• Sonuç bulunamadı

Üryan Hızır Ocağı Taliplerinden Zehra Kayacık ve Memoratlarının Etkisiyle Oluşan Nefesleri Üzerine

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Üryan Hızır Ocağı Taliplerinden Zehra Kayacık ve Memoratlarının Etkisiyle Oluşan Nefesleri Üzerine"

Copied!
32
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Adem KOÇ*

Özet

Alevi-Bektaşi inanç ortamında oluşan edebiyat ürünlerinde günümüzde azalmanın oldu-ğu gözlemlenmektedir. Ancak bu inanç kültüründen bazı talipler ve dedeler hâlâ nefesler söylemekte ve yazmaktadır. Zehra Kayacık bunun için iyi bir örnektir. Memorat, bireyin tabiatüstü tecrübelerinin anlatısıdır. Bu çalışmada Zehra Kayacık tarafından tecrübe edilen olağanüstü olaylar, memorat olarak değerlendirilecektir. Bu memoratların oluşumunda Ale-vi-Bektaşi inanç temellerinden bazıları olan velî, ocak ve Hızır-İlyas kültlerinin etkisi ortaya konulmaya çalışılacaktır. Zehra Kayacık’ın nefeslerinin birçoğunda kendi memoratlarının (Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hz. Fatma, Hacı Bektaş Velî, Hızır ile rüyalarında ve uyku uyanıklık arasında olağanüstü hallerle bir araya gelmesi neticesi oluşan memoratlar) etkileri vardır. On iki imamların sevgisi, Kerbelâ ve Yezid’e lanet, Alevi inancıyla alay eden in-sanları yermek gibi hususlar da nefeslerinin ilham kaynaklarıdır. Bu çalışmada, inançların bir sözlü kültüre etkilerini tespite örnek olması amacıyla Zehra Kayacık’ın rüyaları, memoratları ve bu rüyalar ve memoratlar bağlamında söylemiş olduğu nefesleri ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Alevi, Bektaşi, Hz. Muhammed, Hz. Ali, ehl-i beyt, halk inançları, halk

dini, memorat, rüya, dinî şiir (nefes)

ON THE URYAN HIZIR CENTER’S ASPIRANT ZEHRA KAYACIK

AND HER RELIGIOUS POEMS (NEFES) THAT ARE FORMED BY

EFFECTS OF HER MEMORATES

Abstract

Nowadays, a decline in literary works that are formed in the context of the Alewi-Bektashi beliefs is observed. However, some aspirants and religious leaders (dede) of this belief cultu-re acultu-re still singing and writing cultu-religious poems (nefes). Zehra Kayacık is a good example for this. Memorate is the narrative of an individual’s supernatural experiences. In this study, the extraordinary events experienced by Zehra Kayacık will be considered as memorate. The ef-fects of the wali (saint), association and Khidr-Ilyas cults which are some of the foundations of Alewi-Bektashi belief in the formation of this memorates will be studied to put forward. Many of Zehra Kayacık’s poems (nefes) have effects of her own memorates (the memorates formed in the end of her meetings with (saints)Hz. Mohammed, Hz. Ali, Hz. Hussain, Hz. Fatima, Hadji Bektash Velî, Khidr in her dreams and in extra-ordinary states between sleep

* Yrd. Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Türk Halk Edebiyatı Anabilim Dalı, Eskişehir/Türkiye, ademkoc@ogu.edu.tr

(2)

and awakeness). The issues such as the Twelve Imams love, curse on Karbala and Yazid, satirizing the people who taunts with Alewi belief are also inspiration sources of her poems (nefes). In this study, Zehra Kayacık’s dreams, memorates and poems (nefes) which were said in the context of these dreams and memorates will be discussed to be an example to determine the effects of the beliefs on oral culture.

Keywords: Alewi, Bektashi, folk beliefs, folk religion, Saint Muhammed, Saint Ali, ehl-i beyt,

memorate, dream, religious poetry (nefes)

Giriş

Halkbilimi kadrosunun1 tüm unsurlarıyla irtibatlı olduğu tespit edilen ve

birbirinden ayırt edilmesi çok güç olan “halk inançları” (folk belief) ve “halk dini” (folk religion) daha uzun yıllar halk kültürünün temel alanları olmak ve araştırıl-maya layık olmak gibi özelliklerini koruyacaktır. Din tarihçilerinin ve ilahiyatçıların ortak görüşleri arasında yer alan “dinlerin, içinde bulundukları kültürün üzerinde temellendikleri” tezini göz önünde bulundurduğumuzda “halk dini” ve “halk inanç-ları” farklı alanlar olarak gözükseler de birbirlerini sürekli desteklemektedirler. Bu bağlamda dinler, içinde bulunulan kültür dairesinde onu paylaşan ve miras olarak bırakan halkın inançlarını yaşayabilmesi ve uygulayabilmesine paralel olarak evrim geçirmektedir. 2

İnançlar; işlevsel olarak halkın inanma, problemleri çözme, kendinden üstün gördüğü varlıklardan (supernatural) korunma/yaranma, sosyal davranışları dü-zenleme gibi ihtiyaçlarını karşılayan ve “boşinan”, “batıl inanç” (superstition) gibi tanımlansa da sonuç elde etme bağlamında varlığına/gerçekliğine -inanılmazsa is-tenilen sonucun elde edilemeyeceğine- dayanılarak mit, efsane, memorat, menkıbe gibi sözlü anlatımların da kaynaklığını oluşturan, kutsallığı, manası ve tabuları olan kabullerdir.

Toplumu ayakta tutan “halk dini” ve “halk inançları” gibi dinamikler, aynı zamanda halkbiliminin diğer kadrolarını etkilemektedir. Bu dinamikler sözlü ürün-lerin yaratımında ve icrasında çok büyük öneme haizdir. Diğer ülkelerle birlikte Türkiye’de de halkbilimi çalışmalarının ilk örneklerini geçiş dönemleri, halk inanış-ları ve bunlara bağlı sözlü ürünler oluşturmuştur. Güncel halkbilimi çalışmainanış-larının geldiği son noktada Türkiye’nin de 2006 yılından itibaren taraf olduğu Somut Ol-mayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi’nin32. Maddesinin 2. fıkrasının a.

bendinde bulunan “somut olmayan kültürel mirasın aktarılmasında taşıyıcı işlevi gören dille birlikte sözlü gelenekler ve anlatımlar”ın içine, oluşumlarında inançların temel

(3)

Kültürel ifade çeşitliğinin korunması, tek tipleşmenin önüne geçilebilmesi ve yeni yaratımların üretilebilmesi noktasında da “efsane” ve “memoratlar” UNESCO çalışmalarına paralel olarak güncelliğini korumak durumundadır. Çeşitli disiplinle-rin çalışma alanına konu olabilecek bu anlatı türledisiplinle-rinin oluşumunda kuvvetli bir et-kiye sahip olan inançların bir başka yönüne de değinmeliyiz. Zira Zehra Kayacık’tan derlediğimiz memoratların oluşum süreci ve bunlara bağlı olarak söylediği nefesleri konunun bu yönüyle ilgilidir. Analitik Psikoloji Okulu mitler, masallar, efsaneler, rüyalar, memoratlar gibi anlatıların psikoanalitik arka planlarını inceleyerek güncel hayata dair tecrübelerle karşılaştırarak çözümlemeye çalışmıştır.

Analitik Psikoloji Okulu’nun kurucusu Carl Gustav Jung’un arketiplerinin4

oluşumu sürecinde ve yine Mircea Eliade’ın vurguladığı ilkellerin zamanı ilga etme

eylemindeki dış dünyayı yeniden kurgulama çabasındaki ilksel edimlerin tekrarında5

yine inançların gücü önemli bir işleve sahiptir.

Konumuz itibarıyla memoratların oluşum zamanı ile ilgili rüyalar, önemli bir yere sahiptir. Rüyaların oluşumu ve tabirleri ile ilgili en yaygın teori S. Freud tara-fından ortaya konulmuş ve geliştirilmiştir. Freud’a göre şuuraltı, insanın bastırılmış içgüdülerinin ve kavuşulmamış isteklerinin biriktiği bir kavramdır. Uyku hâli, şuuru ortadan kaldırdığı için şuuraltında yaşayan istek ve duygular rüya biçiminde ortaya çıkmaktadır (Günay, 1999: 85-86). Freud, önceleri ilmîlikten uzak olduğu düşün-cesiyle karşı çıkmaktayken rüya yolu ile gelecek hakkında bilgi edinmenin müm-kün olduğunu kabul etmiş ve psikiyatri bilimini rüyaların yorumuna dayandırmıştır (Freud 1964, Yüksel 1996: 82’den).

Jung’a göre (Gürol, 1977: 66, 68, 85; Yüksel 1996: 83’ten) rüya, diğer psi-kolojik olaylardan farklı değildir. Onu psipsi-kolojik bakımdan anlamak için kişinin geçmişine inilmesi gerekir. Ona göre rüyalar şahsın günlük dürtüleri ve düşünceleri dolayısıyla planları ile ilgilidir.

Alfred Adler, (Adler, 1973: 114-125, Yüksel 1996: 85’ten) “ego”ya vurguda bulunur ve “bütün rüyaların temelinde hayata karşı takınılmış olan genel bir tavır” vardır. Rüyalar geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Ona göre rüya “bir heyecanı şiddetlendirmeye veya belli bir durumun (problemin) çözümle-nebilmesi için gerekli olan şevki yaratmaya” çok uygundur.

Psikanalist yorumların sonucuna baktığımızda kişi hayatı yorumlama, yeni-den kurma, kendisini yeni bir düzen içinde bulma ve geleceğini yönlendirme eyle-minde başarılı olmak için rüyalarını da dikkate almak durumundadır.

(4)

Türk kültür ve tasavvuf tarihi içinde rüyalar, halk arasında çok önemli bir yere sahiptir. Eski Türk inanç sistemi içinde ve İslamiyet’in kabulünden sonra da rüyalar hayatın her döneminde varlığını hissettirmiştir. Hz. Muhammed’in peygamberliği-nin ilk altı ayında vahiylerin rüya yoluyla gelmesi, rüyaların İslamiyet öncesindeki önemi, İslamiyet sonrasında da sürmüştür. Bu noktada Kur’an-ı Kerim ve hadislere dayandırılarak rüya yorumu daha makbul bulunmuştur.6 Bu nedenle güzel rüya

gör-mek, din ulularıyla rüyada irtibata geçmek halk arasında ayrıcalık mevzuu olmuştur. Görülen rüya (saklı kalması gereken veya anlaşılmaz ‘numen’ değilse) bir pîre, dedeye, tabirciye ya da aile içinde rüya tabiri bilen bir büyüğe gelenekler dâhilinde yorumlatılır.

