye’deki fel­ sefe akımlarım da çok önemsiyordu.

Ülken’in yukardaki vargılarında dikka­ ti çeken husus, “özel sermaye ile bası­ lan” ya da “yayınlanan” ifadeleridir.

Hiç kuşkusuz, Cumhuriyet’in aydınlan­ ma devrimini devlet eliyle yaşayan Ülken, “özel sermaye ile basılan ve yayınlanan” kitapları birjz da yadırgıyor galiba.

Aslında Ülken’in “ düşünce yaşamı” hakkındaki yargılan inanılmaz bir öngö­ rü ile Türkiye’nin toplumsal yaşamında­ ki etkileri açısmdan doğru çıktı.

Sosyalizm, Komünizm, Marxizm ko­ nusunda, farklı ülkelerin değişik siyasal uygulamalarından etkilenmiş modeller üzerindeki yüzeysel, adeta broşür biçi­ mindeki ezberci yayınlar, Türkiye’yi go­ şizmin bataklığında önce 12 Mart 1971’de, sonra da 12 Eylül 1980’de, iki sağcı ve baskıcı darbe ile karşı karşıya ge­ tirdi.

Hiç kuşkusuz, bu iki darbenin de arka­ sında “düşünce ortamı” olarak, Marxist felsefe konusundaki yoksulluk ve yok­ sunluk ççk önemli bir rol oynamıştı.

Tabii Ülken’in ikinci gözlemi de doğ­ ruydu ve hâlâ doğrudur: Din konusunda­ ki yayınlar hâlâ yüzeysel ve kışkırtıcıdır.

Türkiye bunun da bedelini, 28 Şubat 1997’de, şeriat devleti tehlikesinin yanın­ dan teğet geçerek ödemiştir.

Yine de Remzi Kitabevi’nin artık hızı­ nı kaybetmiş olan “ Büyük Fikir Kitapla­ rı” dizisi ve bugün Yapı Kredi Yaymla- n ’nın tüm hızıyla devam eden çeviri ve te­ lif yayınlan arasındaki felsefe kitapları, Ülken’in deyimiyle “özel sermaye ile ba­ sılan” kitaplar arasında, bir zamanlar Mil­ li Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan “klasikler” dizisine benzer işlevler yerine gefirmektedirler.

Ülken tabu “postmodern” felsefe akımlarına yetişemedi.

Yetişseydi, Batı’nın “Soğuk Savaş” ara­ cı olarak, Sovyederin son yıllarında Avru­ pa’da geliştirdiği ve hem akılcılığı hem deneyselciliği reddeden, hem de akılcılık ve deneyselcilik anlamındaki pozitivist çağdaş düşüncenin karşıtı olarak empo-ze edilen bu akım için ne derdi bilmiyo­ rum.

Ayrıca bu akımın ülkemizdeki yansı­ ması olarak ortaya çıkan, din,istismanna dayalı politika yapan sahtekârlarla, düş kırıklığına uğramış goşisderin (özellikle de eski Maoculann) ve Tahinlerin (Kemal Tahirciler’in) “postmodern” alandaki it­ tifakı onu bile şaşırtabilirdi.

Ama kendisini şaşırtacak olumlu geliş­ meler de dikkatini çekebilirdi Ülken’in:

Örneğin, artık her kitapçıda rahadıkla bulunabilen Batı felsefesinin hemen he­ men tüm klasiklerinin çevirileri, toanna Kuçuradi’nin “değerler” alanındaki öz- in çalışmaları, “insan haklan” ile felse-e arasmda kurulan bağlar, Arslan Kay- nardağ’m felsefe tarihi ve “kadın felsefe­ ciler” üzerindeki çalışmaları ve Boğaziçi, Orta Doğu gibi çağdaş üniversitelerin fel­ sefe bölümlerinde üretilen özgün çalış­ malar, Nermi Uygur’un denemeleri, Ma- cit Gökberk’in eskimeyen “ Felsefe Tari­ hi” gibi bir temel başvuru yapıtının Türk- çede yayımlanmış olması onu sevin-

direbilirdi. ■ 1

(6)

Ülken ve Bilim Felsefesi

M U S TA FA G U N A Y ’

