Edebî müsahabe :
l ; - n f
t 9
3
£GARBA TAPAN ŞAİR
G a r b ı n tesiri altında k a l a n bir ş a ir — Ş a i r l e r s e y a h a t e m u h t a ç v e m e c b u r m u d u r l a r ? — Y e n i bir k ü ltü rü n n e t ic e l e r i—
B i z d e n u z a k l a ş a n g e n ç l e r i m i z — Millî k ü ltü rü n k o r u n m a s ı l ü z u m u .
B
irinci perde » isimli bir şiir mecmuası neşretmiş olan Cev det Kudret Bey çok şahsî bir görüş ve söyleyiş kabiliyetine ve bunun neticesi olarak pek hususî bir şiir âlemine malik olan bir san’atkârdır. Onun şiirinin hususiyetlerini başka bir makalede tesbit ve ihsas etmek istiyorum. Burada kaydetmek iste diğim bir cihet de bu şairde garp- perestliğin tecelli ettiği şekildir. Bir harem kadar mahrem ve deru- nî olan bu şiir âlemi nedense sara haten garba teveccüh etmekle kal mamış, hatta biraz da Hıristiyanlığın tesiri altına bile girmiş gibidir.Bu san’atkâr mısralarına - vakıa manalarını hep bildiğimiz ve artık lisanımıza girmiş olan - Frenk ke limelerini parlak bir takım taşlar yerleştiren bir kuyumcu zevki ile takıştırıyor: Koridor, kitara, kanal manto, obat diyor. Ve şüphe yok ki ecnebi kelimenin kendisine ver diği zevki bize ihsas etmek, ecnebi bir lisandan duyduğu ahenkleri
lisanımıza duyurmak sevdasındadır. Bir kaç şiirinde tasvir için garp lâvhalarını intihap ediyor: Venedik’ te bir akşam, İkinci akşam, Gladya tör gibi.
Bazı şiirlerinin eşhası da garplı, Hıristiyan, yahut herhalde bize ya bancıdır: Dezdemona, Salome, K le opatra ve Antuvan gibi.
Meşhur bir mısraı tanzir ile diyebiliriz ki:
“ Bir lâhzada, bir pancur açılmış gibi garptan!,,
Bütün bunlar bize lisanımız için den garba has bir şiir ikliminin manzaralarını gösteren ve lezzet lerini sunan manzumelerdir.
Bu şair bilmem neden, Hıristiyan lığın şiirile de fazla meşgul görü nüyor. Onun doğrudan doğruya Hıristiyan! kelimeleri de mebzuldür: Gâvur, çarmıh, put, kâfir, kilise, çan, ve zanguç gibi.
Hiç bir şairimizin Hıristiyani tim salleri onunkiler kadar sık ve mü kerrer d eğild ir. Kitabın üçüncü m ısraı:
Sayı: 33-227 Garba tapan şair
gibi hatırlar, duyar ve severiz. Kimse bir şairin, yahut bir san atkârın seyahatten edeceği istifa deyi, meselâ bir Abdülhak Hâmi- din hem:
« Hindüsitanı pürzehep, İranı batarap »
ile şarkı, hem de daimî sisler için den dünyaya mahmur ve mağrur bir göz gibi bakan muhteşem Lon dra ile garbı görmüş olmaktan mütevellit kazançlarını inkâr ede mez. Chataubriand ve muakkibi Maurice Barres gibi büyük şair- ııasirlerin seyahatlerinden getir dikleri ganimetlerin ne kıymetli sa biteler olduğunu biliyoruz.
Ancak bir şair bir seyahatname yazan seyyah, yahut tetkik ettiği memleketleri görmekle mükellef bir müellif değildir. O, şiirinin ders lerini hep kendi ruhunun ilhamın dan almağı bilir. Biz sevkıtabii mizle, gizli bir teîerriisle sevdiği miz şeyleri en evi biliriz. Ve bun ları gidip görmeğe ihtiyacımız da yoktur.