İnançlara bağlı olarak ortaya çıkan efsane, memorat, rüya gibi tecrübeler ya da anlatı dünyasının aktarımında birinci olarak araç, “söz”dür. Edebiyat, sosyal bir aktarım aracı olduğundan içinden çıktığı toplumun inançları, kültürü ve değerlerini de birinci derecede yansıtmaktadır. W. Ong’un (2007) sözlü kültür ortamları teori-sinin iki alanında da sözün gücü hem iletişimde hem de yazıda öneme sahiptir.

J. L. Austin, John R. Searle ve H. P. Grice gibi araştırmacıların ortaya koydu-ğu sözeylem (speech-act) kuramı modern dil biliminin üzerinde durdukoydu-ğu hitabet ve aynı zamanda sözün gücünü vurgular mahiyettedir. Bu kuram: 1. Düzsöz eylemi (locutionary act), 2. Edimsöz eylemi (illocutionary act), 3. Etki-söz eylemi (perlo-cutionary) olmak üzere üç eylem türü saptar. (Ong, 2007: 199) Son maddede be-lirtilen etkisöz eyleminde “dinleyende korku, inanma, yüreklenme” gibi etkiler söz konusudur.

Efsane, memorat, menkıbede bahsini ettiğimiz etki-söz eylemine sıkça baş-vurulur. Bu nedenle dinleyen korkuyla karışık saygı duymakta; etrafında oluşan me-morat ya da efsaneye inandığı türbe, yatır, mezar, velînin kutsallığını pekiştirmekte; sosyal düzenlemelerin ya da ritüel ve uygulamaların sürekliliğini sağlamaktadır. Bu bağlamda etkisöz eylemi sonraki süreçte ortaya çıkacak olan ürünlerde de dinamik yapısını korumaktadır. Bu tür ürünlere de Alevi-Bektaşi edebiyatında sık sık rastla-maktayız.

Alevi-Bektaşi edebiyatı denilince akla ilk olarak manzum eserler gelmektedir. Mensur eser boşluğunu nefesler, demeler, devriyeler, mersiyeler, duvazlar doldur-muştur. Bu zümreye ait şiirlerde Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Ehl-i beyt sevgisi, tevellâ ve teberrâ, on iki imam, yol ulularını sevme ve methetme, menkıbeleri ve ke-rametleri dillendirme, Kerbelâ olayına mersiyeler, Alevi-Bektaşi zümresine yapılan zulümler ve haksızlıkları anlatan pir, mürşit, yol ve erenlerin sevgisiyle dolu nefesler ve deyişler vardır. Alevi-Bektaşi kültür ortamında filizlenen edebiyat mahsulleri aynı

(5)

zamanda bu zümreye ait inanç sistemini, atasözlerini, deyimleri, erkân ve ayinleri, ri-tüelleri, giyim-kuşam ve nesneler dünyasını da yansıtır. Zaman zaman alaylı bir dille “Alevi inanç sistemini anlamayanları iğneleme, Tanrı’yla şakalaşma, zâhidi taşlama, kızdırma” da vardır (Gölpınarlı, 1992: 6-7). Alevi-Bektaşi kültür çevresinde ortaya çıkan fıkralar da dikkat çekicidir. Ancak bu fıkraların ilk bakışta dini hafife alma gibi göze çarpan motiflerinin aslında derin manaları da vardır.7

Alevilik ile ilgili yapılan araştırmalarda bilim adamlarının ya da kaynak ki-şilerin bu inanç sistemiyle ilgili birçok tanımlaması vardır. “Allah’ın birliğine Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin velîliğine inanan İslam’ın özgün bir yorumudur.” (Aytaş, 2010: 18) tanımı, Alevi inanç kültüründe yetişen insanların dine bağlılığı ve onu yaşama arzusu, inanç uygulamalarını yaşatma çabası, derin ehl-i beyt sevgisi gibi dinamiklerin kaynağını gösterir niteliktedir.

21. yüzyıla girdiğimiz bu yıllarda Alevi-Bektaşi inanç sistemini yansıtan diğer ürünlerin yanı sıra nefesleri de ortaya koyabilen şahsiyetlerin her geçen gün azalması dikkatimizi çekmektedir. Bu çalışmamızda inançların sözlü kültüre etkisini tespite örnek olması bağlamında Alevi ocaklarından Üryan Hızır Ocağı’na bağlı Eskişehir merkezde yaşayan Zehra Kayacık’ın rüyaları, memoratları ve bunlara bağlı olarak söylemiş olduğu nefeslerini ele alacağız.

Memoratların Oluşumunda Alevi-Bektaşi İnançlarının Dinamikleri

Halkbilimi kadrolarının tanımı, tasnifi ve sınıflandırılması öteden beri hem Batı’da hem de ülkemizde halkbilimcilerin temel sıkıntıları arasındadır. Bu sınıflan-dırmalar içinde mit, masal, efsane, memorat gibi birbirine çok bağlı ve zaman zaman tam olarak birbirinden ayırt edilemeyen türler vardır.

Efsane-Memorat

Efsane ile ilgili ülkemizde birçok halkbilimcinin yapmış olduğu araştırmalar ve tasniflemeler vardır.8 Batı’da yapılan mit ve masal araştırmaları, bu türe yakınlığı

nedeniyle ülkemizde efsane araştırmalarına duyulan ilginin nedenini de açıklar ma-hiyettedir. Araştırmalardaki göze çarpan en önemli noktaları bir hikâye ve anlatı ol-ması, uzak ya da yakın tarihî bir dönem içinde yer alol-ması, anlatan ve dinleyenin anla-tılanın gerçek olduğuna inanması, inananları koruması gibi sıralamak mümkündür.

Efsanenin alt başlığında mı yoksa ayrı bir tür olarak mı incelenmek gerekir gibi tartışmalar yaşansa da memorat ayrı bir tür olarak halkbilimi kadroları arasında yerini almış bulunmaktadır. Özkul Çobanoğlu’nun (2003: 21) memorat türü ko-nusunda yaptığı monografik çalışmasından öğrendiğimize göre “memorat” terimini ilk ortaya koyan ve bu terimin isim babası olan araştırmacı İsveçli halkbilimci Carl

(6)

Wilhelm von Sydow’dur. Efsaneden ayrı bir tür olarak incelenen memorat, tabiatüs-tü ferdi bir tecrübenin yaşayan veya ondan dinlemiş birisi tarafından anlatılan şahsa dayalı hikâye (Kvideland, 1991: 19, Çobanoğlu 2003: 21’den) olarak tanımlanmak-tadır.

Memoratı mit, efsane ve masaldan ayıran en önemli nokta, bu üç türde kur-maca ya da uydurkur-maca olarak telakki edilen anlatının; memoratta kişinin ağzından ya da ondan duymuş biri tarafından “gerçek” olarak aktarılmasıdır. Efsanede bir za-manlar burada bir adam varmış, kılıcını buraya saplamış yerine memoratta burada bir adam gördüm, kılıcını buraya sapladı şeklinde aktarım vardır. Her ikisinde de

olağa-nüstü olaylarla karşılaşma olmasına rağmen efsanede bilinmeyen ya da geçmiş bir zaman, kişi, mekân kullanılırken memoratta tanık tarafından olay eş zamanlı olarak aktarılır. Bu noktada memorattan yaşanmış olağanüstü hatıralar (Çobanoğlu, 2003:

25) olarak bahsedebiliriz. Memoratı, efsaneden ayıran noktanın kişisel olması ve ya-şayanın ya da ondan duyanların aktarması olduğu açıkça gözükmektedir.

Memoratın, gündelik bir kişisel hatıra olmaktan ziyade inanç boyutuyla ger-çekleşen tabiatüstü tecrübe olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Çobanoğlu (2003: 26), memoratı, inanç boyutu nedeniyle kişisel hatıradan özellikle de ayırır.

Efsane ve memoratın birbirine kaynak olabilme ve evrilme ihtimali üzerinde de durulmakla birlikte iki tür arasındaki geçişleri kesin olarak ortaya koyan delillerin olmaması nedeniyle iki ayrı tür oldukları daha baskın bir tasniftir. 9

International Society of Folk Narrative Research tarafından Budapeşte’de

ya-pılan toplantıda ortaya çıkan ve memoratları da içine alacak şekilde (3. madde) gerçekleştirilen efsane tasnifi ülkemizde de birçok halkbilimci tarafından benimsen-miştir. Anadolu ve Türk dünyası sahası efsaneleri üzerine bu tasniflerin de güncel-lenmesiyle oluşturulan önemli çalışmalar vardır.10 Boratav bu tasnifi Anadolu-Türk

sahasına göre uyarlamıştır:

1. Yaratılış efsaneleri (oluşum ve dönüşüm, evrenin sonu üzerine) 2. Tarihî efsaneler

3. Olağanüstü kişiler, varlıklar ve güçler üzerine efsaneler 4. Dinlik efsaneler (Boratav, 2000: 100)

Boratav’ın da benimsediği tasnif içinde “olağanüstü kişiler, varlıklar ve güçler üzerine efsaneler” olarak geçen anlatıların bazıları, yukarıda bahsettiğimiz tartışma-lar bağlamında memorat adı altında yeni bir tür otartışma-larak incelenmeye başlanmıştır. Her kültürde her dönemde memoratların kendine kaynaklık edecek inançlar bul-duklarını görmekteyiz. İnsan psikolojisinin oluşumuna kaynaklık eden inançlar ve

(7)

buna bağlı olarak ortaya çıkan memoratların gerçekliklerinin tartışılmasından ziyade onların ortaya çıktığı kültürlere referans olması, bu kültür çerçevesinde oluşan insan psikolojinin kaynaklarını ifşa etmesi bakımından önemine dikkatlerimizi çevirmekte fayda vardır.

Türk sosyokültürel yapısı içerisinde de memoratların “açık ve gizli işlevleri”yle sürekliliğini koruduğuna rastlamaktayız. Çobanoğlu (2003: 63-66)’nun 10.000 me-morat üzerinden yaptığı araştırma sonucuna göre Türk sosyokültürel yapısını oluş-turan sosyal değerlerin tersini örneklendirerek özendiren örnekler bulunmamakla birlikte “ayıplama, yasaklama, sosyal eleştiri” ile “uyarı ve cezalandırma” gibi işlevler ortaya çıkmaktadır. Memoratların kişilere çekidüzen vermek gibi açık işlevinin yanı sıra değerlerin yaşanması ve gelecek kuşaklara aktarılması gibi de gizli işlevi bulun-maktadır. Çobanoğlu’nun (2003: 74) memorat tasnifine göre Türk sosyokültürel yapısı içinde iletişim kurulduğuna inanılan olağanüstü varlıklar olarak “cinler, şey-tanlar, periler, Alkarısı veya Alkızı, Ağırlık veya Karabasan, Hınkır-munkur, Erkebit, Hızır ve Hızır’ın büründüğü kılıklar, Evliyalar, Şehitler ve Ölüler” görülmektedir.

