H a m d u lla h S u p h i e s k i b îr Osmauiı aydını idi, aşiret reisi gibi d a v ra n ırd ı...
)
Z iy a G ö k alp , müritlerine ders veren şeyh gibi etrafındakilere telkinlerde bulunurdu... Türk Ocağı’nda tanıdığım insanlar içinde en sevimli olanı Halide Edip idi... İçimizde bir peri gibi dolaşırdı...ZEKERİYA
1
S E K TE LİN
HATIRALARI
Zekeriya Serte! cumhuriyetin ilk yıllarında...İttihat ve
Terakki
döneminde
fikir
akımları
ve iktidar
D
j U irinci Dünya Savaşının yoksul lukları içinde acı çeken halk, harp zenginlerinin ölçüsüz sefahati ve artık ayyuka çıkan yolsuzluk ve rüş vet olayları karşısında âdeta canından bezmişti. Bir yandan açlık, öte yandan haksız kazanılan servetler, halkın nef retini günden güne artırıyordu.
İktidardaki ittihatçılar, halkın öf kesini yatıştırmak için her çareye baş vuruyorlardı. Bu çareler arasında en göze batanı ise, aydınlan satın almak için girişilen gayretlerdi. Enver Paşa, birdenbire aydınların koruyucusu ro lünü oynamaya başlamıştı. Memleke tin bellibaşlı yazar ve sanatçılarına gü ya eserler ısmarlıyor ve getirilen eser lere karşılık bol keseden hediyeler ve riyordu. Bunlar arasında tanınmış ve sevilmiş büyük edebiyatçılar, sanatçı lar vardı. Meselâ Abdülhak Hâmit’e bile 50 sayfalık bir küçük şiir kitabı için beşyiiz altın verilmişti.
Bu arada ünlü ressam Çallı İbra him ’in başından şöyle bir serüven geç mişti:
Çallı İbrahim, memleketin tanın mış, büyük ressamlarından biriydi. Basit, fakir ve mütevazi bir hayat ya şardı. Tam anlamıyla sanatçı bir adam dı ve ihtiyaç içindeydi. Enver Paşa ona da bir resim ısmarlamıştı. Çallı, yap tığı resmi Harbiye Nezaretine götü rür. Enver Paşa’nın odasında resmi açar gösterir. Enver Paşa resimde ba zı değişiklikler yapılmasını ister. Çallı, Paşa’ya şöyle bir bakar, sonra cebin den bir çakı çıkarıp resmi baştan aşa ğı parçalar ve Paşa’ya döner:
— Paşam, ben ressamım. Resim yaparım, ilân değil, der ve çıkar.
Oysa Çallı, o sırada Enver Paşa' dan alacağı hediyeye muhtaçtı. Aydın lan ıl çoğu gibi parasızdı. Harp için deki bütün aydınlar gibi sıkıntı için deydi. Kimseye resim «atamıyordu. O zamanlar ressamlar zaten yoksulluk içindeydi. Öteki aydınların da durum» daha parlak değildi. Kitap satışları durmuş gibiydi, yazarların kazancı
kalmamıştı. Ortada belli başlı iki der gi vardı: Biri savaşın ilk yıllannda hay li okunan «Türk Yurdu», öteki İttihat- çılar’m yardımıyla Ziya Gökalp tara fından çıkartılan «Yeni Mecmua».
Birincisi Turan’cıların organı idi. Fakat geliri dergiyi çıkaranlan bile beslemeye yetmezdi. «Yeni Mecmua» öyle değildi. Yazarlanna bolca telif hakkı öderdi. Harp içinde bellibaşlı edip, şair ve yazarlar bu dergi etrafında toplanmışlardı. Refik Halit’ten, Ömer Seyfettin’den, Celâl Sahir’den, Orhan Seyfi’ye kadar herkes orada idi. Bü tün bunların fikir kaynağı Ziya Gökalp idi. Ziya Gökalp her gün burada mü ritlerine ders veren şeyh gibi etrafın dakilere telkinler yapardı. Bu nedenle de, «Yeni Mecmua», o günün en d e ğerli fikir ve sanat dergisi olmuştu.
Fakat avdın gençlerin en çok top landığı yer Türk Ocakları idi. Türk Ocakları, milliyetçilik hareketinin bir merkezi olarak kurulmuştu. O zaman İstanbul'un en zengin kültür merkezi burası idi. Burada fikir ve sanat tar tışmaları yapılır, konferanslar verilir, toplantılar düzenlenirdi. Ocağın önder leri, memlekette milliyetçilik hareke tinin kurucuları olan Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçora, Dr. Hü seyin Zade Ali Bey, Halide Edip, Şair Mehmet Emin ve başkaları idi. Oca ğın başında ise, Hamdullah Suphi bu lunuyordu.
Turancılar
Hamdullah Suphi eski bir Osman lI aydını idi. Yaşayışı, düşünüşü, hare ketleri hep Osmanhca idi. Türk Oca- ğı’nm başı olarak Türkçü görünür, fakat bunun gösteriş olduğu sıntırdı. Zaten bütün hareketleri yapmacıktı. Nutuk söyler gibi konuşurdu. Ocak başkanı gibi değil, aşiret reisi gibi dav ranırdı.
O vakit Türk Ocağt’nda tanıdığım insanlar içinde en sevimli olanı Han de Edip idi... Edebiyatta, özellikle ro mancılıkta büyük bir ün kazanmıştı. Vakur, kibar, idealist bir kadındı. Bir misyoner gibi siyahlar giyinir, içimiz de bir peri gibi dolaşırdı, fyi bir hatip ti. Konuştuğu zaman dinleyicileri bü yüler, onları fikirlerinin ardı sıra sü rüklerdi. O da Türkçülük akımına ka tılmıştı. Hattâ bir ara Turancılığa ka dar gitmiş ve «Turan» adında bir de roman yazmıştı. Fakat Halide Edip, gerçekte hiçbir zaman Turancı olma mıştır.
Şair Mehmet Emin, son derece basit ve mütevazı bir adamdı. Toplu beyaz sakalı, çehresine bir ortodoks papazı manzarası verirdi. Toplantılara gelince, en önde iğreti bir sandalyeye
oturur, ellerini önünde bağlar, öylece put gibi sessiz ve hareketsiz dururdu. Söze hiç karışmazdı. Arada sırada biz- lere en yeni yazdığı manzumesini o- kurdu. Manzumelerde hep büyük ke limeler kullanarak dinleyicileri etki lemeğe çalışırdı. Fakat bunlara şiir denemezdi. Ne var ki, o günkü milli yetçi gençler onu kendilerinin en bü yük şairi sayarlardı. Çünkü, «Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur» sözünü ilk defa söyleyen o olmuştu. Gençler onu bir Türk şairi olarak severlerdi. Zaten iddiasız, ihtirassız, temiz ve na muslu bir adamdı. O devirde böyle kalmak bir meziyet sayılırdı. Yoksa o da istese, paraya boğulabihrdi. Fa kat bütün meziyeti de, bundan iba retti. Milliyetçilik cereyanı geçince, şair olarak adı unutuldu.
Ağaoğlu Ahmet, Azerbeycanlı îdi. içlerinde en zekî ve en bilgilisi idi. Yusuf Akçora da, Rusya'dan gelmişti. Aralarında en cahiii ve en muhterisi o idi. Hüseyin Zade Ali Bey ise, en okumuşu, en olgunu ve en efendi ola nı idi.
Fakat o dönemin önderi sayılan bu adamlar, kaderlerini ittihat ve Terakki’nin politikasına bağlamışlar dı. Bu sebeple, Ittihad ve Terakki ile birlikte söndüler ve silindiler. Yalnız Ağaoğlu, bir süre daha Atatürk döne minde ayakta kaldı ve çalıştı. Ama ne var ki, bu defa da Atatürk’e ayak uy durarak Turan’cıhktan uzaklaştı.
OsmanlI împaratorluğu’nun çök mekle olduğu, her taraftan emperya listlerin ülkemize saldırdığı ve mem leket varolmak ya da yokolmak sava şını yaptığı bir sırada bu önderler, Türk Ocağı’nda gençlere Turancılık fikirlerini aşılamağa çalışıyorlardı.
Ziya Gökalp,
Vatan ne Türkiye’dir Türk’lere ne Türkistan Vatan büyük ve miiebbed bir ülke dir Turan... şiirini o vakit yazmıştı. Milliyetçilik önderlerinin ne inanılmaz hayâller ve ne gülünç şekillere saptıklarını bun dan daha iyi gösteren bir örnek ola mazdı. Bu adamların ayaklan yere değmiyor, gerçeği göremiyorlardı. Memleket ortadan silinmek tehlikesiy le karşılaşırken, onlar Turan hayâlle rine kapılabiliyorlardı.