1. Çok yönlü bir felsefeci

H

ilmi Ziya Ülken (3 Ekim 1901- 5 Haziran 1974) Türk düşünce yaşamında ve bir felsefe

gelene-celeri, verdiği dersler ve eserleri çok ge­ niş bir alana yayılmış durumdadır. Ayrı­ ca dergi çıkarma ve felsefe demekleri kurma konusundaki çalışmalarını da unutmamak gerekir. Onun kendine öz­ gü bir felsefe sistemi kurma çabası için­ de göründüğünü belirten Arslan Kay- nardağ’a göre, “Belki oraya tutarlı ve de­ rinlemesine bir felsefi görüş koyamadı, ama yine de onun çalışmalarına saygı duymak gerekiyor. Yazılarında, felsefe çalışması yapacaklar için büyük malze­ me bolluğu vardır. ”(1) „

Ben de b u yazımda Ülken’in çalışma ndanya

fesiyle ilgili düşüncelerine ve yaklaşımı-ayı na birkaç yönüyle < amaı

aşımı-

çlıyp-Yıldınm ve Doğan Özlem ve diğer bilim felsefecilerim ize onun görüşlerini ve alanlanndanyalnızca biriyle, bilim felse

çelerine ve y; J İ değinmeyi a

ram. Ayn bir çalışmada Hilmi Ziya Ül­ ken’in Türkiye’deki bilim felsefesi ala­ lımdaki yerini değerlendiren; ve Cemal

ve Doğa erimizle

yaklaşımım karşılaştıran incelemelerin yapılması da gereklidir. Benim burada yapağım, Ülken’in bilim felsefesi konu­ sundaki düşüncelerini aktarmak ve ha­ tırlatmak olacaktır.

2. hsan-M gi ve değer

İçinde yaşadığı dünyayı, doğal ve top­ lumsal boyutlanyla/yönleriyle anlama, açıklama ve bilmeye çalışan biricik var­ lık insandır. Ama insanın kendisini ve dünyayı bilme ve kavrama konusunda, tarih boyunca farklı düşünce biçimleri­ ni ve yöntemlerini kullanması söz konu­ sudur. Bu konuda Ülken şunları söyler: “insan, kendiliğinden bilimsel gerçq aramaz. Aslında Mitos, Rüya ve fa tasası içindedir. Ortalama 100.000 yılan insanlığın ömründe tam b" gerçek arayışının ancak 2500 yıllık tari­ hi vardır. Bunun da büyük kısmı yine mitoslar ve bilimdışı ilgilere doğra sa­ pışlar ve çöküntülerle geçtikten sonra, ancak 300 yılda büyük bir nızla gelişme

ler arasında en yenisi ve en sıkı disiplin isteyeni olduğunu belirtir: “Din, dil, sa­ nat, ahlak, hatta hukuk (teknik daima onlarla birlikte olmak üzere) insanlık ka­ dar eskidir. H er biri tarih öncesinden beri bütün halinde veya ayrı ayn geliş­ mişlerdir. Fakat bir değer olarak bilim, pek yeni sistemleşmişnr.”(s. 3)

3

. FaU a fı H to ı ■ ¡M il

vb

Bam felsefesi

Ülken’e göre, felsefenin başlıca göre­ vi değerler üzerinde düşünce olduğu ka dar, bu özel sistemli düşünce (yani bilim) üzerindeki düşüncedir. Bundan dolayı, Bilim felsefesi, felsefenin bütünü değil­ se de önemli bir kısmıdır, (s.3)

Bilim felsefesini, “bilimsel felsefe” eti­ ketini taşıyan akımlardan ayırdığını be­ lirten Ûlken’e göre, felsefeyi bilimsel bir tabana dayandırma uğraşısına girişenler arasında yalnızca bir derece farkı bulun­ maktadır: “Felsefeyi fizik temeline da­ yandıranlarla, biyoloji veya psikoloji, sosyoloji temeline dayandırmak isteyen­ lerin farkı ancak dayandıkları temelin sağlamlık derecesinden ibarettir. Fakat hepsi -en kesini olan Russell’ın sembo­ lik mantık ilkelerine dayanan bilim fel­ sefesi dahi- bir savı kanıtsama içinde­

dir,” (s. VII)

Ülken herhangi bir bilim felsefesi ge­ leneğinin takipçisi olmaktan çok, eleşti­ rici ve çözümleyici bir yaklaşım gösterir. Öncekide, sentetik, analitik ve sezgici bilim felsefelerini gözden geçirmeyi amaçladığını belirtir. Çünkü böyle bir gözden geçirme, “onlardan bir kısmının bilimdeki gelişmeye bağlı olarak neden eski geçerliliklerini saklamadığını ve yi­ ne neden yenilerin doğduğunu” görme imkânı vermektedir.