Türk halk kültüründe ağaç, yer, su, ateş, gök, dağ, kaya, mağara, atalar gibi çok önemli kültler de vardır. Bu tür kültlerin günümüze kadar gelmeleri, yaşayıp ya-rınlara aktarılmasında memoratlara çok büyük önem atfedilmektedir. Memoratların kurumsal ve kültürel işlevlerinin başında konu edindikleri inanışların içinde yer al-dıkları kültürdeki kültler ve onların kurumsallaşan yapılarının işlemekte olduğunu güncel örneklerle göstermektir (Çobanoğlu, 2003: 68). Aksi hâlde ise memoratlarla güncellenmeyen inançlar ve davranış kalıpları zamanla unutulup gidecek ya da iş-levsiz olarak kalacaktır. Bu bağlamda Alevi-Bektaşi erkânlarının, uygulamalarının ve inanç dinamiklerinin öğretimi noktasında memoratların, menkıbelerin ve nefeslerin yeni yetişen genç kuşaklara ve taliplere aktarımının sürekliliği sağlanmalıdır.

Velî Kültü

Alevi-Bektaşi inanç temellerinde Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ali, ehl-i beyt ve on iki imama duyulan sevgi üstün tutulur. Ocak sahiplerine, ulu ozanlara, diğer evliyalara duyulan sevginin kaynağını incelerken İslam-Türk tasavvufu içinde velî, evliya, türbe, yatır gibi din ulularına ve yattıkları kabirlere duyulan saygı ve sevginin kaynağına da bakmak gerekir. Velî sözcüğü, dost, ahbap, arkadaş, yardımcı, komşu vs. anlamlara gelmekte olup evliya da bu sözcüğünün çoğuludur. Kur’an-ı Kerim’de

“Gözünüzü açın! Allah’ın velîleri ‘dostları’ için hiçbir korku yoktur. Tasaya da düşmez-ler onlar.” (10-Yunus: 62) gibi birçok surede dost/velî şeklinde geçmektedir.

(8)

Allah’a ulaşma yolunda büyük bir manevi mücahede ve gidilmesi gereken yol, velîlik makamının oluşum sürecini hazırlamıştır. Neticede Allah o kuldan hoş-nut olursa ona velîlik makamını nasip eyler, onu kötülüklerden korur, dualarını ka-bul eder ve diğer kullardan farklı bazı harikulade haller ihsan eder. Bu noktada velîlik makamını ifşa eden “kerametler” ortaya çıkar. Peygamberlerin statüsüne benzer bir makam elde edilmiş olur. Birçok sûfî nazariyeci, velîlerin kendi aralarındaki makam farklarının yanında velî-peygamber statüsü arasındaki farkları ortaya koymaya çalış-mış ve peygamberlik makamının üstünlüğünü göstermek istemiştir. Sünnî inanca bağlı çevrelerde de görülmesine rağmen yine aynı çevre içindeki ulemalar tarafın-dan peygamber-velî paralelliklerine şüpheyle bakılmış, hatta birtakım üstün vasıflar dinin esaslarına ters olduğu için -Mutezile mezhebinde olduğu gibi- reddedilmiştir. Gazali gibi önemli mutasavvıfların çabaları meyvelerini vermiş ve tüm İslam âlemi içinde velîlik telakkisi benimsenmiş ve buna inanmayanların inancı eksik sayılmıştır. (Ocak, 1992: 1-4) Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra da velî telakkisi Türk mu-tasavvıflarca benzer şekilde benimsenerek devam ettirilmiştir.

Ahmet Yaşar Ocak, menakıbnameleri sistematik olarak incelediği ve çok de-taylı olarak tasnifini çıkardığı eserinde, velî kültünden bahsederken bu kültün temel-lerini de araştırmıştır. Velî kültünü fevkalade kuvvet ve kudretlerle mücehhez olup Tanrı’ya yakın kabul edilen bir şahsiyetin herhangi bir konuda sağ veya ölü iken yar-dımının dokunacağına inanılması ve bunu temin için ritüel yollara başvurulmasıdır (Ocak, 1992: 6) şeklinde tanımlamıştır.

Bir coğrafyaya yeni bir din girdiğinde mevcut kültürün temelleri üzerine oturduğundan eski gelenekler ve inançlar bir anda değişmemektedir. Bu nedenle yeni dinin gerekleriyle eski gelenekler ve inançlar iç içe girerek yeni bir görünüm kazanmaktadır. Dolayısıyla Türk sosyokültürel yapısı içerisinde velî kültünün olu-şumunun kökeninde daha önceki dönemlerden ve dinlerden kalma inançların ve uygulamaların yoklanması dönüşümün neticesini ortaya koyacaktır. Bu bağlamda velî kültünün eski Türk inanç sistemi içinde atalar kültünün bir devamı niteliğini taşıdığını söyleyebiliriz. Bu devamlılığın değişim/dönüşüm sürecinde birçok velînin etrafında bir kült oluşurken birçoğunun da unutulup gitmesinin temelinde sosyal ve psikolojik etkenler görülebilmektedir:

Kült konusu velîlerin, ait oldukları toplumun içtimai, dini ve ahlaki değerleri-nin tamamının yahut bir kısmının temsilcisi olduğu, en azından buna inanıldığı gö-rülür. O toplum söz konusu değer ile takdis ettiği velîyi özdeşleştirmiştir. İşte ancak bu özdeşleştirmeye yarayacak vasıfları taşıyan yahut bu vasıflar kendisinde olduğu kabul edilen velî kült konusu yapılmaktadır. Böylece o velî o toplum için tabir caizse artık sade bir insan değil, inandığı değerler bütününün ta kendisidir (Ocak, 1992: 7).

(9)

Velîlere bağlılığı nedeniyle etrafındakilerin beklentileri artmakta ve keramet-ler bu noktada kendini göstermektedir. Yaşarken ya da öldükten sonra velîkeramet-lerin ke-rametleri yayılır ve tarikat ya da tasavvuf ehlinin dilden dile yaydığı hatta okuduğu menkıbeler sistemi kurulmuş olur. Halkın inanma, korku, bağlılık, beklenti vb. psi-kolojik tepkilerinin temelini ise Ahmet Yaşar Ocak’ın tasnifinde buluyoruz:

1. Velînin olağanüstü kudretinden toplumda ona karşı korku ile karışık bir saygı duygusu hâkim olmaya başlar. Velîye karşı saygısızlığın çarpılma, aniden veya feci bir şekilde ölüme yakalanma vs. şeklinde cezalandırılacağına inanılır. 2. Velînin kudretinden birtakım iyiliklerin cezp edilmesi ve kötülüklerin

gideril-mesi yolunda faydalanma arzusu (feyz ve bereket)

3. Dünyada bu tarzda menfaati sağlanacak olan velînin, öbür dünyada da Tanrı katında yardımcı olması için onu memnun etme çabası ortaya çıkar ve bunun sonunda bir tatmin duygusu müşahede edilir (Ocak, 1992: 8).

Bu şekilde sosyal ve psikolojik etki faktörü nedeniyle kerametler insanları velî kültü etrafında toplayacak, mevcut kült hem kendi coğrafyasından hem de onu duyan başka coğrafyadan insanlardan ona bağlanma sonucunu doğuracaktır. Bu ne-denle de velî kültü etrafında teşekkül eden türbe, yatır, mezar gibi mekânların etra-fında bazı ritüeller oluşmuştur. Bunun bir nedeni de o velîlin kerametleri arasında yer alan hastalıkların tedavisi veya bazı dileklerin kabul olması gibi ün salmasıdır. Velîye ait türbe, yatır ya da mezar etrafında oluşan ritüellerin yerine getirilmesiyle beklenilen sonuç elde edilebilecektir. Bunun için de birtakım kurbanlar ve saçılar hediye edilir.11

Ocak Kültü

Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde “tekke, ehl-i beyt soyu, dedenin bağlı oldu-ğu soy, dedelik, Fatma ocağı ve ateş” gibi anlamlara gelen “ocak” ile halk hekimliği uygulamalarının yapıldığı sağaltma ocakları birbirine karıştırılmamalıdır.

Türk halk kültürü içinde kökü çok eski dönemlere dayanan ve hastalık ad-larıyla anılan (siğil ocağı, sarılık ocağı vs.) ocaklar da kültürel sürekliliğini günü-müzde devam ettirmeleri noktasında önemli kurumlardır. Ancak konumuz itibarıy-la Alevi-Bektaşi inanç merkezlerinin adı oitibarıy-lan ve soy itibarıyitibarıy-la Hz. Fatma’dan Hz. Peygamber’e ulaşan soy silsilesini bildiren ocaklara dikkat çekmek istiyoruz. Bu inanç merkezlerinde ocağa bağlı olmak, ocaklı olmak, talip olmak çok önemli gö-rülmektedir.

Ocak sahibi “dede”dir ve yetki belgesini aldıktan sonra ocağı yönetir ya da kotarabilecekse yeni ocak kurabilmektedir. Ocaklar arasında “mürşid, pir, rehber” gibi çeşitli yetki dağılımları olmakla birlikte ve mürşid ocaklarının dedeleri daha

(10)

üstün tutulmaktadır (Birdoğan, 1995: 144-147). Yine ocaklar arasındaki görev da-ğılımıyla bazılarında çeşitli dileklerin kabul olması ve hastalıkların tedavisine vesile olma gibi işlevler de vardır.

Alevi-Bektaşi inanç sistemine bağlı kişilerde yatır-türbe ve evliya kültlerinin çok yoğun bir şekilde yaşadığını görmekteyiz. Ocak sahibi mürşidlerin, pirlerin tür-beleri etrafında yaygınlaşan birçok ritüel bulunmaktadır. Çok kabul gören bu ulu-ların talipleri birçok coğrafyaya dağıldığından bazı uluulu-ların birden fazla yerde ma-kamları da vardır. Bu merkezler etrafında oluşan çok sayıda da memoratlar vardır. Evliya, pir, yatır, türbelere sıkı sıkıya bağlılık neticesinde ortaya çıkan memoratlara inanmalar çok kuvvetli olmakla birlikte hastalıkların tedavi edilmesi, yitiğin bulun-ması, isteklerin kabul olması noktasında bu kurumlar işlevselliklerini de rahat bir şekilde sürdürebilmektedirler.