Fakat Türk Ocaklan’ndaki genç lerin çoğu bu ham hayâle inanmıyor du. Onlar daha ziyade ,anti-emperya- list şiarlara bağlıydılar. Emperyalistle rin memleketi yoketmek üzere olduk larını görüyorlardı. Onun için Emin Bülent’in,
Ey garbin cebini zalimi Türküm ve düşmanım sana Kalsam da bir kişi...
şiirini ağızlanndan düşürmüyorlardı. O vakitki milliyetçiliğin olumlu tarafı
hayâller arkasında koşacak hali yok tu.
Bu akıma karşı batıcılar, batı mede niyetini benimsemek gerektiğini iddia edenler vardı. Celâl Nuri, Abdullah Cevdet, Süleyman Nazif bu akımı be nimsiyorlardı. Onlara göre, Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra tek kurtuluş yolu batıya dönmek, Asya’ ya, geçmişe arkamızı çevirmek, batı lılaşmaktı.
Bir de İslamcılar vardı. Bunlar, İstanbul’da çıkan «Sebilürreşad» ve »Sıratı Müstakim» dergilerinin etra fında toplanmışlardı. En korkunçları, Derviş Vahdeti idi. Bu adam, Ingilizler namına ilerici hareketlere düşman ke silmişti. tslâmcıların en kuvvetli ada da buydu. Fakat önderlerin büyük bir kısmı ve en nüfuzluları, Çarlık Rus- yası'ndan gelmiş kimselerdi. Onlar gençliği Turan’a sürüklemeğe çalışıyor lardı. Oysa o zamanki devletin böyle
rüne batıcı, ne körü körüne Türkçü ve Turancı. Her şeyden önce kendi milletimiz ve onun geleceği bizim için önemliydi.
Bununla beraber Enver Paşa ha yâller peşindeydi. Almanlar’m Avru pa’daki güç durumunu hafifletmek için büyük projeler ve gerçeküstü plân lar arkasında koşuyordu. Bir yandan Mısır seferini tertip ederek yeni ma ceraya atılıyor, bir yandan Karpat- iar’a ordular göndererek Avrupa Har- bi’ne karışıyor, bir yandan da Kafkas- lar’da büyük bir taarruz hareketine gi rişerek Turan yolunu açmak istiyor du. Memleketi de .bu maceraların pe şine sürükliyordu. Gerçeklere arkası nı çevirmişti. Oysa, Arap memleket leri isyan halindeydi. Rumeli elden çıkmıştı. Düşman Çanakkale’ye asker çıkarmış, İstanbul kapılarını tehdit ediyordu. Böyle bir zamanda Turan hayallerine kapılmak, hem gülünç,
M. Z e k e riy a S ertel, A ta tü rk dönem inde ve C u m h u riy e t in ku rn ltış g ü n lerin d e Basın-Y»yın G enci M ü d ü rlü ğ ü yapm ış, Y unus N adi İle b irlik te C u m h u riy e t gazetesini ku rm u ş, d ah a so n raları m em leketim izin fik ir h a y a tın d a ilerin İzler b ırak an .R esim li Ay> d erg isin i çık arm ıştır. İkinci D ünya Savaşı sırasında yurdum uzda o rtay a çık a n faşizm , S e rte l’lerin gazetesi olan T&n’m m atbaasının y ık ılm asın a ve gazetenin kapanm asına yol açan sald ırıy ı te r tip lem iş ve M. Z ek eriy a S ertel İle eşi S abıha S ertel bu üzücü olay d an sonra y u rt dışına gitm işler, h a y a tla rın ı orada sü rd ü rm ü ş le rd ir.
M. Z ek eriy a S ertel, bu arada h â tıra la rın ı k alem e alm ıştır. Bu h â tıra la r, y a k ın tarih in ılzn tı-miz belgeleri gün ışığına ç ık m a m ış o la y la rın ı a y d ın la ta n ve özellikle po litik çek işm eler ile T ü rk B asınının b iricik m erkezi olan .Bâbıâli» n in içyüzünü açıklayan önem li b ir e se rd ir ANT, yakında k ita p hâlinde yay ın lan acak olan bu eserin d ik k a t çekici »ölüm lerini o k u rla rın a sunm ak
la h ir gazetecilik ödevi yaptığı in an cın d ad ır
mı, Şair Mehmet Akif’ti. Bunlar, Ha lifeliğe sanlarak Osmanlı İmparator- luğu'nu bir İslâm toplumu halinde canlandırmayı umuyorlardı. Batıya, bilime ve tekniğe düşmandılar.
İşte biz o zaman bu çeşitli akım lar içinde yetişiyorduk. Seçtiğimiz yol, olumlu milliyetçilik yolu idi. tslâmcı- hğa şiddetle karşıydık. Batıcılığın bir çok görüşleri hoşumuza gidiyordu.
Fakat batı, emperyalist âlemi temsil ediyordu. Memleket emperya listlerin elinde yan sömürge iken, ve kapitülâsyonlar dururken batının avu katlığını yapmak kolay değildi. pan Türkizm ve Turancılık da bizim için hayâl gibi görünüyordu. Gerçeklere uymuyordu. Yıkılmış bir imparatorlu ğun çocukları olarak yeni imparapoı- luklar peşinde koşmak bize gülünç ge liyordu. Onun için biz ideal olarak milliyetçiliği seçmiştik Ne körü kö
hem de zararlı ve tehlikeli idi. Nite kim memleket bunun zararını çek mekte gecikmedi.
Zaten içeride de, savaş uzayıp git tikçe yorgunluk ve sefalet artıyordu. Türkiye, Almanların bir sömürgesi ol muştu. Yalnız ordu ve donanmamız değil, ekonomimiz de Almanların eli ne -geçmişti. O günlerin Alman Maliye Bakanı Schaht, yeni bir ticaret siste mi icad etmişti. Türkiye ile Almanya arasınd.. alışveriş, mal mübadelesi u- sulü ile yapılıyordu. Bu suretle Al manya kendi mallarını bize pahalıya satıyor, bizim ürünlerimizi düşük fi yatla alıyordu. Bu yüzden pahalılık, orta halkın erişemiyeceği yükseklikle re çıkmış, fakat üretici kazancını kay betmişti. Yalnız savaşın doğurduğu yeni zenginler ve burjuvalar durum dan memnundular. Halk açlıktan ve yoksulluktan kırılırken onlar kesele
rini dolduruyorlardı. Otomobillerde geziyorlardı. Apartmanlar yapıyorlar dı. Harp zengini o zamanın en karak teristik tipi idi.
Kültür hayatımız da, Alman nü fuzu altına girmişti. Okullarda Alman ca okutuluyor, aydınlar Almanca öğ reniyordu.
O zamanlar gönüllere teselli veren tek olay, îngilizlerin Çanakkale'de dur durulması ve nihayet denize dökülmesi olmuştu. Bu zafer Almanlar’m değil, Türklerin eseri idi. Onun için mem lekette yaygın bir sevinç ve ümit ya ratmıştı. Enver Paşa’nm Çanakkale’ye gönderdiği yazarlar ve edipler bu za fer etrafında destanlar, hikâyeler yaz dılar. Halkın bozuk maneviyatını yük seltmeğe çalıştılar.
Terör devri
MlllllllilillllilllllllllllllllüliillllV
Fakat harp talihi değişmedi ve Bi rinci Dünya Savaşı'ndan yenilmiş ola rak çıktık. Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, düşman yurdumuza gir mişti. 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondoros Mütarekesi gereğince İs tanbul, İngiliz, Fransız ve Italyan iş gali altına girmişti. Limanda düşman gemileri demirlemişti. Sokaklarda sün gülü düşman askerleri dolaşıyordu. Şehir bir karanlığa gömülmüştü. İs tanbul halkı evi barkı yanmış, çırıl çıplak sokakta kalmış bir insan duru mundaydı. Ağır bir matem havası esi yordu. Kimse gülmüyor, kimse rahat ve geniş nefes alamıyordu, insanlar sevgiyi, gülmeyi, neşeyi, yaşamayı u- nutmuştu. Şehre çöken kâbus, kalbleri dondurmuş, hayatı durdurmuştu, ida re makinesi, düşman eline geçmişti. Savaş sorumlusu sayılan büyük küçük bütün ittihatçılar tutulup Bekirağa
Bölüğüne atılmıştı. Bekirağa Bö
lüğü o vakte kadar siyasî hüküm- lülülerin hapishanesi idi. ittihatçılar Bekir Ağa Bölüğü'ne girerken orada mahpus yatan Hürriyet ve İtilâf Par tisi mensuplan da dışarı çıkıyorlardı. Bunlar, emperyalistlerin uşağı olarak idare başına getirilmişler, Türk halkı na zulmetmeğe memur edilmişlerdi.
