• Sonuç bulunamadı

Filiz Ali'nin acıya tanıklığı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Filiz Ali'nin acıya tanıklığı"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

12 EKİM 1995 PERŞEMBE

GRAMOFON İĞNESİ

CUMHURİYET "~r» ---n r

KULTUR

SELİM İLERİ

F üiz li’mn

kiyc'ııin bugünkü biraz daha değişik or­ tam ında yayım lanabilir belki...” dedi,

Annem dirayetli bir kadındır. Yaşar Na- bi Bey de olumlu baktı.

“Am a o yıllarda bile ‘Sırça Köşk’ öv-

kii-ıııasalı yayımlanmadı galiba...”

- Evet, yayınlanmadı. Varlık baskıla­ rında yoktur, sonra Bilgi Yayınevi’nin baskısında kitabın adı değiştirilmiştir. Ancak Cem Yayuıevi’ndeki baskıda Sır­ ça Köşk kitabı bütünüyle yayımlanabil­ di. Endişe duyuldu, çekinildi. Düşün, in­ sanların içine ne garip bir korku salınmış ki, “ Sırça K öşk” gibi bir masaldan otuz, kırk yıl korkuluyor.

“ Peki, hu acı maceraya döııiip baktığın vakit, Türkiye’yi bugün ilerlemiş mi gö­ rüyorsun, nasıl değerlendiriyorsun?”

- Türkiye birçok bakımdan ilerlemiş olabilir. Kafa, akıl, duyarlık, sanat, kül­ tür açısından Türkiye’nin ilerlediğini söyleyebilmek biraz zor. Ne var ki şun­ ları konuşabilmek, gündeme getirmek de önemli.

“ Kitap bu bakımdan ilginç gösterge­ lerle dolu. Sözgelimi bir İzmir F’uarı an­ latıyorsun. Bugün çalgı çengiden ibaret kalmış İzmir Fuarı o vıilarda bam baş­ ka...”

- Gerçekten de öyle. 1945’ten bahse­ diyorum kitapta: Fuardaki Açıkhava Ti­ yatrosu hınca hınç dolardı. Üstelik M a­ dama Butterfly, Satılmış Nişanlı operala­ rı oynanıyor; W ilder’in Bizim Şehir oyu­ nu oynanıyor. Bunlara ilgi gösteriliyor­ du... Şimdiki fu­ arla ilgisi olma­ yan bir yerdi ora­ sı. Ressamlar ve h e y k e ltıra ş la r pavyonları yapı­ yorlardı...

1945'teSaba-Filiz ile babası 1943 sonbaharında balkonda “ Babamın ölüm ü gerçeğiyle ilk kez 19

Haziran 1993 günü yüz yüze geldim. Sa­ bahattin Ali’ye Kırklarelililer sahip çıkı­ yordu. Kırklareli'niıı köylüsü, kasabalı­ sı, okumuşu, okumam ışı, askeri, polisi, eşrafı, fabrikatörü, politikacısı, öğretme­ ni, öğlencisi, yani kısacası Kırklareli hal­ kı 1992 yılı haziran ayında başlatılan Sa­ bahattin Ali G ünleri’nde bir araya geli­ yor, Sabahattin Ali’yi içlerinden biri ama neredeyse bir ‘evliya’ gibi anıyorlardı. Sabahattin Ali, Kırklareli köy lerinin folk­ loruna çoktan girmiş, bir halk kahrama­ nı, bir efsane olmuştu.”

Böyle yazıyor Filiz Ali. Türk edebiya­ tının en büyük yazarlarından biri olan Sabahattin Ali’yi Kürk M antolu M a- donna romanıyla tanımıştım; lisede öğ­ renciydim. Bu romanı sonraları da, kim- bilir kaç kez okudum. Sabahattin Ali’nin o kadar acı serüveni benim liseli yılla­ rımda bile adeta fısıldaşılarak anlatılır­ dı. Öldürülmüş olduğu ansiklopedik kaynaklarda saklanıyor, yalnızca ölüm tarihi veriliyordu.

O zamanlar Sahaflar’da bulduğum ilk baskı Sırça Köşk bu fırtınalı yazann ba­ şını yakmış; öyle deniyordu. Cinayete ilişkin çok değişik, birbiriyle çelişen ta­ nıklıklar dinlemiştim. Öldürülmüş Sa­ bahattin A li’yi suçlayanlar bile vardı. Oysa yazdığı öyküler dikkatle okunsa, Türk edebiyatında en derin yürek çar­ pıntısıyla karşılaşılır...