Üryan Hızır da sara hastalıkları, akıl ve ruh bozukluklarının tedavisinde önemi görülen bir ocaktır. Ahmet Yaşar Ocak’ın (1992: 70-95) Türk menkıbelerini tasni-finde dikkatimizi en çok çeken motif “hastalıkları ve vücut arızalarını iyileştirme”nin sayısının çok olmasıdır. Alevi ulularının türbe, yatır ve makamları etrafında gelişen ritüel uygulamalara başka inanıştan insanların da katılmaları ve beklenti içinde ol-maları da ayrıca önem arz etmektedir. Bu da ocakların işlevinin neden kabul gördü-ğünü ve hâlâ yaşamakta olduğunu bir başka yönden açıklamaktadır. Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde ocağa bağlanma ile birlikte onun gereklerini yerine getirmek önemlidir.

Tasavvuf tarihi incelendiğinde velîlerin ya da şeyhlerin kerametleri ön plana çıkarmak istememelerine veya kabul etmemelerine rağmen ona bağlı olanların/mü-ridlerin tam tersine kerametleri anlattıkları ve yaydıkları görülür. Türk halk anlatıları arasında özellikle efsane ve memoratların da anlatılma ve yayılma gerekçesinde bu psikolojik tatmin yönteminin benzerliğinden söz edilebilir. Dinî içerikli menkıbe-lerin, efsanelerin ve memoratların halk tarafından zamana ve mekâna bağlı olarak yenilerinin tekrar tekrar ortaya çıkarılması da buna bağlıdır. Bu anlatıların aktarı-mında etkisöz eylemini destekleyen en önemli epizotlar da velîlerin kerametleridir. Bu nedenle de Hz. Ali, Hacı Bektaş Velî ve Alevi inanç sistemi içinde önemli görülen diğer din ulularının kerametleri menkıbelerde, cenknamelerde, efsanelerde, memo-ratlarda, nefeslerde hiçbir zaman önemini yitirmemiştir.

Hızır-İlyas Kültü

Türk sosyokültürel yapısı içinde en çok öneme sahip olan inançlardan biri de Hızır ya da Hızır-İlyas kültüdür.12 “Her gördüğünü Hızır bil.” telakkisi Türk halkının

öteden beri dayanışmasının da kaynağını oluşturur. Türk halk inançları içerisinde Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den sonra en çok kutsallaştırılan, etki alanının en geniş olduğu, yaşanan bir olayda fark edilmesi gereken, kendisinden en çok keramet bek-lenen şahsiyet Hızır’dır.

(11)

İslamiyet’ten önceki Türk inanç sistemleri içinde iyelerin çok büyük önemi vardı. Girilen medeniyet daireleri ve yeni dinlerin kabulüyle iye telakkisinde de de-ğişiklikler olmuştur. Bu değişim sürecinde “Kut iyeleri, önce Kut iyesi Kıdır’a, oradan ata ruhlarının kutsanmasından evliyalara, oradan da dinî kaynaklı olduğu inanç ve iddiasıyla Hızır ve Hızır-İlyas”a (Çetin 2002: 34) geçtiğinden, bu kült, Türk kültür

tarihinde çok eski dönemden beri halkın inanç yelpazesinde yer almıştır. Anadolu insanı Hz. Hızır’ı “Boz Atlı Hızır, Kır Atlı Hızır, Dor Atlı Hızır, Hozatlı Hızır” (Türk-doğan, 2004: 8) olarak çağırmaya devam etmektedir.

Hızır’ın halk inançlarına göre zor durumlarda ve felaketlerde yardımcılık, iyi-leri mükâfatlandırıp kötüiyi-leri cezalandırma, bereket ve bolluğa kavuşturma, savaşlar-da yardım etme gibi fonksiyonları vardır (Ocak, 1999: 85–95). Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde Hz. Ali ve Hacı Bektaş Velî din uğruna yapmış oldukları mücadeleler-deki zaferleri, kerametleri nedeniyle Hızır ya da Hızır-İlyas ile özdeş tutulmuş, gül-banklarda ve nefeslerde bu şekilde anılmış, hatta bazen Hızır yerine onların isimleri zikredilmiştir.13

Sünnî inançtaki halk da zaman zaman Hızır’dan yardım ister. Bu bağlamda Anadolu’da yoğun olarak Hıdırıllez kutlamaları yapılır. Sünni gelenekteki Hızır te-lakkisinin Alevi inanç sistemi içindeki Hızır’dan zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Alevi inanç sistemi içinde Hz. Hızır orucu ve onun için yapılan lokma vardır.14 Bu

uygula-malar Alevi insanlar için onun ne kadar önemli bir makama sahip olduğunu gösterir.

Üryan Hızır Ocağı Taliplerinden Zehra Kayacık ve Memoratlarının Et-kisiyle Oluşan Nefesleri

Zehra Kayacık, 1928’de Erzurum Aşkale’de beş kardeşin üçüncüsü -Gül-paşa, Fadime, Zehra, Ali Abbas, Turan- olarak dünyaya gelir. Ataları Aşkale’ye Horasan’dan gelmiştir. Üryan Hızır ocağına bağlıdırlar.15 Kazım ile kaçırılarak

ev-lendirilir. Dört çocuğu vardır. Kendini tamamen Alevi-Bektaşi inanç yoluna adamış ve ilk alıç tanesini bâde olarak aldıktan sonra gönlü ve dili çözülmüş, gönül dilinden nefeslerini söylemeye başlamıştır. “Şah-ı Merdan Ali bana selam verdi, o sevgi de benim üstümde kaldı.” diyerek nefeslerini bu sevgiyle temellendirir.

Birçok nefesini, temelinde inancının verdiği kuvvetle gördüğü rüyalara da-yandırarak yazmıştır. Ehl-i beyt, on iki imam ve Hacı Bektaş Velî sevgisi kendi deyi-miyle onun birçok rüya görmesine vesile olmuştur. Bu ulu kişileri hem rüyada hem de ayan olarak gördüğünü de belirtir. İşte bu yaşanan olağanüstü tecrübeler Zehra Kayacık’ın memoratlarını oluşturur.

Ailesinde Zehra Kayacık gibi yetenekli olan birisi yoktur. Nefes söylemeyi, yazmayı kimseden de öğrenmemiştir. Dedesi, babası ve cemlerde dedelerinden duy-dukları ile kendini yetiştirir. Hak sevgisinden bu kadar dolup taşmasına, sürekli ne-fesler söylemesine çocukları ve çevresindekiler hayret ederler. Hatta torunları onun

(12)

bu kabiliyetini denemek için onu imtihan ederler. Nefesler dışında çeşitli nesnelere şiir yazmasını isterler. O da sehpaya, paspasa, masaya, halıya, salçaya, saate, küpeli ve kauçuğa, perdeye, Hamza’nın ketenine, Ferhat’a, Birgül’e şiirler yazar ve etrafındaki-lerin imtihanından başarıyla geçer.

Ehl-i beyt aşkıyla onu tanıştıran, babası Dursun Kaban’dır. Babası Hakk’a ve Alevilik inanç öğretilerine bağlıdır. Babaları Dursun Kaban, Zehra ve kardeşlerini çok küçük yaşlarda olmalarına rağmen niyazlı ve dualı büyütür. Zehra’nın hafızası babasının dikkatini çeker. Babası bu yüzden Zehra’ya ayrı bir düşkünlük gösterir. İşte Zehra Kayacık’ın gönlünün coşkun olması, birçok nefesi rahatlıkla söyleyebil-mesi, Allah ve ehl-i beyt sevgisinin temellenmesinde küçük yaşta aile içinde aldığı eğitimin ve çektiği sıkıntıların çok büyük etkisi vardır.

Nefeslerinin bazılarını memoratları bağlamında ya da önemli gördüğü kişile-re atfen yazdığından onlara kendince başlıklar koymuştur. Bu başlıklar altında yaz-dıkları arasında nefeslerin yanında nutuk, methiye, mersiye, duvaz gibi deyişleri de vardır. “Turnam sesen kurban”, “Oturup söylersiz bizlere acı” gibi ağız özellikleri de nefeslerine ahenkle birlikte samimi bir hava katmıştır.

Zehra Kayacık’ın Kerbelâ, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi, Yezit’e lanet, ma-tem gibi konuları içeren mersiyeleri de çoktur. Aslında birileri tarafından söylensin diye yazmadığını belirttiği bu mersiyeler, onu tanıyanlar tarafından özellikle matem ayında muharrem cemlerinde söylenmek üzere kendisinden alınmış ve çok rağbet görmüştür.

Bâde Alması ve İlk Nefes: Alıç Memoratı

Bâde içme ve geleneğe bağlanma hususunun kamlık veya Şamanlık gelene-ğinin devamı olduğu birçok araştırma sonucu ortaya konulmuştur.16 Memoratların

konu, yapı, işlev bakımından bir inancı nasıl asırlar ve nesiller sonrasına farklı coğraf-ya ve dinî anlayışlara rağmen taşıdığına (Çobanoğlu 2003: 69) bir örnek de âşıkların rüyalarında bâde içme gelenekleridir. Zehra Kayacık da gördüğü bir rüya sonucunda inancını kuvvetlendirir ve nefes söyleyebilme kabiliyetini aldığı alıç tanesiyle kaza-nır:

Zehra Kayacık bir gün tarladan dönerken karşısına bir kır atlı çıkar. Nur yüzlü, başında kavukla duruyordur atın üstünde. Bu atlıyı görünce merak eder, ama kim oldu-ğunu soramaz, utanır. Doya doya bakar bu cemale. Utanarak kim olduoldu-ğunu sorar. Atlı, Zehra Kayacık’a ismiyle hitap eder. Zehra Kayacık, adını nereden bildiğini sorar. Daha sonra bu atlı, Zehra Kayacık’a bir alıç tanesi verir. Alıcı alan Zehra Kayacık, bu andan sonra Hakk aşkıyla dolup taşar.

(13)

Bu ilk memoratı onu çok etkilemiştir. Aldığı alıç tanesi nefes söylemesine il-ham olur, bâde olur. Kendi deyimiyle dili çözülür. Zehra Kayacık, Yunus Emre’yi çok sevmektedir. Yunus Emre’nin menkıbevi hayat hikâyesinden de bilindiği üze-re alıç-nefes ilişkisine Zehra Kayacık’ın bu memoratında da rastlıyoruz. Nefesinde ismi zikretmez; ancak yapmış olduğumuz birkaç görüşmeden sonra bu rüyasında gördüğü kişinin Hz. Ali olduğunu belirtmiştir. Dili çözüldükten sonra söylediği ilk nefesinde bâde alma hadisesini şu dizeleriyle anlatmaktadır:

Bugün Ben Bir Cemal Gördüm

Bugün ben bir cemal gördüm Dünya cennet oldu bugün Hıçkırık ile ağladım Boğazumda kaldı düğüm Düğüm kaldı boğazumda Bu gönlüm Şah’ın arzunda Geyinmiş türlü libası Sanki bir derviş tarzında Yüzüne baktım doyarak Sual sordum utanarak İsmim ile hitap etti Dedi Zehra nerede Hak Dedim nerden bildin ismim Dedi göz önünde resmin Hak sevgisi varsa sende Hakk’ın evi senin göğsün Ben Zehra’yım uçtum o an Hak aşkına düştüm o an Verdi bir alıç tanesi Kükreyip de taştım o an

Zehra Kayacık, nefes yazmaya yedi yaşında başlar. Bundan öncesinde babası-nı anlamakta güçlük çeker: Neden dua okurken, niyaz ederken bu kadar çok ağlababası-nır? Yaşadığı bu olağanüstü tecrübeden sonra anlar ki babasını ağlatan aşktır.