4. Diyadolojik Bilim Kuramı

Ülken’in bilim felsefesindeki görüşîe- ekillenmesinde m gi­ bi filozofların etkisinden söz edilebilir. Kendi deyimiyle, “Bizim bu kitapta ile­ ri sürdüğümüz bilim felsefesi sentetik ve analitik görüşleri bir bakımdan birleşti­ ren H usserl’in fenomenolojik görüşün­ den doğmuştur. Yalnız gerçek ve ideal seferlerini tam olarak ayıran bu görüşten gerçekle ideal manzara görmemiz bakı­ mından ayrılıyoruz.. Bu noktada Pla-nnın ve e: erinin

özellikle Platon, Husserl ve Hartman

ton’un dyade felsefesiyle zamanımızda matematik ve manüğın “idealleştirme” olduğu görüşüne, yani fizikte doğan “ta-mamlayıcılık” fikrine dayanıyoruz. Bun­ dan dolayı da, yeni bir kelime icadetme- nin tehlikesini göze alarak, bu görüşe dyadologie diyoruz. ”(s. VIII)

Ülken bilim felsefesinde tuttuğu yo­ lun, bir bakımdan N. Hartmann’ın gö­ rüşüne yakın olduğunu belirtirse de ba­ zı ayırımları vurgulama gereğini de du­ yar: “Ancak ondan felsefe tarihinde, Pla- ton’un yaşlılık diyaloglarına ait incele­ meye ve son yılların fizik araştırmaları­ na dayanarak ayrılıyoruz. Platon, Par­ menides diyalogunda, daha önce kurdu­ ğu sistemi eleştirmeye başladı. Sonraki diyaloglarında yeni bir görüş ortaya koy­ du. (Bu diyalogların başlıcalan “Siyaset Adam ı”, “Sofist” , “Kanunlar” , “ phüe- b o s” , “Tim aios”tur.) Buna göre akılla kavranan şekiller (Eidos) ile duyuyla kavranan değişik şeyler birbirinden, sa­ nıldığı kadar ayn değildir. Onlar karma (mixte) varlıklarda birbirleriyle birleşir­ ler. Bu karmalara Platon (Aristoteles’in

deyişi ile) Dyade diyor.” (s. 73)

5. Bilim felsefesinin üç yönü ve

uç yoi

bilimi

Bilim Kuramı olarak bilim felsefesi

Ülken, bilim felsefesinin başlıca üç yö­ nünden söz etmekte ve bilim felsefesini bir bilim kuramı olarak görmektedir: “ 1) Bilim felsefesi her şeyden önce bir bilim teorisidir. Çünkü bilimlerin sistemleş­ melerinde meydana çıkan özel teoriler içindeki bir düşünce, başka deyişle “te­ orilerin teorisi”dir. 2) Bilim felsefesi bu teorinin işleyişini sağlayan temel metot­ lar üzerindeki düşüncedir.)...) 3) Bilim felsefesi bir bilim teorisi olarak aynı za­ manda hakikat kriterinin araştırılması demektir.” Ancak burada Ülken, haki­ kat kavramım yalnızca bilimsel bilgiyle sınırlı olarak düşünmez. Kendi deyimiy­ le “fakat hakikat bilim alanım aşar, bü­ tün değerleri kuşaür. Bilimsel hakikatin bunlar arasındaki yeri, hatta hakikatin varlıkla ilişkisi sorusu bundan doğar. Bi­ limde hakikat kriteri bilim teorisi ile uz­ laşmış olmalıdır. Öyle ise, kullandığımız hakikat kriteri bilim teorilerinin incelen­ mesinden sonra kabul edilen teoriye uy­ gun olmalıdır. Fakat onun değerler ve varlığa ait içindeki yerini belirtmeli­ yiz.” (s. 3)

Bilim felsefesini bilim kuramı olarak »örm ekle

Hilmi Ziya Ülken

Hilmi ZiyaÜiken

İnsanî

Vatanseverlik

Hilmi ZiyaÜiken

Uyanış

Devirlerinde

Tercümenin

Rolü

Hilmi Ziya Ülken

İslâm

Düşüncesi

Hilmi ZiyaÜiken

İslâm

Felsefesi

Hilmi Ziya Ülken

Genel

Felsefe Dersleri

i r l i k t e Ülken, bi­ limi yal­ nızca te­ orik bir sistem ola­ rak değil, aynı za­ manda bir kültür

