• Sonuç bulunamadı

Kırkağaç’ta Bir Şair: Ali Rauf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Kırkağaç’ta Bir Şair: Ali Rauf"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Cafer Şen

*

AN INVESTIGATION ON THE RELATIONSHIP BETWEEN LACAN’S PSYCHOANALISM THEORY AND LITERATURE

“Benden önce şairler ve fi lozofl ar zaten bilinçdışını keşfetmişti, ben yalnızca bilinçdışının incelenmesini sağlayacak bilimsel yöntemi keşfettim.”

Sigmund Freud

ÖZ: Jacques Lacan, psikanaliz kuramını, bilinçdışı, dilbilim ve felsefe ilişkileri üzerine kurarken Joyce, Mallarme, ve Rimbaud gibi edebiyatçılara atıfl ar yapar. Hatta Edgar Allan Poe’nun “Çalınan Mektup” öyküsü üzerine psikanalitik bir inceleme yaparak kendi kuramına ait teoremlerinin bir kısmını edebi eser üze-rinde göstermeye çalışırken aynı zamanda Freud’u da doğrulamış olur. Çünkü Freud, kendisinden önce şair ve fi lozofl arın bilinçdışını keşfettiğini, kendisinin ise yalnızca bilinçdışının incelenmesini sağlayacak bilimsel yöntemi bulduğunu dile getirir. Lacan, Freud’un aksine bilinçdışını ilksel ve içgüdüsel olarak kabul etmez. Lacan’a göre bilinçdışı her şeyden önce dilseldir. Bir dil gibi yapılanmıştır. Ancak açıklandığında, söze döküldüğünde kavranır. Lacancı psikanaliz kuramında yapısal dilbilim kuramında olduğu gibi dilin yapısal özellikleri olan gösteren, gösterilen ilişkisi merkezde yer alır. Lacan söze dökülen bilinçdışını yorumlamak veya anlamlandırmak için bir söylemdeki göstereni öne çıkarır. Bilinçdışını bir söylem olarak tanımlar: Bilinçdışı Öteki’nin söylemidir ifadesiyle bilinçdışına ait sözün özne üzerindeki etkilerinin görülebileceğine dikkat çeker. Bu noktada bilinçdışını gösterenin özne üzerindeki etkileri sonucu ortaya çıktığını savunur.

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 19, Nisan 2019, s. 85-108.

* Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, (cafer.sen@

(2)

Bu nedenle Lacan, gösterenin üzerine yoğunlaşır. Bunu yaparken de sık sık ede-bi eserdeki gösterenlere dikkat çeker. Bu nedenle günümüz edeede-bi eleştirisinde Lacancı psikanaliz kuramı önemli söz sahibi olur. Bu yazıda Lacancı psikanaliz kuramı ile dil ve edebiyat ilişkisine dikkat çekilmekte yer yer edebi eserler Lacancı psikanaliz kuramına göre incelenmeye çalışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Lacan ve edebiyat, lacan ve dil, Lacancı psikanaliz kuramı.

ABSTRACT: While Jacques Lacan builds his theory of psychoanalysis on un-conscious, linguistic and philosophical relations, he refers to writers such as Joyce, Mallarme, and Rimbaud. In fact, by conducting a psychoanalytic study of Edgar Allan Poe’s “Purloined Letter”, he tries to show some of his theo-rems of his theory on the literary work, while also confi rming Freud. Because, Freud, before him, discovered that the poets and philosophers have discovered the unconscious, and that only the scientifi c method will allow the study of the unconscious. Lacan, unlike Freud, does not accept the unconscious as primitive and instinctive. According to Lacan, the unconscious is primarily linguistic. It is structured like a language. However, it is grasped only when it is explained, spoken. In the Lacanian psychoanalysis theory, as in the theory of structural linguistics, the relationship between language and structural features is shown in the center. Lacan brings out the protagonist to interpret or make sense of the unconscious. He describes the unconscious as a discourse. The unconscious is the discourse of the Other. He points out that we can see the effects of the unconscious word on the subject. At this point, he argues that the unconscious is the result of the effects on the subject. Therefore, Lacan focuses on the signifi er. For this reason, Lacanian psychoanalytic theory has an important role in contemporary literary criticism. This article emphasizes the relation between Lacanian psychoanalytic theory and language and literature; and departing from this point literary works are analyzed according to Lacanian psychoanalytical theory.

Keywords: Lacan and Literature, Lacan and Language, Lacan’s Psychoanalysis.

...

Giriş: Bilinçdışı Bir Gösterendir

Şair İsmet Özel, “Propaganda” şiirindeki “Köleler gördüm, karavaşlar/ hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı”1 mısralarında “hayaları burulmak” imgesini kısırlaşmış, üretimi olmayan anlamıyla olumsuz bir duyuş ve düşünüşü im-lemek için kullanır. Hayaları burulan biri gerek etik, gerekse estetik yönden hep bir tüketen konumunda yer alır. Bu sadece öznel, tikel anlamda düşünüldüğü gibi tümel 1 Özel, Erbain, s. 164.

(3)

toplumsal mekanizmada da düşünülebilir. Tüketici bir toplumu ayakta tutan ve besleyen “köleler”, “hayaları burul”muş kişilerdir. Aynı şiirin ilerleyen bölümlerinde “dağların kokusundan fabrikalar”ın acıktığı, tüketim mekanizmasının sadece toplumsalı değil doğayla birlikte ona bağlı duyumları da tükettiği, bu mekanizmanın hizmet ehli olan kölelerin ise gözlerinin camekânlarda olduğu görülür.

“Propaganda” şiirine Lacancı psikanaliz kuramıyla yaklaşıldığında ise fenomenolojik olarak şiirin derin yapılarında daha farklı anlam kalıplarını barındırdığı fark edilir. Aslında Lacan’ın “bölünmüş öznesinden hareket eden Ronald Barthes özenin okuduğu metinde kendini aradığını ve okura haz verenin söz sanatları, tekrarlar, metin içinde yarık ve çat-laklar” olduğunu öne sürer.2 Örneğin yukarıdaki dizelerde hadım/iğdiş edilmek anlamı veren “hayaları burulmak” imgesi de aslında bir çatlaktır. Bu imge Lacancı psikanaliz kuramına göre çocuklukta yaşanan imgesel/hayalî alandan zorunlu olarak simgesel/kül-türel alana geçişte öznenin başına gelen temel dönüşümü gösterir. Bu noktada “hayaları burulmak” Lacancı psikanaliz kuramında hadım/iğdiş edilmek durumunu imler. Hadım/ iğdiş edilmek Lacan’ın Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde yararlanıp öne sürdüğü haz-zın “kesin olarak bir kimsenin arzusuna yol vermesi/sahi çıkması” durumunda efendi tarafında artık diyalektiğin söz konusu olmadığı, çünkü efendinin nihayetinde “iğdiş edilmiş efendi” olduğu söyleminde yer alır.3 Burada “efendinin iğdiş edilmiş olması” durumu, onun/öznenin imgesel/doğa alanından simgesel/kültür alanına geçişinde ortaya çıkan travmatik yaralanmadır. Hegel’in köle-efendi diyalektiğini psikanalize uyarlayan Lacancı psikanaliz kuramına göre “hayaları burulan” “hadım-iğdiş” edilen efendi imge-sel/doğal alandan simgesel/kültürel alana geçmek zorunda kalan bütün özneleri kapsar.

Dolayısıyla İsmet Özel’in şiirinde kullandığı “hayaları burulmak” imgesi öznenin/ kişinin oluşumunda tikelin ötesinde tarihi, kültürü, aşan nesnel ve evrensel genel geçer bir ilke ve serüveni dillendirir. Bu ilke ise öznenin bir sakatlanmayla ortaya çıkmasıdır. Bu noktada “özne, var-olmayan değil sakatlanmış varlıktır”4 Bu noktada hadım edilen kişi, simgesel/kültürel alanda özne olarak konumlanmak için imgesel duyumlarından olan “belirli bir jouissance’den vazgeç”miştir.5

Pek tabii ki bizim bu yazımızdaki amacımız İsmet Özel’in “Propaganda” şirini-ni tahlil etmek değil, Lacancı psikanaliz kuramının edebi eserin kökeşirini-ninde insanın “ne”liğine ait ne gibi ipuçları bulduğu ve bunu hani yöntemlerle başardığıdır. Bu nedenle de yazı ilerledikçe hem Lacancı psikanaliz kuramı yeri geldikçe teorik olarak verilecek hem de edebi eserler bu kuram üzerinde değerlendirilerek insanın “ne”liğine ait ontolojik tümel özelliklerin nasıl yakalanabileceği gösterilmeye çalışılacaktır. 2 Demir-Atay, “Bir Okuma Deneyimi Olarak Jouissance: Lacan, Aktarım ve Edebiyat”, s. 113. 3 Dolar, “Divandaki Efendi ve Köle”, s. 259.

4 Yibing, İçi Boş İnsan: Masal Diyarının Ebedi Kurucusu, s. 75. 5 Evans, Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, s. 137.

(4)

Lacan, psikanaliz kuramını, bilinçdışı, dilbilim ve felsefe ilişkileri üzerine oturtur. Bununla da kalmaz Joyce, Mallarme, Rimbaud, Ponge gibi edebiyatçılara gönderme yapar. Hatta Edgar Allan Poe’nun “Çalınan Mektup” öyküsü üzerine psikanalitik bir inceleme yaparak, kendi kuramına ait teoremlerini bir edebi eser üzerinde göstermeye çalışır. Lacan bahsi geçen “çalınan mektub”u “saf gösteren” olarak yorumlar. Mektubu “saf gösteren” olarak sürekli yer değiştirmesinden ve öteki karakterlerin özelliklerinin mektubun konumuna göre belirlenmesinden hareket ederek, öznenin sembolik düzende kurulduğunu göstermeyi amaçlasa da öykünün aynı zamanda okuma etkinliğini dra-matize etmesi Lacan’ı da seminerinde okuma sorunsalıyla ilgilenmeye” iter.6 Böylece Lacan sadece kendi psikanaliz teoremlerini açıklamakla kalmaz edebi esere yeni bir okuma, yorum yaklaşımı da sunmuş olur.