Garbın şairleri Şarktan sanki başka türlü mü bahsetmişlerdir sa nıyorsunuz? Corneille Esseyt - Le Cid„ ini Ispanya’yı görmeden yaz mıştır. Hâlâ daha İspanya hakkın da en muhteşem bir kitap! Ta ço cukluk zamanında yazdığı ilk şiir lerinde bile perilerden bahseden Victor Hugo bundan tanı bir asır evel ( Les Orientales ) daki şiirle rini şark ve memleketimize seya hat etmeden tanzim etmişti. Halbuki bunda şark renklerini bulmuştur denilebilir.
Genç Alfred de Musset, tıpkı
Sahifc b bizim Cevdet Kudret Bey gibi, V e nedik’ten. daha gidip bu şehri gör meden bahsetmişti. Bir mecmuada intişar eden bir şiirinde:
Dans Venise le rouge Aneun cheval ne bouge
Diye yazmış. Kendisine “ Vene dik'te at yoktur,, demişler şiiri kitabına alınca mısraını:
Aucun bateau ne bouge Diye tashih etmiş.
Paul Verlaine on sekizinci asırda yaşamış ıııı idi? Fakat Fêtes galantes isimli şiir mecmuasında tersim etti ği sahneler ve terennüm ettiği lisan ve eşhas o devre aittir.
Tlıaraud’lar Maurice Barrés lıak- kındaki kitaplarında jean-Louis Van- doyer’e söylediği bir sözü nakledi yorlar. Barrés: “ İrana dair kitabım hazırdır. Yazık ki bir kaç budalanın yüzünden ta oraya kadar gitmek lâzım;,, demiş.
Nihayet, vakıa bizim eski Londra Sefirimiz Mosoros Paşanın hafide- si olan ve çocukken âilesiniıı Ar- navutköyündeki yalısında bir müd det yaşamış bulunan sevgili şair Contes de Noailles de garbı tahay yül eden bizim şairimizin aksine olarak hülyasını bilhassa şark manzaralarından ayıranınmış ve şiirinde ihtiyacını duyduğu için canlandırdığı, yoksa gözlerile daha İliç görmemiş olduğu güzellikleri de terennüm etmiş değil midir . ? Şiiri ılık denizlerin aguşunda yatan ve Baudelaire’in halis ve terennüm etmiş olduğu uzak deniz ve adala ra uğramış, Ümit burnundan geç
Sahife: 6 Türk Yurdu Sa yı: 33-227 miş, Kahireden ve Habeşistandan,
Behrenk denizinden, Hazreti Fat- manm türbesinden, Itriyat kokan kapalı çarşılardan, Anadoluda bizim edebiyatımızın daha hiç yadetmediği ve şiire her yerden daha uzak san dığımız Trabzon gibi şehirlerimiz den, Galata akşamlarından ve haliç gecelerinden, Şam’ın sularından ve Acem manzaralarından, K e şan’dan, Hemedan’dan, Bağıhırem’- den, ve bilhassa Acemistan bahçe lerinden, Şiraz’m bülbüllerinden ve İsfahan’ın güllerinden, bahset miyor mu? Halbuki demin isimleri geçen seyyah muharrirler gibi dün yanın büyük bir kısmında seyahat etmiş ve - Göksu kasrını gezmiş olduğu anlaşılıyorsa da - Anadolu’da Anadoluhisarmdan öteye geçmiş midir ? Aeemistana gitmiş midir ? Hayır! Ancak Sadi’nin bosta’nmı gezmiş ve Güiistan’ını koklamış ola cak! Bir mestiye benzeyen bu ma lûmat oradan alınmış olacak. Lâkin bütün bu manzaralardan onları görmüş olanlar arasında bile kim bu kadar güzel, bu kadar vecdü- tahassüs, bu kadar heyecan ve hü lâsa bu kadar samimiyetle bahse- debilmiştir? Şiirinde böylece bütün dünya manzaralarını kucaklamış olan bu şairin eğer bu manzumele rini yazmak için dünyayı kâmilen gezmiş olması lâzım gelseydi, bu şiirlerini yazamamış olacak ve bu da edebiyat için ne büyük bir ziyan olacaktı!