ku-Hocam Hilmi Ziya Ülken ve

Genel Felsefe Dersleri

F U S U N A KATLI

A

nkara Üniversitesi Eğitim Fakül­tesin de Ord. Prof. Dr. Hilmi Zi­ ya Ülken’in asistanı olarak görev yapağım birkaç yıllık süreyi, mesleki ha­ yatınım en anlamlı ve kazançlı dönem­ lerinden biri sayarım. Ben o sırada çok genç, henüz kariyerinin başında bir fel­ sefeciydim. Bilim uzmanlığı (master) ça­ lışmamı Ülken’in rehberliğinde yapabil­ me şansını elde etmiş olmamın ne de­ mek olduğunu o zaman, o toyluğumla da idrak ediyordum; ama şimdi, mes­ lekte otuz yılı aşkın bir süreyi geri bırak- nğımda, onun sadece dolaysızca öğren­ cisi ve asistanı olma şansım elde etmiş olanlara değil, Cumhuriyet döneminde felsefe ve sosyal bilimler üzerinde çalı­ şan bütün kuşaklara rehberlik etmiş ol­ duğunu apaçık görüyorum. Çünkü H il­ mi Ziya Ülken, engin birikimi yalnızca yakın çevresindeküerle, dershanelerde paylaşan bir hoca olmakla kalmıyordu. Düşünce hayatımızın en “velût” , en çok eser veren kişisinin o olduğuna şüphe yok.

Sosyoloji ya da diğer insan bilimleri alanında yazdığı kitaplar, her zaman fel­ sefe ile temellenmekte, boyut kazan­ maktaydı. Doğrudan doğruya felsefeyle ilgili eserlerinde ise, çağdaş bilimlerin aydınlattığı yolda yürümeyi şiar edin­ mişti. Böylece, bilimlerin ve felsefenin birbirleriyle alışveriş ve etkileşim içinde yürüdüğü çağımıza ayak uydurmakla kalmıyor; ülkemiz bu konularda henüz emekleme aşamasında iken, fikir haya­ tımıza yön çiziyordu, inanıyorum ki, Hilmi Ziya Ülken’in asıl büyük önemi, kültür hayatını bilimiyle, sanatıyla, fel­ sefesiyle bir bütün olarak yorumlama­

sında ve bunu D oğu’yu da, BaU’yı da yalandan tanıyan, her türlü bağnazlıktan uzak bir sentezci kafasıyla başarmasın- dadır. Ülken, kendi kuşağının pek çok aydınından farklı olarak, zamanında hâ­ kim olan pozitivist zihniyetin dikte etti­ ği uzmanlaşma eğilimini benimsememiş, adeta bir Rönesans adamı gibi, insan zih­ ninin yönelebileceği hemen her alana el atmışa. Onu yalandan tanıyanların çok iyi bildiği, eserini iyi okuyanların ise tah­ min edebileceği gibi; bu yöneliş onda bir heves, bir tecessüs olmanın çok öte­ sine geçer, derinlemesine ve çok yönlü bir araştırma ve düşünme çabasına dö­ nüşürdü. Hilmi Ziya Ülken’i, eskilerin deyimiyle tam bir “mütebahhir” olarak tanımlayabiliriz. Bu kelimenin yenileşen dilimizde bir karşılığı yok, çünkü artık öyle insanlar bulunmadığı için, onları niteleyecek bir sıfata da dilin ihtiyacı kal­ madı! Derinlere dalan, kılı kırk yaran, mı: biri demektir.

İnizdeki kitap, felsefeyle ilgili temel ek için oldt

bütün hayatını zihinsel çalışmaya vakfet iri d(

fizde

bilgileri edinmek için olduğu kadar, onun bu yönünü tanımak için de elve­ rişli bir araç. Hilmi Ziya Ülken üniver­ site düzeyindeki öğrenciler ya da felse­ feye yeni başlayanlar için “Genel Felse­ fe Dersleri” yazıyor. Ama bu hem bir felsefe doktrinleri tarihi, hem sistematik felsefe ile ilgili bir el kitabı, hem de ya­ zarının yorum ve eleştirileriyle birlikte okurun önünde bir ufuk açan bir kıla­ vuz. Bugün maalesef, bundan otuz yıl öncesine kıyasla, özellikle formasyon vermek bakımından, çok daha zayıf olan bir lise eğitimimiz var. 1970’lerde hâlâ, felsefe eğitimi verilen üniversite bölüm­ lerinde “ Genel Felsefe D ersleri”nden bir ders kitabı olarak yararlanılabilirdi. Oysa günümüzde, ancak o eğitimden

geçmiş, öğrendiklerini derinleştirmek, değerlendirmek, yerli yerine yerleştir­ mek isteyecek iyi niyetli ve azimli felse­ fe mezunlarına ve kendi alanlarında uz­ manlaşmış, ama felsefe yönünden eksik­ leri olduğunun bilincinde olan yetişmiş aydınlara hitap edebilecek sanırım.