(14)

Tapduk Emre ve Bacım Sultan Memoratı

Alevi inanç sistemi içinde velî kültünün çok canlı bir şekilde yaşandığına yukarıda da temas etmiştik. Bu inanç sistemi içinde Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş Velî, Yunus Emre gibi din ulularına da ayrı bir sevgi beslenmektedir. Zehra Kaya-cık, Eskişehir’e geldikten bir iki sene sonra Yunus Emre’yi anma törenine gitmek ister. Bu törene arkadaşlarıyla beraber giderler. Zehra Kayacık, Tapduk Emre’nin Yunus’un piri olduğunu duymuştur; fakat türbesinin yakınlarda olduğundan haberi yoktur. Törende Zehra Kayacık’a bir kitap verilir. Kitapta türbenin Ankara’nın Nal-lıhan kazasında olduğunu okur. Bunu okur okumaz, kitabı kucağına alıp ağlamaya başlar. Arkadaşının annesi olan Nimet adında yaşlı bir kadına sarılır, beraber türbeye gitmek istediğini söyler. Kadın her çilesini çekecek ise gidecektir. Zehra Kayacık ka-bul eder. Eşi Kazım’ın da rızasını alır. İki üç gün sonra Nallıhan’a Tapduk Emre’nin türbesine giderler. Tapduk Emre’nin tüm ailesi o türbede yatmaktadır. Sadece kızı Bacım Sultan onlardan ayrı bir tepede yatmaktadır. İki kadın oraya gitmeye çeki-nirler. Akşama kadar türbede kalıp ağlar, sızlarlar, Allah’a dualar ederler. Neredeyse karanlık basacak olmasına rağmen ağızlarına tek lokma koymazlar. Daha önce ora-da bulunan bir kadına başka hangi türbelerin olduğunu sorduklarınora-da kadın, Arap Baba ve Caferi Sadık türbelerinin olduğunu söyler. Fakat Caferi Sadık türbesi epey uzaktadır. Derenin içindedir. Türbelerin üstündeki değerli şeylerin alınıp alınmadı-ğını sorarlar. Kadın Taptuk Emrah’ın (Tapduk Emre) mazlum olduğunu, o yüzden üstündekilerin hep çalındığını; fakat Caferi Sadık türbesindekilere kimsenin el süre-mediğini anlatır. O kadar ki, o dere yağmurda dolup taştığı halde türbenin etrafın-dan dolaşarak akar, üstündeki eşyalara zarar vermeden geçmektedir. Köylüler buna şahit olmuştur. Zehra Kayacık, uyanık ve açık bir algıya sahiptir. Anlatımı sırasında yaşadıklarını ve gördüklerini olağanüstü tecrübe şeklinde aktarır, yaşadıklarının da bilincindedir. Bu tür ziyaretlerinde de her an bir tecrübeyle karşı karşıya kalmaya psikolojik olarak kendini hazırlar:

Akşama araba kalmayacağı için dönmek zorunda kalırlar. Zehra Kayacık tür-beye sarılır, ağlar. İçi rahat değildir; çünkü Bacım Sultan’a gidememiştir. Ağlayarak: ‘Başka zamana tekrar kısmet et de Bacım Sultan’ı da görebileyim.’ der. Birden güzeller güzeli, nur yüzlü, başında örtüsü bir genç kız gelip boynuna sarılır: ‘Sen babam için gel-din, ben de senin için geldim.’ der. Zehra Kayacık ile niyaz olur. Zehra Kayacak bağırır: ‘Anne Bacım Sultan geldi!’ diye çığlıklar atar, ağlar. Kadın şaşırır; neden ağladığını so-rar; çünkü kadın Zehra Kayacık’ın sadece kendi kendisine sarıldığını, yanında da hiç kimsenin olmadığını görür. Oysa bu sırada Bacım Sultan Zehra Kayacık’a sarılmakta-dır. Biraz yanında kaldıktan sonra kaybolur. Zehra Kayacık, tekrar babasına -Tapduk Emre’nin kabrine- sarılır, şükürler eder.

Daha sonraki gidişinde Zehra Kayacık, dizlerinden rahatsızdır, diz üstü Tapduk Emre’yi dolaşır. Tapduk Emre kendisini gösterir: ‘Bundan sonra dizinden

(15)

görmeyecek-sin. Ama bana bir kara koyun kesecekgörmeyecek-sin.’ der. Bu sırada Zehra Kayacık bir çam ağacı-nın kovuğunda Bacım Sultan’ı da görür. Kalkarlar Arap Baba’ağacı-nın da türbesini ziyaret ederler.

Bu memoratında dizlerinin iyileşmesi için konulan kurban adağı ve ağaç kovuğunda Bacım Sultan’ı görmesi aslında birbirinden bağımsız değildir. Kurban adakları dileğin kabul olması, arınma, yeniden doğuşun gerçekleşmesi için yapılan sunulardır. Türk destanları ve türeyiş mitlerinde karşımıza çıkan ağaçtan türeme motifi aynı zamanda yeniden doğuş arketipiyle de ilgilidir. Hastalıktan kurtulma ve yeni bir hayata başlamanın da habercisidir. Bu bağlamda memorat-mit ilişkisi, top-lumsal belleğin mitleri nasıl oluşturduğunu ortaya koyma noktasında da bir nevi ışık tutmaktadır. Zehra Kayacık yaşadığı bu memorattan sonra şu nefesi dile getirir:

Tapduk Emre

Tapduk Emre’m Bacım Sultan Gittim niyaz ettim o an Yanımdaydı Şah-ı Merdan Orda yatan şahım kendi Bana bu ilhamı verdi Almış yanına canları

Güzel eylemiş halleri Arap Baba sadıkları

Orda yatan şahım kendi Bana bu ilhamı verdi Üzerinde yeşil örtü

Nallıhan’dır onun yurdu Sevenlere murad verdi

Orda yatan şahım kendi Bana bu ilhamı verdi Cemalini gösterdi bana Dua ettim yana yana Dizlerimi sürdüm ona

Orda yatan şahım kendi Bana bu ilhamı verdi Zehra niyaz etti özden

Şikâyetim elden dizden Kara koyun istedin bizden

Orda yatan şahım kendi Bana bu ilhamı verdi

(16)

Kara Koyun (Tabduk Emrah)

Şaha gitmek istiyoruz Allah versin hızımızı Yüz sürelim dergâhına Versinler muradımızı Diyelim ki geldik size Himmet edin hepimize Köle olam kapınıza Verin siz muradımızı Tapduk Emre Bacım Sultan Halimiz sizlere ayan Mahrum etmen bizi aman Verin siz muradımızı Gösterdin bana yüzünü Türbene sürdüm dizimi Gelmemize ver izini Verin siz muradımızı Bacım Sultan’ın yolunda Nurun gördüm çam dalında Bilir isen sen halimden Kabul et niyazımızı İstemiştin kara koyun Bulamazsam ne olur halim Şah-ı Merdan senin soyun Affet ver muradımızı Koyunu keserek evde Koyman bizi müşkül halde Kabul et kurbanımızı Pirim yaz defterimize Zehra’ya gösterdin nurun İstemiştin kara koyun Muhammed Ali’dir soyun Kabul et kurbanımızı

(17)

Haydar-ı Kerrar ve On İki Gül Memoratı

Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde ilk imam Hz. Ali en büyük velî ve Allah’ın arslanı olarak bilinir ve sevilir. Hz. Ali’nin bir unvanı da Haydar-ı Kerrar’dır. Yunus Emre örneğinde gördüğümüz üzere bu sevginin verdiği bağlılıkla velî, türbe, yatır, makam kültü bağlamında Anadolu’da bir velîye ait birçok makama rastlanabilmek-tedir. Arap Baba, Arap Dede gibi isimlendirmelerin Hz. Ali ile ilişkilendirilmesi ya da birçok yerde Haydar-ı Kerrar ismiyle makamların bulunması buna bir örnektir. Atalar ruhunu kutsama ve kabirlerin bulunduğu yerlerin önemsenmesi nedeniyle halk birçok yerde yeni makamlar oluşturma ve ritüelleri canlı tutma çabasını sürdür-müştür. Orada yatanın himmetini bekleme ya da ocakların tedavi etme ve dilekleri yerine getirme gibi işlevleri, halkın bu yönlü ihtiyaçlarını karşılama noktasında yeni üretimlerin de yolunu açmıştır. Zehra Kayacık’ın aşağıdaki memoratında rastladığı-mız Arap Baba örneğinin Haydar-ı Kerrar ile ilişkilendirilmesi de bu yönlü bir uygu-lamadır:

Zehra Kayacık ve arkadaşı, Tapduk Emre’ye gittiklerinde Arap Baba’yı ziyaret ettikten sonra Cafer Sadık türbesini de görmek ister. Ancak akşam olmak üzeredir, geri dönmek için yola koyulurlar. Gelen arabaya binerler. Karınlarını doyururlar. Zehra Kayacık’a ağırlık basar. Başını Nimet Hanım’ın omzuna koyar. Gâh uyanık gâh uyku arasında bir de bakar ki pir, sakallı, nur yüzlü bir adam karşısında dikilir: ‘Nereye gidi-yorsun, dönme eve. Bana da gel, sonra git. Bana da gel, bana da…’ der. Zehra Kayacık kim olduğunu sorunca ‘Ben Haydar, Haydar-ı Kerrar.’ der, birden kaybolur. Zehra Ka-yacık birden kendisine gelir. Hemen Nimet Hanım’a: ‘Burada Haydar-ı Kerrar ya da Haydar isminde bir kimse var mı?’ diye sorar. Nimet Hanım böyle birisinin olduğunu, hatta bu kişinin Ahmet Yesevi’nin oğlu olduğunu söyler. O da Keskin’in Çiçek Dağı’nda yatar. Zehra Kayacık ona da gitmek için yalvarır. Nimet Hanım paraları kalmadığın-dan gidemeyeceklerini söyler. Zehra Kayacık, kolundaki bileziği bozacağını söyler. Nimet Hanım kabul eder. Ankara’da bir gece Zehra Kayacık’ın görümcesinde kalmayı, ertesi gün de bileziği bozup gitmeyi planlarlar. Böyle de yaparlar. Haydar-ı Kerrar’ı da ziyaret ederler. Zehra Kayacık’a birçok rüya görünür…

İki üç sene sonra kızlarıyla beraber yine gider. Sermek için iki tane halı götürür, fakat görür ki köylüler halıları kaldırıp, kirli çarşafları sermişlerdir. Şimdi eğer halıları sermek istese, köylüler onun da halısını alacak, Haydar’a bir şey kalmayacaktır. Eğilip Haydar’a niyaz eder: ‘Sana ne layıksa, ne getirmem uygun ise onu bana göster. Ben bu halıları sana niyetle öksüz, yetim, ihtiyacı olan kim varsa ona vereyim.’ der. Haydar: ‘On iki tane gül ağacı getir bana.’ der.”

Zehra Kayacık, on iki tane gül ağacı alır, götürür. Bugün bir iki tanesi dışın-da diğerlerinin hâlâ canlı olduğu biliniyor. Alevi inanç sisteminde on iki sayısı aynı zamanda on iki imamı temsil etmektedir. Memoratta içinde bulunulan inanç siste-minin önemli kültüne dair insan psikolojisinin bilinçaltının çalışmaya devam ettiği görülmektedir. On iki imam ile on iki gül ilişkilendirilmiştir.

(18)

Şah-ı Merdan’ın Yardımı ve Halk Hekimliği Memoratı

Çok eski dönemlerden itibaren insanların yapmış oldukları sağaltma teknik-leri de halkbilimi araştırmacılarının dikkatteknik-lerini çeken bir araştırma alanıdır. Tec-rübe birikiminin ilk uygulamadan son uygulamaya geçirdiği evrim, yine araştırma-larda atlanılmaması gereken bir husustur. Türbe, yatır ve makamaraştırma-larda aranılan çare dışında halk, ocaklar ya da sözlü kültür ortamından miras kalan birtakım sağaltma yöntemlerini dertlerine çare olarak görmektedir. Halk, beklentileri doğrultusunda bu uygulamalara başvurmaktadır. Ancak Zehra Kayacık, hiçbir kimseden duymadığı ya da öğrenmediği halde memoratında kendisine bildirilen sağaltma tekniğiyle kay-natasını iyileştirdiğini ifade etmektedir:

Zehra Kayacık’ın kaynatası çok hastadır. Gece yarısı kaynatası seslenir, tuvalet ihtiyacının olduğunu söyler. Kaynatası kalkamadığı için ihtiyaçlarını Zehra Kayacık yardımıyla görür. Zehra Kayacık yardımcı olur. Gece yarısından sonra bitkin düşen Zehra Kayacık, kızını da yanına alır, bir köşeye çekilir. Şafak söktü sökecektir. Onca yükün birikimiyle Zehra Kayacık ağlamaya başlar. Ağlayarak dualar eder, Allah’tan, Şah Merdan’dan yardımlar ister. Bir de bakar ki, önünde bir ihtiyar belirir. Sağ elinden tutup ‘Kalk.’ der. Zehra Kayacık kızından kolunu sıyırıp, ihtiyarın peşinden gider. Zehra Kayacık’ın evinin karşısında askeriyeye ait tellerle çevrili bir alan vardır. İhtiyar dede, bu alanı gösterip ‘Şurayı görüyor musun? Bu telleri aşıp oraya gireceksin. Karıncalar yuva yaparken oluşan toprak birikintilerini sayıp üçüncüsünden toprak getireceksin. Ge-lirken kesinlikle arkana bakmayacaksın. Gün doğmamış olacak. Bu toprağı saca koya-caksın. Besmele çekerek kavuracaksın, yine besmele ile üstüne yoğurt katakoya-caksın. Birlikte kavuracaksın. Bunu besmeleyle kaynatanın bacağına süreceksin. O da kurtulur, sen de kurulursun.’ der demez kaybolur. Zehra Kayacık bakınır fakat ihtiyar yoktur. Hemen eşi Kazım’ı kaldırır. Olan biten her şeyi anlatır. ‘Ben gitmesine giderim; ama insanlar yanlış düşünür. Sen git al; ama güneş doğmadan gitmen lazım. Gelirken de sakın arkana bakma.’ der. Kazım önce sızlanır; ama sonra gider, denileni aynen yapıp döner. Zehra Kayacık çok sevinir. Hemen komşusuna gider, yoğurt ister. Komşu bu saatte ne yapaca-ğını merak eder, Zehra Kayacık, kaynatasının canı çektiği için istediğini söyler. Yoğurdu da aldıktan sonra ihtiyarın dediği her şeyi harfi harfine yapar. Sonra besmele ile kay-natasının bacağına sürer. Akşama sargıyı açtıklarında hastalıktan eser kalmaz. Zehra Kayacık bunu böyle üç gün yapar. Dördüncü gün, kaynatası zıplaya zıplaya yataktan çıkar. Bütün ev halkı sevince boğulur. Zehra Kayacık’a teşekkürler ederler.

Şah-ı Merdan Yardımı ve Zenginlik Memoratı

Zehra Kayacık, görüşmelerimizden tespit ettiğimize göre açıkça belirttiği üzere Hz. Ali âşığıdır. Her an onun adını anmakta, himmetini beklemektedir. Özel-likle zor durumda kaldığında niyaz ederek ağlar ve Hz. Ali başta olmak üzere diğer Alevi ulularını himmete çağırır. Yapılan araştırmalarda memoratların ve rüyaların

(19)

görülme zamanı dikkat çekicidir: Psikologlar tabiatüstü tecrübelerdeki görme, do-kunma hissine ve ses duymaya dayalı olarak meydana gelen algılamaların, diğer şahsi faktörlerin yanı sıra geleneksel inançlar sistemi ve sosyal davranış değerlerinin bir araya gelmesiyle oluştuğunu ileri sürmektedirler… Memoratlarda anlatılan olağa-nüstü tecrübe sıklıkla karanlıkta ve çoğunlukla psikolojik olarak patlama noktasına gelmiş bunalım, stres ve uyku ile uyanıklık arası bir hâlde oluşmaktadır (Kvideland, 1991: 19, Çobanoğlu, 2003: 34’ten). Zehra Kayacık, genellikle çok sıkıntılı bir anda, ağlarken, yatağına uzandığında, niyazda sabaha karşı ya da gece, memoratları yaşa-maktadır:

Zehra Kayacık, kaynatasının bacaklarını iyileştirdikten bir süre sonra kaynana-sı Erzurum’a dönmek ister. Kazım’ı da memlekette pancar ekmeye ikna etmeye çalışır. Amacı Kazım’ı kendi yanına çekmektir. Her gün aynı konu konuşulup durur. Oğlunu kadın sözü dinlemekle suçlar, böyle yakalamaya çalışır. Kazım, kendi üstüne olan evi satar. At koşumu alır, eve gelir. Zehra Kayacık’a pancar ekmeye gideceğini söyler. Eşyala-rını toplayıp gider. Zehra Kayacık, kocası İsmail Erzurum’a gittiği için çaresizdir. Onca zaman çalışıp biriktirdikleri, çoluğunun çocuğunun rızkı harcanmıştır. Çok yoksulluk çekmişlerdir, biraz rahata kavuşunca neden şimdi tekrar darlığa düşmek diye üzülür, içi rahat değildir. Kazım gitmiştir. Zehra Kayacık o gece niyaz eder, ağlaya ağlaya Allah’a dualar eder. O gece rüyasında kendisini büyük bir türbede görür. Türbedeki zatın etra-fında dizleri üstünde döner, dualar eder. Bu işin sonu hayır mı şer mi olacak diye ağlayıp gezer. İncitmemek için dizleri üstünde gezer. Zatın da etrafı çevrilidir. Birden türbeden nur yüzlü, başında kavuk, sakalı göğsüne kadar olan biri çıkar: ‘Başıma bastın!’ der. Zehra Kayacık ağlamaya başlar: ‘Ayy!... Olur mu? Ben başına basmayayım diye dizleri-min üstünde yürüyorum. Ben sana kurban olurum; nasıl basarım senin başına?’ der. Ağ-layıp dizlerine sarılır: ‘Sen hangi mübareksen beni affet!’ der. Bu zat: ‘Ben Şah-ı Merdan Ali’yim!’ der. Zehra Kayacık,‘Madem Ali’sin, ben senin âşığınım. Bana yardım et. Kocam neyimiz var neyimiz yok alıp götürdü. Ne yapacak, nasıl olacak?’ diyerek sızlanır. Şah Merdan Ali: ‘Yağmurlar öyle fazla öyle fazla ki…’ cevabını verir. Zehra Kayacık yine yalvarmaya başlar. Yağışlar fazlaysa ne olacaktı onların ahiri? Elini sallayarak: ‘İki-ye bir.’ cevabını verir. Zehra Kayacık yine dizlerine yatar, yalvarmaya başlar. ‘Kurban olayım, sen şahlar şahısın. Benim ahirimi söyle, ben ne olacağım?’ der. Hemen kolundan tutup dizine yatırır şahlar şahı. Elleriyle üç defa sırtına vurur.17 Sonra yanına oturtup el-lerini elleri arasına alır ve anlatır: ‘Sana yedi sene çile yazılmış. Hiç kocana takılma, ona karşı gelme, ne derse sus. Yedi sene sonra sağına da ayna takacaksın, soluna da. Sağını da göreceksin, solunu da. Bu çileyi çekeceksin çare yok ama kocana da karşı çıkmayacaksın!’ der. Böyle deyince Zehra Kayacık yine ona niyaz olur, ayaklarına kapanır. Üç yudum su verir, Zehra Kayacık üç yudumu da içer. Bunu her gün üçer yudum aç karınla içmesini söyler. Asla kocasına karşı gelmemesini tembih eder. Zehra Kayacık suyu alır, koşa koşa eve gelir. Geldiğinde kocası ve kaynanasının kapıyı bir türlü açamadığını görür. Zehra

(20)

Kayacık’a nerede olduğunu sorarlar, bir türlü kapıyı açamadıklarını söylerler. Zehra Ka-yacık, Hz. Ali’nin türbesinde olduğunu söyler. Elindekini sorduklarında Zehra Kayacık anlatır. Hemen kaynanası bu suyu Zehra Kayacık’ın elinden kapar. Bunun idrar olduğu-nu, su olmadığını söyler. Zehra Kayacık ne olursa olsun içeceğini söyler. Kaynanasından suyu geri almaya çalışır. Çekiştirmeye başlarlar. Kaynanasını yere yatırır alır elinden suyu. Zehra Kayacık suyu alır; ama tekrar içemeden rüyadan ayılır.