Gramofon İğnesi için Filiz Ali’yle söyleşiye giderken,

yeniyetmeliğimin, ilk gençliğimin geç­ tiği Teşvikiye’yi görmüyor gibiydim. Aklımda 1930’lar, 1940’lar, Ankara, İstanbul, Moda ve Sabahattin A li’nin

inanılmaz merhametiyle açıldığı o eşsiz Anadolu hikâyeleri cirit atıyordu. Filiz Ali’nin can yakıcı bir sadelikle yazmış olduğu “ FilizH iç Üzülmesin...”i (Sel Ya­ yıncılık) daha yarım saat önce bitirmiş­ tim, gözyaşlarını kuramamıştı.

İlk cümle aklımdan çıkmayacak:

“ Babam ın sözünü tuttum ve uzun za­ m an hiç üzülmemiş gibi yaptım.”

Önce şu soruyu sormak gerekmiyor mu: “Ne kadar uzun bir zaman? Bu ki­ tabı bizim için yazıncaya kadar m ı?”

- Yok, değil; bu kitabı yazıncaya kadar değil. Ama belki, bu kitabı yazmaya ka­ rar verirken, yazmayı düşünmeye başla­ dığımdan beri... Yavaş yavaş... Duygula­ rımı hep bastırdım çünkü. Kitabı yazma­ ya başladıktan sonra duygularımı bastı- ramadım.

“Kızı suskundur”_________

“ Bu kitabı niçin yazdın? Yetiştiğim , ed eb iyat çevrelerin e girdiğim yıllar­ da, Sabahattin Ali olayından söz açıl­ d ığın d a, ‘Kızı suskundur, bu konularda konuşmak istemez...’ denirdi. Bu kitaba gelince, şimdi insanı yaralıyor.”

- Suskunluğun iki nedeni var Selim.

Birincisi, anılarımı galiba uzun süre kim­ seyle paylaşmak istemedim. Onlar çok bana aitti, babamla ikimize aitti. Yani an­ latırsam, babamı büsbütün kaybedece­ ğimi sanıyordum. İkincisi ve daha acısı, babam 1948’de öldürüldükten sonra, za­ ten uzun süre susmak, birçok şeyi söy­ lememek zorundaydık. Bu zorunlu susuş da bir suskunluğa dönüşecekti.

“ Sanırım devrin siyasal tutumu, siya­ sal baskı da, sizi, seni ve aileni sessizliğe yöneltmişti...”

- Birçok sebepten ötürü... Bu sebepler arasında siyasal olan başı çekiyor. Ama çok daha karmaşık. Kimse beni susmam için zorlamıyordu. Ailem içinde, baba­ mın dostlan arasında kimse böyle bir şey istemiyor, talep etmiyordu. Ama susulu­ yordu. Çok acı bir şey; “ Babanın kim ol­ duğunu söylem e”, diyorlardı. Bunu söy­ lemek zorundaydılar. Hatta hiç unuta­ madığım trajikomik bir anım var; Kon- servatuvara gittiğim yıllarda biryaz. Ha­ let Çambel’lerin Amavutköyü’ndeki ev­ lerinde kalıyordum; piyano çalışmak ge­ rekiyordu. evde piyano olmadığından her gün bir başka eve gidip çalışıyor­ dum. Piyanolu eve bir gün bir Ingiliz kı­ zı geldi. Halet Abla “Sen bunu gezdir”,

diye görev verdi. Bir gün bir sebeple bu kızı Bülent D avran’ın annesine götür­ düm. Bülent Davran’ın annesi bana,

“ Babanız kim kızım”diye sordu. Birden ne diyeceğimi şaşırdım, ille bir edebi­ yatçı adı vermem gerektiğini düşündüm ve “Cenap Şahabettin’in kızıyım...” de­ dim. Tabii kadın alay ettiğimi sandı. Böyleydi o günler.

“ Kitabı yazış serüvenin ne oldu? Fotoğ­ rafları tekrar çıkardın, onlar herhalde sana bambaşka çağrışımlarla geldi.”