Abdülhak Hâmit ki, şiiri hissede- meyen ve şiir lisanını kuş dili gibi bir şey telâkki eden bazılarımızın
sandığı gibi şakadan değil, cidden bir “Şairiâzam,, dır, “ Duhteri Hin du,, sunu Hindistanı gördükten sonra değil, görmeden evel, bir Hint bebeği görüp te tahayyül etmiş ve yazmış ve belki Hindistanı da bu eserini yazmış olduğu için gidip görmüştü;
Nihayet Ahmet Haşini muhtelif saatlerini ve kuşlarını terennüm ettiği
göle seyahat etmiş midir? Biz ona bu hangi göldür, nerededir ve ismi nedir ? Diyebilir miyiz ? ve biz böyle diyecek olsak o bize cevap vere bilir mi? Anlattığı gölü o bir şehir kenarında ve gözlerde değil, ruhunda görmüş ve hissile yaşa mıştır. Bu göl gözlerle görülür ve maddeten mevcut değil, bunun fev- kında bir hakikattir: Muhayyel ve hissidir. Bütün ruh manzaralarıdır ve onun içindir ki karilerin hafıza sına nakşolup edebiyatın en çok şiir sinmiş bir köşesi halinde yaşı yor.
Esasen kuvvetli ve zengin mi zaçlar için seyahatler bile bir ruh hadisesidir. Pierre Loti çok kere anlatmıştır ki bütün dünyayı çocuk ken eline geçmiş olan gayet basit bir kaç çizgiden ibaret resimlere bakarak tahayyül ve hissetmiş ol duğu uzak iklimlerin daüssılasile ve o yerleri bulmak ve onların şiiri ne varmak emelde gezmiştir. Esa sen gördüklerini harikulâde bir su rette tasvir etmiş olmakla beraber her eserinde bize dünyayı tasvir den ziyade gine kendi ruhunu ihsas etmiş ve daha doğrusu bütün dünyayı kendi ruhunun
Sayı : 3S-227 Garba tapan şair Sahife : 7
arasından görmüş değil midir ? Ghatau briand, Barrés, bunlar seyahatlerinde hep gidip bulmak istedikleri dersleri aldılar. Her sa natkâr ve her şair hatta gördüğü yerleri de, görmeden bildiği yerleri ve zamanları da hep kendi ruh ihti yaçlarının birer ifadesi olarak mev- zubahs eder ve anlatır; sever ve söyler. Tahayyüller ve eski zaman lara riicular hep böyle tatmin edil mek istenen ruh ihtiyaçlarıdır. Flau bert kendi ruhunda duyduğu bir güzellik ve ihtişam ihtiyacını tat min için Kartacadan, eski zaman ların ziyafetlerinden ve çıplak vücutların güzelliklerinden bahsile bu manzaraları tersim etmiştir. Serhoş ve tok Paul Verlaine vuslata doymuş vücudunda malıbus kalan ruhunun bakir ve beyaz ihtiyaçları nı tatmin için on sekizinci asrın Fêtes Galantes ) larını, ve o iıiffet, zarafet, nükte ve hayal manzarala rını, âşıklarla maşukaları. o za manki şive ile terennüm ediyor.
Ta Japonya’nın yabancı çiçekli bahçelerine kadar bütün dünya bahçeleri hakkında ayrı ayrı met hiyeler yazmış olan Contes de No uilles Haristeki ikametgâhında ümitsiz hislerine sükûn ve teselli verebil nek için bu bahçelerin gü zel sükûtları içinde çok zengin güllerin bayıltıcı kokularını, sus mayan bülbülleri, mehtaba yükse lip dökülen fıskiyeleri tasvir et mekle bitiremiyor. Onları kendi teselli ve sükûnunu temin için im dadına çağırıyor ve onlara söylet tikleri hep kendi hislerinin birer
eda ve ifadesidir.