Önüne gelen tutulup mahkemelere
veriliyor, sorgusuz som suz ölüme mah kûm edilip darağacma çekiliyordu. Biz o sırada Nebizade Hamdi ile birlikte «Yeni Ses» adında bir günde lik gazete çıkarıyorduk. Gençtik, he yecanlıydık, üzüntülüydük ve isyan halindeydik. Sansür’ün bu baskısına dayanamıyorduk. Nihayet bir gün kız dık, gazeteyi sansüre göstermeden çı karmaya karar verdik. Halkı isyana davet eden beyannamelere benzer şid detli vazılar ve çağrılar hazırla
dık, gazeteyi bunlarla doldurduk, bas kıya verdik. Biz de îngilizlerin bula mayacakları dost evlerinden birine sı ğınarak saklandık. Ertesi sabah gaze te İstanbul'un her tarafına dağıldı, bü yük bir heyecan yarattı. İşgal kuvvet leri derhal harekete geçtiler. Bulduk ları gazeteleri toplattılar. Matbaayı ba sıp kilitlediler. Bizi aradılar, fakat bu* lamadılar. Bizim bu hareketimiz, o- lumlu bri sonuç veremezdi. Bunu bi liyorduk. Fakat duyduğumuz isyanı ifade edememiş olmak, bizi boğmuş tu. Bu bir nefes almaydı. O kadar...
Bu isyan geneldi. Kiminle konuş sanız, isyandan söz ediyordu. Bu iş gale bir son vermek, İstanbul’u düş mandan temizlemek, herkesin yüreği" ni kaplayan en şiddetli istekti. Fakat ne yapmalı ve bu isyanı olumlu sonuç verecek bir biçime nasıl sokmalıydı. Bunun tek yolu örgütlenmekti. Öfke île girişilmiş kişisel hareketlerden vaz geçmek, kuvvetleri birleştirmek, bir mukavemet hareketi yaratmak gerek ti. Bu ihtiyacı herkes duyuyordu. Şu rada burada çeşitli kimseler tarafın dan çeşitli örgütler kurma teşebbüs leri yapılıyordu. Bu teşebbüsler gizli tutulduğu için kimse birbirinden ha ber alamıyordu. Meselâ bir tarafta Muştala Kemal’in kendi tanıdıkları arasında örgüt kurmakta olduğu işiti liyordu. Fakat bunu fiek dar bir çev re biliyordu. İttihatçılar, İsmail Cao- bolat’m başkanlığı altında ayrı bir mukavemet hareketi yaratmağa çalı şıyorlardı. Bir taraftan, da göz dokto ru Eşref Bey, İstanbul’da açıktan açı ğa çalışıyordu. Çarlık Rusyası'nın yı kılması, 1917 Sovyet Devrimi de mem lekette gençler arasında etki uyandır maktan geri kalmamıştı.
Yenilgiye uğrayan ordu dağılmış, askerler, ellerinde silâhlan ile Anado lu'ya yayılmıştı. Memlekette açlık ve sefalet hüküm sürüyordu. Bu objektif koşulların Türkiye’de de bir devrim için ortam hazırladığına inananlar, İs tanbul ve Ankara’da çalışmağa başla mışlardı. Onlann bir kısmı, işçi ile da ğınık askerleri örgütlendirmek için çalışıyordu Almanva’dan gelmiş bir takım gençler de. İstanbul’da devrim ci vayınlar yapıyorlardı
Biz de bazı aydınlarla, o sırada bir örgüt kurmağa giriştik. Etrafımız da bir çok yurtsever aydın genç var dı. Bunlar bizi bir an önce örgüt kur mağa zorluyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Bir kısmı ölümü dahi göze alarak her şeyi yapmağa hazır dılar. Kimi suikast tertipleımeyi, kinai bankaları basıp örgüt için gerekli pa rayı sağlamayı öneriyordu
Beş on arkadaş ilk toplantıyı bi zim evde vaptık. Aramızda Köprülü Fuat, sonraları Atatürk’ün milli -ği- tim bakanlığım yapmış olan Haşan Â>î
Yücel ve yine Atatürk’ün iik içişleri bakanlarından Ferit ve daha bazı genç ler vardı. Ben o vakit Cağaloğlu’nda Abdullah Cevdet'in evinin birinci ka tında oturuyordum. Üstümüzde evsa- hibi olarak kendisi oturuyordu. İki mizin de iki üç yaşlarında küçük kız larımı/. vardı. Hakkında pek fena söz ler işitmiş olmama bakmıyarak Ab dullah Cevdet’e saygı besliyordum. Ne de olsa, belirli bir şeye inanan ve inan dığı şey için savaşan bir adamdı. Ab dullah Cevdet ateist idi. Halk arasın da dinin nüfuzunu kırmak gerektiğine inanıyordu- Aynı zamanda Türkçe’nin lâlin harfleriyle yazılması dâvasını ilk ortaya atan ve savunan ovdu. Bu iki dâvası yüzünden Mısır'a sürgün
edilmişti. Orada bile küçük bir dergi çıkararak, bu dâvasını savunmava de vam etmişti. İstanbul’a döndükten son ra d; ilk işi gene dergisini çıkarmak olmuştu. Aynı binada bulunduğumuz için aramızda iyi komşuluk ilişkileri vardı.
İhbar ediliyoruz!
Biz arkadaşlarla salonda toplu bir balde yeni kurulacak örgütün biçimi ni kararlaştırmak üzere hararetli bir tartışmaya dalmıştık. Birden kapı a- çıldı. Abdullah Cevdet’in küçük kızı babasının elinden kurtularak salona daldı. Babası da onun arkasından içe ri girdi. Ve bizi toplantı halinde buldu. 24 saat sonra hepimiz Ingiliz polisi ta rafından tutulup Bekirağa Bölüğü'ne atıldık. Beili ki, mütarekede Ingilte re’nin ajanlığını kabul etmek alçaklı ğına düşen ve Ingilizler tarafından hi maye edilen Abdullah Cevdet, efendi lerine yaranmak için bu toplantıyı haber vermişti. Kendisine saygı duy duğum bu adam, bana böyle bir oyun oynamıştı. Bekirağa Bölü’ğünden kur tulup eve döndüğüm zaman kendisiy le merdivenlerde karşılaştım. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, beni güler- yüzle selâmlamak istedi. Yüzüne tü kürdüm:
— Yaptığın alçaklıktan utan, de dim.
Fakat onda utanacak yüz yoktu. Meşhur Türk edibi Süleyman Nazif onun için, yüzünün çopurunu ima e- derek, «Cenabı hak hayâyı onun yü zünden tırnakla kazımıştır» demişti. Kendisini savunmava bile lüzum gör meden çekilip gitti. Çünkü suçu mey danda idi.
GELECEK HAFTA : BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ VE
ANTİ EMPERYALİST MİTİNGİ ER
Z ekerfya S erle! (solda), B e k ira ğ a B ölüğii’n d e F u a t K öprülü (o rta d a ) ve F e rit B ey ism inde b ir d iğ er tu tu k lu ile b e ra b e r (Zeke riy a S ertel'in yeğeni O sm an M üeyyet B inzet’in alb ü m ü n d en ...)
-
2
-apishaneyi ilk kez Bekirağa Bölüğüne düştüğümde tanıdım. Gençtim, tecrübesizdim ve yeni evliy dim. Üç yaşında bir yavrum vardı. Ge lirim de yoktu. Fakat bu durumun, girdiğim yolun bir gereği olduğunu biliyor ve her şeyi normal buluyordum.
Bekirağa Bölüğü, şimdi İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu eski Har biye Nezsreti’nîn avlusunun arka ta rafındaki bir binanın adıydı. Eskiden içinde Muhafız Bölüğü oturuyordu. Sonradan İttihatçılar burasını siyasî hükümlüler içih bir hapisane yaptı lar. Fakat biz girdiğimiz zaman, Be kirağa Bölüğü, İttihatçılarla doluydu. Kapıdan geçince geniş bir koğuşa gi riliyordu. Sağ tarafta ayrıca bir bü yük koğuş vardı. İttihatçıların' eski bakanlan da genel merkez üyeleri bu rada toplanmıştı. Orta koğuşta ikinci derecede önemli kimseler bulunuyor du. Soldaki bir odaya da İttihatçıla- nn ünlü Übeydullah Efendi’si yerleş mişti. Erkânın bulunduğu koğuşta politika yapılır, übeydullah Efendi’- nin odasında ise, hikâyeler anlatılır, gülünürdü, übeydullah ’ Efendi, Beki
rağa Bölüğünü bir kervansaraya
benzetiyordu:
— Dün burada Hürriyet ve İti- lâfçılar vardı. Bugün biz bulunuyo ruz. Yarın gene onlann buraya dü şüp bizi dtşan atm alan beklenebilir, diyor ve kahkahalarla gülüyordu.
