• Sonuç bulunamadı

Bir Tanrıöver vardı...

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bir Tanrıöver vardı..."

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

B İ R T A N R I Ö V E R V A R D I . . .

H İK M ET DİZDAROĞLU

Kim i kişilerin politikaya ve edebiyata yansıyan gölgeleri, yaptıkları ve başanlarıyle ters orantılıdır. Biraz da Doğulu olduğumuzdan, böylelerini olduklarından büyük görür, davranışlarını ve eserlerini abartarak sonraki kuşaklara iletiriz. Ama yakından yapılacak bir gözlem, belgelere dayalı bir inceleme, işin aslının hiç de sanıldığı ya da abartıldığı gibi olmadığını mey­ dana çıkarıverir.

Mustafa Baydar’m Tanrıöver’le ilgili kitabı1, bizi böyle bir durumla yüz yüze getirmektedir. Düşünmeli ki Mustafa Baydar, Tanrıöver’in çok yakının­ da bulunmuş, özel yazmanlığını yapmış, birçok düşüncelerini kendi ağzın­ dan dinlemiş, basma ve kitaplara geçmeyen düşüncelerinin tanığı olmuştur. Eserinin de, Tanrıöver’i “tam’a yakın bir biçimde tanıtan tarafsız” bir nitelik taşımasına çalışmıştır. Bundan ötürü, elimizdeki esere güvenle ba­ kabiliriz. Zaten, çoğu zaman, konuşan kendisi değil Tanrıöver’dir.

Baydar’m incelemesi, zaman zaman eylemli politika dünyasına girmiş, olumlu ya da olumsuz roller oynamış bir kişinin anatomisi sayılabilir. Ger­ çek budur: Tanrıöver, yaşamı boyunca, ne bir bilim adamı, ne de sanatçı olabilmiştir. Onun kişiliğinin ağır basan yönü, “politika” ya dönüktür. Şiiri denedi, hikâyeyi denedi, hatta “millî hatip” oldu; ama hiç birini meslek olarak ne benimsedi, ne de sürdürdü.

İsmail Habip, onun söylevlerini “fazla şiirli” bulur, en başarılı söylev­ lerinin de “fazla şiire vakit bulmadığı” zamanlarda, hazırlıksız konuşma­ ları olduğunu söyler.2

Kitabı okurken, Tanrıöver’in kişiliğini, belgelerin ışığında daha ay­ dınlık ve daha seçik görebiliyoruz. Baydar, bu olanağı sağlamış okura. Bir düzlükte beliren engebeler gibi, Tanrıöver, sözleri ve davranışlarıyle karşımızdadır.

Bir kez daha anlıyoruz ki, Tanrıöver, kırgın ve üzgündür. Türk Ocak­ larının kapanışı onu etkilemiş, Atatürk’ten uzaklaştırmıştı!'. Büyükelçi olarak yurt dışına çıkışı, onun için, bir bakıma bir “kurtuluş” tur. Çünkü, Türkiye’de ve Atatürk’ün yanında çalışabileceğine artık inanmamaktadır.

Aslına bakılırsa, Tanrıöver, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra eski inancım ve heyecanını kaybeder, bir soy bezginlik ve umursamazlık hava­ sına bürünür. Sırası geldikçe devrimleri savunur ama, bu savunmada içten­ likten çok, bir görevi yerine getirme zorunluluğu sezilir.

1 Mustafa Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anılan, İstanbul 1968, 390 s. * Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1340, s. 680, 681.

(2)

582 BİR TANRIÖVER VARDI...

işin gerçeği, Tanrıöver’in, Atatürk devrimlerinin temel ilkeleriyle bağdaşmaz oluşu ve birçok noktalarda devrimlerden açığa düşüşüdür. O, Yeni Türkiye’nin kuruluşundaki temel görüşü başka türlü anlar, Yeni Türkiye’yi eski imparatorluğun ileri doğru bir uzantısı sayar. Layiklik ko­ nusunda, tekkelerin kapatılmasında, din ve dil sorunlarında hep geriye dönük oluşu ve çağın isterlerine yabancı kalışı bundandır.

Görüş ayrılığı yüzünden, çeşitli konularda çelişmeye düşmekten kurtu­ lamamış ve devrimlerin hızına ayak uyduramamıştır. Layiklik, Atatürk devrimlerinin başta gelen ilkesidir. Fakat Tanrı över, layikliği çok ters biçim­ de yorumlar ve Atatürk devrimlerini, “din ve birçok mazi müesseseleri aleyhine inkişaf eden” üç ihtilâlden biri (ötekileri Fransız ve Rus devrim- leridir) sayar!

Ama, dedik ya, Tanrıöver çelişmeden bir türlü yakasını kurtaramaz. 1949’larda Türk devrimini “dini tahribata uğratan” üç devrim arasında gösterdiği halde, aynı yıllarda, bir başka konuşmasında, bunun tam tersini söyler: “Türk inkılâbı, ne Fransız inkılâbı, ne de Rus inkılâbı gibi dini tahribata uğratan bir inkılâp değildir.” Hangisine inanırsınız?

Tanrıöver, oldum olası, bu din konusu üzerinde çok durmuş, Mustafa Baydar’m yerinde deyimiyle “din’e maneviyat alanını çok aşan ve aydın­ ları ciddiyetle ve endişe ile düşündürecek görevler” yüklemiştir. Baydar, Tanrıöver’in “altıncı his” üzerinde bu denli “duyarlıkla direnmesi” ni ilg i« çekici bir nedene bağlamaktadır. Bildirdiğine göre, Tanrıöver’in ataları Cerrahî tarikatına mensupturlar; hatta birkaçı, bu tarikatın şeyhliğini yap­ mıştır. Karagümrük’ te bir tekkeleri vardır, kendisi de zaman zaman bu tekkeye gidermiş, işte Tanrıöver’in dine ilişkin saplantıları bundan doğ­ maktadır. Bunun sonucu, “ Ara sıra Tanrıöver’i ermişlik iddialarına kadar götüren bir mistik ruh yapısı, çeşitli dozlarda bütün hayatı boyunca ona hakim olmuştur.”

Tuhaftır ki, din ve Müslümanlık üzerinde bu denli duran, dinin ve Müs­ lümanlığın savunucusu rolünde gözüken Tanrıöver, “İslâmlığın sonradan hurafelerle bozulmuş” olduğunu ve “zamana uyamadığını” da gençlere öğütlemekten geri kalmaz.3

Dil konusunda da çelişme ve tutarsızlık içindedir. “Güzel lisanımızı iki diğer lisanın (Arapça ve Farsça’nın) here ü merç girift ve mudil kaide­ leriyle işkâl ve ihlâl etmiş olmamız çoktan beri içinde bulunduğumuz için ehemmiyetini ilk nazarda fark edemediğimiz acı, müthiş bir felâkettir.” diyen de odur, “Bizim için zengin ve asil iki kaynak olan Arap ve Acem asıllı kelimelerden mahrum edilmememizi” savunan da odur. Hem, Türkçeyi gençlik yıllarında savunurken, Osmanlıcaya dönüşü yaşlılık dönemindedir. Yani, zaman, onu ileri doğru götüreceğine geçmişe dönük kılmış, “Yıllar

(3)

HİKMET DİZDAROĞLU 583

geçtikçe Hamdullah Suphi’de Arapça ve Farsça kaynaklara bağlanmak eğilimi adam akıllı kuvvetlenmiştir.”

Fakat aynı Tanrıöver, “diP’le “milliyet” ilişkisini en iyi kavrayanlar­ dan biridir. “Tanrıöver’e göre milliyetimiz her şeyden fazla dilimizin için­ dedir. Dilimiz, cetlerin bize miras bıraktığı en büyük emanettir. Çok kısa bir süre içinde Şamanilikten Buddha mezhebine, Buddha mezhebinden Nasturî Hıristiyanlığa, Nasturî Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçen Türkler dillerini korumasını bilmişlerdir. Din değiştikçe milliyet dil içine sığınmış, onun kelimelerinde saklı kalarak yaşamakta devam etmiştir. Dilimizin kelimeleri içinde millî tarihimizin en eski sesleri yaşamaktadır.” 4 Nedir ki, çelişkiler onun yakasını hiç bir zaman bırakmaz ve milliyet­ çi bildiğimiz Tanrıöver, 1952 yılında, Büyük Millet Meclisinde “Arap ke­ limelerini kendi kelimeniz addediniz.” öğüdünün ardından, “A rab’ın me­ deniyeti benim medeniyetimdir.” 5 fetvasını vermekten çekinmez...

Dili dinden ayıran, ondan önemli gören, milliyetin temel öğesi sayan da o, Arapça ve Farsçayı öz malı sayan da o! Yine soralım: Hangisine ina­ nalım?

Tanrıöver, bir soy Tanzimatçıdır; ikilikten bir türlü kurtulamaz: Bir yanda dinî kurumlar, bir yanda layik kurumlar; bir yanda şer’ î mahke­ meler, bir yanda adalet mahkemeleri; bir yanda okullar, bir yanda medre­ seler. Bunların yan yana, bir arada yaşayabileceklerine inanır.

O, ileri bir düzenin ancak geçmişle bağlantısı kesilmeden var olabilece­ ği düşüncesindedir. Bundan ötürü de ne tam bir devrimci, ne tam bir ile­ ricidir. Bir bakarsınız, ta 1925’lerde “İnkılâpların mukaddesatı vardır, ve bunların aleyhine darbe teşkil edecek sözler söylendiği vakit ruhlarımız isyan eder.” diyerek, tam bir devrimci gibi ileri atılır; fakat, yıllar sonra, o devrimlerin, hem de bilinçli olarak, temelinden yıkılmak istendiği bir dönemde sus pus olur, soluğu çıkmaz, hiç bir tepki göstermez. Atatürk devrimlerine saldırılar yapıldığı, eserlerinin teker teker yıkılmak istendiği zamanlarda o, bu davranışlardan bir tehlike sezinlemez, “Memleket rüş­ tünü isbat etmiş ve inkılâpları benimsemiştir.” teranesiyle kendisini ve baş­ kalarını -aldatmaya dememek için- avutmaya çalışır. Hatta ve hatta, Türk Ocaklarının 1949’da ikinci kez kuruluşu dolayısıyle yaptığı konuşmada, Atatürk devrimlerine bağlı olanlara ve onları savunanlara “tufeyliler” diyecek ölçüde, devrimlerden ve Atatürk ilkelerinden uzaklaşır.

Tanrıöver, “sultanî tembel” tipinin örneğini verir: Uzun yıllar Bük­ reş’te büyükelçilik yaptı, işi az, zamanı çoktu. Bundan yararlanabilirdi. Bir tek eser veremeden döndü. Yurda gelişinden sonra da aynı durumu sür­ dürdü. Günlerini bahçesinde bitkilere bakmak, tavuk ve horozları saatlerce

4 bkz. s. 220-221. 5 bkz. s. 220.

(4)

S 84 BİR TANRIÖVER VARDI...

seyretmekle geçiriyordu. Mustafa Baydar, anılarım yazmak için kendisine yardımcı oldu. Bu olanaktan da yararlanmadı. Böylece o, sadece konuşan, zamanını cömertçe harcayan bir “emekli” gibi yıllarını eritip gitti. Dağyolu ve Günebakan “söz” e dayalı eserler olmasalardı, belki onlar da ortaya çık­ mayacaktı.

Baydar’ın şu yargısına katılmamak elde değil: “ Ömrünün sayılı gençlik yılları bir tarafa bırakılırsa, en verimli olabilecek çağım bir Doğulu gevşek­ liği içinde geçirdiğini ne yazık ki belirtmek zorundayız.” İşin garibi, eser vermeme konusunda Yahya Kem al’i kınar: “Yazmakta ne kadar hasis ise söylemekte o kadar müsriftir.” Y a kendisi? Buna “ intak-ı hak” demezler de ne derler?

Bizler, Doğulu insanlar olarak, kişileri gözümüzde büyütür, yüceleşti­ rir, birer kahraman haline sokarız. Batılı anlayışla, o kişiler ele alınıp irdele­ nince, gerçek kimlikleri ortaya çıkar, hayalimizde kurduğumuz “Ispanyol şatoları” temelinden yıkılıp gider. Mustafa Baydar, yan tutmayan -hatta bize göre biraz da çekimser- bir tutumla Tanrıöver’i tanıtırken, birçok bakımdan nasıl yanıldığımızı, Tanrıöver’in devrimler ve Atatürk ilkeleri söz konusu olunca nerelerde kaldığını belgeleriyle önümüze sermektedir. Eseri okuduktan sonra şu kanıya varıyorsunuz ki, Tanrıöver, şimdiye değin bilinenlerin ötesinde bir tutumun adamıdır. Yaşamı, Atatürk’ün sağlığın­ daki birkaç yılı kapsayan bir sürenin dışında, büyük bir boşluk ve uzun bir susuştur.

Z âtî’nin şöyle bir mısraı vardır:

Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rü'yâ gördüm

ÖZ DİLİMİZ

A li Püsküllüoğlu

3 lira

HABER DİLİ SÖZLÜĞÜ

5 Lira

Referanslar

Benzer Belgeler

Bana kattığı- nız her şey için TÜBİTAK ve Bilim ve Teknik ailesine çok teşekkür ediyor başarılarınızın devamını diliyorum.. İyi ki varsın Bilim

Askerliğini Ellise Sarayfnda Cumhurbaşkanı François Mitterand'a yemek hazırlayarak yapan Cyrill Laugier ve Gilles Grillot'in aşçı olarak görev yaptığı bistroda Fransız

İşin ilginç bir boyutu da, Civangete olayının en büyük sorumlusu gibi olan, her yerde ism i geçen Ahmet Özal, tanık sandalyesinde ailenin diğer fertleri arasında her

Devlet Jürisi karariyle 1963 Brezilya Sao Paulo Biennalisine iki eserle ve 1965 Tahran Biennalisine bir eserle katıldı, 1965’te Amerika'da Ben Abbey Grey vakfı

[r]

An­ ka ra da olduğu gibi, bir konserva­ tuvar tiyatro okulunun açılması, ayrıca bir tatbikat sahnesinin ku­ rulması gerekir.. İstanbul şehrinin en büyük

Bu umumi vazife taksimi arasında kadınlar kendilerine ait olan vazifeleri yapacakları gibi aynı zamanda topluluğun refahı, saadeti için zorunlu olan umumi çalışmaya

Ve onlar Arif beyin âdetini çok iyi bildikleri için hayvanını da alırlar, ilerlerler, uzaklaşırlar, sa­ natkârı kendi kendine bırakır­ lardı. Arif bey