Zehra Kayacık, rüyayı birisine anlatmak ister. Akrabası Nafiye ablasına gider. Beraber Davut Sulari’ye gitmeye karar verirler. Dede evde olmadığı için eşi Zafer Ana ilgilenir. Rüyayı eşine anlatır. Daha sonra dede gelir. Rüyayı öğrenince, eğilir Zehra Kayacık’ın gözlerinden öper, ona niyaz olur: “Böyle bir rüyayı neden anlat-tın, her kula nasip olmaz.” diye hayıflanır. Zehra Kayacık, pirinden yardım ister. Pir: “Sen Hak ile Hak olmuşsun, sana üç yudum bâde de vermişler; ama keşke bu rüyayı söylemeseydin. Olacak bellidir, bu çile alnına yazılmış. Kaynanan sana çektirecek; ama sen asla kocana karşı gelmeyeceksin. Çileni çekeceksin.” der. Zehra Kayacık ka-bul eder ve evine geri gelir.

Birkaç gün sonra kocası gelir. Gerçekten de yağmurlar çok fazla olduğu için ekin ekememişlerdir. Zehra Kayacık, “Yağışlar çok muydu?” diye sorar, kocası çok şaşırır. Doğru düzgün radyo bile yokken karısı nereden bilebilir yağışların çok ol-duğunu? Karısına sorar. Zehra Kayacık, ona da rüyayı anlatır. Kocası hemen rüyayı gördüğü tarihi bir yere not alır.

Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde yetişenlerin genellikle memoratlarını de-delere yorumlatarak geleneğe bağladıklarını görmekteyiz. Halkın çoğu zaman gü-zel olarak değerlendirdikleri ve anlatmak istemedikleri memoratlar, numen olarak

kalmaktadır. Türk sosyokültürel yapısı içinde özellikle “Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hacı Bektaş Velî, tarikat pirleri, Hızır-İlyas vd.” gibi din büyüklerinin içinde bulunduğu rüyalar genellikle anlatılmak istenmez. Çün-kü görülen memoratın iyi ya da hayırlı olma özelliği bozulacak ve bu tecrübe tekrar yaşanmayacaktır. Bir ileri safhada rüyayı gören kişiye bahşedilen özellik (nefes söy-leyebilme, saz çalabilme gibi) geri alınabilecektir. Genellikle anlatıcı, karşıdaki kişi tarafından gördüğü memoratı anlatmaması konusunda uyarılacaktır. Çok sık olarak olağanüstü bir şahsi tecrübe hemen kendiliğinden ve kolayca kolektif inançların te-rimleriyle yorumlanır (Kvideland, 1991: 20, Çobanoğlu, 2003: 35’ten). Bazen yo-rumlanamayan memoratlar ise numen olarak kalır. Onu gören bunun ne anlama

gel-diğini bilemez. Bu türden bir memorat başkasına aktarılırsa numen-memorat olur. Bu

durumda da benzer memorat ya da efsane motifleriyle anlamlandırılmaya çalışılır. Bir başka memorat çeşidi de sadece bir kişide görülmesi ve başka örneklerinin olmaması nedeniyle kişisel memoratlardır. (Kvideland, 1991: 20 Çobanoğlu, 2003:

(21)

Hz. Muhammed-Hz. Ali-Hz. Fatma: Üç Güzeller Memoratı

Türk sosyokültürel yapısı içinde varlığına değindiğimiz olağanüstü güçlerle irtibatın gerçekleştiği memoratların çok ilginç olanlarından biri de astral yolculuk temalı memoratlardır. Bu olağanüstü tecrübe, ya kişinin sadece kendisiyle ya da Hz. Peygamber, pir ve bir din ulusunun yardımıyla gerçekleşmektedir. Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde ehl-i beyt sevgisinin çok kuvvetli olması nedeniyle bu uluların aynı zamanda rüyalarda ve memoratlarda çok sık görüldüğüne rastlamaktayız. Zehra Kayacık, “Üç Güzeller” olarak adlandırdığı Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın ona eşlik etmesiyle astral bir yolculuk yaşamıştır:

Zehra Kayacık, kocasıyla birlikte pancar işi için Erzurum’a gider. Yorucu bir yol-culuktan sonra ahır işlerine koşulur. Sonra halı silkelemeye gönderilir. Ağır işler nedeniy-le karnındaki çocuğu düşürür. Çok üzülür, ağlar. Hava neredeyse kararmak üzeredir. Zehra Kayacık odasına gelir. Kızını alır kucağına, sarılır, başını yastığa koyar. Ama göz-lerinden ırmak seli gibi yaşlar dökülür. Bir şey de söyleyemez. Şah-ı Merdan’ın hiçbir şeye karşı çıkmayacaksın sözünü hatırlar. Hatırladıkça daha çok ağlar.

Bir anda üç kişi belirir. Biri kumral uzun boylu bir erkek; diğeri kırmızı bir elbise giymiş, başında altınlarla süslenmiş fes olan bir kadın; onun yanında belinde Zülfikar, diğerine göre biraz daha kısa olan, daha esmer bir erkektir. Ayağına vurup: ‘Kalk, ağla-ma!’ der kumral olan. Zehra Kayacık bunları görünce daha çok ağlar. Bütün dertlerini ağlaya ağlaya anlatır, ne çektiyse hepsini bir bir sayar, onlara içini döker. ‘Kalk, çocuğu bırak kalk, seni bir yere götüreceğiz.’ der. Çocuğunu bırakır; ne ayağına bir şey giyer, ne saçını örter.

Zehra Kayacık nasıl, ne kadar zamanda gittiler, nereye gittiler hiçbir şey fark et-mez. Kendini önünde büyük bir göl olan çok geniş bir alanda bulur. Ona etrafı gezdirir-ler. Sonra gölün önüne getirirgezdirir-ler. ‘Bundan sonra ne ağla ne sızla, bak burası senin ekmek kapın. Senin burası bundan sonra.’ derler. Orası birden kocaman bir gül bahçesine dö-ner. Aynı yerde kaynanalarının komşuları olan, kocası kahvecilik yapan Zennure isimli bir kadın daha vardır. Kadının günahını alıp kötü kadın derler. Bu kadın da güllerin üstüne yıkanmış çamaşırları asar hâlde görünür. Zehra Kayacık’a bu sözlere inanma, iftiradır demek isterler. Konuşmaya devam ederler. Bu göl deryasının başı artık Zehra Kayacık’ındır. Bundan sonra ağlamak, üzülmek yoktur. Burası ölene kadar onun ekmek kapısıdır.

Sonra Zehra Kayacık’ı aldıkları yere geri getirirler. Nasıl gittiğini bilmediği gibi nasıl geldiğini de anlayamaz. Kendisini yine oturduğu yerde, mübarekleri de yine karşı-sında bulur. Tekrar uyarırlar. Bundan sonra onun gözünde yaş görmeyeceklerdir. Ona ekmek kapısı verilmiştir. Ailesiyle bundan sonra oradan ekmek yiyeceklerdir. Zehra Ka-yacık kim olduklarını sorar. Kumral olan cevap verir: ‘Ben Muhammed, Fatma kızım, Zülfikar sahibi, aşk yıldızı Şah-Merdan Ali!’ der.”

(22)

Muhammed sözünü duyunca Zehra Kayacık, Hz. Peygamber’in ayaklarına kapanır. Zehra Kayacık bu memoratı nefesinde şöyle anar:

Üç Güzeller

Üç güzeller bir gün bana geldiniz Geldiniz de ahvalimi bildiniz Beni görüp de bura senin dediniz Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu İkisi erkektir birisi kadın

Hoş geldiniz dedim gönül sultanım Benim gönlüm petek sizler de arım Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu. Beni de aldınız hemen uçtunuz Evime gelip neşe saçtınız Gözlerim kör idi sizler açtınız Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu. Ayıldım gafletten içerim coşar Üç güzel aşkından yaşlarım akar Sanki karşımda hep bana bakar Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu. Sordum üç güzele sizler kimsiniz Kokunuz güzeldir sizler nursunuz Kör gözümü açtınız şahım pirsiniz Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu. Muhammed giyinmiş bütün karayı Kızı Fatma kuşanmıştı alları Ali kuşanmıştı Zülfikar’ını

Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu. Birden ayıldım ki kimse yok ben nasıl uçtum Orada üçlerin aşkına düştüm

Çok şükür şahıma rüyamı seçtim Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu. Zehra der ki koşacağım ardından Verdin ama göçmen ettin yurdumdan Tekrar görünün bana ölüyorum derdinizden Gördüm üç güzeli gönlüm şad oldu.

(23)

Zehra Kayacık, yaşadığı durumu Kazım’a anlatır. Kazım inanmaz, rüya oldu-ğunu düşünür. Zehra Kayacık rüya olmadığını, gerçekten göründüklerini söyler. Ka-zım da aynı gece aynı yeri rüyasında görür. Ona oranın onlara ait olduğunu söylerler. Kazım, Zehra Kayacık’a inanır. Gerçekten de dedikleri yeri alırlar, oraya kerpiçten küçük bir ev yaparlar. Orada uzun süre kalırlar. Ama hâlâ yedi sene olmamış, çileleri dolmamıştır. Pancar işinden iyi gelir elde ettikten sonra Hatay’a yerleşirler. Orada eşi inşaat işleri de yapar ve çok para kazanırlar. Rüyası gerçek olmuştur.

Hacı Bektaş Velî’nin Kerametiyle Kalbinin İyileşmesi Memoratı

Türk halkının velî kültünü kabul edip etrafında toplanmalarında, Kur’an-ı Kerim’in mucizelerini ve Hz. Muhammed’in şahsiyetini kabul etmelerinde Türkle-rin İslamiyet’i iyice gelişmiş bir velî telakkisiyle renklenmiş olan tasavvuf kanalıyla tanımış olmaları (Ocak, 1992: 13) gibi bir mektep ve mutasavvıf Ahmet Yesevi’nin varlığı çok büyük etkendir. Yesevi okulunda yetişen ve Anadolu’ya gelen halifeleri-nin yaptığı icraatlar neticesinde velî kültünün tüm Türk boylarına yayıldığını gör-mekteyiz. Bunların içinde en önemli şahsiyetlerden biri de Hacı Bektaş Velî’dir. Vilayetname (Gölpınarlı, ty)’sinden de anladığımız üzere o da yetiştirdiği halifeleri vasıtasıyla Balkanlara kadar yayılmış ve Müslüman Türk halkı ile birlikte başka din mensupları arasında dahi varlığını hissettirmiştir. Alevi-Bektaşi inanç sisteminde de Hacı Bektaş Velî, pîr olarak üstün tutulmaktadır.