Eski şairlerimizin de böyle lü zumunda imdatlarına yetişen tema-
ınile Şarklı ve Müslüman birer imaj hâzineleri ve isterseniz mitolojile ri vardı, diyelim. Osmanlı şairleri kendilerini bütün İslâm kâinatının varisleri telâkki ederlerdi, örnek leri olan Arap ve Acem şiirini de rinden derine biliyorlar, bunları kendi ruhlarında çağlayanlar gibi duyuyorlardı. Divanlarımızda isim leri geçen vakıa mahdut şehirler ve kahramanlar şairlerimiz için hep birer riinuız mahiyetinde i d i . Ve onlar da bu şehirleri gidip görmüş değillerdi. Meselâ nailîi kadim Kan- dahar’dan, Nedim Acemistan’dan bahsederdi. Onlar için bir kanda- har, bir Acemistan canlı idi. O ka dar ki artık gidip bu şehri, bu ülkeyi görmeğe ihtiyaçları yok tu. Malûmatları bir seyahat d e ğ il, bir kültür mahsulü idi.
İlk garba gidenlerimiz garp hu zurunda benliklerinden hiç bir şey kaybetmemiş ve tamamile şarklı kalmışlardı. Garba kaçtığı vakit kendi kendini:
“Camıcem nuş eyle ey Cem, bu Frengistandır!,,
diye teşci eden Sultan Cem bu mu hiti katiyen kendine müteîevvik hissetmiyor.
Esasen bundan hemen bir asır eveline kadar garbın şarka karşı şarkın da kabul etmiş olduğu bir tefevviiku da yoktu. Vaktile bütün açık gözlerimiz Paris sefaretine matuf değildi. Ve Paris sefareti bundan bir asır evei Hükümetin
Sahife : 8 Türk Yurdu S a y ı: 33-227 en kıskanılan, en cazip görünen
mevkii değil, hatta muteber bir memuriyet bile d eğild i. 1797 de Esseyt Ali efendi Parise ilk daimî sefir tayin olunduğu zaman Selimi Şalisin ricali arasında kimse bu se farete talip olmamış ve Ali Efendi oraya bir lütuf eseri olarak değil, makbul ve mergup olmadığı için - devri es'bakta Vana, Tırabulusgar- ba ve sair uzak yerlere tayin olu nan Valiler gibi - bir nevi teb’it muamelesine maruz kalarak izam edilmişti. Seyahatinin bidayetinde göstermediği kibirlilik ve titizlik kal
mamış! Denile bilir ki hemen bütün kudemamız birer Acem sefiri gibi dolaşmışlardır. Fakat garba Sultan Cem’den beri gidenlerimiz aşırlardır garbı haricinden göre göre ve bize -göstere göstere nihayet sathından
sonra ruhunu da açacaklardı. İlk tercümelerimize bakın, mü tercimlerimiz garplıları bile şark ileştiriyorlar. ( Tercem ei telemak ) nida Yusuf Kâmil Paşa Fenelon’a şarklı bir müellif siması veriyor. Moliere’i adapte eden Ahmet Vefik Paşa insani fakat şarklı tipleri yara tıyor. Bazı taklitlerden öğreniyoruz ki, ecdat Fransızcayı mebzul imaleli bir nevi Farisi gibi söylerlermiş. Hatta aruz vezninde bir Fransızca lügatçe yazılmıştır. Fakat eskileri mizin Arapça ve Farisi bildikleri kadar Fransızca ve Almanca öğre niyoruz. Onların şarkı ihata etmiş oldukları kadar garbı ihata edebi liyoruz. ve garbı görmüş olanlar dan ınütevaris gözlerle baktığımız için onu iç yüzünden, hislerinden
ruhundan duyuyoruz.