Lacancı psikanaliz kuramı ile edebiyat incelemelerinin ortak yönü, üzerine düşün-dükleri ve yorumladıkları nesnelere/sözel verilere yaklaşım modelidir. Lacan, psika-nalizin inceleme/düşünme nesnesi olan “bilinçdışı”na Freud gibi yaklaşmaz. Lacan’a göre bilinçdışı “içgüdülerin alanı” değildir, “bastırılan şeylerle eş tutulamaz”, “ne ilksel ne de içgüdüseldir.” Bu nedenle bilinçdışı her şeyden önce dilseldir: “Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır”7 ve dolayısıyla da “son kertede bilinçdışı ancak açıklandığında, bu anlamda söze dökerek ifade edildiğinde” kavranır.8 Hiç kuşkusuz Lacancı psikanaliz kuramında yapısal dilbilim kuramında olduğu gibi dilin yapısal özellikleri olan gös-teren-gösterilen ilişkisi merkezde yer alır. Bu noktada “Bilinçdışı kalıcı içgüdüsel bir kaynayan kazan değildir. Bilinçdışı imleyen anlamına gelir.”9 Bu nedenle Lacan söze dökülen bilinçdışını yorumlamak veya anlamlandırmak için bir söylemdeki göstereni öne çıkararak “bilinçdışını bir söylem olarak tanımlar: “Bilinçdışı Öteki’nin söylemi-dir” ifadesiyle bilinçdışını “sözün özne üzerindeki etkilerinin görülebileceği”ne dikkat çeker. Bu noktada bilinçdışı “bastırılan ve bilinçdışının oluşumları biçiminde geri dönen şeyler (semptomlar, fıkralar/şakalar, parapraksisis, rüyalar vb.)” olması bakımından “gösteren”in özne üzerindeki etkileridir”10 Bu hususta, Lacancı psikanaliz kuramında bilinçdışının bir dil gibi yapılandığı ortaya konulurken aynı zamanda da bilinçdışını var edenin sözün/gösterenin özne üzerindeki etkileri olduğuna dikkat çekilir. Burada şu rahatlıkla söylenebilir ki özellikle edebiyat gibi dilsel bir faaliyet alanında göstereni veya gösterilenler sistemini yorumlamak veya anlamlandırmak aynı zamanda bilinç-dışına ait fenomenlere uzanmaktır, çünkü “bilinçdışı içsel değildir, tam aksine söz ve dil öznelerarası fenomenler olduklarından bilinçdışı bireylerüstüdür” ve “bilinçdışı 6 Demir-Atay, “Bir Okuma Deneyimi Olarak Jouissance: Lacan, Aktarım ve Edebiyat”, s. 117. 7 Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı Seminer, s. 26.

8 Evans, Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, s. 63.

9 Yibing, İçi Boş İnsan: Masal Diyarının Ebedi Kurucusu, s. 100. 10 Evans, Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, s. 63.

(5)

simgeselin işlevi olarak yapılanmıştır”11 Bu Lacancı kurama ait düşünceleri bir örnek üzerine uygulayacak olursak Turgut Uyar’ın

Büyük ölümün azı dişleri tıkırdar uzakta12

dizesinde şairin, bastırdığı içsel ve içgüdüsel arzular başlangıçta görünmemekle bir-likte bilinçdışına ait arzuların düşünceleri olan fenomenlere rahatlıkla ulaşılabilir. Bu noktada bilinçdışını var eden gösterenler ve onların ilişkisel ve çağrışımsal anlamları oldukça çok net görülür. Bu dizede yer alan “büyük ölüm” gösterenindeki sıfat olan “büyük”lük aslında varoluşçu terapinin dayandığı Heideggerci bir ölüm düşüncesini imler. Heidegger yaşamın anlamını/amacını/telosu’nu “ölümü reddetmeden yaşamak”13 olarak konumlandırırken aynı zamanda hem kaygısını hem de ötekinin söyleminin kendi üzerindeki etkisini dile getirir. Ölümü yaşamın anlamının merkezine yerleşti-ren Heidegger, Lacan’ın Efendi söylemi olarak kavramsallaştırdığı otoriteliğe dayalı Öteki’nin söylemini ve bu söylemin kendi üzerindeki kurucu işlevini çoktan kabul etmiştir. Heidegger ölümü “tecrübelerin en tekili, en kişisel olanı” olarak kabul eder-ken kişinin “en has imkânı” olarak görür, çünkü kimse bir başkasının yerine ölemez, başka hiçbir ölüm, ölüme dair başkasına bir şey öğretemez.14 Bu noktada ölümde kişi ancak, mutlak surette kendisidir. Bu nedenle “tek sahici varoluş” kişiyi “özgürce ölüme taşıyan olacaktır. Gerçek fedakârlığı intihardan ayırt eden şey, fedakârlığın kendinden başka bir şey için, başka bir insan, bir halk, bir vatan ya da bir fi kir için ölmeyi talep etmesidir.”15

Yukarıdaki Turgut Uyar’ın dizesinde “ölüm” göstereni Heideggerci bir algıyla/ yaklaşımla “büyük” göstereni ile nitelendirilir. Dizede “ölüm” göstereni ile birlikte Efendi söylemine bir diğer uygun ifade “azı dişi”dir. Her iki gösteren de kişinin üzerindeki Efendi söyleminin olumsuz otoriterliğini ortaya koyar. Buradaki olumsuz otoriterlik korkuyu değil kaygıyı ortaya çıkarır. Çünkü “ölüm” göstereni hem uzaklığı hem yakınlığı hem de somut olmayışıyla kaygının nedeni olur. Korkunun nesnesi mevcutken kaygının nesnesi mevcut değildir. Yukarıdaki dizede “tıkırdar” göstereni her ne kadar Efendi söylemi içinde yer almazsa da bu gösteren kaygı durumunun artışını imler. Çünkü bu ses gündelik yaşamda ölümün gelişini sürekli hatırlatan bir artık olarak duyulur. Bu noktada “tıkırtı” göstereni mevcut Efendi söylemi içinde azı dişlerinin kilitlenmesinde ve vurmasında daha çok şiddet barındırır. Çünkü bu gös-terenle verilmek istenilen tıpkı İsmet Özel’in “Saçlarım hakaretlerle okşanırken”16 11 age., s. 63.

12 Uyar, Büyük Saat, s. 209.

13 Cathcart-Klein, Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer..., s. 8. 14 Rogozinski, Ben ve Ten, Ego-Analize Giriş, s. 39.

15 age., s. 44.

(6)

dizesinde olduğu gibi “hakaret” “okşanmak” gibi karşıt durumları imlemektir. Bu noktada kötülük yapacak olanın gülümsemesi gibi yukarıdaki dizede ölüm de gelece-ğini azı dişlerinin tıkırtısı ile hissettirir. Burada da karşıt durumu imleyen gösterenler bir arada kullanılması kişinin tekinsiz konumda olduğunu gösterir. Yukarıdaki dizede şairin/anlatıcının psişik dünyasında ölümün, kaygı yaratmasına nedeni onun “uzakta” oluşunun düşünülmesine rağmen hemen, mevcut anda vuku bulma ihtimalidir. Çünkü kişiyi kaygıya iten felaketin olacağından çok beklentisidir. Bu kaygıyı ortaya çıkaran bu beklenti yukarıdaki dizede “uzakta” göstereni ile ortaya konulur.

Bütün bunlar da gösteriyor ki ölüm, simgesel/kültürel alanda şairin/anlatıcının psişik dünyasında bir vaka, düşünceden çıkarak neredeyse hayatını düğümleyecek bir kaygı hâline gelmiştir. Burada “düğümleyecek” göstereninin kullanılmasının nedeni şairin, simgesel/kültürel yaşamını düğümleyen duyumları bir anlatım/söylem içinde yeni anlam bağlamları kurup anlamlandırarak aşma çabasıdır. İşte Lacancı psikanaliz kuramına göre bu tek dizede gösterilmeye çalışılan bütün bu duyumlar kişinin/şairin/ anlatıcının psişik dünyasına aittir. Bu duyumları ortaya koyan gösterenler ise bilinçdışı arzunun düşüncesinin fenomenleridir.

Aslında herhangi bir sözel/dilsel malzeme veya rüya üzerine yapılan yorum ve tahlillerdeki en önemli hata gösterenin bir sembol olarak görülmesi ve ardında hakiki bir sır aranarak çağrışımlarının ve diğer gösterenlerle ilişkilerinin ihmal edilmesidir. Bu noktada Lacancı yorum, metinde dile getirilen öğeleri bulup çıkarmak için anlamdan ziyade gösterenlerin anlamsızlıklarına ve çağrışımlarına vurgu yapar.17 Buna “Büyük ölümün azı dişleri tıkırdar uzakta” dizesinde “azı dişleri” veya “tıkırdar”ın sembolik düzeyde ele alınarak bu ifadelerin arkasında anlamlar aranması örnek verilebilir. Hâl böyle gelişince de bir gösterenin anlamının gösterenler arası olduğu unutulmakta, anlam aşkın hâle getirilerek yaşamın içkinliğinden uzaklaştırılmaktadır. Hâlbuki Lacancı psikanaliz kuramına göre bir dilsel malzeme veya rüyada hakiki anlam gös-terenlerin ardındaki sırda değil bu gösgös-terenlerin biçimsel dizgesinde, gösterenler arası ilişkilerdedir.18

Lacancı psikanaliz kuramına göre hareket edilecek olunursa Turgut Uyar’ın yu-karıdaki dizesinde geçen ölüm algısı imgesel alana aittir. Ölümün hissedilişi simgesel/ kültürel dünyaya dâhil ait olurken, ölümün kaygı doğurarak yaşamı düğümlemesi ise Lacancı gerçektir. İşte bir söylemin gösterenleri üzerinde bu yapıları göstermek bir metnin derin yapısını ortaya koyar. Lacancı psikanaliz kuramının yapısal dönemleri olan İmgesel, Simgesel ve Gerçek alanları kişi için duyum ve davranış yönüyle önemli değişikliklerin meydana geldiği evrelerdir. Bu evrelerin her geçişi yeni davranış ve 17 Evans, Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, s. 261.

(7)

duyum değişikleri varetmekle kalmaz aynı zamanda nesne ilişkilerini de değiştirir. Bu nedenle edebi eserler, bu değişimi ve yeni ortaya çıkan nesne ilişkilerini konu edinirken diğer eserlerden farklı olarak tarih üstü, tarih dışı, nesnel ve evrensel davranışları da derin yapılarda gösterir.

Hiç kuşkusuz bu derin yapıda kişilerin ortak tarih üstü, tarih dışı serüvenleri vardır. Örneğin kişi erken çocukluk döneminde yaşadığı ve ardından dili ve dilin üzerinde taşıdığı tarihsel, kültürel ve toplumsal değer yargıları ve anlamları öğrenmesiyle kaybettiğini düşündüğü kökensel arzu, dolayımsız algı ve mutlak tatmin alanına ait duyumlara hayatına devam ettiği simgesel/kültürel alanda her daim asılı kalmaya çalışır. Burada aslında kişiyi yönlendiren “tözel bir şey kaybetmiş” olduğuna dair inancıdır; çünkü kişi bir hiçi kaybettiğini, kayıp nesnesinin bir hiçliğine cisim verdiği görünmez.19 Bu noktada kişinin kaybettiğini sandığı aslında şairin ifadesiyle “(Yok) bir (yok)tur.”20 Aslında geçmişte olmayan bir şeyi kaybetmesinin altında yatan psişik neden, kendi kökleriyle “ilişki kurmanın bir kipi olan nostaljinin yayılmasındaki en önemli etken kayıp nesnenin tözelliğine duyulan bu inançtır.”21

İmgesel dönemden Simgesel döneme geçişle birlikte öğrenilen dil, her ne kadar kökensel arzuları, dolayımsız algıyı ve mutlak tatmini bilinçli olanın ötesine/bilinçdışına iterken fi ziki dünyada bulanık varolanı düzenleyerek bireyin simgesel/kültürel alanda bir gerçeklik düzlemi/ilkesi kurmasını sağlar. Bu nedenle de “dil gibi bilinçdışı da birey-aşkındır.”22 İşte kişi simgesel alanda hayatını devam ettirirken kişinin bilinçdışı arzusu, bu kuruluş aşamasındaki erken çocukluk döneminde yaşantıladığını zannettiği dolayımsız algı, mutlak tatmin ve kökensel arzular alanına yönelik duyum ve algılardır.