En meraklı konuşmalar, koda
manların bulunduğu . koğuşta yapılı yordu. Burada İttihat ve lerakki ön derleri, durumu izaha çalışıyor, ken dilerini savunmaya yelteniyorlardı. Bu yüzden çetin çatışmalar oluyordu.
Bekirağa Bölüğünde yapılan tar tışmalarda en çok savaşa girmenin sorumluluğu üzerinde duruluyordu, ittihatçılar Türkiye'yi neden savaşa - sokmuşlardı? Ne bekliyorlardı? Em peryalistlerin sömürge paylaşmak i- Çin yaptıkları bu savaşta Türkiye’nin elde edebileceği çıkar ne olabilirdi?
İttihatçıların kodamanlan, kendi lerini savunurken suç« biribirlerine atıyorlardı. Asıl suçlu sayılan Enver,
--- ---- - ...
Cemal ve TaJât Paşalar yurt dışına kaçmışlardı. Onlar, memleketin ka
derini Almanya’ya bağlamışlardı.
Türk Ordusu, Almanların eline geç mişti. Keza Türk ekonomisi Alman ların nüfuzu altında bulunuyordu. İttihatçıların yetiştirmeye çalıştıkla rı millî burjuvazi de Almanya’ya bağ lanmıştı. Enver Paşa, Berlin’den al dığı emre göre hareket ediyordu.
Bekirağa Bölüğünde, kendisini
sorumlu görmeyen Ağaoğlu Ahmet
Bey, erkân koğuşunda barbar bağırı yor, bütün bu felâketlere Enver Pa- şa’nın sebep olduğunu söylüyordu. Onun bu fikrine katılanlar çoktu. A* ğaoğlu, sözünü esirgemiyen bir adam dı. Herşeyi düşündüğü gibi söylerdi. Zaten buraya doğrudan doğruya sa vaş suçlusu olarak da getirilmiş de ğildi. O, daha çok, savaşı Türkiye i- çin yararlı gösteren yazılar yazmıştı. Savaş boyunca İttihatçıların savaşçı politikasını savunmuştu. Suçu buy du. Şimdi bunun cezasını çekiyordu. Fakat kendisini suçlu saymadığı i- çin, sinirleniyor ve öteki İttihatçı ko damanlara hücum ediyordu.
Ziya Gökalp
Erkân koğuşunda bu tartışma
lar büyük ilgi uyandırıyor ve birçok larının orada toplanmasına yol açıyor du. Bu ilginin başlıca nedenlerinden biri de Ziya Gökalp'in bu koğuşta bu- lunmastydı. İttihat ve Terakki’nin ;de- ologu, nazariyecisi olan bu adam, bir köşeye düşen yatağında bağdaş kurup oturur, etrafına toplanan insanlara, ders verir gibi, nazariyelerini anlatır dı. Onca, savaşın sorumluluğunu a- raştırmak yersizdi. Türk Milleti, bir ta rihî gelişin içindeydi. Os manii im pa ratorluğu artık devrini bitirmişti, im paratorluk içinde bulunan milletlerin bağımsızlıklarına kavuşmaları zama nı gelmişti ve bunun önüne geçmek imkânsızdı. OsmanlI imparatorluğu, bu tarihî gelişme içinde çökmeye mahkûmdu. Balkan Harbi, sonra da Birinci Dünya Savaşı, bu gelişmeyi hızlandırmıştı, ittihat ve Terakki'nin talihsizliği, böyle bir dönemde ikti
darda bulunmuş olmasaydı. Şimdi
çöken imparatorluğu değil, bu ka ranlık günlerde doğacak yeni Türki ye’yi düşünmek gerekiyordu. Düşma nı yurdumuzdan çıkarmanın yollan aranmalıydı Millete bu yönde vol göstermek gerekti. Memleket matem, halk isyan içindeydi. Millî kurtuluş hareketi için bütün koşullar hazır dı. Yalnız bir öndere ihtiyaç vardı, için ¡çin kaynayan millî isyana bir yön verecek ve dağınık kuvvetleri toplayıp millî bir kuvvet hâlinde yö netecek bir önder lâzımdı. Kimdi ve neredeydi bu adam? Onu tarih ve o- lavlar doğuracaktı, umudumuzu yi-
tirmemeliydik. ..
En feci günlerde bile imâm sarsıl mayan ve etrafına umut ve iyimserlik yayan Ziya Gökalp. Bekirağa Bölü ğünde yüreklere kuvvet veren bir ışık olmuştu.
Köprülü Fuat
Köprülüzade Fuat, Bekirağa bö lüğünde pek üzüntülüydü. Böyle ;i- yasî bir maceraya karışıp buraya düş müş olmaktan âdeta pişmandı. Ük defa siyasetle meşgul olmuş ve mı, ona pahalıya patlamıştı. Bekirağa Bölüğü’nde yatağına çekilir, neşesiz,
küskün otururdu. Konuşmalara ka
tılmaz, kendisini burada bulunanlar dan saymaz, bir yabancı gibi herkes ten uzaklaşırdı. Bekirağa Bölüğün den yakasını kurtarır kurtarmaz evi ne kapandı. Onu bir daha aramızda görmedik. Şehre bile pek çıktığı gö rülmezdi. Onun siyasete bu küsüşii. Demokrat Parti’nin kuruluşuna ka dar sürdü.
Hüzün verici bir olay
Bekirağa Böiiiğü’nün ortadaki büyük koğuşunda, bizlerden başka, İttihat ve Terakki umumî kâtipten ile Ermeni olaylarından sanık bulu nanlar d» vardı. Fakat koğuşta dik kati en çok çeken, Nevzat Bey adın da eski bir vali idi. Bir vakitler •Muhacirin Müdürlüğü»nde (Göçmen işleri Müdürlüğü) müfettişlik yap
-mlştı. Ben onu oradan tanıyordum. Kürt Mustafa Paşa mahkemesi, bu adamı Ermeni olaylarında suçlu bu larak idama mahkûm etmişti. Her an. gelip kendisini almalarını bekler di. Kimse ile konuşmazdı Üzgün ve küskün bir hâli vardı. Bir masaya oturur, gece gündüz kâğıt açar, fala bakardı. Ben onun günahsız olduğunu biliyordum. Asılmadan bir gün önce yanıma geldi. Zavıflamış, şakakları ağarmış, yanakları çökmüş, gözleri ışığını kaybetmişti 35 yaşlarında genç bir adamdı Evliydi tki çocuğu var dı. İngiliz zulmünün kurbanı olmuş tu. Koğuşta benden başka kimse, onunla ilgilenmiyordu. Yanıma so kuldu Alçak sesle:
— Zek^riya. dedi burada beııi senden başka tanıyan vok Benim gü nahsız olduğumu yalnız sen bilirsin. Hakkımda verilmiş olan hükmü de elbet biliyorsun.
Bir ara sesi kısıldı. Gözleri dol du. Elleri titriyordu. Sonra kendini toplavın devam etti:
— Senden tek bir ricam var. Sen gazetecisin. Gaz.etelere benim günah sız olduğumu anlat. Çoluk çocu ğum, benim suçsuz olduğumu bilsin.
Söz verdim. Sonra, üzgün ve ke- . derli, tekrar masasına döndü ve kâ ğıtlarını açarak kendi âlemine daldı. Ertesi sabah Nevzat Bey, masasının başında yoktu Yatağı da boştu. Onu gece, herkes uyurken, meçhul kimse ler almış ve şafak sökmeden asmış lardı.
O gyin koğuşta matem havası es ti. Kimse konuşmuyordu, içimizden biri eksilmişti. Yarın sıranın kime geleceği belli değildi. Hepimiz ölümü karşımızda görmüş gibiydik. Koğuş ta yatak komşum İltihak ve Terakki umumî kâtiplerinden Topal Gani Bev, üzüldüğümü görünce koluma girdi, beraber avluya çıktık. Alçak sesle ko nuşuyordu:
— Üzülme, diyordu. Burada uzun süre kalmıyacağız. Biz kaçmaya ha zırlanıyoruz.
Sonra uzun uzadıya yapılan ha zırlıkları anlattı ve avlunun sonları na doğru alçalan bir duvardan atla yarak nasıl kaçılacağım gösterdi.
Fakat bu hazırlık gerçekleşeme di. Bir hafta sonra suçlan hafif gö rülen beş on kişiyi sprbest bıraktılar. Bunlar arasında Köprülü ile ben de vardım. Geri kalanlar Malta adasına sürüldüler. Böylece, kaçma plânlan suya düştü.
Bekirağa Bölüğünden çıkar çık maz ilk işim Matbuat Umum Müdür lüğüne (Basın • Yayın Genel Müdür lüğü) giderek «Büyük Mecmua» a- dında bir dergi çıkarmak için izin al mak oldu. O zaman Matbuat Umum
Müdürü, Nâzım Hikmet’in babası
ANT • Sayfa 8
ORH/AN SEYFİ ORHON
AHMET EMİN YALMAN — Amerika’nın dümensuyımda —
ımmmmmmmmmmmmmmmmmsmmmmmmm
Hikmet Bey’di. Beni şöyle bir süz dü:
— Be oğlum, dedi, hapisten yeni çıktın, başına yeni bir belâ mı açmak istiyorsun?
