7 * / f e M / b £
80
. yıldönümü münasebetile
... — ... «...- - -
J
Selimi lifti Tarcan
1 : v
3 * ‘ î
is
/
Y a za n : R eşad Enis
— o —
Selim Su n Tarcan, beden terbi yesi tahsili için İsveçi neden ter cih etmiş biliyor musunuz? Bakı n a, kendisi anlatıyor:
— Gazeteler bu memlekette tûl-ü hayatın arttığını, hastalıkların a- zaldığını yazıyordu, evlâdcığım... İçine konacak mücrim bulunma dığından Stockholm hapisanesini otel haline getirmişlerdi. (Oysa ki bugün bile bizim otellerimiz ceza evidir!)
İsveç elçisi geçenlerde Tarcan üstadımızı ziyarete gelmiş. İsveçli ler ona büyük kıymet verirler. Kral Güstav, üstadı liyakat nişa- niîe taltif etmiş, kendisine imzalı fotoğrafını göndermiştir.
Evet, bu ziyaret sırasında, Selim Sırn Tarcan, İsveçi ve İsveçlileri övmüş. Elçi, acınarak dizlerini döv müş:
— Ah, ah, demiş; İsveç senin bı raktığın İsveç değil artık!
— Stockholm hapisanesi gene ce zaevi mi oldu?
— Hayır-— O halde?
— Ah, Mösyö Selim Sun, bugün tsveçte yalan söyleyenler büe var, »iz ne diyorsunuz!
(Vah zavallı İsveç!. Orada da çok partili demokrasi mi var? Orada da mı seçim mücadeleleri oluyor?)
Tarcan devam ediyor:
— Evet, o zamanki Avrupa ga zetelerinde okuduklarım, İsveç üze rin* dikkatimi çekti. Mükemmel bir millet, dedim. İsveçe gittim ki bir tane kanbur yok; bir tane bi çimsiz yok- Hepsi heykel gibi in sanlar... Fakat orada da eski aki demi sarsacak bir hâdise olmadı. Ben gene pazularımm sertliğile İf tihar ediyorum. İtiraf ederim ki, yeni bir şey öğrenirim arzusundan ziyade, İsveçe pazulanmı göster meğe gitmiştim. Yüksek beden ter biyesi mektebinde, karşıma profe sör Tömgren adında yetmişlik bir terbiyei bedeniye üstadı çıktı:
— Siz, dedi; memeketinizde jimnastik hocası imişsiniz. 5-6 sene bu meslekte hocalık yaptıktan sonra buraya gelip talebe olmanız bir nevi fedakârlıktır.
— Belki burada da öğrenecek ye
ni bir şey vardır diye geldim, de dim.
— Öyleyse neler yaptığınızı bana söyleviniz.
Derhal cevab verdim;
— Ben bir elle beş defa kendimi i •■kerim- Ellerimin üzerinde
yürü-üm, Havada perende atarım! Adam hayretle yüzüme baktı; — Ben bunlan sormadım, dedi; benim sualim şudur; evvelâ insan dünyaya bir şehik (soluk alma) ile gelir, bir zefir (soluk verme) ile gider. En mühim uzuv ciğerlerdir. Siz bana şehik ile zefir arasındaki farkınızı söylesenize?
Bugüne kadar ilk defa duydu ğum bu suale cevab veremedim.
— Ciğerlerinizin kabiliyet-i te- «effüsiyesini ölçütürdünüz mü?
Bunu da cevabsız bırakınca, Profesör Tömgren anladı ki ben amprik prosedelerle, yani tecrübl usul ile yetişmiş ameli bir atletim, anatomiden, fizyolojiden, (meca- »isme des mouvementes) den, sö- Eün kısası vücud kültürü nazariya tından haberim yoktur.
— Oğlum, dedi bana; pazuîan- aızın bu kadar kuvvetli, adalele rinizin bu derece sert olması büyük
bir şey ifade etmez. Beden terbi yesinde gaye, sıhhatli bir vücude
*&hib olmaktır. * * *
Piyano hâlâ devam ediyor. Kİ- tablık üzerinde dala tırmanan sin- eab bile, jimnastik üstadını dinle meğe dalmış gibi hareketsiz...
Piyanonun melodisine kapının sili bir çizgi çekti. Salona giren uzun boylu zatı tanıyorum: Ruşen Eşref... Yıllarca evvel, kapı kapı dolaşarak Türk ediblerini konuş turan, Anafartalar kahramanı Mus tafa Kemal ile ilk mülakatı yapan adam...
— Vay evlâdcığım, Ruşenciğim, sen ha?
Eski Atina büyükelçisi, değerli edebiyatçı; üstad Tarcana iğiliyor ve elini öpüyor.
Selim Sırn bana dönüyor: — İşte talebelerimden biri, diyor. Ruşen Eşref gülümsüyor: — Yalnız talebeniz mi üstadım? Babamın aziz arkadaşı...
Selim Sırnyı tanıdığı zaman, 16 yaşında bir GalatasaraylI imiş Rü- şen Eşref...
— Bormanşenin camekânlarmda eşya seyrine dalmıştım bir gün... Yanımda kılıç şakırtısı oldu. Bir el omzuma dokundu. Babam sandım. Dönüp baktım. Açık bej renkli ca- ket ve sırmalı kordonlarınızla sîz diniz. «Oyuncakları seyrederken si vilcelerinizle oynuyordunuz; uzak tan gördüm Sakm buna alışmayın. Biliyor musunuz, elinizi yüzünüzün bir tarafından öbür tarafına götü rürken yeni bir sivilceyi de beraber taşımış oluyorsunuz. Sonra yüzü nüzde delikler kalır» dediniz. Ve hızlı bir yürüyüşle uzaklaştınız. Yü züme alev gibi bir sıcaklık yayıl mıştı.
— Selim S im Tarcan gülümse yerek başını sallıyordu:
— Vah evlâdcığım, vah... Anlıyorum ki, gözlerinin önünde açık bej renkli caket ve sırma kor- donlarüe gene, yakışıklı bir subay var- Yüzbaşı Selim Sırrı Efendi...
Ruşen Eşref, sayıklar gibi konu şuyor:
— Yıl 1908... Meşrutiyet henüz ilân olunmuş. Caddelerde insanlar «Yaşasın hüriyet!» diye haykırıyor. Meydanlarda insanlar: «Kahrolsun istibdad!» diye bağırıyor.
Hürriyet hatiblerinin en çok al kışlananları şunlar: Filozof Riza Tevfik, Mühendishane-i Berri-i Hümayun jimnastik ve eskrim ho cası Selim Sırrı....
* * *
— İsveçten dönünce, diye anlattı; Maarif Nazırı Emrullah Efendiye gittim.
— Şimdi ne yapacaksınız? diye sordu.
— Jimnastik hocası olacağım. — Mekteblerde henüz böyle bir şey yok ki! Ben sizi umumi müfettiş yapayım ve siz bu işi ilerletiniz. (Garib bir teklif ama, «Şu mekteb- ler olmasaydı maarifi ne güzel idare derdim» diyen Nazırlardan birin den böyle bir teklif gelince insan yadırgamıyor!)
— İlk yetiştirdiğim talebeler sa rıklıdır, evlâdcığım...
— Sarıklı mı?
— Evet; Medresetülvaizin talebe leri... Maarif Nazırile görüştükten sonra Şeyhülislâm Hayri Efendiye gittim.
— Medreselere jimnastik dersi ko yacağız, dedim.
— Sebeb?
— Göryorum ki hocafendilerin hepsi göbekli...
— Ee??
— Ben bunların göbeklerini eri teceğim!
Uyanık bir zattı Şeyhülislâm... Kabul etti.
Bir memlekete yeniliği sokmak güçtür, evlâdcığım... Medresetülvai zin beden terbiyesi muallimliğine tayin edildikten sonra, talebeyle az kalsın başımız derde girecekti. İsveç usulü jimnastiğe (Protestan âyini) diyip çıktılar. (Zındık!) dediler ar kamdan...
Ve, Selim S im Tarcan, jimnasti ğin önüne diküen irtica duvarını yıkmak için onların silâhına baş vurmuş;
«— Ey Müslümanlar, demiş; her kes şu kelâm-ı ulvinin mahiyetini takdir etmeli. Ve onu rehber-i ha rekât ittihaz etmeldir ki, hikmet-i baliga-i ilm-ül-ebdan ilm-ü ebya- na takdir olunmuş, mahzı rahmet-i rahman olan Cenab-ı Habib-i kib- riya hadîs-i şerifinde bizi ilm -iil- ebdana riayetle mükellef buyurmuş lardır.
Hakikat, akdem-i vazif-1 İnsaniye bulunan tâat-ı Hûda için de sıh- hat-i bedeniye şarttır. Demek ki nezd-i hak ve nezd-i Resûl-ü müç- tebada sıhhat-i bedenin muhafaza sına itinadan makbul ve mergub hiç bir vazife olamaz.»
* * *
— Nihayet bir gün, evlâdcığım, jimnastiği kız mekteblerine de sok tum. Aleyhimdeki jurnallar görü lecek şeydi:
«Selim Sırn gene hanımların gö ğüslerini açıyor. Vücudlerinl çıplak bir hale koyuyor. Devam ederse memlekette ihtilâl çıkacak!»
Bir gün, kız mektebinde ders ve rirken, Maarif Nazın Emrullah E- fendı çıkageldi:
— Bak, oku şu cumalı, dedi Curnalı okudum. Sordu: — Gene devam edecek misin? — Evet.
— Allah senden razı olsun! * * *
Selim S im Tarcana «göbek» me selesini açtım. (Yerli prodüktörün filmlerde metrelerce yer verdiği, Anadolu sinemacısının «göbeğiniz var mı?» diye sorduğu göbek ha vası değil!)
— Otuzumuzdan, kırkımızdan sonra niçin göbekleniriz üstadım?
— Hareketle kaim olan makineyi durduruyoruz da ondan, dedi.
Ruşen Eşref lâfa kanştı:
— Sefir otomobüim vardı, arkam dan gelirdi. Ben yürürdüm!
— Ah evlâdcığım, Ruşenim be nim... Senin iki şeyin çok kuvvetli: Hafızan ve sinirlerin!
Ruşen Eşref memnun; gülüyor: — Atatürk beni gördükçe etrafın dakilere: «Bunun siniri yoktur» derdi.
— Ah canım Ruşenim...
Çok yaşamanın bir yolu da si nirsiz olmak... Durakta otobüs,
tramvay beklemiyen; otobüste, tramvayda nasırına basılmıyan, üs telik arkasından yürütecek bir oto mobili bulunan adam sinirli olursa şaşarım ve sinirlenirim!
Uşakizade Halid Ziya, kırk beş sene evvel, gene istihkâm subayı Selim Sırrıyı över:
«Ecnebileri (Türk müsünüz?) su aline mecbur bırakan zarif bir fran sızcası vardır. Mükemmel vals ya par. Bu narin adamı sadece bir sa lon askeri, bir kütüblıane adamı sa nanlar aldanır. Onda, omuzlarının üzerine altmışar kiloluk iki adamı alıp gezdirecek bir kuvvet, karşı sındaki hasmı meçle beş dakikada delikdeşik edecek bir maharet var dır.»
— Gene beklerim, evlâdcığım... Gene görüşeceğiz değil mi?
Ah, elbette üstad... 90 mncı, 100 üncü doğum yılınızda gene gö rüşeceğiz.
Taha Toros Arşivi