Yaşam; İçi Boş Gösterenler Alanı

Lacancı psikanaliz kuramında simgesel/kültürel alandaki şairin/kişinin tutunacağı duyumlar imgesel alan kaynaklıdır. Bu alanın son dönemi Lacan’a göre kişinin kendini fark etmesi, yani kendi yüzünü anlamlandırması Ayna Evresi’ne denk gelir. Bu evre kişi için tamamlanmışlık, mutlak tatmine ulaşılmışlık durumunu arz eder. Annesi “için her şey olmak arzusuyla kendi bedensel imgesini kazanmaya yöneldiği”23 bu dönem-de, çocukta anne ile bütünleşme arzusu ve beden imgesinin diğer insanların bedensel bütünlüğü ile özdeşleşme yoluyla kazanılması durumu söz konusudur. Bunun da en 19 Mcgowan, Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfi ni Sürmek, Psikanalizin Politik Projesi, s. 75.

20 Kısakürek, Çile, s. 30.

21 Mcgowan, Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfi ni Sürmek, Psikanalizin Politik Projesi, s. 75. 22 Clero, Lacan Sözlüğü, s. 32.

(8)

önemli göstergesi çocuğun başkalarını taklit etmesidir. Ayna imgesi bu noktada psika-nalitik olarak, kişilik gelişim sürecinde bireyin kendi yanılsamacı “ben”ini keşfettiği dönemdir. Aslında “ayna evresi (stade du miroir) basitçe bireyin tarihinde bir çağ değil, içinde insan öznesinin savaşının sürekli devam ettiği bir veçhedir (stade).”24 Ayna da “narsisizm durumları için tipik bir simgedir. Mitolojik fi gür Narkissos’un kendi imgesini yansıtan sularda boğulması teması hatırlanırsa, Eski Yunan’dan beri aynanın hemen bütün toplumlarda narsisizmle ilgili olduğu düşünülebilir”.25

Ayna evresinde çocuk anneye ait bir bütünlüğün ve birliğin içindedir. Çocuğun bu çeşit bir bütünlük eğiliminin nedeni ise annesindeki eksikliği tamamlama isteğidir. Yaşamın ilk yıllarında anne, sadece dünya ile dolayımı kuran değil; dünyanın bütü-nüdür. Çocuk annesi için her şey olmak amacıyla aynada kendi ya da bir başkasının/ annesinin imgesiyle özdeşleşmeye çalışır. Bu devrede çocuk annenin arzusunun nesnesi olmayı arzular. Bunu başarabildiği takdirde kendini rahat bırakmayan bütün olumsuz duyumlardan kendini kurtararak, sonsuz tatmine kavuşacağını duyumsar. Kendine ait bir bütünlük kazanmaya yönelir. Bu nedenle “ayna evresi” bir öteki olarak çocuğun ‘ben’ini keşfetmesini sağlar. Lacan’ın “ayna evresi” adını verdiği bu evre, erken dönem çocuklukta imgesel dönemin son evreleridir ve Freud’un narsisizm dönemi adını verdiği evreye denk düşmektedir. İmgesel “kuşkusuz ayna evresine bağlıdır. İmgesel, oluşum sürecindeki öznen kendi imgesini oluşturur. Bunu yapabilmek için çocuğa önerilen temsiller oyunuyla, tüm özdeşleşmeler dizisini harekete geçirir”26 Hiç kuşkusuz şairin/ kişinin duyum ve algılarının imgesele olan yönelimleri bu devrenin ürünü olduğu dü-şünülebilir. Bu noktada ayna, “Düşsel olanla simgesel olanı birbirinden ayıran sınırları çizen bir eşik-olgudur. Bebek altı ayla sekiz ay arasında kendi kendisinin aynaya yan-sımış imgesiyle karşılaşır. İlk aşamada imgeyi gerçeklikle karıştırır, ikinci bir aşamada onun bir imge olduğunun ayrımına varır, üçüncü aşamada ise imgenin kendi imgesi olduğunu anlar. İmgenin ‘sevinçli sayıltı’sında, bebek, bedenin henüz birleşmemiş parçaları yeniden kurar, ama beden dışsal bir şey olarak-dendiği gibi-içe dönük bakışım terimleriyle” kurulur.27 Ayna Evresi’nde çocuğun aynada gördüğü imge, hem tam ve doğru hem de bir yan(ıl)sıma ve hayalidir. Tam ve doğrudur, çünkü aynadaki imgede tamlık ve otorite vardır. Bu imge hayalidir, çünkü yanılsama olarak görülen “ben”in kendisinde bu tamlık ve otorite yoktur. Bu noktada “ben” bölünmesine rağmen çocuk, bu dönemde yanılsamanın farkında değildir, kendini özdeşleştirdiği nesnelerle kay-betmiş olduğu düşündüğü bütünlük ve tamlığı, başka bir tamlıkla doldurmaya çalışır. Hâlbuki “mevcut eksiklik durumumuzda kayıp olarak deneyimlediğimiz tamlığa bir 24 Bowie, Lacan, s. 29.

25 Tura, Şeyh ve Arzu, s. 24.

26 Kristeva, Ruhun Yeni Hastalıkları, s. 120. 27 Eco, Ortaçağı Düşlemek, s. 59.

(9)

zamanlar sahip olduğumuz hayali tatmini tatminsizlik olarak görmemize” sebep olur, çünkü “ayrıcalıklı nesnemizin bir zamanlar tözel bir mevcudiyeti olduğuna inanmak, o nesnenin ayrıcalıklı nesne statüsüne çıkmasını sağlayan şeyin nesnenin kaybı oldu-ğunu görmemize engel olur”.28 Bu nedenlerle Cahit Sıtkı’nın aşağıdaki dizelerinde hem imgesel alandaki tamlık duyumu hem simgesel alandaki aynada görülen tamlık algısının bir yanılsamadan ibaret olduğu ortaya konulur. Burada kişi artık hem aynadaki aksinden hem de kendi gerçekliğinden şüphelenir konumdadır.29

Aynadaki aksim, gölgem, bir de ben Var mıdır, yok mudur onlar sahiden? Aşina değiller çektiklerime; İçlerinden biri gelse yerime.30

Bu dizelerde görüldüğü gibi simgesel/kültürel alana yansıyan İmgesel alan duyum-larında çocuk “omnipotent (kadiri mutlak) bir eksiksizlik” yaşarken kendi ile gerçeklik düzlemi arasındaki ayrımını netleştir(e)mez. Çocukta “ben” gelişmediğinden “gerçeklik duygusu” henüz mevzubahis değildir. Bu evrede kişi bir “solipsist (tekbenci) dönem” yaşar.31 Çocukluktaki bu narsis duyumlar, kişinin ileriki yaşlarında simgesel/kültürel alanla ilgili problemlerinde tutunmaya çalıştığı bir dayanak olabilir. Bu noktada “dış gerçeklik katlanamaz hâle geldiyse kişi içsel bir sığınağın en azından illüzyonuna ihtiyaç duyar. Eğer düşünceler, hisler, dilekler, arzular ve duygular acı veriyorsa kişi tüm bu dehşet ve kafa karışıklıklarından muaf olacak olduğu bir sığınak, bir inziva ya da ruhsal bir anestezi arayabilir”.32 Bu narsis duyumları simgesel/kültürel alanda öne çıkaran kişi, ötekinin reddi içinde içsel bir sığınaktadır. Böylesine duyumlar Necip Fazıl’ın

Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik İste yakalandık, kelepçelendik!33

mısralarındaki imgelere olduğu gibi yansır. Bu mısralarda şairin/anlatıcının simgesel yaşam akışını düğümleyen duyumların imgesel alanın “ayna devresi”nin narsis du-yumları olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu duyumlar şairin simgesel alandaki hayatını yaşanmaz hâle getirmiştir. Bu durum “yakalandık, kelepçelendik” gösterenleriyle verilir. İmgesel alanın narsis duyumlarını kişi açısından üzerinden atmanın bir hayli zor olduğu şiirin son bölümündeki dizelerde daha bir açıkça verilir:

28 Mccowan, Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfi ni Sürmek, Psikanalizin Politik Projesi, s. 106. 29 Şen, “Cahit Sıtkı Şiirinde Ayna İmgesinin Psikanalitik Temelleri”, s. 58.

30 Tarancı, Otuz Beş Yaş, s. 65.

31 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 73. 32 Phillips, Öyle ve Böyle, s. 176.

(10)

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan. Bakamam, aynada, aynada vicdan; Beni beklemeyin, o bir hevesti; Gelemem, aynalar yolumu kesti.34

Şiirde her ne kadar imgesel alanın tümgüçlü narsis eğilimlerin atlatılmasının zor olduğu vurgulanırsa da bu duyumların kişinin psişik dünyasında bir eksiği, açığı örttüğünden rahatlıkla bahsedilebilir. Narsis duyumların etkisi altındaki kişilerin ifade ettiklerinin tam aksine bağımlılık ihtiyaçları oldukça fazladır. Bilinçdışı düzeyde tüm-güçlü kendilik, bu durumu ifade etmesine izin vermez. Bu nedenle bu kişiler hâkimiyet alanını genişletip insanları kendisine bağlamaya çalışır.