- Fotoğrafları hiç yanımdan ayırma­ dım. Ama bu kez başka bir duyguyla yaklaştım. O güne kadar içe attıklarımı artık dışa vurmam gerekiyordu. O göz­ le baktım...

“ Diyorsun ki; ‘Babam. Kodak marka­ lı fotoğraf makinesi ile bu yürüyüşleri tespit eder. Zaten eline geçen her fırsat­ ta sadece eşin dostun değil, lokomotif, kağnı, doğa, köprü, köylüler, ne olursa, ilgisini çeken her canlı ve cansızın fotoğ­ rafını çekerdi. Körüklü Kodak'ın otoma­ tik çekme marifeti de olduğundan toplu ve solo fotolar ile kendini de belgelemiş­ ti S. Ali.’ Ben de çocukluğumu ve baba­ mın tıpatıp böyle fotoğraflarını hatırla­ dım. Ama senin maceran o kadar başka bir acı ki...”

- Fotoğraflara tekrar tekrar baktıkça o bastırılmış duyguları yazmam gerekti­ ğini anladım. Yazarken bir tür deşaıj ol­ gusu öne çıkıyordu. Çocukluğumdan bu yana benim için birer teselli olan, hep iç içe yaşadığım fotoğraflar şimdi sanki benden ayrılacaklardı... Çünkü babamı ne zaman özlesem, ben hep o fotoğraf­ lara bakardım. Özlemek, o günlere dön­ mek de değil. Babamı yaşamak istedi­ ğim vakit o fotoğraflara bakardım. Bir yerde, bir anlamda yazarak kurtulmak da istiyordum.

Bir aydın adanı

“ Şim di Sabahattin A li’nin soykütü- gü n e uzanıyorsun. ‘N en e’nin fotoğrafı, büyükannenin fotoğrafları; geçmişe bak­

tığım ızda Sabahattin Ali'nin pek öyle burjuva bir aileden gelmediği anlaşılıyor. Am a senin yazdıkların da belgeliyor, çok gelişkin, kent uygarlığına yatkın bir in­ san. Bu gelişmenin sırlarını nasıl açıkla­ malıyız?”

- Aslında babam tipik bir burjuva da değildi, mesela bizim evde eşyaya, mo­ bilyaya bir bağlılık yoktu, öyle düzenler yoktu. Kitap vardı, ama şu bu yoktu. Bur­ juva zevkine sığarsa, babam kaliteye önem verirdi.Sanınm babasının etkisi ol­ muştur. Birde Almanya yolculuğu. Ger­ çi bir buçuk yıl kalmış, ama on yıllık et­ kisi olmuş. Çocukluğumda önüme dizip baktığım kartpostallar vardı, babam Al­ manya’dan getirmiş, bunlar hep yazar portreleriydi. Böyle zevkleri, böyle me­ raklan vardı. Bir aydının yaşama biçimi­ ne açıktı. Bilgi merakı vardı. Mesela bi­ yolojiye merak sarardı, hayvanlar âlemi­ ne merak sarardı. Afrika... Cilt cilt kitap­ lar alırdı. Bana gösterir, birlikte okur­ duk. Ben, o senelerde, babama benzeyen pek başka insan tanımadım.

“Şimdi, ilk kitabına verdiği ad bile is­ yankâr: Dağlar ve Rüzgâr. Pastoral bir izlenim bırakıyor ama, tuhaf, fırtınalı bir şey de var. Bir anarşizm, baş tanımazlık.

Ne s ar ki senin anılarında baban, hasta Filiz’in ipek böcekleri, tırtılları için dut yaprakları topluyor...”

- Babam aslında çok sevecen bir insan­ dı. Ben evimizde hiç kavga, gürültü pa­ tırtı hatırlamam. Şakacıydı, yakın çevre­ sini çok güldürüldü. Hırçınlığı hemen hiç yoktu. Ama yazarlık, ilkelere bağlı­ lık başka bir şey. İnanmadığı işler karşı­ sında isyankârdı, yazarken sivridilliydi. Yerden yere çarpıyordu. Bu da bazı in­ sanların fena halde hırpalanmasına yol açmış olmalı. Çünkü Sabahattin Ali'yle ciddi şekilde uğraşılmıştır.