Kitabın yayunlamş tarihi 1972 olmak­ la birlikte, dönem dönem yazılması sü­ recine tanıklık ettiğim bu kitapta, hoca­ nın daha önceki yıllarda kaleme almış olduğu bazı parçalar da yer almakta. Böyle olunca da zamanında mümkün ol­ duğunca sade ve anlaşılır olmasına özen gösterdiği dil, günümüz okura için yer yer biraz ağır, özellikle terimler yönün­ den güç anlaşılabilecek özellikler göster­ mekteydi. Ben hocamın kitabım; sadece gerektiği ölçüde dilini sadeleştirmek ve kullandığı bazı eski terimlerin yerine, bugün artık bilim ve felsefe dilimizde yerleşik duruma gelmiş kimi terimleri koymak üzere yeniden ele aldım. Biraz eskimiş olsalar da hâlâ pekâlâ anlaşılabi­ lir olan kelimeleri olduğu gibi bırakmak­ ta bir salanca olmayacağını düşündüm. Bazı ifadeler de, dil saaeleştirildiğinde, yeniden biçimlendirilmeyi gerektiriyor­ du. Özünü bozmadan ve anlama tama­ mıyla sadık kalarak o tür ufak tefek rö­ tuşlar yaptım.

Bu kitabın okura olacak gençlerin, fel­ sefeyi böyle bir yöntemle ve böyle bir perspektifle öğrenmelerinin; ya da öğ­ renmiş oldukları bazı konulan yeni bir ışık altında, bütünsellikleri içinde gör­ melerinin çok yararlı olacağına inanıyo­ rum. Şunu da itiraf etmek isterim, Hil­ mi Ziya Ülken’in bir “G iriş” kitabı ola­ rak tasarladığı bu eserin, bu konularla otuz yıldır haşır neşir olan bir felsefeci­ ye bile öğreteceği şeyler, yakacağı yeni ışıklar varm ış!«

(7)

T a r i h e I ş ı k T u t a ı ı K a ğ ı t l a r

Osmanlı Dönemi

Tahvil ve Hisse Senetleri

Ülkemizde Şirket-i Hayriyye

ile başlayan şirketleşme girişimleri ve

devlet ile özel kurumlann piyasa borçlanmaları,

yakm tarihimizde önemli bir süreçtir. Bu dönem ile

ilgilenenler için temel kaynaklardan birisi de ihraç edilen hisse senedi

ve tahvillerdir. Kitap, günümüzde bir koleksiyon malzemesi olan bu “değerli

kağıtlara” da dayanarak, Osmanlı Dönemi’nde Modem Şirket Hukuku’nun gelişimine,

devletin ve kurumlann finansman ihtiyacının karşılanma yöntemlerine ışık tutmaktadır.

Türk Ekonomi Bankası ve

Tarih Vakfı ortak yayını

Yazan:

Prof Dr. A li Akyıldız

(8)

«•" rumu olarak ele alır. H er çağda, bir yan­ dan kültürün büyük eserleri mevcuttur, bir yandan da onları kuran eylemler ve kuruluş işleri söz konusudur. Bilim, tek­ nik, sanat ve din kurulmuş eserlerdir. Bi­ limi, kurulmuş bir bina olduğu kadar, kuruluş süreci olarak görmek gerektiği­ ni belirten Ülken’e göre, “ kurulmuş bil­ gi sistemi olması bakımından her çağda tek bilim değil, bilimler vardır. Araların­ da ne kadar sıkı bağ kurmaya çalışsak, vine varlık ve gerçek derecelerinden her birine karşılık olan bilimler birbirinden ayrı kalıyorlar. Fakat her biri özel ilkele­ re dayanan bu bilimleri temellendirmek için ortak bazı ilkelere ihtiyaç vardır.” Ülken, bundan, bilim kuramının doğ­ duğunu belirtir.(s. 4)