Ayna evresi, simgenin/dilin araya girmesiyle nihayete ererken çocuğu ötekileş-tirerek kendini, uzantısı kabul ettiği evrenden koparıp “ben”ini oluşturmaya başlar. Bu aslında bütünlüğün parçalanışı, ilksel ve kökensel arzuların bilinçdışına itilişi ve dolayımsız algılama alanının sona erişidir. Ayna Evresi’nde yavaş yavaş oluşmaya başlayan “ben/ego”, “İd” kaynaklı dürtüler ile dış gerçeklik arasında uyumu sağlar, hazları dönüştürür. Kişi bu dönemde tatmin amacıyla dış gerçekliğe yöneldiğinde bir sürü hayal kırıklığına uğrayarak gerçeklik ilkesini oluşturmaya başlar: “Ben’in dün-yadan ayrışarak kendilik hâlini alması, anne-çocuk ilişkilerindeki ‘tatmin-frustrasyon’ diyalektiğine dayanır. Yaşamın başında yer alan tekbenci dönem frustrasyonlar saye-sinde yıkılır. Klasik yaklaşıma göre, eğer her ihtiyaç anında karşılanmış olsa, arkaik Ben’in gelişmesine imkân olmazdı. Anne-çocuk ilişkisinin kaçınılmaz bir boyutunu oluşturan frustrasyonlar sayesinde çocukta bir gerçeklik duygusu gelişmeye başlar. İd’in bir bölümü dönüşerek dış dünyanın koşullarını değerlendirmeye başlar.”35 Bu dönemde bahsi geçen hayal kırıklıkları insanda gerçeklik duygusu ve ilkesini geliştirir. Böylece gerçeklik ilkesi, kaybedilen dolayımsız algı, mutlak tatmin ve kökensel zevkler arayışının yerine, gelecekte vaat edilmiş tatminleri yerleştirmeye çalışır.

Bu dönemin sonunda Lacan’a göre “ben’in esas işlevi bir imge ile özdeşleşmek, bir kültürel imge hâlinde kendini görmektir”36 Bu noktada özdeşleşme “öznede bir hayali benimsediği zaman ortaya çıkan değişikliktir”.37 Kişi frustrasyonlar sonucu gerçeklik duygusunu geliştirirken mutlak tatmin, dolayımsız algı ve kökensel arzu kaynağına ulaşma isteğinin gerçekleşmeyeceğinin farkına varınca erişkinin gücünü paylaşmaya meyleder. Bunun sonucunda çocukta erişkinlerin sevgisini kazanma isteği ortaya çık-maya başlar. Kişide frustrasyonlar sonucu gelişen gerçeklik algısı ve duyusu, fi ziksel

34 age., s. 271.

35 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 73. 36 age., s. 184.

(11)

ve doğal bir gerçeklik değil; dile bağlı olan ve dil üzerinde taşınan kültürel/simgesel bir gerçekliktir. Bu noktada, frustrasyonlar ancak simgesel bir dolayım aracılığıyla kişiliğin gelişimini üzerine etki eder. Söylemler, kişinin, Lacan’ın kavramlaştırdığı “babanın adı” ile tanışmasını sağlar. Bu noktada sözü edilen gerçeklik düzlemindeki “baba” değil, üzerinde tarihsel ve kültürel değerler taşıyan dildeki sembolik “baba”dır. Dildeki “baba” aynı zamanda yasa(k)ları da üzerinde taşır. Bu simgesel baba “babanın otoritesinin simgesel yansıması değil, bu yaşamı düzenleyen ve bütünlüğünü garan-tileyen daha kendine has imleyen”dir.”38 Kişi simgesel/dilsel “baba”yı/babanın adını öğrenirken bu adın üzerinde taşıdığı değer anlamları ve yargılarını da beraberinde öğrenerek kökensel arzu ve dolayımsız tatmin alanına ket vurmaya devam eder çünkü Babanın Adı/yasa(k)ları ve kurallarıyla gelmiştir. Babanın Adı’yla karşılaşan kişinin tamlık üzerine kurulu olan uyumlu ikili ilişkisi bozulur; bu ikili ilişkinin arasına Baba-nın Adı bir üçüncü girer.39 Lacan’a göre kişinin imgesel alandaki uyumlu ilişkisini bir üçüncü olarak bozan “baba”, bir varlıktan ziyade dilsel, kültürel ve simgeseldir. Babanın kendinin veya Babanın Adı’nın40 ortaya çıkmasıyla insanyavrusu, simgesel/kültürel ağda kendini kurmaya başlar ve dille gerçeklik sistemini oluştururken aynı zamanda dili kullanması aracılığıyla da bir yarılma yaşar. Bu yarılmadaki metaforlar kültürün simgesel/dilsel alanına aittir. Bu da yüceltmenin kültürel alana ait olduğu sonucunu ortaya çıkarır. Bu hususta yüceltme için metaforun kullanılışında, dış gerçekteki göste-rilen aynı kalırken onu temsil eden, ona gönderimde bulunan gösteren hem değiştirilir hem de daha bir yüceltilir. İşte bu yüceltilen gösteren altına girmeyen dış gerçeklikteki durumlar bilinçdışına bastırılmış olur. Bu noktada dil, bireyin kökensel zevk, mutlak tatmin ve dolayımsız algı gibi edimlerin gerçekleştiği egzotik ve otantik dünyası ile dış gerçeklik arasına girerek bir yarılma meydana getirir. İşte bilinçdışı bu yarılmanın sonucunda ortaya çıkar. Spaltung (yarılma) “psikanalizde açımlanan varlığın kendisi ile ya da en mahrem psişizması ile davranışın, kültürün, bilinçli söylemin öznesi arasındaki ayrılmadır. Öznede gizli bir yapı olarak bilinçdışını yaratan bu ayrılma, söylemin ve genel olarak tüm simgesel düzenin özneyi dolayımlandırmasına bağlıdır. Simgesel düzen gerçek dünya ile özne arasında organize olan üçüncü bir düzendir. Sonuç olarak gerçek, insan ruhunda, bu gerçeği birincil konfüzyonundan kurtaran belli bir düzen kazanır. Kavramlar öncelikle karışmış olan şeyleri organize etmekle yükümlüdür”.41

Lacan “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” ifadesini kullanırsa da “bilinçdışının bir dil olduğunu veya dile indirgenebileceğini vb. söylememektedir”.42 Lacan, bir dilin 38 Nasio, “Jacques Lacan Kuramının Genel Kavramları”, s. 49.

39 Eagleton, Edebiyat Kuramı, s. 23. 40 Lacan, Baba-nın-Adları, s. 65.

41 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 181. 42 Althusser, Psikanaliz Üzerine Yazılar, s. 122.

(12)

yapısı gibi bilinçdışının yapısını senkronik olarak kabul ederek zamansal olarak bir anlığına açılıp kapandığını ima eder. İmgesel düzende çocuk için net olmayan “ben” ile “ben-olmayan” durumu ancak “öteki”nin karşısında ortaya çıkar. Bu noktada “ben” ya da “özne”nin ortaya çıkması için, çocuğun, Lacan’a göre “öteki” olan dil alanına girmesi gereklidir. Genel olarak bakıldığında mutlak tatmin, kökensel zevk ve dolayımsız algı alanının tam ve huzurlu bütünlüğünden kopan insan, dilin, gerçeklik düzleminde gönderimde bulunmadığı boş dünyası içinde bulur kendini. Üstelik bu gerçeklik düzleminde de asla aradığı tamlığı yakalayamayacak, sonsuz dil gösteren-leri içinde bir gösterenden diğerine geçiş yapacaktır. Bu gösterenler ağında, anlam ve gösterilenler sürekli üretildiğinden hiçbir nesne veya insan bu ağda tam anlamıyla var olamayacaktır. İşte dilin bu mekanizmasında ortaya çıkan boşluğu ve yokluğu edebiyat bir adım daha öteye taşır. Edebiyat dil özellikleriyle varlığın yerini boşaltan dilin yerini de metaforlar aracılığıyla iyice/bir kez daha boşaltır.

Metaforlar, esasen temelsiz oldukları, bir göstergeler kümesinin yerine konan başka bir göstergeler kümesi oldukları için, dil en yoğun olarak inandırıcı olmaya çalıştığı noktada kendi kurmaca ve keyfi doğasını açığa vurma eğilimidir. Edebiyat bu muğlaklığın en açık seçik görüldüğü bölgedir; okurun “düzanlam” ile “mecazi” anlam arasında tereddüt ettiği, askıda kaldığı seçim yapamadığı ve “okunaksız” hâle gelen metnin dipsiz dilsel uçurumuna düştüğü bölgedir.43

Bu noktada Lacan’ın arzu olarak nitelediği gösterenler sürekli tatmin edilmeye çalışılan bir yokluğun ifadesi olur. Dil ve dilin yabancılaştırıcı kullanımı olan edebiyat da bu yokluk içinde var olur. Bu yokluk ve boşluk içinde insanoğlu artık asla yitirdiği kökensel zevk ve dolayımsız algı alanındaki bütünlüğe erişemeyecek, gerçek ve son anlama ulaşamayacaktır, çünkü varlıklardan kopmuş, kökensel arzular ve dolayımsız algıdan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla yitirmiş olduğu varlığın bedeni imgesini asla geri almayacaktır. Bu noktada insanyavrusu tamlık ve bütünlüğü yaşantıladığı “varlığın bedeni” yerine simgesel/kültürel alanda dili veya metaforları geçirecektir. Hâl böyle olunca da kişi varlığın boşluğunu dolduramayacak, doldurmak için aradığı nesneyi sadece bulduğunu zannedecektir; fakat bulduğu sadece dil göstergesi olurken, onu tekrar tekrar kaybedecektir. İşte bu nedenle de kişi bir zamanlar tamlık ve bütünlüğü yaşadığını varsayacak, dil alanına girmekle bu tamlık ve bütünlüğü kaybettiğini düşüne-cektir. Bu noktada “Özneyi bir dil sistemi içinde düşünebilmek beraberinde ‘Gerçek’e özgü bir kayba gönderme yapmaktır. Başka bir deyişle, simgesel ve imgeselin temsil edilebilmesi öznenin artık ‘Gerçek’ten uzaklaştığı anlamına gelmektedir. Özneleşme süreci ile birlikte kaybedilen gerçeğe artık vekili olarak düşünülebilecek temsili bir gerçeklik cevap vermektedir. Kaybedilen nesne ise bir daha ulaşılmaz olan ve özneyi 43 Eagleton, Edebiyat Kuramı, s. 181.

(13)

eksik bırakandır.”44 Çünkü gösterilen sürekli sabit kalırken gösterenler çoğalacak ve her gösterilen simgesel/kültürel düzlemde adlandırıldığında tekrar bir gösterene dö-nüşecektir. Bir gösterilenin, gösterenlerinin çoğalması ise anlamı belirsiz ve bulanık hâle getirecektir, varlığı değil hiçliği imleyecektir. Bu noktada gösterilene ilişkin anlam ise kendini asla ele vermeyecek ve son sınırları hiçbir zaman bilinmeyecek olarak kalacaktır. Bu nedenle Lacan, bilinçdışının bir temsil zinciri olduğu düşüncesindedir.45 İşte bu temsiller/gösterenler, hem bilinçdışına bastıran/öteleyen, hem bastırılan/öte-lenen hem de ötebastırılan/öte-leneni/bastırılanı söylem içinde açığa vurandır. Bu yüzden Lacan’ın signifi e tanımındaki “bir söylemin sahibi olmayan Büyük Başkası, bir söyleme ihtiyaç duymaksızın dünyadan biri aracılığıyla konuş”ur46 yargısı, hem dilin özne üzerindeki etkisini hem de bilinçdışının dilde ortaya çıktığını gösterir.