“ Kitabında çok iyi belirtmişsin. Bu­

yandan ilerlemek, aydınlanmak isteyen bir Türkiye söz konusu. Bu, fotoğraflar­ daki sosyal yapıdan da yansıyor. Bir yan­ dan da akıl almaz baskılar kuruluyor. Tu­ haf çelişkiler. Sabahattin Ali cezalandırı­ lıyor, haksız yere; sonra, bakıyorsun, Carl

Ebert'le birlikte çalışıyor. Ebert, yıllar sonra gördüğünde baban için neler anlat­ tı?”

- Bir defa babamla çok yakın dostluk kurmuş. Birbirlerine “ sen” diye hitap edecek kadar. Cari Ebert de çok acı çek­ miş bir adam: Nazi Almanyası'ndan çı­ kıp gitmek durumunda kalıyor. Ameri­ ka’ya gidecek, sonra savaş kaderini de­ ğiştiriyor ve Türkiye’ye geliyor. Bir tür sürgün ömrü içinde. Sanırım bu yüzden babamın başına geleni çok iyi hissede­ biliyordu. Ankara’da birlikte çalıştıkla­ rında uyum sağlamışlar...

Küçük Filiz

“ Kitapta küçük Filiz'i de, hatta Filiz Ali'yi de daha yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Küçük Filiz'in kendi kendine yetebilen bir dünyası var. Hatta yalnız bir çocuk. Alman eğitimini öngören Saba­ hattin Ali. Bir yanda disiplin, bir yanda özgürlük... Başka çocuklar gibi y etişme­ diğin için memnun m usun?”

- Elbette memnunum. Babam ve an­ nem beni kuvvetli bir insan olmaya ha­ zırlıyorlardı. Bu eğitimden geçmesey- dim. sonradan yaşananlara katlanmam mümkün olmayacaktı. Yetiştiriliş tarzı­ nın acıya dayanmamda büyük etkisi ol­ du. Adeta beni hazırlıyordu babam... Ay­ rıca sıkı bir disiplin de değildi, sevimli bir disiplindi.

“ Biraz da o günlerin dünyasına baka­ lım. Çok sevdiğim, hiç düşünmemiş oldu­ ğum, sosyolojik bir saptay imin var. Diyor­ sun ki: ‘Ankara evlerinde telefon olma­ dığı o günlerde herkesin evine çat kapı

► Suskunluğun

iki nedeni var

Selim. Birincisi,

anılarımı galiba

uzun süre

kimseyle

paylaşmak

istemedim. Onlar

çok bana aitti,

babamla ikimize

aitti. Yani

anlatırsam,

babamı büsbütün

kaybedeceğimi

sanıyordum.

İkincisi ve daha

acısı, babam

1948'de

öldürüldükten

sonra, zaten uzun

süre susmak,

birçok şeyi

söylememek

zorundaydık. Bu

zorunlu susuş da

bir suskunluğa

dönüşecekti.

► Babam aslında

çok sevecen bir

insandı. Ben

evimizde hiç

kavga, gürültü

patırdı

hatırlamam.

Şakacıydı, yakın

çevresini çok

güldürürdü.

Hırçınlığı hemen

hiç yoktu. Ama

yazarlık, ilkelere

bağlılık başka bir

şey. İnanmadığı

işler karşısında

isyankârdı,

yazarken

sivridilliydi.

Yerden yere

çarpıyordu.

gidilmesi adettendi.' Gerçekten biz de Cihangir'de otururken, öyle misafirlikler olurdu."

- Evet, öyle misafirlikler vardı. Ak­ şam yemeğinden sonra misafirliğe gidi­ lir, çay, şerbet, akide şekeri ikram edilir, kahve ikram edilir. İçki miçki, öyle şey­ ler yok.

Yalnız işte, yazdığım gibi, bazen vot­ kayla vermut ikram edilirdi; yabancılar haberli gelirlerdi, o zaman votkayla ver­ mut karıştırılıp martini gibi bir şey yapı­ lırdı, fındık fıstık alınırdı... Yemeğe ge­ len misafirler daha çok edebiyatçılardı;

Orhan Veli'yi, Samet Ağaoğlu'nu hatır­ lıyorum mesela. O zaman meze tarzı bir şeyler yapılırdı. Yani her şeyin açgözlü­ lükten uzak olduğu bir dönemdi, ufak şeylerle yetinilir, bundan yüksünülmez- di.