Ülken, bilim teorisinin özel bilimlerle bağıntısını açıklamak için “doğa yasası” ve “nedensellik” düşüncesini inceler. Ona göre, “doğa yasası ve nedensellik, rastlantı ve doğaüstü ile açıklamaya kar­ şı doğmuş olan bilim düşüncesinin temel fikridir. Doğa yasası düşüncesi her devir­ de bilginler kadar filozofları da uğraştır- mıştır. Bilgin doğa olayları arasında sa­ bit ilişkiler araştırırken, filozof da “yasa” dediğimiz sabit bir ilişki fikrinin mahi­ yeti ve sonuçları üzerinde düşünmüştür. Filozofun araştırmaları, bilginlerin ulaş­ tığı sonuçları kontrol ve eleştirmek su­ retiyle tamamladığı için nesnel ve kesin bilgi delillerinin, bilimlerin doğduğu de­ virden zamanımıza kadar doğa yasası düşüncesinin sürekli genişleme geçirme­ si söz konusudur.” (s. 6)

6. Ülken'in Diltheyve

Comte'a yönelttiği eleştirilen

“D oğa yasası” ve “nedensellik” dü­ şüncesini irdeleyen Ülken, “yasa” ve “nedensellik” kavramlarının insan bi­ limlerindeki durumunu gözden geçirir­ ken tarihselci filozof Dilthey ile poziti- vist filozof-sosyolog Comte’a çeşitli eleş­ tiriler yöneltmektedir. Ona göre, “insan bilimlerinde ‘kanun’ (yasa) fikrini ince­ lerken ortaya çıkan bir soru vardır: Bu varlık derecesindeki olayların başka var­ lık derecelerine irca edilememesi onların tamamen ayrı yöntemlerle incelenmesi­ ne sebep olmalı m ıdır?”

Ülken’e göre, yukarıdaki soruya “evet” diye cevap verirsek, bilimleri Dilthey’m yaptığı gibi doğa bilimleri ve Tinbilimleri diye birbiriyle ilişiksiz iki gruba ayırmak ve her birinde ayrı yön­ temler kullanmak gerekir. Dilthey, bun­ lardan birincisinde matematik görüşe dayanan ve nedensellik ilişkilerini, nice­ likle ifadeyi arayan açıklama yöntemi­ nin, İkincisinde içe bakış psikolojisine dayanan ve içten yaşamak suretiyle nü­ fuz eden anlama yönteminin kullanılaca­ ğını söylüyordu.Ülken bilimlerin kesin bir sınırla ayrılmasının, bir bilim teorisi kurma imkânını engellediğini düşünür. İnsanla ilgili olaylarda da “yasa” arayı­ şından vazgeçilmemesini önerir. Ona gö­ re, M ax Weber vb. sosyologlar Dilt- hey’ın görüşünü

“Bunlara göre sosyoloji bir

layış (anlama) yöntemini kullanmak, ge-yumuşatmışlardır.

r yandaı ılianmak,ge nel sosyal kavramlar yerine ideal-tipleri tetkik edecek, bir yandan da bu tipler içinde Statistik determinizm ile olasılık yöntemini kullanacaktır. Bu uzlaştırma­ nın ne derece başarılı olacağı söylene­ mez.” (s. 48)

Ülken, bu görüşün karşı kutbundaki, feri arasındaki farkları ba- karmaşıklık farkına indirgeyen sınık ve ıtıvıst görüse ola v ilişki ıtad liba 1 sosyolojik Larin aı iziko-sım bu rlık derecelerini görme SA Y

Ülken'e göre, olgu-ideal ayrımı yalnızca bilime özgü bir şey değildir. "Başka değer alanlarında da ayrı görünüşler vardır: Sanatta, ahlakta ve hukukta olgu-ideal kutupları değişik şekillerde görünür.

mek şeklinde gerçekleşemez. Ancak özel bilimleri kuşatan bir bilim teorisinin ku­ rulması ile gerçekleşebilir. İnsana ait ka­ rakteristik olguları değil hatta fizik ala­ nına ait olguları bile birbirine, mesela termodinamik olaylarını elektromanye­ tiğe irca edemiyoruz. Onlar özel bilim­ ler olarak kalıyorlar. Fakat bu, bizim bu özel teorileri birleştiren bir bilim teori­ si kurmamıza engel olmuyor.” Ülken’e göre, “manevi” ve “doğal” bilim ayrımı ne derece yapma ve gerçeğe nüfuza el­ verişsiz ise, bilimler arasında yalnız ba­ sitlik, karmaşıklık farkını görerek hep­ sini en basit olaylara indirgemeden iba­ ret görüş de o kadar yapma ve gerçekle­ rin kendi karakterleri içinde görülmesi bakımından elverişsizdir. Bundan dola­ yı Ülken, yapacağı bilimler sınıflaması­ nın, Dilthey ve Comte tarafından yapı­ lan sınıflamalardan çok farklı olacağını belirtir.(s. 49)