— Hikmet Bey, dedim, bu za manda susulabilir mİ?
«Büyük Mecmua»
O dönemin beUibaşlı edip, şair ve fikir adamlarım biraraya topla yarak dergiyi çıkarmaya başladım. Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Falıh Rılkı, Fuat Köprülü, Yusuf Ziya, Or han Seyfi, Ruşen Eşref, Faruk Nafiz ve daha birçoklan devamlı yazarlar arasındaydı, «Yeni Ses» gazetesinde*
inişlerdi. Gündelik gazetelerin yapa madığını biz yapıyorduk. İzmir ve İstanbul işgalinin yüreklerde yarat tığı acıyı biz dile getiriyorduk. San sür, birçok yazıyı siliyor, parçalıyor du. Fakat silinen yerlere rağmen, dergide hüküm süren isyan havası apaçıktı.
Bununla beraber, derginin adı «büyük», kendisi küçüktü. Bunu iş gal kuvvetleriyle, özellikle İngilizler le savaşmak için çıkanyorduk. Çünkü olaylar günden güne önem kazanıyor, gerginlik artıyordu. Hoşnutsuzluk, boğaza kadar gelmişti. Gizli mukave met teşebbüsleri,' memleketin her ta
rafında görülüyordu. Hele Yunan
lıların İzmir'e asker çıkararak Ana
dolu içine yürümeye kalkmaları,
halk arasındaki isyanı son haddine
B e k ira ğ a B ölü ğü
ve e m p e r y a liz m e
k a r ş ı m itin g le r
ki denememizden ders almıştık. Başlangıçta «Fincancı katırlarını ürküt memek ve düşmanın hıncını üzerimi ze çekmemek için ihtiyatlı hareket ediyorduk. Yazarlar, ilk zamanlarda öyle konularla uğraşıyor ve öyle şey ler yazıyorlardı ki, sanki İstanbul'un
ve memleketin o günkü cehennem
hayatı onları hiç ilgilendirmiyordu. Dergiyi okuyanlar, o vakilki Türk aydınlarının sanki bir hayal âlemin de yaşadıklarına hükmedebilirlerdi. Kinimizi, öfkemizi içimizde tutuyor, fırsat beklivor, düşmana imkân ver memeye çalışıyorduk. Pusuda günü müzü bekliyorduk.
O giin, İzmir’in Yunanlılar tava fından işgali ile geldi. Yunan asker lerinin Anadolu'ya ayak basmaları he pimizi zıvanadan çıkardı. Ondan son ra artık «Büyük Mecmua» bir fer yat, bir isyan bayrağı hâlini aldı. O vakte kadar susar gibi gözüken arka daşlar, birden patlayan bir volkan gibi ateş püskürmeye başladılar, iler biri ayrı bir açıdan, halkın çek tiği acıya anlatmaya çalışıyordu. Şa irlerimiz coşmuştu. Ediplerimiz hal kın kederini yansıtmakta yarışa
gîr-getirmişti. Yalnız İstanbul elden çık
makla kalmıyor, düşman Anadoru-
nun göbeğine doğru ilerliyordu.
Halide Edip
Ben Bekirağa Bol öğündeyken e- şim Sabiha, Halide Edip ile ilişki kurmı ? ve onun yanında gizli faali yete başlamıştı. Halide Edip o za mana kadar siyasetle uğraşmamıştı ama, artık o da herkes gibi kendini siyasete vermişti, Bir taraftan gizli mukavemet hareketleriyle ilişki ku ruyor, bir taraftan da Amerika’nın yardımını elde etmeye çalışıyordu.
Onun düşüncesi şuydu: «Ordu
muz kalmamıştır. Düşman kuvvetli, biz ise zayıfız. Dağınık ve perişan bir hâle düştük. Bu durumda İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük düşmanlara karşı duramayız ve onlan memleket ten çıkaramayız. Bu kuvvetleri an cak Amerika’nın yardımıyla memle ketten kovabiliriz.»
Merlya
Sertelın
hatıraları
Halide Edip, Amerika’nın em peryalist bir devlet olmadığını sanı yor, Washinglon’un iyiniyetine inanı yordu. Türkiye’yi düştüğü felâket u- çurumundan kurtarmak için, Ameri ka, bizden birşey istemiyecekti. Yal nız işgal kuvvetlerine karşı Türki ye’yi koruyabilmesi için Türkiye’nin Amerikan mandasına girmeyi kabul etmesi gerekiyordu. Biz Amerikan hi mayesine girerken, İktisadî yârdım da görecek ve böylece hem işgalden kur tulmuş olacaktık, hem de bağımsızlı ğımıza kavuşarak kalkınma olanakları bulacaktık.
Amerika’nın hesabı
Oysa, Amerika, İngiltere’nin harp
yorgunluğundan yararlanarak Orta
Doğu’ya girmek istiyordu. Bunun i* çin de Türkiye’yi seçmişti. Memle kette bir de Amerikan mandacılığı örgütü kurulmasına yardım etmişti.
Halide Edip’in bu çocukça haya line inananlar, onun etrafında top lanıp bu* örgütü kurmuşlardı. Kuru cular arasında gazeteci Ahmet Emin Yalman ve o sıralarda Kızılay Der neği Başkanı olan Hamit Bey de vardı. Bu işde Halide Edip’in samimi yetinden ve iyıniyetinden şüphe et mek kolay değildir. Çünkü Halide Edip, romantik bir kadındı. Siyaset ten anlamazdı, bütün hayatında te miz ve namuslu kalmıştı. Son dere ce vatanseverdi. Bu düşüncesinde de vatanı kurtarmak kaygusundan baş ka bir neden aramak doğru olmaz. Kızılay Başkanı Hamit Bey de öy leydi. Fakat Ahmet Emin (Yalman), daha o vakit kendisini Amerikalılara kaptırmıştı.
Halide Edip, «Büyük Mecmua»da bize katılmış ve derginin başyazar lığım üzerine almıştı. Her hafta bi rinci sayfadaki başyazıyı o yazıyor, derginin genel havasım’ da o verme ye çalışıyordu. Gariptir ki, dışardaki faaliyetinde Amerikan mandası işle riyle uğraştığı halde, «Büyük Mee- mua»da bu konuya hiç dokunmuyor, sâdece edebiyatla uğraşıyordu.
Halide Edip o vakit birkaç cep hede birden çalışıyordu. Bir yandan mitinglerde ve toplantılarda ateşli nutuklar vererek halka umut aşıla maya uğraşıyor, işgal kuvvetlerine
çatıyordu. Bir yandan Amerikan
mandasını savunuyordu. Ayni zaman da göz doktoru Esat Paşa tarafından yönelilen örgütle işbirliği yapıyordu.
Memleketi kurtarmak için çahşan
gizli örgütlerle de ilişkiler kurmuş tu. Bize daha çok Mustafa Kemal
hakkında bilgi veriyor, cesaret ve azmimizi arttırıyordu.
Halide Edip Hanımla hemen her gün görüşüp talimat alırdık O sı rada İstanbul’da Sultanahmet mey danında İzmir'in Yunanlılar taralın dan işgalini protesto için büyük nır miting yapıldı. Bu, İstanbul halkı nın işgal kuvvetlerine isyanını bağıran ük büyük toplantıydı. Kadını erke ği, çoluğu çocuğu, ihtiyan ile bütün İstanbul oradaydı. Halide Edip, bu mitingle son derece heyecanlı b>r nutuk söyledi. Halide Edip ıvi ve kudretli bir hatipti Konuşurken hal kı ve karşısındakiler! büyülemesini bilirdi. Fakat zaten halk o kadar he yecanîıydı ki, en basit hatip bile on ları ı.arekete getirebilirdi 0 «ün bu mitingle bütün şehrin kalbi -çarp mış, halk gözyaşları dökmüştü Ha
lide Edip Hanım, kürsüden inip
yanımıza geldiği zaman, gözlerinden yaşlar akıyordu. Hayatının en heye canlı gününü yaşamıştı.
Biz de o gün «Büyük Mecmtıa»vı mâtem havaşı veren sıvah bir kapak içinde çıkardık, mitingte bedava da ğıttık.
Büyük müjde
O günden sonra Hande Edip Ha nımla temaslarımız sıklaştı. Biz de uzaktan uzağa, bilinmeyen bir as ker gibi mukavemet hareketine ’var dım ediyorduk. Bir gün Halide Edip’i Beyazıt'ta, Feyziye Mektebinde ziva- rete gitmiştik. Sevinçliydi. Gülüyor du. tik sözü, bize şu müjdeyi vermek oldu:
— Bugün Mustafa Kemal, Ana dolu’ya geçmek üzere Samsun'a ha reket etti. Artık millî mukavemet hareketi önderini buldu. Bundan son ra umut verici haberler bekleyebili riz.