“Am a bu sakin, mutlu gözüken dünya gitgide çökecek, Sabahattin Ali düşünce­ leri dolayısıyla yıkımdan yıkıma sürük­ lenecek. Sonra o korkunç son... Bunları konuşmak istemiyorum ama, çevreniz­ deki insanlar ne yaptılar? O sondan son­ ra?”

- Bütün yakın dostlarımız bizimle bağ­ larını sürdürdüler, Yakın olmayanlar kaç­ tılar. Bizi görmezden geldiler. Onların hayatlarında Sabahattin Ali olayının izi olmadı. Ama, Ankara'daki dost grubu, birlikte yürüyüşe çıktığımız Cevdet Kudret'lcr, Yaşar Nabi'ler bağlarını ko­ rudular.

“ Babanın eserleri uzun yılar gözden ırak tutuldu, basılaıııadı. Sonra benim li­ se yıllarımda Yarlık Yayınevi, Sabahattin Ali'yi yeniden yayımlamaya başladı. Bu nasıl oldu?”

- 1965 'e kadar kitaplar yayımlanama­ dı. Sonra annemin çabasıyla... Annem Yaşar Nabi Bey’e mektup yazdı ve “Sa­ bahattin sizin arkadaşınızdı, eserleri

Tür-hattin A li’yi öyle bir dünyanın, deyiş yerindeyse, biraz da evcil bir dünyanın içinde görüyoruz. Ama sonra yine siyasal tutumunda keskinleşi­ yor. O dünyanın içinde var olamıyor, o dünyaya taham mül mü edem iyor?”

- Babam fikirlerine çok bağlı, doğru bildiği dışında bir şeyle uyuşamıyor; uyuşmacı insan değil zaten. Bana da öğ­ rettiği ilkecilik zaten. İlkeleri dışında ce­ reyan edenleri yazı yoluyla eleştiriyor... Uzlaşabilirdi tabii. Uzlaşması için de her türlü fırsat önündeydi. Babam Türki­ ye’nin uygar bir ülke olmasını istiyordu. Türkiye’yi ileriye götürmek isteyen bir mücadele içindeydi.

Korkunç son...

“ Sonra o korkunç son geliyor. K ita­ bı S a b a h a ttin A li'n in öld ü rü lü şü y le n o k ta lıy o rsu n . Ya son ra? A n n en ve sen, neler ya şa d ın ız? ”

- Ondan sonra çok şey yaşandı tabii, çok acı şeyler. Hayatımız her anlamda al­ tüst oldu. Maddi ve manevi bir yıkıma düştük. Babamı kaybetmek gerçeğinin dışında, bir de parasız kaldık, hiçbir şey­ siz kaldık. Bize son defa gönderdiği bir miktar para vardı. Sonra, babama öden­ mesi gereken borçlarvardı, bunlar öden­ medi, kimin borcu olduğu bile ortaya çıkmadı.

Tabii ancak eşin dostun yardımıyla ayakta kaldık. Sonra annem çalışma ha­ yatına girmek zorunda kaldı. Bir ara di­ kişle uğraştı. Daktilo yazmayı biliyordu, bir süre bazı eserlerin daktiloya geçiril­ mesini üstlendi. Sonra Demokrat Parti iktidar olmuştu. Annem o zaman bakan olmuş Samet Ağaoğlu'na rica etti. Bir iki ay devlet dairelerinde çalıştı; derken

“Tensikat oldu” dediler, işten çıkartıldı annem. Yine Samet Bey’in aracılığıyla Devlet İstatistik Enstitüsü’nde çalışma­ ya başladı. Oradan emekli oldu.

“ Sen o sırada okuyorsun...”

- Evet, okuyordum. Ama her şeyde ter­ sine bir gelişme vardı. Babam Arnavut- köy Kız Koleji'nde okumamı, dışarıdan piyano dersleri almamı istiyordu. Oysa konservatuvara yatılı girdim, parasız ya­ tılı; İngilizceyi dışarıdan öğrendim. An­ nem çok vefakâr, fedakâr bir kadındı. Sonra dostlarımızın yardımları oldu. Se­ neler geçti... Öyle işte idare ettik.

“ Belki bunları da bir giin yazarsın. Fi­ liz Hiç Üzülmesin o kadar etkileyici ya­ zılmış ki, insan birdenbire edebiyatçı Fi­ liz Ali’yle karşılaşıyor.”