7. Yöntem sorununa bakışı

Bilimlerin konu ve yöntem bakımın­ dan yapılan sınıflamaları eleştiren Ül­ ken, herhangi bir yöntemin yalnızca bel­ li bir bilime ve bilim grubuna ait olma­ dığını ileri sürer. Herhangi bir yöntemin tek başına kullanılmaktan çok, başka yöntemlerle birlikte işlediğini ve onlar­ la tamamlandığını savunur. Yöntem so­ runuyla ilgili olarak da, eleştirici ve sen­ tez arayıcı tutumunu sürdüren Ülken şunları söyler: “ Manevi bilimleri doğa bilimlerinden kesin olarak ayıranlar

bi-__“_____ 1 . n ■ «_„.l.l___ yönteminin kul lamlabileceğiırıi id d ia edi

iki anlamak v<. , liclamah

büsbütün ayrı tjeyler değildi:r. Yalnız bi rincide Özel ve ferdi haller aırasında tu­ ta rlık ve sonuç) uluk yeter okluğu halde İkincide bu m: h !f 1 iTicL-tlerin gene veva evrensel b alier a ra sırk ı kurulmas

: gerekir. Tek, konkre olaylanrı yorumlan-masını başbca

L S ' t S

tirler, ama yine de bir şartlar bütünı

içindedirler, yani genel olarak yorumla­ nabilirler.” Bu nedenle Ülken’e göre, “tarihsel bir olayı anlıyoruz demek, yal­ nız onu kendi kişisel tecrübelerimize benzer bir yoldan kavrıyoruz değil, ne­ densellik bağlamıyla başka tarihsel olay­ lara bağlıyoruz, birbirine bağlı bir olay­ lar sisteminin içinde sonuçlanma bakı­ mından tutarlık ve sonuca uyma (conse­ quence) ilişkileri buluyoruz demektir. ‘Anlama’da ‘bireysel’den genele doğru bir yükseliş başladığı halde açıklamada doğrudan doğruya genel ve evrensel ala­ lıma gireriz. Kendimize ait olguları d a­ hi kişi dışı bir hale getirmeye çakşırız. Kısaca, anlama ile açıklama arasında ke­ sin sınır yoktur. Tarihsel olayların ince­ lenmesinde o olayların içine girerek, ora­ da yaşayan bizmişiz gibi onu anlamaya çalışırız, fakat olayın çevresindeki bü­ tün hal ve şartlarla ilişkisine göre onu açıklarız.” (s. 250-51)

8. Bilim kuramlarının eleştirisi

Ülken, çağdaş düşüncede tartışılan üç bilim teorisi tipinden söz eder: “Birin­ cisi bilimin sentetik a priori hükümlere dayandığını söyleyen görüş, İkincisi bü­ tün bilimin analitik, totolojik hükümler­ den ibaret olduğunu söyleyen görüş”tür. Bu iki karşıt görüşü karşılaştırdıktan sonra, bugün onları aşan ve bir anlam­ da birleştiren yeni bir görüşe ulaştığını | belirtir: Fenomenolojik bilim görüşü.

Ülken, nesnel ve evrensel olması gere- : ken bir bilim teorisinin kuruluşuna en- j gel olan, fakat 19-20. Yüzyılların bilim i tarıhınue birçok denemelerine rastlanan açıklamaların eleştirisini de yapar. Bun- j

“bilim ” gözlem ve deneye dayanan do­ ğa bilimleridir. Bu nedenle, bu tarzdaki girişimlere, bilim felsefesinde genellikle “natüralizm” (doğalcılık) denmekte- dir.(s. 67-68)

Ülken, bilim teorisini bu tarzda kur­ maya ilk girişen filozofun Hume oldu­ ğunu belirtir. Ancak onun, determiniz­ mi ve doğa yasası düşüncesini açıklamak için başvurduğu yol, psikolojik çağnşım- dır.(...) “H um e’un psikolojik bilim teorisi ister istemez, şüpheciliğe ulaşır; doğa yasaları bu görüşe göre, ruhu­ muzun alışkanlıklarından ibarettir.” Oy­ sa Ülken’e göre, felsefe, bir bilim ku­ ramı olması bakımından, bütün bilim­ lere temel olarak sayılan kavramlara dayanmalıdır. Bu kavramlar evrensel ve nesnel olmalıdır. Halbuki, doğa bilim­ leri (bütün şekillerinde) bize evrime bağlı ilişkileri veya kendileri zaten temel- lendirihneye muhtaç genel bilgileri verirler. ” (68-69)