Birkaç gün sonra Halide Edip Hanım, bizim de Amerika’ya öğre nim için gitmek isteyip istemediği mizi sordu. Altı genç, öğrenim için Amerika'ya gönderilecekti. Bu bek lenmedik teklif, önce bizi şaşırttı. Fakat sonra düşündük, benim Paris' teki , öğrenimim savaş yüzünden va rım kalmıştı Eşim için oe bîr vüksek öğrenim yapmak olanağı ortaya çık mıştı. Bu fırsattan yararlanmaya ka rar verdik ve Mustafa Kemal Sam sun’a çıktıktan bir iki ay sonra biz de Amerika yolunu tuttuk.
GF.LF.CF.K YAZI İ s tik l â l M a h k e m e s în d e - Sinop'ta sürgün hayatı
Zekeriya
Serielın
hatıraları
Atatürk ve İnönü
ile nasıl karşılaştım?
A m e r ik a 'd a C o ittm b ia tn i v e r s ile v in d e g az etec ilik ö ğ re n im i g ö rd ü k te n s o n ra , 1923 y ılın d a y u r d a d ö n e n r e A n k a r a 'y a y e rle şe n M . Z e k e r iy a S e r t d . M a tb u a t U m u m M ü d ü rlü ğ ü n e t B asın - Y a y ın G e n e l M ü d ü rlü ğ ü ) a ta n m ış tır . Y a z a r , a n ı la r ı n ın a ş a ğ ıy a a ld ığ ım ız b ö lü m ü n d e o g ü n le rin A ta tü r k 'ü n ü , İ n ö n ü ’sü n ü a n k ılm ak ta d ır .
3
-Matbuat Umum Müdürlüğü göre vin« başlamamdan bir iki ay sonra, bir akşamüstü, İsmet Paşa, telefonla beni aradı ve bir yere ayrılmamamı, işler bittikten sonra Çankaya'ya, Ata türk'ün yanına gideceğimizi söyledi. İsmet Paşa, Dışişleri Bakanıydı. Mat buat Umum Müdürlüğü de Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olduğu için, İsmet Paşa benim âmirimdi.
Çankaya'ya gitme haberi beni çok sevindirdi. «Çankaya'ya gideceğiz» de mek, «Atatürk’e gideceğiz» demekti. İsmet Paşa, bu görüşmenin nedenini söylememişti. Beni neden Atatürk'e tanıtmak istiyordu? Kendi kendime nedenini araştırdım, bulamadım. Fa kat hangi nedenle olursa olsun, hayâ limde büyüttüğüm Mustafa Kemal’i ilk kez yakından görüp tanıvacakiım. Amerika'dayken basma onun hakkın da epeyce yazı yazmış ve yaptıklarını övmüştüm. Şimdi memleketin kurta rıcısıyla karşılaşacaktım.
Akşamüstü bütün memurlar işle rini bitilip evlerine gittiler. Ben yal nız kaldım. İsmet Paşa’dan telefon bekliyordum. Bir koltuğa oturdum ve hayâle daldım. Mustafa Kemal, dâvâ- sının askerî aşamasını büyük bir başa rıyla bitirmiş, vatanın bağımsızlığını sağlamıştı. Şimdi yeni bir savaşa, si* 3’asal ve ekonomik bir savaşa başla mak üzereydi. Halifeliği ve padişahlı ğı ortadan kaldırarak, yerine modern ve laik bir devlet kurmak, savaştan yorgun ve perişan çıkan memleketi kalkındırmak, binbir fedakârlıkla Kur tuluş Savaşım yapmış olan fakir mille ti, çağımız uygarlığına kavuşturmak gibi önemli işler onu bekliyordu. Bu nu yatnız O yapabilirdi ve O yapa caktı.
Fakat o günlerde Ankara’da gör düğüm manzara, cesaret verici değil di. Büyük Millet Meclisi’nde yobazlar ve gericiler kuvvetliydiler, Meclis’in içinde ve dışında halife ve padişahtan yana olanlar seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Atatürk’ün etrafında bulunan Karabekir’ler, Ali Fuat Paşa’ lar (Cebesoy), Kâzım Özalp’lar ve başkaları, Kurtuluş Savaşı’nda onun la beraberdiler. Fakat memleketin si yasal, ekonomik ve sosyal kalkınma sında onlara güvenilemezdi. Bunlar Atatürk’ün o günlerdeki plânlarını paylaşacak seviyede değillerdi. Ata türk, Osmanlı İmparatorluğumu tas fiye ettikten sonra yepyeni bir millet ve yepyeni bir devlet kuracaktı. Ya*
nındakilerin çoğu, bunu anlayamazlar dı. Fakat ortada bu iş için hazırlan mış ve yetişmiş bir kadro da yoktu. O halde Atatürk, yeni savaşını kimler le yapacaktı?
Ben bu hayâl ile yuvarlanıp gider ken, telefon çaldı. İsmet Paşa benî Dışişleri Bakanlığı’na çağırıyordu. Ba kanlıkta İsmet Paşa’yı beni bekler buldum. Kapıda savaştan kalmış han tal bir otomobil bekliyordu. Âmirim olarak İsmet Paşa’vı birkaç kez gör müştüm. En çok dikkatimi çeken şey, o vakitki «abulabut» giyinişiydi. Bir türlü sivil kıyafete kendini alıştıramı- yordu. Pantolonu ütüsüz, üstübaşı itf- nastzdı. Kalpağı kulaklarına iniyordu. Fakat babacan bir hâli vardı. İnsanda derhal güven uyandırıyordu.
İsmet Paşa yolda uzun süre ağ zım' açmadı. Şehirden çıktıktan biraz sona bana dönerek:
«— Hâkimiyeti Milliye» Gazetesi'ni nasıl buluyorsunuz? dedi.
Çankaya’ya niçin gittiğimizi o za man anladım. «Hâkimiyeti Milliye» Gazetesi, Millî Kurtuluş Savaşı sıra sında Atatürk tarafından kurulmuş bir taşra gazetesiydi. Bütün savaş bo yunca Atatürk'ün fikirlerini yansıtmış tı. Fakat günün koşullarına göre, çok ilkel ve çok basit bir biçimde çıkıyor du. Okurları hemen hemen mebuslar dan ibaretti. Ankara’nın dışında oku ru yok gibiydi. Asıl Türk basını. İs tanbul'da toplanmıştı. Ankara’da bi le İstanbul gazeteleri, «Hâkimiyeti MilHye»den çok satılıyordu. Mustafa Kemal'in başlamava hazırlandığı ye ni savaşı çürütebilmek için kuvvetli bir gazeteye ihtiyaç vardı. Demek ki Çankaya’ya bunun için gidiyorduk.
İsmet Paşa’mn sorusuna şu kar şılığı verdim:
— «Hâkimiyeti Milliye» adında bir gazete tanımıyorum, Paşam.
Amacım, «Hâkimiyeti Mllliye»nin iyi çıkmadığını anlatmaktı. Fakat ga liba bu cevap -çok sert düştü ve Pa- şa’nın hoşuna gitmedi. Zira İsmet Pa şa, yolda bir daha ağzım açamadı.
Köşke yaklaştıkça heyecanım ar tıyordu. Yollar karanlıktı. Otomobilin içinde de ışık yoktu. Biz, karanlıkta, bilinmeven sihirli bir ülkeye gidiyor gibiydik. Şehirden hayli uzaklaşmış, bağlan geçmiştik. Hayli de yükselmiş tik. Nihayet otomobil büyükçe bir ka pının önünde durdu. Kapıda süngülü nöbetçiler bekliyordu. Paşa’yı selâm ladılar, içeri girdik. Ben, köşk deyin ce gerçekten büviik ve ağaçlık bir bah çe içinde büyük bir köşk göreceğimi sanıyordum. Halbuki küçük bir bah çe içinde kârgir, iki katlı, zevksiz bir bina ile karşılaştık. Eskiden Ankara eşrafından birinin evi olmalıydı. Mus tafa Kemal, savaş sırasında kendisine bu köşkü seçmişti. Bir devlet başka- nına, hele Mustafa Kemal gibi bir ku mandan ve kahraman devlet adamına yakışır birşey değildi. Fakat o günle
rin koşullan içinde Ankara’da bundan daha iyisini de bulmak mümkün de ğildi. Atatürk, bu köşkü bulana ka dar uzun bir süre istasyonda vagonlar içinde yatmıştı.