Hızır kültünde bahsettiğimiz üzere Zehra Kayacık’ın memoratlarında da Hacı Bektaş Velî zaman zaman Hızır ile bir tutulmakta ya da beraber anılmaktadır:

Zehra Kayacık, Hatay’da kalp yetmezline yakalanmıştır, çok fazla sağlık sıkın-tısı yaşar. Eskişehir Yediler’de yaşadıkları bir apartman dairesinde bir gün rahatsızlığı tekrar eder. Matem ayıdır. Zehra Kayacık, matem orucu tutmuştur. Sofra hazırlanır. Bir anda Zehra Kayacık’ı kriz tutar, yere yıkılır. Su, kolonya ne getiriyorlarsa da Zehra Kayacık reddeder. Oruçtur, matemdedir. Ailedeki herkes şok içinde ona bakar. Zehra Kayacık çırpınırken Hz. Hüseyin’i çağırır. Hz Hüseyin de onun gibi çok çile çekmiştir. Diz üstü sofranın üstüne gelir: ‘Ya Hz. Hüseyin! Muhammed torunusan, Ali oğlusan… Sen Hakk’tan geldin, Hakk’a gittin. O kadar çile çektin. Bana da bu çileyi çektirme! Ya derman vereydin ya da bırakaydın orucumu açaydım… Öyle canımı alaydın.’ diye yal-varır. Bunları söyler söylemez, Zehra Kayacık, kriz yüzünden oracıkta kendini kaybeder. Birden az uzağında Hacı Bektaş Velî’yi görür. Babası onun koluna girmiş, musahibi onların arkasında elinde portakal elma beraber gelirler. Kocası onu kaldırmaya çalışır: ‘Kalk kız kalk, Hacı Bektaş Velî geldi.’ der. Hacı Bektaş Velî bir nara atar ‘Kaldırmayın şunu!’ der. Gelir, Zehra Kayacık’a üç dört kelime sual sorar, üç defa kalbine basar. ‘Sen bir daha bunu görmezsin!’ der ve kaybolur.

(24)

Zehra Kayacık uyandığında sabah olmaktadır. Anasından yeni doğmuş gibi dinç hisseder kendisini. Ne ağrı ne sızı ne kriz… Hiçbiri kalmamıştır. Hemen kocasını kal-dırır: ‘Kalk Hacı Bektaş Velî’ye kurban al, geldi beni iyileştirdi.’ der. Eşi kalkar, sarılır. Sevinçle Allah’a şükürler eder.

Otururlar beraber. Dışarıyı seyrederler. Artık hava biraz daha ışıldamıştır. İn-sanların yüzü daha belirgin görülür. Zehra Kayacık bir de bakar ki; ikrarı İsmail elinde portakal, elma yalnız başına gelmektedir, çok sevinir. Kapı çalar, kapıyı açar. İsmail’in elindekileri alır, ayaklarına kapanır. ‘Ayy, bunları bana verme. Bunları götür, lokma da-ğıt. Bana verme ağabey.’ der. Üç defa Zehra Kayacık’ın alnından öper. ‘Güzel bacım, bunlar Hacı Bektaş’ın sana lokmalarıdır. Bunları sana gönderdi. Sen bunları al, ben yine insanlara lokma dağıtacağım.’ der. Zehra Kayacık, sarılıp içeri gelmesi için yalvarır. İk-rarı: ‘Sen bunları al benim gidecek yerim var. Ben lokmanı da dağıtacağım merak etme.’ der, alnından öpüp çıkar gider.

Zehra Kayacık içeri geçer, düşünür. İkrarı Odunpazarı’nda oturur, sabah sabah neden buraya gelir? Bu elmaları, portakalları sabahın seherinde nerede bulmuştur? De-mek ki Hakk ona da nasip etmiş olmalı ki Zehra Kayacık’ın hasta olduğunu görüp, onu sormaya gelmiştir.

İki gün sonra, Zehra Kayacık yine orucunu açar ve ikrarının evine gider. ‘Abi kur-ban olayım, sen o gün geldin, lokmaları verdin. Neden o kadar erken kalkmıştın ki? Sen gittikten sonra pişman oldum sana sormadığım için.’ der. ‘Ne zaman?’, diye cevap verir ikrarı. Dün değil ondan önceki gündür. İkrarı perişan bir halde Zehra Kayacık’ın yüzü-ne bakar. Alnından niyaz eder, gözlerinden öper. ‘Benim güzel bacım, kurban olayım o gözlere. O ben değildim. Niye tutmadın yakasını? Benim suretimle sana görünmüş.’ der. Hep beraber şükürler ederler.”

Bektaşilikteki on iki posttan sonuncusu mihmandar/misafir yani Hızır postu-dur.18 Bu nedenle Alevi-Bektaşi inanç sistemi içinde misafire, eve gelene çok hürmet

edilir, elinden gelenin en güzeliyle ağırlanmaya çalışılır. Bir cemde, türbe, yatır veya mezar etrafında dağıtılan lokmanın da Hızır’a ulaşma19 ihtimali inancı bu nedenle

çok yüksektir. Zehra Kayacık, yaşadığı memorat sonucunda Hacı Bektaş Velî’yi an-dığı şu nefesi yazar:

Can Hacı Bektaş

Kalbim çok acıyor çekerim çile Baktım pirim geliyor hep güle güle İkrarım İsmail, babamda bile Yetişti cârıma Pir Hacı Bektaş

(25)

Doktorlar doktoru geldi hem hacı Kalbime bastı da kalmadı sancı Başına takmıştı elifî tacı Yetişti cârıma Pir Hacı Bektaş Pirimi gördüm de bana geldi aşk Sevinçten ağladım gözüm doldu yaş Doktorlar doktoru pirim sensin baş Yetişti cârıma Pir Hacı Bektaş Hüseyin’i çağırdım ol pirim geldi Yüzüme baktı da halimi gördü Ayağını bastı dermanım verdi Yetişti cârıma Pir Hacı Bektaş Kaldırdılar beni kaldırma dedi Bastı ayağını dermanı verdi Bir daha görmezsin sen bunu dedi Yetişti cârıma Pirim Hacı Bektaş Ben Zehra’yım Pirim elaman Derman istedim de kavuştun hemen Daha oruç idim On İki İmam Yetişti cârıma Pir Hacı Bektaş

Şah-ı Merdan ve “Adın Baş Köşeye Yazıldı” Memoratı

Zehra Kayacık, bütün işlerini Allah’tan hayırlısını dileyerek yapmaya çalışır. Gördüğü rüyalar, memoratlar bağlamında yazdığı nefesleri de onun için çok önem-lidir. Ancak bunların varlığından çocukları dışında kimselere daha önce de üzerin-de durduğumuz üzere yaşadığı olağanüstü tecrübelerin bozulmasını istemediği için bahsetmez. Bir yandan da yazdıklarından haberdar olanları ve bunları okumak iste-yenleri kırmak da istemez. Bunun için de hayırlı bir rüya görmeyi, bir başka deyişle de memorat yaşamayı beklemektedir:

Bir rüyasında yer yerinden oynar. Kıyametler kopar. Yer yerinden kopmuş gider. Şah Merdan da alnına bir şey bağlamış, altın rengi bir zırh giyinmiş, Zülfikar belinde, teber elinde görünür. Ama yer yerinden ayrılmış haldedir. Hacı Bektaş bekçilerinden olan Sefa Efendi, karısı, Zehra Kayacık bir de Gülşen isimli temiz bir kadın beraberdirler. Ne yerdedirler, ne gökte. Ayakları havada dururlar. Şah Merdan sağa sola dönüp naralar

(26)

çekerek hesaplar sorar. Orada Hz. Ali’nin yanında üç kişi daha vardır. Hz. Ali, Zeh-ra Kayacık’ın yanına gelerek hesap soZeh-rar. Daha sonZeh-ra yanındaki üç kişiden biri, ZehZeh-ra Kayacık’ın yanına gelerek ‘Sen Erzurumlusun değil mi?’ der. Zehra Kayacık da onaylar. Tekrar sorar: ‘Yazarsın değil mi?’, Zehra Kayacık: ‘Yazarım.’ diye cevap verir. ‘Senin ismin var ya başköşeye yazıldı.’ der. Bir de büyük halde yazılmış ‘A, H, N’ harflerini sırasıyla yazar. Zehra Kayacık’a da gösterir.20

Zehra Kayacık, bu memoratını da şu nefesiyle dile getirmektedir:

Canların Canı

Yer yerinden kopmuş kendi yürüyor Şah-ı Merdan üzerinde duruyor Sağa sola dönüp hesap soruyor

Ben böylece gördüm Şah-ı Merdan’ı Geldi selam verdi canların canı Zırh giyinmiş altın rengi sarısı

Göçmüş idi bu dünyanın yarısı

Orda vardı Gülşen, Sefa Efendi bir de karısı Ben böylece gördüm Şah-ı Merdan’ı Geldi selam verdi canların canı Dedim pirim aman eleman aman

Dünya kopmuş gider halimiz yaman Dedi böyle gelmiş böyle gider her zaman Ben böylece gördüm Şah-ı Merdan’ı Geldi selam verdi canların canı Belinde Zülfikar elinde teber

Kopmuştu kıyamet veriyordu haber Yanında biri vardı o da muteber

Ben böylece gördüm Şah-ı Merdan’ı Geldi selam verdi canların canı O muteber adam yanıma geldi

Sen Erzurumlusun yazarsın dedi İsmin başköşeye yazıldı dedi

Ben böylece gördüm Şah-ı Merdan’ı Geldi selam verdi canların canı

Referanslar

Benzer Belgeler

Seriyyu’s-Sakatî (ö.257/870), zâhidin nefsini terbiye ile, ârifin ise Rabbi ile meşgul olduğu anlamında şu sözü söylemektedir: “Zâhid nefsi ile meşgul olmadığı

Bu ilk cemaatin üyeleri, bir yandan kendi iç bünyelerinde fert ve cemaat olarak aynı dinî inanç merasim ve ibadetleri icra ederek birbirlerine daha bir kenetlenirken diğer

[r]

Bakan Sağlar, ülkemizde ilk kez Cumhuriyet Öncesi Müzesi ile Demok­ rasi ve İnsan Haklan Müzesi kurulma­ sı için ön çalışmalann sürdürüldüğünü, müzeler

Yukarıdaki yorumda görüldüğü gibi Eş’arî bu inançlar bütününde Allah’ın mutlak kudretine halel getirebilirim endişesiyle tam bir “Tanrı-Hükümdar” imajı

Yine lağv kelimesinin Kur’an’da genellikle dinlemek anlamında “semia” fiili ile birlikte zikredildiğini ve buralarda kelimenin daha çok boş, faydasız söz ve

Yani bilinmeyen bir zaman içinde, keyfiyeti kesin olarak bilinmeyen bir hadisenin ortaya çıkmasından sonra doğan bir inanç öğesi, belli bir zaman geçtikten sonra,

İşte bizim ahbap bu pazar bir Hünkârsuyu âlemi yap­ mayı kurmuş, bunu; bana, Sarıyere geldiğimiz zaman söyledi.. Doğrusu benim de hoşu­ ma gitmedi