D o ğ ala bilim teorilerinin ikinci tipi olarak, Ülken, sosyolojizm’den söz eder: “Bu yeni yol bir bilinç teorisinin aradığı nesnelliği ve evrenselliği psikolojiden daha iyi verebileceği ümidindedir. Çün­ kü toplumun tasavvurları bireylerinki gibi kolay sarsılmaz, ortak terimlerin ürünüdür ve yüzyıllar boyunca devam eder.” (s. 69) Ülken’e göre, sosyolojiye dayanan bilim teorileri, esasında, natüralist ve evrimci olma bakımından psikolojiye dayanan teorilerle aynı grup­ ta yer alırlar.” (s. 71) Ülken, “sosyolojik teorinin başlıca dayanağının “hakikat düşüncesi” olduğunu belirtir. “Buna göre hakikat, yaygınlaşabilen, bil- airilebilen fikirdir. Yayılabilme ise to p­ luma aittir. Fakat, doğru bir fikir yayıla­ bileceği kadar yanlış bir fikir de yayıla­ bilir.!...) Öyle ise hakikat sosyolojik kritere dayanamaz.”(s. 71)

9. Değen olanak bilimin nitelikten

Ülken’e göre, “bilim teorisi akılla kav­ ranan bir tecrübe dünyası üzerinde ku­ rulur. Ancak, bu dünyada aklın kav­ radığı sembollerin hakikati, yalnızca tec­ rübeye ait olan olguların hakikati ayrı kalmazlar. Aynı süreç içinde ideal kav­ ramların işleyişi ile olguların işleyişi bir­ likte cereyan etmektedirler. Bilimin ve bilimi kuran insanın bir yanı ideal, bir yanı olgudur ve idealle olguların mey­ dana getirdiği karma (mixte) insani var­ lıktır.” (s. 76)

Ülken’e göre, olgu-ideal ayrımı yalnız­ ca bilime özgü bir şey değudir. “Başka değer alanlarında da ayn görünüşler var­ dır: Sanatta, ahlakta ve hukukta olgu- ideal kutuplan değişik şekillerde görünür. Faust ya da D on Kişot tipleri olgu-ideal çift kutbunun sanata ait bir ifadesidir. Fakat bilimde Leibniz’in mat- hesis universalis dediği “ideal” ile sanat­ taki ideali birbirine karıştırmamalıdır. Bilim, bir değer türü olarak değerler dünyası içinde görülebilir. Ancak ken­ dine özgü karakteri ile: Nesnelliği, ev­ renselliği, kişidışı oluşu ile başka değer­ lerden ayrılır. ”(s. 76)

* * *

Tanıtıcı kısa biryazınm boyutları için­ de Hilmi Ziya Ülken’in önemli gör­ düğüm bazı düşüncelerini, çokçası ken­ disinden alıntılar yaparak aktarmaya çalıştım. Doğumunun 100. Yıldönümü nedeniyle Ülken ’in gündeme gelmesinin ve incelenmesinin, ülkemizdeki felsefi düşüncenin gelişimini değerlendirme ve j gözden geçirmek için de yararlı

Referanslar

Benzer Belgeler

Şişede durduğu gibi durmuyordu mey, öyle değil

Simedy an A kademi Konu Anlatımı ..... Simedy an A kademi Konu

Bakım verirken sorun yaşama durumu sorgulandığında hiçbir zaman cevabını verenlerin her zaman, sık sık, bazen ve nadiren cevabını verenlere göre YKTÖ

Spontan ıkınma, dinlenme anındaki solunum düzeyiyle başlaması, kontraksiyon süresince üç ya da beş ıkınmanın olması ve çoğunlukla kasları kasmaktan ziyade

The corneal pathology development rate was higher in the sedated group of patients, but the difference was not statistically significant.. The hospitalization duration of the

KOVİD-19 olduktan sonra nefes alma zorlukları olan insanlar, ve ailelerin fertleri ve bakıcıları için bilgi ve destek:. www.post-covid.org.uk/get-support Your COVID-19

KOVİD-19 olduktan sonra nefes alma zorlukları olan insanlar, ve ailelerin fertleri ve bakıcıları için bilgi ve destek:. www.post-covid.org.uk/get-support Your COVID-19

Bu doğrultuda hazırlanan çalışmada, Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal eden Türk eğitim sisteminde, dönem itibariyle görülen aksaklıkları gidermek amacıyla