Atatürk, gri bir elbise giymişti. Gayety vakur, ağırbaşlı bir görünüşü vardı. Konuşmalan dikkatle yöneti yordu. Bir «yeni anayasa» konusu gö rüşülüyordu. Özellikle devlet başka- nımn hak ve ödevleri üzerinde duru* luvordu. Konuşulanlan merakla uzak tan uzağa izlemeye çalışıyordum. En çok konuşan Seyit Bev’di. Amerika’dan yeni gelmiş olduğum için, bir iki kez Amerikan cumhurbaşkanının hak ve ödevlerini anlatmak hevesine kapıl dım. Fakat bir türlü cesaret edeme dim. Zaten Lâtife Hanım beni lâfa Uıtuyor, konuşmalan iyi izlememe fırsat vermiyordu.
O vakitler ortalıkta hilâfetin kal dırılacağı, cumhuriyet ilân edileceği yolunda bir takım söylentiler dola şıyordu. Fakat hiç kimse işin gerçe ğini, Mustafa Kemal’in ne düşündü ğünü açıkça bilmiyordu. Anavasa gü lüşmeleri gizli yapılıyordu. Dışarda söylenenler, bir tahminden ibaretti. Fakat İstanbul basını yapılacak deği şikliğin kokusunu almış, Ankara'ya hücuma başlamıştı. Özellikle Hüseyin Cahit, hilâfetin kaldırılarak diktatör lüğe gidileceğini iddia ediyordu. Es ki Hamidive zırhlısı kahramanı Rauf Bev de (Orbav) hilâfetciler tarafına geçmişti. Bövlece Millî Kurtuluş Sa vaşını yapanlar arasında da ikilik baş lamıştı. Hazırlanmakta olan anayasa, cumhuriyet esasına dayanacaktı.
Bu konuşma bir saat kadar sür dü. Sonra beni yanlarına çağırdılar, ism et Paşa, «Yeni Matbuat Umum Müdürümüz» dive beni tanıtırken, «Hâkimiyeti Milliye» adında bir ga zete tanımadığımı da eklemekten geri kalmadı. Mustafa Kemal hiç duyma mış gibi kavı t sız göründü Bu konimi görüşmek üzere ertesi akşam için hel- libaşlı aydınların da katılacağı bir toplantı tertiplenmesini emretti, bize de izin verdi.
Anlaşılan Mustafa Kemal’i kızdır mıştım. Çünkü biz Lâtife Hanım’la konuşurken o bizi yangözle izliyordu. Benim elimde bir teşbih vardı. Musta fa Kemal’in gözü ikidebir bu teşbihe takılıyordu. Demek benim lâubâlice sayılabilecek olan bu hareketim onu rahatsız etmişti.
Ertesi akşam köşke geldiğimiz za man, memleketin bellibaşlı bütün ga zeteci, yazar ve ediplerini orada bul duk. Bütün bu aydınlar savaş boyunca Mustafa Kemal’in yanında çalışmış kimselerdi. Yalnız Halide Edip arala rında yoktu. Bu aydınlar zamanla Mustafa Kemal'in huyunu, âdetlerini, çalışma yöntemlerini öğrenmişlerdi. Nasıl davranacaklarını biliyorlardı. Ben ise, birşey bilmiyordum. Atatürk’
ün meclisinde ilk kez hazır bulunuyor dum.
Salonda toplandık. Mustafa Kemal toplantıya başkanlık ediyordu. Top lantıyı açmasıyla kapaması bir oldu. «Hâkimiyeti Milliye» gazetesinin iyi leştirilmesi bahis konusuydu. Fakat yararlı bir biçimde konuşabilmek için küçük bir proje hazırlanmasını istedi ve bu projeyi hemen hazırlamak üze re üç kişilik bir komisyonun kurulma sını önerdi. Falih Rıfkı (Atay), Hakkı Tarık (Us) ve ben bu komisyona se çildik. Bunun üzerine toplantıya ara verildi. Misafirler dışarıdaki aralıkta hazırlanan büfeye dâvet edildiler. On lar büfede yeyip içerlerken biz de bir köşeye çekilip «Hâkimiyeti Milliye» gazetesine verilmesi gereken biçim ü- zerinde bir proje taslağı hazırladık. Ayaküstü yapılan bu iş, pek ciddî sa yılamazdı. Projeyi basit bir kâğıt üze rine kurşunkalemle yazmıştık. Bu pro jede şunları öneriyorduk:
«Hâkimiyeti Milliye» yi bir taşra gazetesi olmaktan çıkarıp bir millî gazete hâline getirmek gerektir.. Ga zete, memleketin her tarafında satıl malı ve aranıp okunmalıdır. Bıınuîl için de gazetenin başına hu işten an lar, değerli biri getirilmeli, ayrıca kuv vetli bir yazı kurulu kurulmalıdır. Ga zetenin İstanbul gazeteleriyle rekabet edebilecek biçimde ıslah edilmesi lâ zımdır. Yazıları, haberleri ona göre hazırlanmalıdır. Ayrıca en modern a- raçlarla dona,Ilm,Ş hir basımevi ku rulmalıdır. Bütün bunları gerçekleş tirebilmek için, binasından başlaya rak her şeyi yeniden yapmalı ve orta ya canlı, hareketli bir gazete çıkarıl malıdır.
Bir saat sonra tekrar toplanıldı ve Falih Rıfkı, hazırladığımız projeyi Mustafa Kemal’e verdi. Ansızın Mus tafa Kemal’in yüzü değişti, kaşları çatıldı, kendisine sunulan kâğıdı par ça parça yırtıp attı ve sonra Falih’e dönerek:
— Sîzler galiba nerede bulunduğu nuzu ve kime hitap ettiğinizi unuttu nuz, dedi.
Herkes şaşırmıştı. Toplantı normal başlamıyordu. Mustafa Kemal söze de vam etti:
— Ben zaten «Hâkimiyeti Milliye»nin ıslahı için yapılacak şevi düşündüm ve buldum. Bu işi Recep Beyefendiye ve receğim.
Recep Bey (Peker), Atatürk’ün as kerlik arkadaşı, eski bir komutandı.
Mustafa Kemal kararım bildirir bildirmez, güya oy alıyormuş gibi, bi rer birer sormaya başladı:
— Siz ne buyuruyorsunuz Yakup Kadri Beyefendi?
— Pek münasip Paşam...
— Ne b u y u r u lu r Ahmet B e y e fe n d i?
—Çok doğru düşünmüşsünüz Pa şam...
— Fikri âliniz Ruşen Eşref Beye fendi?
— İsabet buyurmuşsunuz Paşanı.-Karşımda^ oturanlar, memleketin kalburüstü edipleri, fikir adamları ve aydınlarıydı. Mustafa Kemal’in üslün kişiliği karşısında hepsinin dili tutul muştu. Düşünemez olmuşlardı. Ya da fikirlerine uysa da uymasa da, böyle cevap vermeyi daha uygun buluyorlar dı. Fakat düşünüyordum ki, bunlar gerçek aydın kimselerse, fikirlerini a - çıkça söylemekten çekinmemeleri ge rekirdi. Aydının en ayırıcı niteliği, fik re, fakat herkesten önce kendi fikrine saygı göstermesiydi.
Herkes birbiri ardından «Evet Pa şam, doğru Paşam» dedikçe ben şaşı rıyor ve sinirleniyordum. Hattâ bir dereceye kadar iğreniyordum. Kendi kendime, «İşte diktatör böyle yetişir» . diyordum. Zaten bütün diktatörleri et rafındaki dalkavukları yetiştirmiş de ğil midir?
Kafam bu duygu ve düşüncelerle çalkanııken sıra bana geldi. Kulakla rımda Mustafa Kemal’in sesi çınladı: — Ne buyurulur Matbuat Umum Müdürü Beyefendi?
Birdenbire ayıldım:
— Olamaz Paşanı... diye cevap verince gözler hayretle önce bana, sonra Mustafa Kemal’e çevrildi. Bıı, bekleıımiyen bir cevaptı. Mustafa Ke mal böyle bir cevaba alışmamıştı. Sert bakışlarım bana dikti ve:
— Neden? dedi.
— Recep Beyefendiyi tanımıyorum Paslım, dedim. Çok değerli bir asker olduğunu duyuyorum. O kadar... Fa kat gazetecilik, avn bilgi isteyen bir uzmanlık işidir. Ben nasıl iyi bir ko mutan olamazsam, Recep Beyefendi de bu işi başaramaz sanırım.
Bu cevap, ortalığı büsbütün karış tırdı. Mustafa Kemal'in nasıl bir ta vır takınacağım herkes merak ediyor, ona bakıyordu. Mustafa Kemal bir şey söylemedi, sâdece konuşmayı burada kesti ve oturuma son verdi. Dağıldık. Köşkten Tevfik Rüştü (Araş) ile bir likte çıktık. Otomobilde bana hayreti ni söylemekten kendini alamadı:
— Ne yaptın Zekeriya, dedi. — Ne yaptım, dedim.