Şimdi dünyaya bakıyorum (tam yazdığım bu anda) ve onu bir türlü anlayamamanın, onun bir türlü yakınına gelememenin, her imgenin, her hareketin, her sesin, her kokunun, her giysinin, her insanın kafamda ifade ettiği şeylerden uzaklaşamamanın bur sonucu olduğunu, sürekli aradığım o çekirdek-mutlağı, her şeyin arkasındaki koşulsuzu-Büyük Başka’nın yüreğini-kendi içimdeki ben nedeniyle elde edemediğimi biliyorum. Bir imleyenler zinci-rine mahkûm olmuş görüşümün, bana bunları bile yazdırabilecek ve beni kandırabilecek o ayartıcı ben’den ötürü olduğunu anlıyorum. ... Canlanmak canlı ve düşünen olmak, büyük Başka’nın kendisi olmayı, bütün olmayı değil, nefes alan ve gören başka olarak insan, büyük Başka’nın hizmetinde. Bahsettiğimiz felsefenin aynısı değil o, ben de değil çünkü ağzı, burnu ve gözü ona ait değil, bunlar ona başka. Böylece küçük başka insan, büyük Başka’nın hizmetkârı.47

Bu noktada artık “Konuşma eylemi egonun kendisi değil bilinçdışının kendisidir. Konuşan özne-ben öyle bir yerdedir ki ona ‘ben’ denilemez. Anlam olarak benden kaçan bir şey vardır”.48 Burada konuşan, bilinçdışında bulunan “büyük başka”dır. Dilin hep bir başkasının dili olduğunu söyleyen Lacan, “konuşmamın sahibi benim” diyen öznenin bir illüzyon gördüğünü iddia eder”.49 Freud’un bilinçdışının keşfi yle “ego”sundan tekinsiz bir şekilde dışarı atılan özne Lacan ile birlikte dilden de sürgün edilmiş, kişi kendi dilini kullanma ediminin dışına çıkarılmıştır. Ama kişi bunu fark edemez çünkü “arzu kendisini sembolik kinayeli dil içerisinde, onun yerini alarak ifade eder, ancak bu durum özne tarafından fark edilmez”.50 Lacan’ın söylemin “bü-44 Faraci, “Cinsel İlişki-sizlik”, s. 599.

45 Nasio, Jacoques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, s. 67. 46 Arslansoy, “Ses Vecd ve Cezbe”, s. 120.

47 Çelebi, “Dış-yakınlığın Çıkmazı İle Dışarının Sorumluluğu Arasında Lacan ve Levinas’ta Başka”, s. 238. 48 Üstermen, “Lacan’da Konuşan Özne-Ben Konuşmayan Nesnesi”, s. 125.

49 Arslansoy, “Ses Vecd ve Cezbe”, s. 120.

(14)

yük başkası”nın söylemi olduğunu işaret etmesi, bir söylemin sahibi olmayan Büyük Başkası’nın bir söyleme ihtiyaç duymaksızın dünyadan biri aracılığıyla konuşanın dili olduğunu varsayması ve “büyük başkası”nı bilinçdışı olarak ortaya koyması, onu edebiyat eleştirisinde önemli bir yere oturtur.

Psikanaliz ile dil ilişkisine Lacan’dan önce dikkat çeken Freud düşlerin linguistik anlatımlarla yakından ilgili olduğunu üzerinde durarak “herkesin kendi düş dili olduğu-nu” vurgulayanlara hak verir.51 Benzer bir biçimde Lacan da bilinçdışının oluşumundan hareketle, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki üzerinden tek ve gerçek bir anlamın olamayacağı kanısındadır. Lacan’a göre gösteren, gösterilene gönderme yaptığında diğer gösterenlerle de ilişki kurarak gösterileni ortaya koymaya çalışır. Böylelikle de anlam üretiminde, gösteren, ilişkili olduğu bağlar ve bağlamlardan ayrılır. Anlam yönünden bir türlü ulaşılmakta güçlük çekilen gösterilen ve onu gösteren, anlam üretimi yönüyle oldukça elverişli bir yapı özelliği gösterir. Bu noktada özne de kendinde gösterileni anlamaya çalıştığında benzer durumdadır. Kökensel arzuların ulaşıl(a)mazlığı gibi, artık mutlak ve tek bir anlam da ulaşıl(a)mazdır. Kişi dili öğrenirken dil göstergesinin öteki dil göstergeleriyle arasında farklı anlamlar taşıdığını, göstergenin gönderimde bulunduğu nesnelerin aslında var veya yokluğunun bir önem taşımadığını öğrenir; çünkü dil burada nesnelerin yerine geçerken, nesneye gönderimde bulunmak yerine, kendini nesnenin yerine koyar: “O zaman insanın yani ‘benim’ ağzımdan çıkan veya bilincimde dolaşan genellikle yabancılaşma hareketi olarak tanımlanan şey, yinelenen söz, dolaylı anlatım oluverir. Nedensizlik ilkesi gereği ‘ben’, artık kendi içerisinde değildir, içkinliğin en uç noktası olarak tanımlanan özbenliğini kaybetmiştir.”52

İnsanyavrusu dilin dünyası içinde, tek ve nesnel anlama, varlığın aslına, yani gös-terilene ulaşmak için bir gösterenden diğerine sürüklenip dururken, varlık ve bu varlığı anlama yöntemi olan dolayımsız algıdan koptuğundan bunun yerine dil algısını geçirerek, dil sisteminin içinde kendini adeta sınırlandırır ve hapseder. Üstelik dil göstergesinin “bütünüyle nedensiz olduğu”, “anlamın tamamen toplumsal uylaşıma ve kabule da-yandığı” bireyin “kendinde ve kendinden ‘doğal’ uygunluk taşımadığı” da göz önünde tutulursa dil tamamen bir hapishanedir.53 Dolayısıyla da insanyavrusu için artık dil ve dilin taşıdığı tarihsel ve kültürel değer yargıları ve anlamların kurduğu kültürel/simgesel gerçeklik düzleminde bu geçekliğin dışındaki bir Lacancı “gerçek”e mevcut sunulu dilin sistemini kullanarak ulaşılması mümkün değildir. İmgesel dönemden dilsel/simgesel alana geçişle de birlikte varlık, gösterilen daima bir gösteren tarafından gizlenir konuma gelir, bu durum da sürekli “öteki”ne gönderme ve vurgu yapar. Öteki de anlamlandırma, farkına varma ve farkındalık ilişkisi ortaya çıkarır. Bu noktada insanyavrusu için “öte-51 Freud, Düşlerin Yorumu, s. 152.

52 Boileau, Psikanaliz ve Dilbilim, s. 15.

(15)

ki”, Lacan’a göre artık ne bir varlık ne benzeri imgelerde olan aynadaki yanılsamadır. Buradaki “öteki”, artık Lacan’ın “büyük öteki” olarak adlandırdığı dildir; çünkü “dildeki göstergenin baskısı her zaman önceliklidir, kendini hissettirir”.54 Böylelikle dil ile ku-rulan simgesel alan Lacan’a göre sadece yasa(k)layan değil aynı zamanda buyurandır.55 Bu nedenle arzu düşüncelerinin bilinçdışına itilmesi yaşam boyunca devam eder. Fakat bu bilinçdışına bastırılanlar, bilincin hafi fl ediği, otokontrolün kaybolduğu zamanlarda her ne kadar ortaya çıkarsa da mutlak tatmin, kökensel zevk ve dolayımsız algı alanının duyum ve algıları bir daha geri gelmez. Bu nedenle de hiçbir alanda tam tatmin ve zevk yaşanamaz; çünkü mutlak zevk tanımsızdır, bu zevki “gösteren, gösterenler yoktur ve dolayısıyla mevcut olmayan iki gösteren arasında ilişki olmaz”.56

Zaten insanyavrusunun mutlak tatminine giden yoluna dilin/simgenin kurduğu kültürel alan başlangıçta ket vurmuştur. Ayrıca dil bununla da kalmayarak üzerinde tarihsel ve kültürel anlam ve değer yargılarını da mevcut ana taşıyarak yaşanılan anda kökensel arzu düşüncelerini bilinçdışına itmiş ve itmeye devam etmektedir. Üstelik dil benzetmeler ve yüceltmelerle yüklüdür. Bu yüceltmeler ve benzetmelerde dil göster-gesinin göstereni sürekli diğer gösterenler üzerine kaydığından gösterilenin anlamını bulanık ve belirsiz bir hâle getirir. Lacan’ın tanımıyla böylesine bir dilde gösterilen aynı kalmasına rağmen gösterenlerin sayısı çoğalmıştır. Aslında şiir diline benzer bu dilde “aslında bir tek gösterilenle pek çok gösterenin ilişkilenmesiyle ortaya çıkan bir söylem” söz konusudur.57 Gösterenin sürekli kaydığı ve gösterilenin/anlamın/varlığın belirsiz kılındığı bu dil hem bir edebi eserin hem de analist söyleminin yapı taşıdır.

Simgesel alana geçen insanyavrusu dilin içinde kalarak gerçeklik düzlemiyle iliş-kisini bu dile göre düzenler. Dil taşıdığı tarihsel toplumsal ve kültürel değer yargıları ve anlamlarla insana hazır verilerek iktidarını kurar. Lacan’a göre insan, gerçekliği olmayan, yalnızca hayalden ibaret olan bu dille/gösteren zinciriyle hiçbir meziyeti ve hiçbir meziyet ve mahiyeti olmayan bu varlık âlemine bin bir çeşit güzel renk verir ve insan kendini güzel aldatır. Lacan’ın dili “anakronik” bir tarzda ele alması dilin zaman ve uzamdaki insanın gerçekliğini aktarmaktan oldukça uzak kaldığının bir gös-tergesidir. Lacan’a göre “İnsanla dil arasındaki ilişki hiç de sorunsuz değildir; insanda ‘var’lığın ifadesini bulduğu yer değildir dil. Tam tersine insanla dil arasındaki ilişki, bilinçle bilinçdışı arasındaki gibi bir karşıtlık içerir. İnsanda ve insan aracılığıyla dilin konuşması, insanın susması anlamına” gelmektedir.58 Bu noktada dil bir düşünüm aracı olmaktan çok bir eylem tarzı, bir davranış biçimi olur. 59

54 Boileau, Psikanaliz ve Dilbilim, s. 15. 55 Pfaller, “Ben-lik-Başkası Olmadan”, s. 543.

56 Nasio, Jacoques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, s. 38. 57 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 200.

58 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 130.

(16)

Bu noktada Lacan’ın dilin anakronik oluşuna dair iki tespiti oldukça yerindedir. Bunlardan ilki, dil konuştukça/konuşulunca insanın susması, diğeri ise konuşanın insan üzerinden bilinçdışı, yani dile gerek duymayan “büyük başkası” olmasıdır. Bu her iki önermede de bireyin konuştuğu vakit kendini tam olarak dış dünyaya veremeyeceği, yansıtamayacağı vurgulanır. Dilin anakronikleşmesine bilinçdışı sebep olurken, mantık-rasyonellik bir nevi “üstben” ve “ben” gibi bir işlev görerek insanoğlunun bastırılan bütün düşüncelerini ve kökensel arzularını dile getirmesini engelleyip metaforik ve simgesel bir anlatıma yönlendirerek üst üste yığılan göstergeler aracılığıyla yüceltmelere sebebiyet verir.

İnsanın Değişmeyen Yazgısı; İmgeselden Simgesele Yolculuk

İşte şair ve yazar her ne kadar diğer kişiler gibi simgesel/kültürel alanda yaşarsa da bilinçdışı yönelimleri hep kaybettiğini düşündüğü mutlak tatmin, kökensel arzu ve dolayımsız algı ve duyum alanı olan imgesel alana doğrudur. Lacan’ın ortaya koyduğu bu iki dönemin özellikleri ve imgelerini Nial Lucy, Postmodern Edebiyat Kuramı adlı kitabında şu şekilde gruplar.

İmgesel Simgesel bebek erişkin dişil eril duyumsal mantıksal sezgisel rasyonel kişisel kamusal

Oidipus öncesi Oidipus

bütüncü ikici

doğru yanlış

önce sonra

Lacan’ın imgesel-simgesel alan ayrımına dayalı olan bu sınıfl amalar edebiyata uygulandığı zaman şu gruplamaları ortaya çıkarır.

İmgesel Simgesel şiir nesir lirik epik romans anlatı metakurgu gerçeklik özdeyiş deneme parodi ironi sanat kuram yaratıcılık eleştiri60

(17)

Bu tabloda görüldüğü gibi Lacan, edebiyat eserini duyumların ve hayallerin ol-duğu imgesel alan içerisine yerleştirir. Tablonun sol tarafında bakıldığında edebiyata ait değerler rahatlıkla çıkarılabilir. Sol taraftaki bölümde “romans edebiyatı çocuksu, dişil, duyumsal, sezgisel, vb. iken gerçeklik tersine erişkin, eril, mantıksal, rasyonel vb’dir. Aynı mantıkla şiir ve özdeyişsel metinler Oidupus öncesi öznellik ve hakikatle ilişkilendirilebilir; kuram ile eleştiriyse, Oidipal baskılanma ve bölünme ya da hakikat noksanlığıyla ilişkilendirilen ikinci sütundaki yani sonraya ait değerler altında topla-nabilir. Diğer bir deyişle Lacancı edebiyat eleştirisi genel bir düzenin değerleri, ilgi ve yarılarının makro mantıksal sisteminin altında ve bu sistem tarafından meydana getirilen analitik bir sistem olarak görülmelidir”.61 Bu bilgiler ışığında yukarıdaki tablo bir edebi eserdeki imgelere kadar ayrıntılanabilir.

Bu noktada insanyavrusunun kaderi imgeselden/doğadan simgesele/kültüre geç-mek olarak ortaya konabilir. Bu gidişte hiç kuşkusuz kişinin bilinçdışı arzuları ise hep simgeselden/kültürden imgesele/doğaya yöneliktir. Burada kişinin yolculuğu, imgesel döneme ait hazları, arzuları, algıları ve duyumlarını bilinçdışına bastırılan ‘ne’likten simgesel/kültürel ‘kim’liğe doğrudur. Bu noktada kişi, mutlak tatmin, kökensel arzu ve dolayımsız algı alanını bilinçdışına iterek kimliğe doğru ilerlerken; bu yolculuğun farkında olan genelde sanatçılar, özelde ise şair ve yazarlar, simgesel/kültürel değer yargılarını ve yasa(k)larını kabullenmiş insanının uzaklaştığı kökensel arzu, mutlak tatmin ve dolayımsız algı alanı olan imgesele/doğaya doğru yol almaya çalışırlar. Yani simgesel/kültürel alanda hadım/iğdiş edilmeye direnirler. Bu noktada şair ve yazarlar, simgesel/kültürel alandan imgesel/doğa alanına yaklaşma çabası içindedirler. Onlar sadece bu çabanın içinde değil aynı zamanda böylesine bir geri dönüş çabasının söyle-mini de geliştirirler. Edebi eserlerin genelinde bu çaba ve yolculuk, imgesel/doğa alanı ile simgesel/kültürel alanının imgeleriyle bir karşıtlık içinde verilir. Turgut Uyar’ın, Yâd adlı şiirinde bu karşıtlık çok bariz şekilde görülür.

Neşelerim geride kaldı eski günlerde, Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan O doğduğum diyarda, o kuru ve ıssız yerde, Petrol değil masaldı lâmbalarında yanan Neşelerim geride kaldı eski günlerde62

Hiç kuşkusuz yukarıda Lucy’in genel olarak verdiği imgesel/doğa ve simgesel/ kültür alanına ait imgeleri bu dizelerde imgeler üzerinden daha da ayrıntılayabiliriz. Turgut Uyar’ın şiirinin başlığı Yâd edimi, yani en derin yapıda kaybedildiği düşünülen ve bir daha da erişilmeyecek olan mutlak tatmin, kökensel arzu ve dolayımsız algı alanı 61 age., s. 54.

(18)

olan imgesel dönemin hatırlanmasına yöneliktir. Bu tema şiirin bütününe yansımaktadır. “Yâd” şiiri imgesel/doğa ve simgesel/kültürel alan karşıtlığını, her iki döneme ait zengin imgelerle ortaya koyar. Örneğin yukarıdaki dizelerde “neşe” göstereni, imgesel alana ait bir duyumun fenomendir. Bu duyum simgesel/kültürel alanda solmuştur. Çünkü şair/anlatıcı neşelerinin geride kaldığından bahsetmekle kalmaz, yaşanılan mevcut anda kaybedilen neşenin melankolisini de yaşar. Geçmişte yaşanan neşeli günler, saadet asırları geride kaldığından mevcut anda hem kaybedilenin melankolisi yaşanır hem de geleceğin ufku kararır. Yasta, kaybedilene dair anı ve umutlar tekrar hatırlanarak her seferinde kaybedilenin artık olmadığı yargısına varılır. Melankolide ise “kaybedilene duyulan bilinçsiz nefret dönüp” kişiyi “ele geçirir; bir zamanlar başkalarına duyulan” öfkeyi “o kişilerle bilinçdışı bir şekilde” özdeşleştiği için kişi kendine yöneltir.63 Ar-tık kişi vazgeçemediği simgesel alanın ötesindeki kaygılandığı, istemediği kişiliğine bürünmüştür. Bu noktada yas ve melankoliyi birbirinden ayıran suçluluk duyumudur. Melankolide kişinin kendine yönelttiği suçluluk vardır. Melankolinin kayıp nesnesi tanımlanamaz, yokluğa karışmak üzeredir. Benzer bir kayıp Cahit Sıtkı’nın “Bu güler yüzlü adam ben değilim”.64 dizesinde mevcuttur. Bu dizede de kaybedilen, neşe ve mutluluğun fenomeni olan “gülüş” kaybolmuş yerini melankoliye bırakmıştır.

Bununla birlikte yine Turgut Uyar’ın Yâd şiirine ait dizelerde “yağmur”, “ıs-lanmak” “kuruluk” “ıssızlık” doğaya ait imgesel dönemin gösterenleridir. Çünkü bu imgelerin her biri simgesel/kültürel alanda hadım/iğdiş edilmiş, esneklik, dönüşlülük ve evrilme gibi duyum ve algıları imler. Yukarıdaki dizelerde imgesel alanın bu im-gelerinin karşıt kutbunda ise sembolik/kültürel alana ait “petrol” imgesi yer alır. Bir imge olarak petrol ise donukluğu, sabitliği imler. Bu imgenin yine karşıt anlatımında lambada yanan masal imgesinde ise gösterenin altında yer alan gösterilenin tamamen kaydığı, masal göstereninin simgesel/kültürel alanda tamamen belirsizleştiği görülür. Bu anlatımda sadece gösteren mevcuttur.

Hiç kuşkusuz şair veya yazarın diğer öznelerin aksi istikametinde simgesel/kül-türel alandan imgesel/doğa alanına yol alma, iğdiş/hadım edilmek istememe arzusu edebi metinlerdeki imgeler takip edildiğinde rahatlıkla görülür. Çünkü Freud, “Ben-den önce şairler ve fi lozofl ar zaten bilinçdışını keşfetmişti, ben yalnızca bilinçdışının incelenmesini sağlayacak bilimsel yöntemi keşfettim.”65 ifadeleriyle edebi eserlerin, kişinin simgesel/kültürel alana geçmekle ötelemek, bastırmak zorunda kaldığı du-yum ve algıların alanı olan imgesel dönemin ürünleri olduğunu tescil eder. İşte Sezai Karakoç’un aşağıdaki dizelerinde kişinin genel yazgısı olan imgesel/doğal alandan simgesel/kültürel alana geçmekle kaybettikleri her iki alana ait karşıt imgelerle verilir. 63 Leader, Depresyon, Yas ve Melankoli, s. 61.

64 Tarancı, Otuz Bey Yaş, s. 202.

(19)

Çocukluğun güllerin kasabasıydı sanki Baharda anne ve gül çifte aynaydı sana Ve gençlik yıllarında son ışıklar perisi Gibi gelen sevgili gül ve aynaydı sana Sonra güller ezildi aynalarsa devrildi Ne anne ne sevgili ne gül kaldı ne ayna Kala kala ağlamak armağan sana şimdi O ise uzaklarda dalmış öz rüyasına66

Karakoç’un bu mısralarda kaybedilmekle acısı çekilen alan, dil ve dilin üzerin-de taşıdığı üzerin-değerlerin öğrenilmesiyle birlikte kaybedildiği düşünülen mutlak tatmin, kökensel arzu ve dolayımsız algı alanı olan imgesel dönemdir. Bu mısralarda geçen “çocukluğun güllerin kasabası” “anne ve gül”ün “çifte ayna” olması anlatımında ise gösterilenler çoktan gösterene dönüştüğü, gösterenin gösterilenlerin üzerinden kayışı söz konusudur. Lacancı psikanaliz kuramında da gösterenin her daim gösterilenler üzerinden sürekli kayışı aslında gerçekliğin de dilin ve her türlü anlamlandırmanın altında kalması anlamına gelir.67 Lacan’a göre bu durum bir nevi nesnelerin kaybolu-şudur; çünkü “işaret tetikleyicilerin (imleyenlerin) oluşturduğu zincir sürekli olarak bir şeyin yerine başka bir şeyi koymadan oluşur”.68

Sezai Karakoç’un yukarıdaki dizelerinde geçen “güllerin ezilmesi” ve “aynala-rın devrilmesi” imgeleri ise, çocuğun, Lacan’ın Ayna Evresi olarak kavramlaştırdığı dönemin geçildiği, imgesel alandan simgesel alana geçişiyle birlikte tümgüçlü, narsis duyumlarının ketlendiğini imler. Bu noktada yukarıdaki dizelerde yer alan “ezilme” ve “devrilme” gösterenleri bahsedilen dönemin acı içinde travmatik bir şekilde atla-tıldığının gösterenleridir. Yukarıdaki dizelerde imgesel alandan simgesel alana geçişin bir diğer imgesi ise “anne ve gül”ün “çifte ayna” olması, ardından imgesel dönemin nihayete erişinin ise “aynaydı” göstereniyle verilmesidir. İmgesel alanda “anne ve gül” aynasının yerini simgesel/dilsel alanda, gençlik yıllarında “son ışıklar perisi gibi gelen sevgili gül” almıştır. Bu noktada şair/anlatıcı simgesel alanda bile imgesel alanda olduğu gibi bir “ayna” arar. Burada sevgili, şairin imgesel duyumlarını olumsuzlayacak simgesel/toplumsal alanın Büyük Öteki’sine ait değil tıpkı imgesel alanın annesi gibi şaire/anlatıcıya sevgisini nedensiz verecek, tümgüçlülüğünü ve değerliliğini hatırla-tacak bir fi gürdür. Bu nedenle anne ve sevgilinin sınırları birbirine dönüşecek kadar belirsizidir. Böylesine bir algı imgesel alanda her duyumu anne üzerinde algılamaya çalışan çocukta mevcuttur. Şair/anlatıcı simgesel/kültürel alanda aslında böylesine bir 66 Karakoç, Gün Doğmadan, s. 436.

67 Lucy, Postmodern Edebiyat Kuramı, s. 50.

68 Moait, “Düşüncenin Semptoma Dönüşmesi (Tinin Semptomatolojisi): Lacan Hegel’e Karşı mı Yoksa

(20)

anne ve/veya sevgilinin varlığını devam ettiremeyeceğini ise “güller ezildi aynalarsa devrildi”, “ne anne ne sevgili ne gül kaldı ne ayna” anlatımıyla verir. Bu noktada imgesel alanın aynası-anne ve sevgili-şaire/anlatıcıya yanılsamacı ve olumsayıcı bir tarzda değerliliği hissettirerek onu hoşnut eder. Bunun aksi istikametinde ise toplumsal alanın Büyük Öteki”si içinde yer alan sevili ise şairi/anlatıcıyı olumsuzlayarak onun toplumsal ve cinsel kimliğini kazanmasını sağlayacaktır. Simgesel alanda şair/anlatıcı değerliliğini duyumsamak için daha çok çaba harcayacak imgesel alanın duyumlarını terk edip yer yer hoşnutsuzluğu yaşayacaktır.

Bu noktada simgesel alanda kişi artık dolayımsız algı, mutlak tatmin ve kökensel arzu alanının duyumlarından uzaktır. Simgesel alana geçen özne artık kendi duyumla-rına değil babanın yasasına tabidir. İşte kişilerdeki mazi hasreti, geçmişin yüceltilmesi, aşkın hâle sokulması, kaybolmuş cennet gibi bilinmeyen zaman ve mekânlara dönüş yönelimi ilksel ve kökensel olarak hep imgesel alana dönme bilinçdışı arzusuna yöne-liktir. Bu dönemin arzusunun düşünceleri yukarıdaki mısralarda görüldüğü “uzaklarda öz rüyasına dalmış” bilinçdışına bastırılmıştır.

Karakoç’un yukarıdaki dizelerde hem imgesel-simgesel alan hem doğa-kültür kar-şıtlığı mevcuttur. İnsanlar otantik ve egzotik duyum alanı olan imgesel döneme ait haz, istenç ve arzularını, yasa(k), değer, bilinç ve rasyonel aklın baskısı altında bilinçdışına iterler. Bu noktada doğa-kültür karşıtlığı; duyumsal “ne”lik, kültürel “kim”lik, kökensel arzu-değer yargıları, dolayımsız algı-dilsel/simgesel algı karşıtlılarını sembolize eder. İşte bu nedenledir ki Lacan’a göre “öznenin tüm dramı, doğa-kültür karşıtlığında düğümlenir”.69

Aslında imgesel-simgesel, doğa-kültür karşıtlığı Uyar ve Karakoçu’un şiirinde olduğu gibi kronolojik olarak ilerleyen dönemler değildir. Kişinin psişik ve fi ziki dünyasında aynı anda senkronik olarak varolan yapılardır. Bu gerçeğe Cahit Zarifoğlu “Dağ ve şehir diye bölünmüştü insan”70 dizesiyle yaklaşırken, insanın hem yaşam/ dağ karşısında ölüm/şehir gibi karşıtlık içeren iki çeşit içgüdü ve dürtü alanına hem de Lacan’ın bölünmüş öznesi durumunda olduğuna işaret eder.

Hiç kuşkusuz şair ve yazarlar da, psikanalistler gibi simgesel/kültürel alanda bilinçli ve rasyonel bir hayat karşısında bireyin psişik dünyasının yaralandığını düşünerek çocukluğun erken dönemlerinde bir zaman yaşanan ve sonra Oidipus Karmaşası’nın ardından dil ve dilin üzerinde taşıdığı tarihsel, kültürel ve toplumsal değer yargıları ve anlamların öğrenilmesi döneminde kaybedilen kökensel zevk, dolayımsız algı ve mutlak tatmin alanına yönelir, bu alana dikkat çekerler. Ayrıca onlar, bireyin dili öğrenmesiyle geçtiği kültürün simgesel/dilsel alanının da istek, arzu ve zevklerinin düşüncelerini bastırıp bilinçdışına ittiğini de hesaba katarak insanın duyumsal gerçek ‘ne’liğinin ipuçları olan kökensel zevk, mutlak tatmin ve dolayımsız algı alanı olan otantik ve 69 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 203.

(21)

egzotik hayat alanı olan bilinçdışına dikkati yönelterek bu alanda ele geçirebildiklerini eserlerinde yansıtırlar. Böylelikle şiirde görülen kültür-doğa, bilinç-bilinçdışı, değer yargıları-kökensel zevkler, dolayımlı-dolayımsız algı gibi karşıtlıklar belirir. Şair hiçbir zaman simgesel/kültürel alanın dili ve dilinin üzerinde taşıdığı değerler alanını değil, Lacancı psikanaliz kuramının ortaya koyduğu gibi babanın yasa(k)ları tarafın-dan iğdiş/hadım edilmek istemeyerek doğayı, bilinçdışını, kökensel zevkler alanını ve dolayımsız algıyı tercih ederler.

İşte bu nedenledir ki bir şiirde/edebi eserde gösterenlerin dile getirdiklerinin ya-nında getir(e)medikleri, olanlardan ziyade olmayanlara da dikkat edilmelidir. Çünkü dil denilen uzlaşımsal gösterenler ağı, varolanla kurulacak dolayımsız algıya ket vurmuş ve varolanın gerçek “ne”liğinin önüne geçmiştir. Özellikle de dil, taşıdığı tarihsel, kültürel, toplumsal değer yargıları ve anlamlarla gerçeklik düzlemi ve varolan üzerinde bir yanılsama ile bireyin istek, arzu ve zevklerini bastırarak bunları bilinçdışına itmiştir. Lacan’a göre böylesine bir dil, gizler ve hakikatten uzaklaştırır; çünkü insanın kendi gerçeğini, bir söylem içinde tanımlar ve bir imgenin yanılsamalı etkileme bağlayan yönleriyle öne çıkar. İşte bu nedenle önceden hazır sunulu olan dil ve bu dille kurulan söylem bilinçdışını açığa çıkaramadığı gibi insanın gerçek “ne”liğini ortaya koy(a)maz:

Bilinçdışı herhangi bir dilden yahut en az iki ayırt edilir unsur barındıran herhangi bir söylem kesitinden tekrar tekrar oluşturulabilen bir dildir. Descartes, Hegel ve Heidegger tarafından ortaya atılmış felsefî önermelerin ya da Shakespeare, Gongora veya Hugo ta-rafından ortaya konmuş şiirsel ifadelerin bilinçdışı nezdinde hiçbir özel konumu yoktur. Bilinçdışının ürünlerini yorumlayacak kişi ‘bir sanat ve tefekkür ansiklopedisi olduğu kadar sıkı bir Fliegened Blatter (Freud’un rüya yorumlarında gönderme yaptığı ünlü bir Alman mizah dergisi) okuru olmalıdır; bilinçdışı modelleri kuracak kişiyse insan sesinin duyulduğu-bir çocuğun değişik tonlamalı ağlamalarında olduğu kadar çok heceli yetişkin sohbetlerinde de-her yerde işitilir olan yapanın çağrısına kulak vermelidir.71

Bu ifadelerde görüldüğü gibi bilinçdışının dili veya bilinçdışını ortaya koyacak olan dil, gösterenin sürekli aktığı, anlamların oluşumuna açık, aklın kontrolünde olmayan, bu kontrolü kıran otomatik istemsiz olarak ortaya çıkan bir dildir. Bu nok-tada Lacan, gündelik dil veya kontrol altında kurulmuş söylemde insanın gerçeğinin ortaya çıkmayacağını düşünür. Bu nedenle; “Lacan’ın insanı, Heidegger’in dille bütünleşen, onun aracılığıyla dilin (tarihin, zamanın, varlığın) konuştuğu insanından tamamen farklıdır. Heidegger’da insanla dilin ilişkisi sorunsuzdur, Sıradan insanların söyleminde dile gelen, ontolojik düzeyde değilse bile ontik düzeyde bir hakikattir. Filozofa düşen bu ontik düzeyi yorumsamayla kökenine bağlamak, ondaki ontolojiyi açığa çıkarmaktır. Heidegger’de dil kendi döngüsel etkileri (ontiko-ontolojik gidip 71 Bowie, Lacan, s. 80.

(22)

gelmeleriyle) hakikati sergiler. Oysa Lacan’da dil, gizleyen hakikatten uzaklaştıran, insanın kendi geçeğini söylem içinde tanımlanan bir imgenin yanılsamalı etkileme bağlayan yönleriyle öne çıkar”.72

Sonuç Yerine: Bir Gündüz Düşü Olarak Edebiyat

Freud’a göre ise bilinçdışına uzanan “yaratıcı bir yazı, tıpkı bir gündüz düşü gibi, çocukluktaki oyunların bir devamıdır ve bunların yerini tutar”.73 Bu çeşit yazılar, belir-lenmemiş, el değmemiş, alışılagelmemiş istek ve duyguların eser(ler)idir. Bunlar birey açısından simgeleşmiş fakat kültürün dilsel alanında ve toplumsal yapısında pek de kabul görmeyen arzu ve istençleri paylaşabilir bir biçime sokmanın başarısını sağlarlar. Freud’a göre, bu yazılardaki düşleri “öğrendiğimizde bizi tiksindirir ya da en azından etkilemez. Ama yaratıcı yazar genellikle kendi kişisel düşleri olarak algıladığımız şeyleri anlattığında yiğit bir haz duyarız”.74 Böylelikle haz tiksintiden kurtulur, çıkarılıp alınırken yazar da görünüşte imkânsız olanı başarmış olur. Freud’a göre edebî eserler aracılığıyla “bir topluluk hissini yeniden oturtulmayanı başarırız, yalnızca birbirimizden zevk almaya değil, aynı zamanda şimdiye kadar iğrenç gördüğümüz fi kirlerimizden de zevk almaya ayartılırız”.75 Böylelikle “gündüz düşlerinin bu “estetik” “değişimi ve gizlenmesi” aracılığıyla yaratıcı yazar “bundan böyle kendimizi ayıplamadan ya da utanmadan kendi gündüz düşlerimizin zevkini çıkarmamızı” sağlar.76 İşte bu noktada edebiyat, edebî eser ahlâkî olarak belirsiz, tikel bir görevi yerine getirerek arzulananı kabul edilebilir tümel duruma getirir. Bu noktada edebî eser “toplum içerisinde mutlu bir şekilde aykırı olma, normalde yasaklı olan arzuları bilinir kılma”77 sanatı olurken, bu anlamda edebiyatın da bastırılmaya yüz tutmuş insan hayatının en otantik ve egzotik yapı alanı olan bilinçdışına yönelmiş olmakla reel hayatın aşırı bir şekilde rasyonel edilmesinden doğan yaralarını temizlemek, bir denge kurmak gibi terapi görevini üstlendiği görülür. Freud genel anlamda sanat özel anlamda ise edebiyatta yaratılan fi gürlerle sanatçının mutsuzluğunu sanatı gücüyle yadsıdığını ve aştığını dile getirir. Bu noktada “sanat yapıtı hem semptomdur hem de tedavi”.78 Aslında yazar ve şair, kültürün simgesel/dilsel alanı tarafından kurulan “belirli bir raddeye kadar üstbenin 72 Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 147.

73 Phillips, Hep Vaat Hep Vaat, Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler, s. 26. 74 age., s. 27.

75 age., s. 27. 76 age., s. 27. 77 age., s. 27.

(23)

ahlâkçı zincirlerini aşan idin belagatli elçisi”,79 bilinçdışının bir rehberi durumundadır. Bu noktada “Freud’un yaratıcı yazar fi gürü belki de en iyi veya en tatminli şekliyle ‘ben’dir. Dış dünyanın kıtlığı, ‘üstben’in tahribatları ve ‘id’in açgözlülüğüyle yüz yüze” olan insan açısından şair ve yazar “mutluluk için son umuttur”; çünkü onlar “paçasını kurtarabilen” kişilerdir.80 İşte bu noktada roman, şiir ve diğer edebî türler, gündelik yaşamın simgesel/kültürel alanına geri dönerek kişinin hayatını düğümleyen sahneleri anlamlandırıp, psikanalize göre ise simgesel ağa dahil ederek yaşam(an)ın yolunu açar.

KAYNAKLAR

Althusser, Lous, Psikanaliz Üzerine Yazılar, çev. İvrem Keskinoğlu, İstanbul: İthaki Yayınları, 2008.

Arslansoy, Ertan, “Ses Vecd ve Cezbe” Mono KL, (Lacan Özel Sayısı), S. 6-7, 2009. Başer, Nami, Lacan, İstanbul: Say Yayınları, 2010.

Boileau, Laurnt-Danon, Psikanaliz ve Dilbilim, çev. Mehmet Baştürk, Ankara: De Ki Basım Yayın, 2007.

Bowie, Malcolm, Lacan, çev. V. Pekel Şenel, Ankara: Dost Kitabevi, 2007. Cahit Zarifoğlu, Şiirler, İstanbul: Beyan Yayınları, 2011.

Cathcart, Thomas-Klein, Daniel, Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer..., çev. Algan Sezgintüredi, İstanbul: Aylak Kitap, 2010.

Chevalier, Jacques, “Fikir ve Gerçek”, “Birleştirmek İçin Ayırt Etmek veya Bilginin Derece-leri”, Felsefe Yazarlarından Seçme Metinler, haz. Armand Cuvillier, çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Doruk Yayımcılık, 2007.

Clero, Jean-Pierre, Lacan Sözlüğü, çev. Özge Soysal, İstanbul: Say Yayınları, 2011.

Çelebi, Volkan, “Dış-yakınlığın Çıkmazı İle Dışarının Sorumluluğu Arasında Lacan ve Levinas’ta Başka”, Mono KL, (Lacan Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Demir-Atay, Hivren, “Bir Okuma Deneyimi Olarak Jouissance: Lacan, Aktarım ve Edebiyat”,

Mono KL, (Lacan Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Dolar, Malden, “Divandaki Efendi ve Köle”, çev. Abdurrahman Aydın, Mono KL, (Lacan Özel

Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Eagleton, Terry, Edebiyat Kuramı, çev. Tuncay Barkan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004. Eco, Umberto, Ortaçağı Düşlemek, çev. Şadan Karadeniz, İstanbul: Can Yayınları, 1996. Evans, Dylan, Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, çev. Umut Taner Kara-Turgay Sivrikaya,

İstanbul: Isılık Yayınları, 2019.

Faraci, Fiona, “Cinsel İlişki-sizlik”, Mono KL, (Lacan Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Felman, Shoshana, “Jacques Lacan ve İçgörü’nün Serüveni, Çağdaş Kültürde Psikanaliz”, çev.

79 Phillips, Hep Vaat Hep Vaat, Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler, s. 27. 80 age., s. 27.

(24)

Sibel Kibar, Mono KL, (Lacan Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Freud, Sigmund, Düşlerin Yorumu, çev. Dr. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 1991. Jameson, Fredric, Dil Hapishanesi, Yapısalcılığın ve Rus Biçimciliğinin Eleştirel Öyküsü, çev.

Mehmet H. Doğan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003. Karakoç, Sezai, Gün Doğmadan, İstanbul: Diriliş Yayınları, 2007. Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2012.

Kristeva, Julia, Ruhun Yeni Hastalıkları, çev. Nilgün Tutal, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007. Lacan, Jacques, Psikanalizin Dört Temel Kavramı Seminer, çev. Nilüfer Erdem, İstanbul: Metis

Yayınları, 2013.

Lacan, Jacques, Baba-nın-Adları, çev. Murat Erşen, İstanbul: MONOKL Yayınları, 2014 Leader, Darian, Depresyon, Yas ve Melankoli, çev. Ayça Göçmen, İstanbul: Encore Yayınları, 2018. Lucy, Niall, Postmodern Edebiyat Kuramı, çev. Aslıhan Aksoy, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003. Mcgowan, Todd Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfi ni Sürmek, Psikanalizin Politik Projesi, çev.

Kemal Güleç, İstanbul: İmge Yayınları, Ankara, 2018.

Moait, Raoul, “Düşüncenin Semptoma Dönüşmesi (Tinin Semptomatolojisi): Lacan Hegel’e Karşı mı Yoksa Onunla Birlikte mi?”, çev. Nami Başer-Kemal Çağlar, Mono KL, (Lacan

Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Nasıo, J. D, Jacoques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, çev. Özge Erşen-Murat Erşen, Ankara: İmge Yayınevi, 2007.

Nasio, J. D, “Jacques Lacan Kuramının Genel Kavramları”, çev. Atakan Karataş, Mono KL,

(Lacan Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Özel, İsmet, Erbain, İstanbul: Tam İstiklâl Yayıncılık Ortaklığı, 2014.

Pfaller, Robert, “Ben-lik-Başkası Olmadan”, çev. Vanina Kutelas, Mono KL, (Lacan Özel

Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Phillips, Adam, Hep Vaat Hep Vaat, Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler, çev. Ferid Burak Aydar, İstanbul: Metis Yayınları, 2007.

Phillips, Adam, Öyle ve Böyle, çev. İpek Şen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2019.

Rıcoeur, Paul, Yoruma Dair, Freud ve Felsefe, çev. Necmiye Alpay, İstanbul: Metis Yayınları, 2006. Rogozinski, Jacob, Ben ve Ten, Ego-Analize Giriş, çev. Melis Aktaş, İstanbul: Pinhan Yayınları,

2018.

Şen, Cafer, “Cahit Sıtkı Şiirinde Ayna İmgesinin Psikanalitik Temelleri”, Türk İslam Medeniyeti

Akademik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 12, 2010.

Tarancı, Cahit Sıtkı, Otuz Beş Yaş, İstanbul: Can Yayınları, 2010.

Tura, Saffet Murat, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, İstanbul: Kanat Kitap, 2007. Tura, Saffet Murat, Şeyh ve Arzu, İstanbul: Metis Yayınları, 2008.

Uyar, Turgut, Büyük Saat, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008.

Üsterman, Ufuk, “Lacan’da Konuşan Özne-Ben Konuşmayan Nesnesi”, Mono KL, (Lacan

Özel Sayısı), Sayı 6-7, 2009.

Yibing, Zhang, İçi Boş İnsan: Masal Diyarının Ebedi Kurucusu, çev. Deniz Kızılçeç, İstanbul: Canut Yayınevi, 2015.

Referanslar

Benzer Belgeler

‹spat› in- celeyenlerden biri de Princeton Üniversite- si’nden, Clay Matematik Enstitüsü için prob- lemi tan›mlam›fl olan Charles Fefferman.. Na- vier-Stokes problemine

MERDİVEN Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.... Yüzün perde perde

40 dan fazla bestesi olan OSMAN NİHAT .AKIN,aynı zamanda,bir yazardı.özellikle spor konularında başarılı bir yazardı.Yazılarını(Ofsayt)ve(Ney¿ e d e ) takma ad-

Table 1. The relation of nasal IgE, serum IgE and prick test with the provocation test.. ment between the nasal IgE for Dp and the provocation test. Neither the prick test nor

In the present case, TRUS was performed to the patient for initial evaluation, and it showed absence of left seminal vesicle and hypoplastic right seminal

During the surgi- cal closure of the device pocket, electrocautery was used for hemosta- sis, which resulted in EMI and inappropriate 35 J shock (Fig.. Postoperatively,

[r]

izzet Melih eserin ne şahsi - yetlerini, ne hususiyetlerini iha­ ta edebilmiş bu tenkidi "bir şey söylemiş olmak için,, lâkırdı e- den adamlar gibi