Abdülhak Hâmid’in eseri ve te siri edebiyatımızın bu garba yak laşan cephesinde de büyük bir merhale olmuştur. Büyük adamla rın hayatını hususî bir itina ile ihzar eden ve bu harikulade mevcudiyet lere ekseriya kendilerine lâyık olan
bir takını tesadüflerin silsilelerde şahikalı birer hayat bahşeden tali Abdülhak Hânıid’i garbı görmüş ve onu anlamış olduğu seyahatname sinde belli olan bir babanın oğlu olarak dünyaya getirmiştir. Hayrul- lah efendinin maalesef gayri matbu kalan seyahatnamesi pek şayanı dikkattir. Abdülhak Hâmit Paris’e dana çocukken, İÜ veya 11 yaşında o zamanlar Paris’te mevcut olan (Eeole Ottomane)a girmek için git mişti. Sultan Murat zamanında 25 yaşında iken Paris sefareti ikinci kâtipliği ıııenıuriyetile ikinci defa olarak oraya dönmüş ve üç seneye yakın bir zaman kalarak o hayata taınamile alışmıştı. Şark ve garba hâkim kalan Abdülhak Hâıııit için garp artık yabancı değil, ancak mahremdir. Hatta bir haremdir. Paris ve Londra hayatını şiirimize ithal eden ilk şair olmuştur. O za manlar yani bundan takriben 53 sene evel yazdığı şiirlerini tah minen 10 sene sonra yani bundan 43 sene kadar evel neşretmişti. Babalarımızın o kadar hoşuna git miş olan o meşhur Paris şiirlerinde Abdülhak Hâmit daha o zaman lisanımıza girmemiş olan fcansızca kelimeleri tıbkı böyle ibzâl ile kullan mak zevkine kapılmıştı. ( Divanelik
Sayı : 33.-227 Garba tapan şair Sahife : 9
lerim yahııt Belde ) İsimli şiir mec muası intişar edince bu küçük ki tapta babalarımız gönüllerini mec- lûp eden zarafetin, nüktelerin, şıklı ğın. alafrangalığın şiirini duydular. Fakat bu manzumelerde paris’e ve garba karşı hiç bir veçhile bir ya dırgama bir taacçüp yoktur. Hatta denilebilir ki hususi bir meftuıdyet bile yoktur. Kendisine ne şark ne de garplı demek kifayet etmiyecek kadar geniş ruhlu olan o büyük şa ir kendisinin gençliğini ve rint İliş lerini terennüm eder. Ve paris’in gece alemlerine alışmış görülür. Bu manzaralarda ancak onun hisleri etrafında süslü çerçiveler gibidir. Burada gerek Paris ve gerek Paris civarı mahalleri Champs - Elysèes, Cité d’Antin. Auteuille, Saint - Ger main. Anghien, Thobeuson, Ville d’ Avray şair için tıpkı Beyoğlu. Büyük- dere. Yen i köy. Erenköy, Yeşilköy, Yakacık ve Büyiikada gibi yerlerdir. Şair gençliğinin burada geçen mace ralarını terennüm ediyor. O gençlik çağında her nerede olsaydı kalbin deki şiirleri o yerlere aksettirmiş olacaktı.
Genç vefat etmiş olan bir refikimiz- vardı. Bilâhara İstanbul’da bir müd det (La Peureé Turque) isimli Fran sızca bir mecmua neşretmiş olan Hâlit Raşit Bey. Umumi harpten evel. Paris’te Vachette kahvesinde Paul Adam. Maurice Moeterlink ve Paul Fort ağzından yazmış olduğu nesir ve manzumelerini okuduğu zamanlar bu Pastiş taklitleri din leyen Fransızlar bile o mütefekkir ve şairlerin en ince hususiyet ve
üslûplarına kadar bu karikatürler de ne güzel icmal edilmiş olduk larını duyarlar ye handelerde bu nu tasdik ederlerdi.