— Canım, Mustafa Kemal’e böyle cevap verilebilir mi?
— Ya ne yapmalıydım?
— Efendim, sen ilaha yenisin. Bu rasını bilmiyorsun. Mustafa Kemal’i tanımıyorsun. O bizleri bu akşam fi kirlerimizi almak için toplamış değil dir. O, kararını önceden vermiştir. Bi zi toplaması bir şekilden ibarettir.
Bu defa da ben şaştım. Mademki başkalarının fikrine ihtiyacı yoktu, o halde bu toplantıya ne lüzum vardı? Fakat sonraları öğrendim ki, bu, Mus tafa Kemal’in çalışma usulüdür. Her hangi bir konuda o işin uzmanlarım akşam sofrasında topluyor, onları din liyor, ama kararı kendisi veriyordu.
Atatürk ve İnönü millî mücadeleden sonra bir yurt gezisine çıkarlarken... Ertesi gün o oturumda bulunan
ların hemen hepsi Matbuat Müdürlü ğüne uğrayarak benim halâ ettiğimi hatırlattılar. Demek ki, Ankara’nın geleneklerine uyamamıştım. Fakat be nim aklım bunu bir türlü almıyordu. Mustafa Kemal ile bu ilk çatış mam oldu.
Çok geçmedi, hazırlandığını gör düğüm Anayasa projesi Meclis’e gel di ve 29 Ekim 1923’te geceyarısı top sesleriyle uyandık. Cumhuriyet ilân edilmişti. Mustafa Kemal, Cumhur başkanı olmuştu.
Ben, Matbuat Müdürlüğü görevi me devam ediyordum. Fakat İstanbul basınının sesi, gündengüne yükseliyor ve Ankara’yı rahatsız ediyordu. İstan bul’da çıkan «Tasviri Efkâr» gazete sinde Velit Ebüzziya, hilâfetin baş avu katı kesilmişti. Hilâfeti kaldırmakla bütün İslâm âlemi üstündeki nüfuzu muzu kaybedeceğimizi iddia- ediyordu. Hilâfetin Türkiye için manevî bir kuv vet olduğunu, bu kuvveti elden bırak manın bir aptallık, hattâ bir hiyanet olduğunu söylüyordu. Oysa hilâfet kurumu, çoktan rolünü ve nüfuzunu kaybetmişti. İslâm ülkelerinde hiç et kisi kalmamıştı. Dünya ve Türkiye, din devleti düzeninden çoktan çıkmış tı. Küçük büyük bütün İslâm milletle ri, millî kurtuluş dâvasına başlamış lardı. Hilâfetle hiçbir bağlan kalma mıştı. Fakat gericilerin bunu görmesi mümkün değildi. Rauf Orbay gibi Mil lî Kurtuluş Savaşına katılarak Musta fa Kemal yanında çalışmış hilafetçi ler bile Cumhuriyet ilânını hazmede- memişlerdi. «Taniıı» Gazetesi’nde Hü seyin Cahit Yalçın bile, o vakit Mus tafa Kemal’e karşı gelmiş olmak için, hilâfet lehinde yazılar yazmıştı. Onun da düşüncesi başkaydı. Hüseyin Ca hit, eski ittihatçıydı. Bütün İttihatçı lar gibi, Mustafa Kemal’in başarısını çekemiyordu. Onu halk gözünde kü çük düşürmek için Ankara'ya durma dan hücum ediyordu. En büyük iddi ası, Mustafa Kemal’in Ankara’da bir askerî diktatörlük kurması ihtimali idi. Öteki gazeteler, Velit Ebuzziva ve Hüseyin Cahit gibi açıktan açığa hi lâfet taraflısı görünmemeye çalışıyor lardı. Fakat Ankara'ya karşı cephe al mışlardı'. Hiç kimse cumhuriyeti sa vunmuyordu.
Ahmet Emin (Yalman), «Vatan» Gazetesi’nde imâli yazılarla Mustafa Kemal’in diktatörlük kurmak istedi ğini anlatmaya çalışıyordu.
Bu devamlı yayımlar, özellikle İs met Paşa’yı sinirlendiriyordu. Bir gün beni yanına çağırdı, İstanbul haşini nin hücumlarını durdurmak için ne ya pılabileceğini sordu. Haftada ya da ay da bir basın konferansı düzenleyerek basının aydınlatılmasını salık verdim. Amerika Cumhurbaşkanı’nm her haf ta böyle bir basın toplantısı yapıp ga zetecileri aydınlattığım anlattım. VVashingtorida yapılan bu haftalık ba sın konferanslarında güdülen usul hakkında bilgi verdim.
Bu fikir, ilk bakışta İsmet Paşa’ya çekici göründü. Fakat sonra düşündü, düşündü ve dedi ki:
— Ya buna bakmıyarak gazeteci ler hücuma devam ederlerse, ya gizli liğe uymazlarsa, ya söylediklerimi yan lış verirlerse?
Paşa bu sözlerle endişesini belirt ti ve basın konferansı fikrine yanaş madı. Çünkü basın hürriyetine alışa mamıştı. İlk aklına gelen, basını ay dınlatmak değil, emirle susturmaktı.
Aradan birkaç hafta geçti. Başta Hüseyin Cahit olmak üzere, İstanbul basını, bu kez hükümet tarafından ba sına bir sansür konmak üzere oldu ğu dedikodusunu ortaya attı. Bu iddi alaı-ını o dfcrece ileri götürdüler ki akşama sabaha sansür ilân edileceği inancı uyandı. Böylece diktatörlüğe gidildiği söylentileri de kuvvetlenmiş oluyordu.
Bu dedikoduları susturmuş olmak için Matbuat Umum Müdürlüğü adına bir bildiri yayınladım. Hükümetin böy le bir düşüncesi olmadığını, basın hür riyetini sınırlamak için hiçbir şey dü şünülmediğini gördüm. Fikrimce bu basını yatıştırmak için en etkili yol du.
E ıiesi sabah erkenden İçişleri Ba kanı Ferit Bey beni makamına çağır dı. Ferit Bey’i eskiden tanıyordum. Mütareke döneminde İstanbul’da işgal kuvvetlerine karşı beraber savaşmış tık.’ Odasına girince beni karşısına oturttu.
— Sen gene ne yapmışsın Zeke riya, dedi.
Hayretle:
— Ne yapmışım, dedim.
— Hükümetin basma sansür koy mayı düşünmediği hakkında bir bildi ri yayınlamışsın.
— Yayınladım, dedim. Yanlış ım? Hükümetin böyle bir fikri var mı?
--- B e lk i v a r...
— Ha... O halde basma sansür koymak isteyen bir hükümette ben ça lışamam, dedim ve çıktım.
istifa etmek üzere Müdürlüğe dön düm. Arkadaşlar, «Acele etme, bekle» dediler. «Sen işten kaçar görünme, onlar sana lüzum olmadığını söylesin ler.» Öyle 3’aptım. Fakat çok bekleme dim. İki gün sonra görevden affedil diğim bildirildi.
Benden sonra gerçekten basma
sansür kondu, baskı arttırıldı, basın hürriyetinden eser kalmadı. Hilâfet propagandasını durdurmak için bun dan başka çare bulamamışlardı.
Artık Ankara'da yapacak işim kal mamıştı. İstanbul'a dönüp kendi başı ma çalışmaya karar verdim. Hareke timden bir gün önce Yunus Nâdi Bey beni evine dâvet etti. Uzun zaman A- tatürk’ün içişleri Bakanı olan Şükrü Kaya da yanındaydı. Şükrü Kaya'yı çok eskiden tanıyordum. Yunus Nâdi. İstanbul’da gündelik bir gazete çıkar mayı düşündüğünü, beraber çalışmayı isteyip istemediğimi sordu.
— Görüyorsunuz, dedi, ortalıkta bir hilâfet propagandası var. Biz buna karşı cumhuriyet rejimini savunmak durumundayız. Cumhuriyeti halka sev dirmek ve maletmek görevi bize düşü yor. Fakat ben burasını bırakıp İstan bul’a gidemiyorum. İstanbul’da bu ga zeteyi beraber çıkarmamıza razı mı sın?
Bıı teklif hoşuma gitti. Çünkü be nim de hedefim gündelik bir gazete çıkarmaktı. Önüme bir fırsat çıkmış tı. Yunus Nâdi, Nebizade Hamdi ve ben biraraya gelerek bir şirket kur duk. Onbiner lira sermaye koyduk Gazeteyi hazırlayıp çıkarmak görevi bana verildi. Gazetenin adı «Cumhuri yet» olacaktı. Sevinçle İstanbul’a dön düm ve vazifeye başladım.
Gelecek yazı : İdamdan kurtuluş ve sürgünde geçen günler.