- Bilmem... İçimden geldiği gibi yaz­ dım.

“ Bu acı konuları tekrar konuşturdu­ ğum için özür dilerim ” diyorum Filiz Ali’ye. Aklımda hep Filiz Hiç Üzülme- sin’den bu söyleşiye alıntıladığım bö­ lüm...

“Ne kadar bunaltıcı bir yaz

bu...”________________ _______

“(...) 2 Nisan 1948, Sabahattin Ali ki­ tap okurken öldürülmüş ve öldüğü yer­ de, ders yatağında öylece bırakılmış. Ba­ bam dan haber alam am am ıza annemi çok tedirgin etmiyor, Rasih Nuri İleri eliy­ le gönderdiği mektupta babam ‘ Bu mek­ tubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa veya Ingiltere'de olacağım. Filiz’in oku­ lu bitince sizi yanıma aldıracağım...’ de­ diğine göre meraklanacak bir şey yok. Ben haziranda M im ar Kemal İlkoku- lu'nu bitiriyorum. Diplom a törenim iz çok güzel geçiyor. Annemin diktiği pem ­ be organza tuvaletim ile Johann Stra-

uss’un valsleri eşliğinde peri kızları gibi dans ediyorum. Sonra da milli giysileri­ mizle Tamzara ve Harmandalı oynuyo­ ruz. Sükse bin beş yüz. Ne var ki ilk kez yaz tatilini Ankara'da geçiriyoruz. Ne ka­ dar bunaltıcı bir yaz bu...

Sonbaharda Ankara Kız Lisesi’ne kay­ dımı yaptırıyor annem. Babamdan hâlâ haber yok. Okulda özellikle İngilizceder- siııı çok ivi, hocam Lâmia Hanım’a bayı­ lıyorum. Okulun müdürü Perihan Ha­ nım babamın İstanbul Yüksek Muallim Okıılu'ndan arkadaşı, beni kolluyor o da.

Yanılmıyorsam 1949 yılının ocak ayı. İngilizce dersi yaparken sınıfa lise 1 öğ­ rencisi koşucu Üner Teoman giriyor ve Lâmia Hanım'ın kulağına bir şeyler fısıl­ dıyor. G azeteciler gelm iş, avluda beni bekliyorlarmış, babamla ilgili bir konu varmış. Üner Teoman'la avluya çıkıyo­ rum. Gazeteciler bana bir şey söyleme­ den, aniden fotoğraflarımı çekmeye baş­ lıyorlar (...)”

I

I

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği T a h a To ros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Kütleçekiminin büyük cisimler üzerinde ve uzak mesafelerde davran›fl›n›n iyi bilin- mesine karfl›n, ayn› kuvvetin çok küçük ci- simler aras›nda çok

/Kuyruğun tutanm merd oğlu merdim / Olsa da bir batman pişirip yerdim / Çok yiyip içince artarsa derdim / Olursun derdime dermanım hamsi / "Salim", hamsi yerim ben

Yapılan araştır- malar deniz memelilerinde miyoglobin oranının fazla ol- masının nedenlerinden birinin, deniz memelilerindeki mi- yoglobin proteinin yapısının insanlardakinden

L’inquiétude et la rêverie dou­ loureusement insatisfaite ne sont pas chez lui un abandon découragé, mais oien l’ardente, la fiévreuse poursuite d’une

Ancak geçtiğimiz günlerde araştırmacılar, ağrıya tıpkı gerçek cilt gibi tepki verebilen elektronik yapay deri geliştirdi.. Bu keşif daha iyi protezlere, daha

Olgumuz; ‹TP’da ‹V‹G tedavisi ve tromboz birlikteli¤ine dikkat çekmek, yaflam› teh- dit eden masif pulmoner tromboemboli durumun- da kanama diyatezi aç›s›ndan gerekli

Petersburg Bale Tiyatrosu, bu yıl- ki Genç Pamukbank etkinliklerin- de Olga Spessivtseva’nm Bolşevik devrimi öncesi Rusya’sında şan- şöhretle başlayan ve New York’ta

Gökhan METAN, Ankara, Türkiye Reşit MISTIK, Bursa, Türkiye İlhan ÖZGÜNEŞ, Eskişehir, Türkiye Filiz PEHLİVANOĞLU, İstanbul, Türkiye Nihal PİŞKİN, Zonguldak, Türkiye