Kitaplarla tanımağa, öğrenmeğe; seyahatlerle görmeğe, yaklaşma ğa başladığımız garptan bugün böyle fantazi ve şiirle bahsetmek zevk ve cesaretini bulmasak. ona temellük etmiş olamayacaktık. Da ima kitabın başladığını hayat ve alimlerin başladıklarını da şairler it mam eder. Ve bir kültür ancak böy le tesalıüp edilir. Şiir daima ma neviyatın maddiyat üzerine bir za feridir. Ve işte cevdet Kudret Bey de garba bu uzun seyahatimizin bu gün vasıl olduğu bir merhalesinde görünüyor.
Dikkat edin ki hu genç şairimi zin de şiirinde yaptığı hariçten görüp kaydedilme tasvirlerden iba ret değildir. Yani şair objektif kalamazdı ve kalmış değildir. Bütün bu manzaralar içlerinden alınma ve bizimle irtibatları temin edilmiş yani hep sübjektif şeylerdir. Garp tan. Venedik’ten, Antuvan ve Kleo- patra’dan bahsediş ve hatta kilise çanlarını duyuş yeni bir kültür mah sulü, neticeleri ve davetleridir. O taklitler, bu tahayyüller , bu tahas süsler ve bu duyuşlar birer dostluk, birer muhabbet, birer temellüktür ve öyle bir takım kızıl elmalardır ki şairler bunları kendi gözlerde görmemiş olsalar bile makul ve mantıki görünmek gayesi veya an lamayanların tenkidine maruz kal mak endişesile; bunlardan bahset mekten, bunları terennüm etmekten
Sahife : W Türk Yurdu S a y ı: 33-227
vazgeçemezler, ve hiç birinin ma nevî gözleri bunlardan ayrılamaz.
Ancak garp kültürünü kazandı ğımız şu zamanlarda millî harsımızı ihmal etmemek lüzumuna çok dik kat etmeliyiz. Ve bu kıymetli genç şairimiz, şahsiyetlerini ifade etme yi bilen bütün samimî mizaçlar g ib i, bize mühim bir hizmet et miş ve büyük bir tehlikeyi işaret etmiş oluyor. Kabahat garba gitme den yazmış olmakta değil, tehlike gitmeden çok görmüş, his ve haz metmiş, hülâsa çok fazla gitmiş ol maktadır. Şimdiye kadar garba gi den milletdaşlarımız milliyetlerini çok kaybetmezlerdi. Kilise civarın da ikamet eden şairlerimiz bu çan ları böyle duymamış ve onları şiiri mize idhal etmemişlerdi. Yazık ki en mükemmel refah ve irfan sermaye lerimizle yetişen gençler arasında her sene böyle maddeten ve manen garba gidip oradan hiç dönmeyen ler var. Eğer bütün şairlerimizden Fransa’dan dönenler Fransa.Alman- ya’dan avdet edenler Almanya âşıkı
kesilir. Rusya’ya gidenler bolşe- vizm ve Gâvur mahalleleri yanında oturanlar da Hıristiyanlığa kapılır larsa vay halimize demek lâzım gelir.
Bu tehlikeye karşı çare milli kültürü tenmiye, millî san’atımızı tedris, güzel sanatların yatanımızda istihfaf edilen hukukunu teslim, mantıkin sıhhat ve ruhun inkişaf ihtiyacından doğan hürriyetin mev kiini her sahada tahkim, hülâsa bütün manasile milliyetçiliği tamim etmektir ki, Türk Ocaklarının emel ve vazifesi de budur. Biz Avrupalı laşmak istiyorsak, Avrupalılaştığı mız nisbette millileşmeğe de muh taç ve mecburuz. Madamki ruhla rında büyük bir iştiyak ile o hür. müreffeh, zengin ve sanatkâr gar ba gidenlerimizin ruhunu garp tes hir ediyor, ve bizden çalıyor ve onlar bizden uzaklaşıyor; buna kar şı yegâne çare de o güzel ve mesut garbı içimizde, vatanımızda canlan dırmak olacaktır.
ABDÜLHAK ŞÎNASİ
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi