SAYFA
12
DİZİ YAZI
ü ya denizinde bir bahriyeli
Hüseyin Avni Durugün, yoksul bir ailenin çocuğuydu. O kum ak amacıyla
Afyonkarahisar’dan İstanbul’a geldi ve Deniz Astsubay O kuluna kaydol
du. Okulu bitirdikten sonra katıldığı kursu birincilikle tamamladı ve Yavuz
gemisinde göreve başladı. Stajyer öğrencilere tekm il vermeyi reddettiği
için 4 ay hapis yattı. Yeniden göreve dönünce kendini okumaya verdi.
H Ü S E Y İN A V N İ D U R U Ğ U N
BAHRİYE DAVASININ _
_
_
_
_
_
_
_
SON SANIĞI
A Y D I N A Y D E M İ R
— i —
-Bak, Aydemir kardeşim; ben bu uyduruk Bahriye davasımn mahkûm ettiği, yaşamda kalan son kişisiyim...
Yaşım 82.
-Daha nice yıllara ağabey! -Eş, dost birlikte Aydın...
Hani, diyor ya ustamız; Nâzım usta: Belki bahtiyarlık değildir artık, boynunun borcudur fakat, düşmana inat,
bir gün daha fazla yaşamak...” İçkiden, kum ardan kaçtım. İsraf tan, uykusuzluktan kaçtım. Sefaletten kaçamadım. Körolası yokluk, yoksul luk: çocukluğumdan bu yana iki araya gelmeyen yakamı hiç bırakmadı. Ama yılmadım, yıkılmadım. En zor koşul larda bile çalıştım, ürettim. Nâmerde m uhtaç olmadım. Olmamak gerek. Düşmeden anlayamazsın bunu. En yakın bildiklerin, senin geçtiğin so kaklarda gezmez, bir rastlantıdır kar şılaşırsın selam vermez, oturduğun kahvehanenin önünden geçmez olur.
“Yalnızlık zor zanaat” diyor ya us tamız. Çeken bilir.
Yakınlarda hanımı da yitirdim! Bi zim davada yargılanan ve 15 yıl ceza yiyen Mehmet Ali K antan’ın kızkar- deşiydi. K ötü ve iyi günleri birlikte göğüslediğimiz, acıyı-tatlıyı birlikte paylaştığımız... Bir kızımız var, evli.
Ben A fy o n k arah isar’d a doğm u şum. Dedemler, babam lar Diyarba kır’dan göçüp gelmişler oraya.
Önce bahçe, sonra okul
Çocukluğum A fyon’da geçti. Hiç yaşanmamış çocukluğum.
Babam bahçıvandı. Yüz yıl öncele rin bahçıvanlığını düşün. Hem de Anadolu'da. Ne getirir insana? Yok suldu babam. Gönlü zengin yoksullar dan. İyi insan, iyi bahçıvandı. Çiçekle rin. ağaçların, çimin, çimenin, topra ğın dilinden anlardı. Okşardı, severdi onları.
Her sabah kuşluk vaktine kadar ba bama yardım eder, sonra da okuluma giderdim.
İlkokuldan sonra ortaokulu da bi tirdim Afyon'da.
-ben okumak istiyorum baba, de dim.
-İşte okudun ya, dedi.
-İstan b u llard a, büyük okullarda okumak istiyorum.
-Dediğin yerlerde okumak bize göre değil oğlum, bize kürsü vermezler.
-öğretm enlerim okumamı istiyor baba. Ben de okumak istiyorum.
-İstemek yeter mi oğlum, um an ol mayınca...
-Yatılı okullar varmış, baba, devlet okutuyormuş.
Yü 1927. Yaşım 17. Üsteledim:
-Ben buradan gideceğim, okuyaca ğım baba, dedim.
-Okumak zenginlerin buyruğunda, dedi babam . B arın d ırm azlar seni. Ama madem bu kadar çok istiyorsun, ne desek bir kulağından girip ötekin den çıkıp gidecek. Bir dene bakalım. Ola ki Cumhuriyetken birkaç damla da yoksulun tabağına düşer.
Dedemi de örnek göstermekten ge çemedi babam:
-Deden Habiboğlu hattattı. İğneyle kuyu kazar gibi eliyle Kuran yazardı, ö tek i dünyaya aç gitti. Yazdıklarını
Hüseyin Avni Durugün, Nâzım Hikmet’le beraber Bahriye Davası’nda yargılandı ve § yd hapis cezasına çarptırıldı. Aynı davada yargılanmalarına karşın ne Hüseyin Avni Nâzım’ı, ne de şair genç deniz astsubayını tanıyordu.
Tann-peygamber adına yok pahasına aldılar elinden. Kimbilir belki devir değişti. OsmanlI’da da bahçıvandım, şimdi de. Kaybedecek ^tımız, devemiz yok. Git bakalım, hayırlısı olsun.
İstanbul’da bir genç
Ö ptüm elini babam ın, anam ın... Düştüm yola. Vardım İstanbul’a. Ko nuk oldum akrabalara.
Çengelköy Askeri Lisesi’ne başvur dum.
-Y aşın tutm adı, dediler. K asım paşa’da Deniz Astsubay Okulu’na git, belki orası alır.
Gittim. Okula kabul edildim. Kaydım yapıldı.
Yatılıyım.
Dersler başladı. Ooh ne güzel! Ye mek parasız, yatmak, giysiler parasız.
O rhan Veli ağzıyla: "Bedava yaşı yoruz, bedava.”
Yemeğe olduğunca okum aya da açım. Dersleri pürdikkat dinliyorum. N ot tutuyorum . Öğretm enler soru sorsa da yanıtlasam diye gözlerinin içi ne bakıyorum.
D erslerim iyi, öğretm enlerim in, özellikle Türkçe öğretmenimin, ilgisi
sevgisi üzerimde.
Arkadaşlarımla aram iyi. Spor yapıyorum. Güreşiyorum. Uzatm ış olmayalım. 1931 yılında okulu bitirdim.
Staj süremi Yavuz savaş gemisinde tamamladım.
Bu arada A lm anya’dan getirilmiş uzmanlar denetiminde bir meslek kur su açılmış. Bu kursa beni de gönderdi ler.
Kurs hocasının adı Müller’di. Kursu birincilikle bitirdim. Görev yerime döndüm.
Bu dönem de Bahriye öğrencileri geldi gemiye. Stajyerler. Nöbet tutu yorlar, seyir ve güverte işleriyle ilgili dersler alıyorlar.
Stajyer öğrenciye tekmil
Talimat gereği her sabah astsubay lar, bağlı bulunduğu birliğin tekmilini yetkili subaya verir. Bir sabah genç bir nöbetçi teğmen bize emir verdi: "Bun dan böyle tekmilinizi stajyer bahriye öğrencilerine vereceksiniz" dedi.“ Allah Allah, nasıl olur? Bu emir sa kat. Biz muazzafız. Erlere derslerde öğretiyoruz: ‘Ast üste tekmil verir’ di
yoruz.”
Şimdi erlerin karşısında, henüz hiç bir unvanı olmayan öğrencilere tekmil vereceğiz. Erler gülecek halimize.
Ben ve arkadaşım Şevki Çavuş bu emre uymadık. Karşı da çıktık. Çıktık ama, hem bölükten alındık; hem de emre itaatsizlikten dörder ay ceza ye dik. Temyiz hakkımızı da kullanama dık. Mehil dışı bildirimle bu hakkımızı da gaspettiler. Bize bu cezayı veren, Bahriye davasında önemli rolü olacak Hâkim Üsteğmen Fahri Çoker’di.
“ Bu b ö yledir, dediler; öğrenin, ‘Emir, demiri keser’.”
Bizi İzmit Deniz Komutanlığı Ha- pishanesi’ne gönderdiler.
Dört ay yattık.
"Çıkın, cezanız bitti” dediler, çıktık. Ardından bir yıl da terfi edememe cezası vermezler mi? Ne yaparsın, “ba şa gelen çekilir” dedik, çektik sineye.
Ö kulda, kursta tüm başarılarım a karşın akranlarımdan bir yıl geç üstça vuş oldum.
Böyle şeyler moral bozar askerlikte, arkadaşlar arasında ayrıcalık yaratır. Üzücüdür.
Sıkıntıdan, meraktan; eksiklerimi,
Giriş
Cumhuriyet dönemi adalet tarihimizde. Nâzım Hikmet ve suç ortaklarıyla ilgili iki toplu dava var.
Kısa söylemiyle bunlar: Harbiye ve Bahriye davalarıdır. 1938 ve 1939yılında karara bağlanan bu davalar, hazırlanıp, sürüşü ve sonucuyla adalet adına hukukun alnına vurulmuş yağlı
karalardır.
Aslı astarı olmayan şıpın işi kanıtlarla Harbiye davasında A. Kadir Meriçbovu gibi yetenekli öğrencilerin, Bahriye davasında ise
dürüstlüğü ve yurtse verliği kuşk u götürmeyen bir kısım gedikli
çavuşlarla, sivillerin canına okunmuştur.
Kuşkusuz namlunun ucundaki hedef Nâzım Hikmet 'ti... Bu davaların üstünden geçen 53 yıl, yargı adına işlenen kıyımın yüzkızartıcı ayıbını örtbas edemedi.
Tanı tersi, yapılan bu adaletsizlik, geçen zamana koşut olarak okuyan,
düşünen, duyan demokrat her aydın kişinin vicdanını sızlattı durdu.
Bu yazı dizisinde, Bahriye da vasinin mağdurlarından yaşamda kalmış son kişisi olan eski başgedikli
Hüseyin Avni Durugün le yaptığımız söyleşiyi okuyacaksınız. A. A.
gediklerimi tam am lam aya düştüm. Boş zamanlarımı okumaya ayırdım. Elime geçen kitabı, dergiyi karıştırı yor, beni biraz sararsa okumaya başlı yorum. Okuma, alışkanlık haline gel di. Okumadan duramıyor, boşluktay mışım gibi bir duyguya kapılıyorum.
¿öylece ülkemin şairleri ve yazarla rıyla tanışmaya başladım. Yani kendi lerini değil, yazdıklannı tanımaya.
Örneğin, Faruk Nafiz hoşuma gidi yor. Severek okuyorum. Orhan Seyfı de öyle. Derken Mehmet Emin, Tev- fık Fikret, vatan şairi Namık Kemal...
Kimi gençlik duygulanım, kimi va- tan-millet aşkımı okşuyor.
“ Ah, ben de böyle şeyler yazabil- sem” diye iç geçiriyorum.
Tam bu sırada“ Nâzım Hikm et” adlı bir şairin şiirleri geçti elime...
Bu şiirler, daha önce okuduklanma hiç mi hiç benzemiyordu. Biçimi de başka türlüydü.
Gencim, belleğim taze. Hoşuma gi den şiirleri ezberleyebiliyorum. Nâ- zım ’tnkiler ezberlemeye çalışmadan zihnimde kalmaya başladı. Beynimde özel bir yer edindi sanki. Sürekli be nimle birlikte. Çalışırken, yürürken, yatağımda Nâzım. Çıkan kitaplannı kitapçılarda buldum, satın aldım. Ya sak masak değil. Akşam gazetesinde “Orhan Selim" takma adıyla yazılar yazdığını öğrendim, izliyorum...
Yürekte alabora
Taranta Babu’ya Mektuplar, “ Si- mavne Kadısı Şeyh Bedrettin Desta nı". Aman Tannm , beynim-yüreğim alabora...
Elimde olmadan mınldanıyorum: “ Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın
ağlamaktadır. Ve gölde ipi kopmuş
boş bir balıkçı kayığı bir kuş ölüsü gibi suyun üstünde yüzüyor.
SAYFA CUMHURİYET
12
DİZİ YAZI
Hüseyin Avni, 1938’in pırıl pırıl 17 haziran sabahı yapılan aram adan sonra gözaltına alındı
H Ü S E Y İN A V N İ D U R U Ğ U N
BAHRİYE DAVASININ_
_
A
Y
D
I
N
____ SON SANIĞI
A
Y
D
E
M
İ
R
-2
—Nâzım'm şiirlerini okudukça diğer şairlerin yazdıkları yavan gelmeye başladı bana. Bu kez de hikâyeye, ro mana, çeviriye yöneldim. Ama içimde her gün biraz daha artan bir arzu var: Nâzım’ı uzaktan da olsa görmek.
Gazetede okudum. Nâzım yargıla nıyor.
"Tamam, dedim, kendi kendime. Sivil giyinir giderim mahkemeye. Hem Nâzım’ı görürüm, hem davayı dinle rim.”
O gece uyuyamadım. İçim içime sığ madı. Duruşma başlamadan önce ad liye binasının önündeydim. İçeri gir mek ne mümkün... Dışarda bile yer yok... Güvenlik nedeniyle dışardakile- ri mahkeme önünden uzaklaştırdılar. İçim burkuldu. Kederlendim...
Gazetelerden beraat ettiğini öğren dim, sevindim.
Unutulan Adam
"Unutulan Adam ” Şehir Tiyat- rosu’nda oynanıyormuş. Sanıyorum davası da bu kitabmdandı. Tiyatroya zorla iki bilet bulduk, gittik. İkinci bi letin sahibi bölük komutanım. Kim, biliyor musun? Necdet Uran. Sonra dan Deniz Kuvvetleri Komutanlığına kadar yükseldi. İşte o.
Biletimizle içeri giremedik. Tiyatro ağzına kadar dolmuş. "Yahu, dedik, biz subayız. Gemimiz sefere çıkacak. Ayakta olsun izleyelim. Tabure filan istediğimiz yok.”
"Bakın, dediler, görün bekleyenleri. Kapı ardına kadar dayandılar. Ata cak tek adım yer yok.”
Gemilerde yaşam tekdüzedir. Yeri niz, yöreniz sınırlıdır. Herkes birbirini yeterince tanır. Boş zamanlannda ki min ne yapuğı bellidir.
Diyelim ki akşam oldu. Görevin bit ti. Nöbetçi de değilsen, oyun oynarsın, içersin, ütersin, ütülürsün, kitap okur sun. sohbet edersin, yıkanır uyursun.
Ben okumaya fazla yüklenmiş ola cağım ki, dikkat çekmişim.
Zafer gemisindeyiz. Gemi kom uta nımız Binbaşı Muzaffer Besen. Besen, emirerini yollamış bana. En son oku duğum kitabı istiyor. Verdim. Kitabın adı: Uyandırılmış Toprak. Yazan: Şo- lohof. Sovyet.
Binbaşı Besen. üç gün sonra kitabı emireriyle geri yolladı. Herhangi bir kanı belirtmemiş.
Yıl 1938.
Mesleğimde 7 yılı doldurdum. İşten kaçmam. Görevime düşkü nüm. "K aytarm a” nedir, bilmem. Astlanmla, arkadaşlanmla. üstlerimle aram iyi.
Gemiler yatılı okullara benzer. Öz lemim çektiğin yakınlannın bokluğu nu arkadaşlar doldurur. Komutan da "baba adam ” olursa, eh değme keyfi ne...
Zaman belli değil
Gemide arama
1938 yılının pınl pınl bir 17 haziran sabahı...
Yoklama için üç bölük, geminin kıç güvertesine alındı. Ben, d gün, gemi güvertesi nöbetçi başçavuşuyum. Bö lük komutanım Yüzbaşı Kemal Az- gun. İvedi bir emirle tüm dolaplarda arama başlatıldı. Eşyalar altüst oldu. Çamaşırlarla demirbaşların dışında ne varsa zapta geçirildi. Her şey didik di dik edildi.
Rastlantı olacak, benim dolap boş... Ne aradıkları bilinmiyor ama, dolapta
Anlayacağınız domuz ahınndayız artık. Efenizin altında. Dünya ile ilişki miz yok. Zaman, saat, gece gündüz belli değil.
Beni büyük bir gizlilik içinde oradan oraya dolaştınp duruyorlar. Soru so ran yok, adımızı anan yok, suçun şu dur diyen yok. Neyin nesi bu? İntihar etsin ya da aklını oynatsın diye mi ya pıyorlar bunları?
Yanıt bulamıyorum...
Böylesi düşüncelerle cebelleşirken buradan da alınıyorum. Yine bir gi zemle Erkin gemisine götürülüyorum ve geminin tek kişilik tuvaletlerinden birine tıkılıyorum.
Bu tuvaletlerin kapılan yüksek, üst kısınılan plaj kabinlerinde olduğu gibi açık. Bereket bu açıklıklar kapatılma mış. Belki de kapatmayı akıl edeme mişler.
Üstümüzde dolaşan nöbetçileri, yu- kandaki aralıklardan görebiliyorum.
Bugün cum a, beni ilk
kez güneşten ayırdılar
ele gelecek bir şey yok.
Hal böyle iken Yüzbaşı Kemal Az- gun yüksek sesle bana:
-Hüseyin Avni Başçavuş, nöbetini senden sonraki çavuşa devret! Tüm eş- yalannı topla, lumbar ağzına (giriş- çıkış kapısı) gel! dedi.
-Bir yere mi gidiyoruz, komutanım? dedim.
-Soru sorma, ne diyorsam onu yap! dedi.
-Başüstüne...
Nereye gidiyoruz, bilmiyorum. Ama durum içaçıcı değil.
Yanımda bir binbaşı, bir hâkim üs teğmen, bir de sivil. Zafer gemisinden apar topar ayrıldık. Bu sivil de neyin nesi? Kimsede ses seda yok. Arkadaş larıma "hoşça kalın” da diyemedim.
Tophane İnzibat Komutanlığı’na teslim edildim. Sorgusuz sualsiz tecrit- haneye attılar beni.
Günleri sayıyorum... On, onbeş, yir mi... Bir ay. Kimseciklerle görüştürül mediğim gibi esamem bile okunmu yor. Karavana getirip götüren erden başkasının ayak seslerini bile duymu yorum.
Kırk, elli gün oldu ses yok.
Dibi görünmeyen bir kuyuya atıl mış taş gibiyim.
Ulan ne iştir bu. İsrafil surunu mu urdu?
Savaş esiri miyiz, gemiyi mi sattık? Hayret ki hayret.
İki ay doldu...
Tecrithanemin kapısı açıldı. -Yürü, gidiyoruz, dediler.
-Nereye, demedim. Gideceğimiz yer buradan kötü olamazdı.
Erdek’e götürdüler.
Burda, torpido botunda kısa bir sü re kaldıktan sonra Erkin Ana gemisi ne aktardılar. Burda da ne olup bittiği ni anlayamadan,
-Hadi bakalım gidiyoruz, dediler. -Ne...
-Soru yok, dediler, nereye istersek oraya...
“Nereye?” sözcüğünün iki hecesi ağzımda kaldı...
Silivri açıklarında demirli Yavuz ge misinin sintinesindeki meşhur 13’üncü bölmesine kapatıldık.
Meşhurluğu mu? Domuzundan ge liyor.
Biz bu başbelası gemiyi (1. Dünya Savaşı suçlusu, savaş artığı) Alınan lardan aldık ya. Almanlar domuz eti yedikleri için 13’üncü bölmeyi domuz lara ayırmışlar. Havasız, berbat bir yer.
Ayak seslerini, hatta dozu yüksek ko nuşmaları duyabiliyorum.
İkide bir yukarı kayıyor gözlerim... Hücrem hela mela ama, geldiğim domuz evinden on kat iyi.
Bir süre sonra ayrımına varıyo rum...
Sağımdaki hela, arkadaşım Nuri Tahir'in...
Trafik yoğunlaşıyor. Peşpeşe ayak sesleri...
Yukarı aralıklara uyarladım gözle rimi. Bu ayak seslerinin gizini çözmeye çalışıyorum.
Sivilleri getiriyorlar. Aralannda ka dınlar da var. Şimdiye değin hiç gör mediğim, uzaktan bile tanımadığım insanlar.
Tuvaletler doluyor. Gecesi gündüzü yok. Getirdiklerini tıkıyorlar. Bu sivil lerin ne işi olur burada?
Çözemiyorum.
Yine böylesi bir günün alaca saba hı...
Ayak sesleri hücreme doğru geliyor. “ Beni yine mi götürecekler acep?”
D
eniz astsubayı Hüseyin Avni Durugün Zafer
gemisinde yapılan aram adan sonra Tophane İnzibat
K om utanlığının tecrithanesine atıldı. Orada iki ay
kaldıktan sonra, Yavuz gemisinin domuz ahırına,
ardından da Erkin gemisinin helalarından birine
tıkıldı. Yanındaki helada Nazım Hikmet kalıyordu.
Hüseyin Avni’nin şiirlerine hayran olduğu, bir kez
olsun bile konuşamadığı mavi gözlü dev Nazım.
ri uzaklaşıyor.
Yukarıda, nöbet yerinde bir anda trafik yoğunlaştı.
Telaşla gidip gelmeler, kısık konuş malar, fısıltılar...
Getirdikleri kişi, kapı komşum, bir büyük adam, ama kim? Askerse, rüt besi en azdan albay olmalı, general mi ki?
Komşuma duyduğum ilgi bir süre
düşüncesiyle ayağa kalkıyorum. Üstü mü başımı düzeltiyorum. Gitmek, kal maktan bin beter biliyorum...
Ayak sesleri hücremi geçip, bana bi tişik helamn önünde duruyor.
Sivil tutuklu
Gözlerimi yandaki deliğe uyarlıyo rum...
Bir albay, iki silahlı asker, bir sivil... Ortalarında elleri kelepçeli, sarışın; boylu poslu bir adam...
Kapı açılıyor. Solumdaki helanın kapısı... Kapı kapanıyor... Ayak
sesle-sonra çözüldü...
Dalgın düşünüyordum...
Yanımdan çatır çutur sesler geldi. Bir rüyadan benillenir gibi oldum. Kulaklarım anten. A nahtar deliğine yasladım. Bu ses Amiral Şükrü O kan’ ın sesi, tanıdım.
-Allah Allah, Amiral Şükrü O kan’ ın bu helada işi ne? Ona da mı gözaltı yoksa?
Derken sesler netleşti.
-Nâzım Bey, ne istiyorsun donan mamızdan? Neden uğraşıyorsun bi zimle?
-Siz Amiral Şükrü Okan'sınız, ya nılmıyorsam?
-Evet, yanılmadınız. Yanılmadınız da, bizden istediğiniz ne?
-Aman efendim, kim çıkarıyor bu laflan!? Benim sîzlerle şimdiye kadar ne bir ilişkim oldu, ne de sürtüşmem... Üstelik maaşınızdan başka bir geliri nizin olmadığı bizce malum... Donan manızdan kimseyi de tanımam.
-O halde niçin buradasınız?
-Onu ben size sormak istiyorum amiralim... Ben neden getirildim bura ya? Lütfen siz söyleyin suçumun ne olduğunu?..
Sessizlik
İki-üç saniye süren bir sessizlik... Helanın kilidinde anahtar döndü. Ayak sesleri uzaklaşırken, aralıktan gözledim, amiralin arkasından giden kalabalık grubun içinden iki kişiyi ta nıdım: Bunlar, Hâkim Üsteğmen Fah ri Çoker'le, Hâkim Üsteğmen Halûk Şehsüvaroğlu’ydu.
Aman Tannm! Demek kapı kom şum, babamdan çok sevdiğim Nâzım Hikmet’ti. Görmeyi bunca arzuladı ğım “ Mavi Gözlü Dev” yapıbaşım- daydı!
Demek böylesine yüce bir şairi hela ya kapatacak denli gözleri dönmüş, gözlerini nefret ve kin bürümüştü yu karıda oturanların.
Benim için onunla bok kokan helayı bölüşmek, bu tezgâhı, bu tuzağı hazır layanlarla altın bölüşmekten bin kat evla idi.
Burada bulunmamın özünü, özetini anlıyordum*..
Bir film çevriliyordu. Konusu belli, kahramanı belli... Günlerdir buraya taşınan kadın-erkek, sivil-resmi kişiler figüranlardı. Demek bu filmin birinci bölümü karada bitmiş, ikinci bölümü denizde; donanmada başlamıştı.
Şu anda Nâzım ne düşünüyordu acep.'
Seslensem duyardı sesimi...
-Sen bizleri tanımazsın ama bizler seni çok iyi tanıyoruz baba. Şiirlerin ezberimizde. Şeyhimiz Bedrettin’i astı lar ha? Sen tanığısın. Torlak Kemal’e, Börklüce'ye yaktığın ağıdın acısı da, inancı da yüreğimizde.
Bedrettin.
baktı kemerlerden dışarı. Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dallan ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Bedrettin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi. -Madem ki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid.
Gayri uzatman sözü. Madem ki fetva bize ait
verin ki başak bağnna mührümüzü...
DİZİ YAZI
Adalet, ceza denizinde boğuldu
H üseyin A
vnihiçbir suçu olmamcusma karşın Bahriye Davası hda 5 y ıl hapse m ahkûm edilir
D
ava düştü, düşecek. Eli kulağında. Çünkü mahkeme düştü. Ama kazın
ayağı öyle değilmiş. Emirin demiri kestiğine bir kez daha tanık olduk. Akla göre
ceza kestiler... En akıllımıza 20 yıl. 15 yıl da H arp Okulu davasından, etti 35 yıl.
Nuri T ahir’e 18 yıl. Ağabeyi Kemal T ahir’e 15 yıl. Bana 5 yıl. Aklımdan biraz
şüphelendim doğrusu. En akılsızımız İsmail Eskin adında bir başçavuş.
Mahkemeye, “ Ben faşistim” dedi. Ceza alm aktan kurtuldu.
H Ü S E Y İN A V N İ D U R U Ğ U N
BAHRİYE DAVASININ _ _ _ _
cr>M SANIĞI
A Y D I N A Y D E M İ R
— 3 —
Aradan birkaç gün geçti geçmedi, komşumun hela kapısı açıldı. Halûk Şehsüvaroğlu’nun sesi, tanıdım.
Soruyor Nâzım’a:
-Sizinle sanat, edebiyat üzerine bi raz görüşebilir miyiz?
Nâzım âdeta tersliyor:
-Ne istiyorsun be kardeşim benden? -Ben adaletin önündeki Nâzım’la değil, edebiyatımızın Nâzım Hikmet’- iyle, “Yücel” dergisi için görüşmek is tiyorum. Tavsiyelerinizi alacağım.
-Bunun için de olsa özel görüşme is temiyorum. Yarın karşıma ne kılıkla çıkacağınızdan endişeliyim.
-Ben hâkimim Nâzım Bey, tanık de ğilim.
-Bana Harbiye davasında hiçbir su çum yokken 15 yıl ceza veren de hâ kimdi. Hem de delilsiz, ispatsız. Neyse uzatmayalım. Gençlerin yazılarına yer verin derim.
-Başka?
-Başka bir şey demem... Çıktı gitti Şehsüvaroğlu.
Nâzım’ın sesini duyunca heyecanım yükseliyor. Moralim yükseliyor.
Başın yere eğilmesin_________
Arada kendi ken dimle söyle şiyorum... “Yanım da Nâzım olduğuna göre hem suçsuzsun, hem güçlü- sün Hüse yin Avni. Kov kafan dan kurun tuları. Boş ver, üzülme; aldırma. Ne yaptın be? Zorla ırza mı geçtin? Erin nafakasına el mi attın? Battaniye, nevresim çarşafı mı sattın? Yoo. Gammazlık yapıp ar kadaşlarının ekmeğiyle mi oynadın? Yoo. Vatanım, ananı, babanı seviyor sun? Seviyorum. Emeği, emekle kaza nılmış her şeyi, yoksulun alınterini seviyorsun? Seviyorum. Ya Nâzım Hikmet’i? Seviyorum, çook seviyo rum. Baban demez miydi, ‘Gülü seven dikenine katlanır’ diye. Demez miydi bahçıvan babam: ‘Bir gül için bin di kene katlanırız.’ Şu anda yanımda ol saydın neler söyleyeceğini biliyordum baba. Diyecektin ki: ‘Yüreğini ferah tut benim aslan oğlum. Başa gelen çe kilir. Dayan oğlum, diren oğlum H ü seyin Avni. Başın yere eğilmesin. Bun lar bize kürsü vermezler. Verseler verseler, dert verirler; dermanı olma yan. İlkten söyledim bunu ben sana. Hep verdiği için yoksul; yoksuldur. Hep aldığı için zengin; zengindir. Böy le feleğin çarkını...’ Ama babacığım, 24 lira başçavuş maaşımın 12 lirasını her ay size yolluyordum. Sen ihtiyar, anam ihtiyar. Ele bakımlısınız. Ben den başka dayanağınız yok. Bundan böyle para gönderemezsem... Sen an lat anam a.. .Ötesi vız gelip tırıs gidecek ya...”
Çıt...
Kilitle birlikte helamın kapısı açıldı. -Yürü bizimle, ifaden alınacak, de diler.
Aldılar.
-Yürü bizimle, yüzleştirileceksin, dediler.
Yüzleştirildim.
-Yürü bizimle, mahkemeye çıka caksın, dediler.
Çıktım.
Sıram geldi, sordular:
-Gedikli Üstçavuş Ali K antan’ı, bir kutu pasta ve Nâzım Hikmet’in üç ki tabıyla ziyaret etmişsin, ne diyorsun?
-Ali K antan’ı tanımıyorum. Evini de bilmiyorum.
-Pekâlâ, Seyfı Üstçavuş (Seyfı Tek- bilek. Sonradan lakabı Seyfı Baba. Nâzım Nâzım... Sf. 70-86) seni suçlu-.
yor. ‘Hüseyin Avni, diyor, bana Sta- lin’in Hayatı adlı kitabı, Nâzım Hik met’in eserlerini verdi, diyor. Hanri Barbüs’ün Hayatı adındaki kitabı da ondan aldım, diyor. Kütahya’da bir ağabeyin varmış, sana komünist ki taplar yollarmış, sen de bunları gemi- dekilere dağıtırmışsın, öyle söylüyor Seyfı; sen ne diyorsun?
-Biz Afyonluyuz. K ütahya’da ağa beyim filan yok. Afyon’da bir ağabe yim var, elifi görse mertek sanır. Nere de kaldı komünizm? Kitabı severim, okurum. Bana kitap veren olursa alı rım. Benden kitap isteyen olursa veri rim.
-Nuri Tahir’le hep komünistlik üs tüne konuşurmuşsunuz?
-Nuri Tahir okul arkadaşım. Birbi rimizi çok severiz. Ama aym gemide görevli değiliz. İşimiz de başımızdan aşkın.
-Otur yerine!.. Hazırlık ifadelerinde hep “ Hayır... Hayır” demiş durmuş sun. Bu yüzden doğru dürüst ifaden alınamamış. Lakabın da “Hayır Hü seyin” olmuş. Biz senin ne menem kişi olduğunu sanki bilmiyoruz.
Duruşma salonuna bir hanım çağır dılar.
Hanım, Kemal Tahir’in metresiy miş. Ona sordular:
-Bunu (yani beni) tanır mısın, top lantılara katılır mıydı?
Kadın bana baktı, ben kadına... -Tanımıyorum, dedi kadın, hiç gör medim.
Bir-iki sivil daha çağırdılar içeri. Be ni göstererek:
-Bunu tanıyor musunuz, dediler. Siviller de tanımadıklarını belirtti ler...
-Peki, amme şahidi Hasip’in ifadesi ne ne dersin?
-Hasip, hem Afyon’dan, hem gedik li okulundan arkadaşım. O karacı, ben denizciyim. Birbirimizi görmeyeli yıl lar oldu. İfadesinde sözü geçen Kerim Sadi’yi, Fuat Sabit’i hiç tanımadım. Adlarını bile duymadım. Nâzım Hik- met’e gelince, evet; şiirlerini, elime ge çen kitaplarını okudum. Hem de seve rek... Boş zamanlarımda kitap oku rum. Kâğıt oyunu bilmem, içki içmem, dedikodudan hoşlanmam. Elime ne geçerse okurum. Ve okudu ğum kitapların hiçbiri yasak değil sa nıyorum. Çünkü hepsi kitapçılarda serbestçe satılıyor. İsterseniz araştırın. Siyasetle uğraştığım doğru değil. Biz askeriz. Bize siyaset yasak. Yasak şey leri yapmam. Kitap okumak yasak ¿eğil.
Okuduğum kitapların yasak olma dığını söylemem avukatları uyarmış olacak ki söz istediler. Gerçi avukatlar da M İT’in güdümündeydi, alanları sı nırlıydı. Ama ne de olsa görevleri bizi savunmaktı. Sözü edilen kitapların yasak olup olmadığının ilgili devlet dairelerine sorulma- ını talep ettiler ve zapta geçirttiler.
Bir süre sonra ilgili devlet kurumla- nndan yanıtlar geldi. Listede adı olan kitapların yasak olmadığı gibi zararlı da kabul edilmeyeceği açıkça bildirili yordu. “Her Türk vatandaşının oku ması için yazılmış ve satışına müsaade edilmiş kitaplardır” deniliyordu.
Mahkeme bizi cezalandırmak için tüm ağırlığıyla kitaplara abanmıştı. Ellerinde başkaca somut bir delil de yoktu. Bu kanıt da ortadan kalkınca avukatlar mahkemeye yüklendiler.
Davanın düşmesini, sanıkların salıve rilmesini istediler. Alınan ifadelerin de, yargılamanın da anlamsız olduğu nu savundular.
Sorgucu Şerif Budak_________
Sorgucu, meşhur Şerif Budak söz al dı. Önce Şerif Budak’ın ünü nereden geliyor, birkaç sözcükle irdeleyelim: Hukuk bilgisinden, değil. Eser üstüne eser vermesinden, değil. Hukukun üs tünlüğünü savunmasından? Hiç mi hiç değil. Meşhurluğu şundan: Harp Okulu davasında, hiçbir kanıta da yanmadan Nâzım Hikmet’e 15 yıl hapis cezası verenlerin başmiman. Gariban Harp Okulu öğrencilerinin, Abdülkadir Meriçboyu gibi en yete neklilerinin ocağına incir ağacı dikme sinden. Kısaca “Zemzem Kuyusu”na işeyen insan gibi meşhurdu.Altın yumurtasını yumurtladı Şerif Budak:
-Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz. Bunlar bugün bir şey yap mamışlarsa yarın mutlaka yapacak lardır, dedi.
Savcı Şerif Budak’a cevap vermek için avukat Ruhi Balkan ayağa kalktı ve dedi ki:
-Sayın mahkeme heyeti, derhal, bu günden tezi yok, otomobil sürücüsü şoför, uçaktaki pilot, vapurdaki kap tan tutuklanmalıdır. Bunlar bugün yapmamışlarsa bile yarın kaza yapabi lirler...
Savcı Şerif Budak, avukatın sözle rinden ziyade gülüşmelere bozuldu. Savcı gülünecek duruma düşse bile gü- lünmemeliydi. Onun nezdinde bura daki sanıkların tırnak ucu kadar de ğerleri yoktu. Kocaman dağlan
yarat-mışçasına mağrurdu. Mahkemenin tüm yetkilerini kendinde görüyordu. Başkandan izin alma gereği bile duy madan, “Sayın hâkim, dedi, bu adam ve sanıklar mahkemeye hakaret edi yor; lütfen susturun şunlan!”
Salonda süngülü erler vardı. Gereği yapıldı. Sava rahatladı.
Kurtlar sofrası______________
Çevresi kurtlarla sanlmış kuzulara benziyorduk. Yemesine yiyeceklerdi bizi de, şöyle ufak tefek de olsa özür arıyorlardı. Hiçbir şey bulamadıkla- nnda “denize işemişsiniz” diyecekler di.
Nâzım’a bakıyordum göz ucuyla. Sessiz, dingin oturuyordu Nâzım. Mahkemeyle hiç ilgilenmiyor gibiydi. Önündeki kâğıda arada bir şeyler ka ralıyordu. Sonradan öğrendik, birinin portresini yapıyormuş.
Sorulan soruyu kısa bir yanıtla kes tirip atmıştı:
-Ben bu gedikli askerlerin hiçbirini tanımam. Beni bahane edip bu insan ları, bu suçsuz insanları cezalandırma ya çalışıyorsunuz. Elinizi vicdanınıza koyunuz!..
“Varsa tabii” demedi. Vicdanlısı da vardı be, vardı. Örnek vereceğim: Bak, Aydemir, aradan 53 yıl geçti. Yarım asır. Unu tulmayan, unutulmuyor. D ün gibi gözümün önünde.
Adı, Hüsün Gökdenizer.
Rütbesi tuğbay. (Tugay kojnutanlı- ğı yapan albay.)
Gökdenizer, aym zamanda bizim mahkemenin başkanı. Hukukçu değil. (Askeri mahkemelerde başkan üst de receden bir subaydır.)
Mahkeme heyetine şöyle dedi G ök denizer:
-Bu çocuklara yazık ediyorsunuz. O rtada bir şey yok. İfadeler dedikodu dan ibaret. Bu yaptığınız donanmaya da suikasttır.
Mahkeme başkanlığından istifa et tiğini açıklarken elinin tersiyle gözyaş larını siliyordu.
Unutamadığım ikinci kişi de Hâkim Binbaşı Eyüp Bey. Mareşaldan torpilli olduğu söylenen Şerif Budak’ın baskı yoluyla sanıklardan aldığı ifadelerin incir çekirdeğini doldurmayacağını söyleyerek yargılamanın sona ermesi ni istedi.
Hâkime sürgün____________
Bu vicdanlı ve yürekli hâkim derhal gemiden uzaklaştırıldı. Nereye gittiği ni bile öğrenemedik.Eyüp Bey’in yerine Salih Koniman getirildi.
İşte sana iki baba adam. 53 yıl sonra sevgiyle, saygıyla andığım iki can. Topraklan bol olsun!
Avukatlardaki iyimserlik bizleri de umutlandırdı.
Dava düştü, düşecek. Eli kulağında. Çünkü mahkeme düştü.
Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Emirin demiri kestiğine bir kez daha tanık olduk.
Emir yukandan... Çook yukan- dan...
“Gökten ne yağdı da yer kabul et medi.”
Akla göre ceza kestiler...
En akıllımıza 20 yıl. 15 yıl da Harp Okulu davasından, etti 35 yıl.
Nuri Tahir’e 18 yıl. Ağabeyi Kemal Tahir’e 15 yıl.
Nuri, ağabeyine karşı övünmekte haklı.
Bana 5 yıl.
Aklımdan biraz şüphelendim doğ rusu.
En akılsızımız İsmail Eskin adında bir başçavuş. Mahkemeye, “Ben faşis tim” dedi. Ceza almaktan kurtuldu.
SAYFA CUMHURİYET
12
DİZİ YAZI
/«-M
■'V ''Bahriye davasında N âzım ’la yargılananların hüküm giyeceği, dava öncesinden belliydi
Madem ki fetva devlete ait
H Ü S E Y İN A V N İ D U R U G Ü N
B A H R İY E D A V A S IN IN _________
e n
N SANIĞI
E M İ R
A Y D I N A Y D
Bir arkadaşımız vardı. Adı Hıfzı öz- varlı. Okulda bizden iki sınıf yukarıday dı. Hiç ilişkisi yokken bizim davada yargılandı. Askerlikten ayrıldı, ya da ayıldılar. Bu arkadaş bir süre Mareşal Çakmak’m alım-satım komisyonunda tercümanlık yapmışü. Zeki ve becerik liydi. Yabana dil bilirdi. Sonra da huku ku bitirdi, avukat oldu.
Genelkurmayda dönen dolapları iyi bildiğini söylüyordu. Bu konuda bize şu bilgileri aktarmıştı: "Mareşal Fevzi Çak mak’m beyanatını biliyor musunuz? Ne diyor Mareşal?”
-Bazı mebuslar bana, “Bu davada bir şey yok. Bağışla gitsin bu çocuktan. dediler. Ben de onlara: "Bu cezalan ibret olsun diye verdik” dedi.
Sizin anlayacağınız, davalar önceden kotanlmış, cezalar ölçülmüş, biçilmiş, giydirilmiş. Diğer zevata da gözdağı ön görülmüş.
Mareşalin akıl hocası________
Bu konuda Mareşal’in akıl hocası kim. bilir misiniz? Bilmezsiniz, söyleye-yim: Münir Çıtak. Perde arkasındaki ki
lit adam. Yardımcılan da Hâkim Fahri Çöker, Halûk Şehsüvaroğlu. Şehsüva- roğlu için pek bir şey söylenemez ama Çıtak’la, Çöker yurtseverlerin canına okudu. Ellerindeki maşa Şerif Budak...
Bu iki ülküdaş, ırkçı ve kafatasçılarla fikir, gönül ve işbirliği halindeler.
İkinci Dünya Savaşı’nın eli kulağında. Hitler, savaşı başlattı başlatacak. İçimiz deki Naziler tetikte. Yandaş anyorlar. Bahriyelilerin milli duygulan kabartılı yor. “Bahriye öğrencileri seçme Türk- tür, Türk ırkı ise üstün ırktır. Diğerleri ikinci sınıf. Kulak asmayın, olsa da olur, olmasa da...”
Kim olduklan belirsiz kişiler sokakta kimlik denetimi yapıyor. Rastladıklan-na:
-Türk müsün, milliyetçi misin, söyle bakalım?
Hık mık eden hapı yutuyor. Dövülü yor, sövülüyor.
Bu işin planolan suyun başındalar, kimi kime şekva edeceksin...
Hıfzı Özvarlı’nın bize aktardığı bu bil gileri doğrulayan iki örnek vereceğim, işit, gör
Sinop’a cezamızı çekmek üzere sür gün gittik. Halk toplanmış bizi görmek istiyor. Yavuz gemisini kaçınrken yaka lanan bu komünist vatan hainlerinin ne menem kişiler olduğunu görmek istiyor. ‘Gemi kaçırma numarasını’ ilk kez ora da duyuyoruz. Biz Sinop’a ulaşmadan, bizimle ilgili bir sürü yalan dolan An kara’dan buraya yetiştirilmiş. Nedeccal- iığımız kalmış, ne şeytanlığımız.
Kalabalığı üstümüze saldırtacaklar, "Halk komünistleri linç ediyordu, gü venlik güçleri engel oldu” diyecekler...
Ama istedikleri gibi olmadı. Topluluk bir süre bizi izledi, hemencecik de dağılı verdi.
Nedenini sonradan öğrendik: “Allah Allah, diyesilermiş, yahu bunlar bizim gibi adam. Ne deccala benziyor, ne şey tana. Kandırmışlar bizi. Rivayet olunan nerede, bunlar nerede?”
Sinop Cezaevi_______________
Sinop Cumhuriyet Savası bizi teslim aldı.Kısâ bir nutuk çekti...
-Başıbozukluk istemem, dedi, unut
mayın bu cezaevinin arkası deniz. Tekin durun, deniz insanı hem tutar, hem yu tar, dedi.
Lakabı, “Deli Kenan”mış savanın. Bir süre sonra sava bize, biz savaya ısınmaya başladık. Aramızda bir sıcak lık, görünmese de hissedilen bir sevgi bağı oluştu. Bizimle ve davamızla yakın dan ilgilenir oldu. Dosyalan irdeledi. Ağır ceza reisiyle görüştü. Reisin bu da va ile ilgili düşünce ve görüşlerini aldı:
-Bizde görülseydi bu dava, demiş ağır ceza reisi, bu çocuklar bir gün ceza ye mez, esasen dava düşerdi, demiş.
Sava Hüseyin Kenan Bey bize: -Ben bu davayı tümüyle temyiz edece ğim, dedi.
Etti de...
Bizlerdeki sevinci, umudu görün... Bırak elbiseye, hapishaneye sığmıyo ruz.
Çıktık, çıkacağız bu sürgün kalasın dan.
Yazıya yanıt gelmiş.
Savcının yanında ağır ceza reisi, girdi ler bizim koğuşa.
Çıt yok.
Elindeki resmi kâğıdı ^ııkan kaldırdı Kenan Bey.
-Çocuklar, dedi.
Sesi üzgün, kınk ve kısık. Yüz hatlan gergindi.
-Çocuklar, dedi ikinci kez, temyiz layi hamıza cevap geldi, üzgünüm.
Okudu.
Özet olarak şöyle deniyordu: “Siz bu mahkûm kişilerin davalanna müdahale edemezsiniz. Siz ancak onların muhafa zasıyla mükellefsiniz.”
Savaya hafif tertip bir gözdağı verili yordu: "Otur oturduğun yerde, etliye sütlüye karışma, çizmeden yukarı çık ma...”
Bu yazı, Donanma Askeri Mah kemesi Hukuk Müşaviri Yardıması Hâkim Üsteğmen Fahri Çöker imzasıy la geliyordu.
Yugoslav göçmeni, başdanışman Mü nir Çıtak’m adı yoktu.
İkinci örnek________________
Hıfzı Özvarlı’yı doğrulayan ikinci ör nek de şöyle:Salih Kılıç, İstanbul Emniyet Müdü rü.
Şu meşhur Ali Kıhç’ın yeğeni. Astığı astık, kestiği kestik...
Davamızın kimi sanıklarını Siyasi Şube’ye götürüyorlar. Dava henüz ha zırlık safhasında iken...
Bazı sivillerle, askerleri yüzleştiriyor lar. Sivillere yapılan korkunç işkenceleri ibret-i âlem için gösteriyorlar.
Kan, irin, gözyaşı, çığlık...
“ İstediğimiz ifadeleri vermezseniz, fa lakanın aluna yatma sırası sizde” diyor lar.
İnsanız, etten, sinirden, kandan yapıl mışız. Korkmayanı da olur, korkanı da. Dayağa, işkenceye dayananı da olur, da yanamayanı da. Nitekim, bizim Seyfı Tekdilek, bu durumları görüp yaşayın ca, ufaak tefecik, narin bir yapısı vardı, bayağı kafayı bozmuş. Durmadan gü lerdi... Neyse geçelim burayı.
Bu Salih Kılıç, koskoca İstanbul’un emniyet müdürü.
Bizim davanın başından sonuna ka dar takipçisi oldu.
Duyduk ki, Salih Kılıç, Sinop Valisi. "Bizim peşimizden mi geliyor bu adam, neyin nesi?” derken konuyu öğ rendik.
Atatürk’e cenaze töreni yapılıyor İs
tanbul’da.
Genciyle yaşlısıyla, kadın, kız kızanıy la olabildiğince kalabalıkmış cenaze. Tam bir ana-baba günü...
Asayişi sağlamak Salih Kılıç’ın göre vi.
Bu mahşeri kalabalığı disipline ede memiş Salih Kılıç. Bu sıkışıklıkta on bir kişi ölmüş. Basın da olayın üstüne üstü ne gitmiş. Görevi savsakladığı gerekçe siyle Salih Kılıç, Sinop Valiliği’ne atan mış. Onunki de bir çeşit sürgün.
Bizim dava için ne dese beğenirsin sa yın vali. Hem de ağır ceza reisiyle, cum huriyet savasına:
-Böyle bir dava yoktur, demiş. Dava ya istinat (dayanak) olay yok ki. Masa başında hazırlanmış bir mizansen (oyun). Sahneye kondu. Emir çok yuka rıdandı. Ben de dahil kimse karşı koya mazdı. Analarım kadı götürmüş, kime şekva (şikâyet) edecekler.
Arşivler açılırsa bir gün... Tabii yakı lıp yıkılmamışsa belgeler... Neler çıka cak ortaya, neler... Benim anlattıklarım solda sıfır olacak.
Gün ola, harman ola... Hiçbir ah yerde kalmaz!
Nâzım’la aynı hapishanede
-Nerede kalmıştık Aydemir?
-Davanın bitiminde, cezaların dökü münde.
-Haa, evet.
Bizleri, asker kişileri, Sultanahmet Ce- zaevi’ne, Nâzımlann, yani sivil kişilerin
re okuyacağım. Görüşlerinizi öğrenece ğim. Anlaştık mı?
Alkışladık Nâzım’ı...
Nâzım, sürdürdü konuşmasını:
İnsanlık onuru______________
-Şu uyduruk davanın seyrini de unu tun artık. Gorki’nin dediği gibi, ‘hep hayaletlerle yaşanmaz.’ Bu dava nede niyle arkadaşlarınıza darılıp kırılmayın. Dostluğunuz asıl bundan sonra gelişip perçinleşecek. Derler ya, “Tezekten tera zinin boktan olur dirhemi.” Bu davanın sonucu da böyle olurdu, oldu. Tasalan mayın. İnsanlık bu noktaya gelinceye kadar ne kurbanlar vermiş, ne aalar, sanalar, işkenceler çekmiş. İnsan olma nın, yurtsever olmanın, inançlı olmamn ceremesi, bedeli ağırdır dostlar. Ama onuru da o denli yücedir.
Abartmıyorum. Ben bunun kadar net ve güzel konuşan insana rastlamadım. Anlattıklarını rahatlıkla bir ilkokul öğ rencisi anlayabilirdi. Örnekleri bizim yaşantımızdan, yakın çevremizden veri yordu.
Aşağı yukarı hepimiz yoksul aile ço cuklarıydık.
Anlattıkları bizim yaşantımızdı. Cumartesileri toplu, diğer günlerde özel görüşüyorduk. Cumartesileri bir çe şit ders yapıyorduk.
Diyalektik materyalizmi, artık değeri anlatırken, işçi sınıfının ve emeğin zaferi mavi gözlerinde sergileniyor, ışıldıyor du. Para babalarının artık değerleri cep
Nâzım’dan şiir okumasını isterdik sık sık.
isteğimizi geri çevirmezdi.
Unutamadıklarımdan biri “Üç Adam”.
Sesi hâlâ kulaklanmda. Müzikal bir söyleyiş...
Adedi devir
sıfır. Şehir
sustu. Kenetlendi nokta nokta şehrinin
asfalt-beton-çenesi: Bin dokuz yüz nokta senesi
nokta nokta ayında... Cadde boş.
Bir uçtan bir uca koş. Cadde boş!
bomboş, cebim gibi...
Kesildi akmıyor su... Ne bir motor uğultusu
ne dönen bir tekerlek var. Rüzgâr:
sürüklüyor asfaltta Mister Ford’un adı nı:
duvardan kopan renkli bir ilan kâadını
kaldırımda savuruyor... Üç adam,
üç adam duruyor:
Birincinin kolunda kırık bir
keman var, İkincisinin başında silindir
sırtında firak, üçüncü kıllı bir maymun gibi çıplak... Sokak
sokakta ıslık çalarak
enseni kaşıya kaşıya, geç karşıdan karşıya,
yok ezilmek korkusu! Ne bir motor uğultusu ne dönen bir tekerlek var... Rüzgâr:
çatıyor gitgide kara kaşlarım kesmiş düdük sesleri köşe başlarım.
Beraberlik bitiyor
Hüseyin Avni Durugün bugün 82 yaşında. Bahriye davasının üzerinden 53 yıl geçmesine karşın, NâzımTa ilgili anılarını anlatırken gözü parlıyor, kendile rine yapılan haksızlığa ise esefleniyor. (Fotoğraf: TA M A ŞA F. D U R A L )
yanma yolladılar.
Nâzım’ın kitaplarını okumuşsun, okutmuşsun; onunla ilişki kurmuşsun, davasını izlemişsin, baba demişsin diye suçladıktan Nâzım’a... Nâzım’ı bize, bizi Nâzım’a emanet edercesine bir araya ge tiriverdiler. Sağolsunlar...
Bir gün dedi ki Nâzım:
-Siz isteseniz de, istemeseniz de adınız komünistliğe çıkmıştır. Sanmam ki bir daha devlet dairesinde çalışabilesiniz. Aynca yaşadığınız sürece izleneceksiniz. Dilimin döndüğü, aklımın yettiğince ko münizmi, kapitalizmi, emperyalizmi, fa şizmi anlatayım size. Suçlandığınız şeyin ve karşıtlannın neler olduğunu bilin. El bet benim de sîzlerden öğreneceklerim olacak. Sizler tabana benden çok daha yakınsınız. Çekinmeden sorular soru nuz. Bu damın içinde kimin kimseye üs tünlüğü olamaz. Ama eksiklerimizi tamamlamak için bundan âlâ fırsat, za man ve yer de olamaz. Tabii istiyorsa--Tamam, dedik, bizler de sizden bunu bekliyorduk, çekindiğimiz için söyleye memiştik.
-İçinizde öykü, şiir, yazı yazan varsa onlar da yazdıklarını saklamasın, ortaya çıkarsın. Görelim... Kimse anasından yazar doğmaz. Ben de yazdıklarımı
sizle-lerine doldururken nasıl acımasız dav randıklarını, bu sayede nasıl kanlandık larını örneklerle tane tane anlatıyordu. “ Bunlar, diyordu, bu haramzadeler; te nimize yapışmış sülüklerdir. Bunlan te nimizden koparıp tarihin çöplüğüne atmadan insanlık için kurtuluş yok tur...”
Kaldığımız koğuşun “malta” tabir edilen koridoru oldukça uzundu. Bu ko ridorda mahkûmlar volta atardı. Usul dür, volta atanın yolu kesilmez. Nâzım bu kuralın dışındaydı. O volta atmaz, ileri-geri yürür, yürürken de mırıldanır dı. Böyle zamanlarda kimseyle ilgilen mez, yanındakilerin bile farkına varmaz bir görünüm alırdı. Bazen duralar, elin de bir parça kâğıt ve kalem varsa bir şey ler yazar, aynı minval üzere tutumunu sürdürürdü. Kâğıt yoksa elinde, duvara not düşerdi.______________________
Kıvılcımlı’nın tutumu________
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım’a so ğuk dururdu. Kıvılamlı’mn elinde çoğu zaman bir Almanca sözlük bulunurdu. Sözlükten Almanca öğrendiği söylenir di. Bizlere yaklaşımı da pek sıcak değildi Kıvılcımh’nın. Mesafeliydi. Bizlere belki de Nâzım’ın hayranlan gözüyle bakı yordu.İkincisi, “ilk kez bir topluluğa okuyo rum bu uzun şiiri” dediği “Talihsiz Yu suf un Hikâyesi”ydi.
Talihsiz Yusuf bizlerdik. Bana öyle geliyordu.
Yineleye yineleye ezberledim bu uzun öykü şiiri. Ve tüm yaşam boyu unuta madım.
Avukatlar davayı temyiz etmişlerdi. İki ay sonra sonucu geldi.
Cezamız onaylanmış.
“ölüm Allah’ın emri, aynlık olmasay dı...”
Hani bir türkü var ya:
“Ham meyvayı kopardılar dalından Beni ayırdılar nazlı yârimden...” diye, hüzünle başlar, hüzünle biter.
İki ay süren birlikteliğimiz burada noktalandı.
Nâzım’ı, Kemal Tahir’i, Kıvılcımlı’yı Çankın, bizleri de Sinop Hapishanesi’ne yolladılar.
Sinop Hapishanesinde Nâzım’dan esinlenerek şiirler yazdım. Baktım, ol muyor. Vazgeçtim.
-Bir örnek versek, sakıncası var mı? -Yoo, sen bilirsin.
AYRILIK Aramızda acı bir sınırdı aynlık, yaramız kavuşmadı,
biz kavuşmadık. Bekleyenlerimizin gözü,
bir kızıl bahar sabahı,
gözlerimizle kucaklaşacaktı, dudaklanmızda,
kavuşmanın tadı olacaktı. Aramızda a a bir sınırdı aynlık,
yaramız kavuşmadı biz kavuşmadık. 1941, Sinop Hapishanesi. Sabahattin Ali diyor ya:
“Kurşun ata ata biter • Hapis yata yata biter...”
f l - b - V ' L
12
I )İZİ YAZI
CUMHURİYET
Talihsiz deniz astsubayı Hüseyin Avni Durugün’ün hikâyesi, biraz da Y usuf un hikâyesidir
Beni de yolcu al gem ine Nazmı
— .>—Ceza bitti, çıktık... Dert bitmedi. Bu kez de:
-Haydi bakalım askere, dediler. -Ne askerliği yahu!.. Bahriye'de 7 yıl gedikli olarak çalış, başçavuşluğa kadar çık, gel şimdi de acemi erlik yap... Olur mu böyle şey? Madem askere çağırıyor sunuz, kaldığım yerden başlatın; başça vuşluktan.
Marmaris’e acemi er olarak yolladı lar.
Denizciyiz ya, ondan olacak.
"Olmadı, dediler, sen sakıncalısın; haydi bakalım, Sivas'ın Zara'sına, sür gün alayına..."
Oradan öte belalı yer yokmuş. Özellikle komünistlerin ya da zanlıla rın sürgün yeriymiş.
lyi-kötü bitirdik askerliği... Tezkeremizi aldık. Gedikli diploma mızın yanına koyduk. Şimdi bende değil bunlar. Evim arandığında tüm belgelerle birlikte bunları da götürdü polisler...
Bunlar neyse de en kötüsü işsizlik... Devletten iş istenmez, biliyoruz. Ka mu haklarından yoksunuz.
Özelde çalışabilirim. Elimden iş geli yor. Sinop Hapishanesi’ndeçeşitli iş kol larında uzmanlaştık. Örneğin ben iyi bir marangozum. Marangoza gereksinimi olan bir dolu inşaat var.
Başvuruyorum. -Olur, diyorlar, gel çalış. İşe başlıyorum.
Çalışmamdan memnunlar, takdir gö rüyorum.
Bir hafta, on gün geçiyor aradan. -Yarın işe gelme, diyorlar.
Niçin, neden demiyorum; seslerinin tı nısından olan biteni anlıyorum. 'Eyval lah' deyip ayrılıyorum.
Şimdiki gibi değil, o zaman sayımız az. Bir elin parmaklan gibi.
Kişi başına birkaç polis düşüyor. Par çacıları da hariç...
Ta ki, Nuri Tahir, Ali Kanlan ve ben bir marangoz atölyesi açmeaya kadar sürdü işsizliğimiz...
Nâzım haklı çık ıy o r_________
Nâzım’ın öngörüsü gerçekti, doğruy du: Bize, bizden başkasından yarar da, yardım da gelmiyordu. Destekten geç tik, köstek oluyorlardı.-Bağlamak istiyorum Aydın söyleşi mizi... Ayrıntılara inmeye kalkarsak, bitmez.
Ressam Ergin Ağar:
-Hoşgörünüze sığınarak iki soru da ben sormak istiyorum, izin verir misin ağabey?
-Hay hay, buyurun...
-Birincisi şu: Bu davaya kanştığın ya da karıştırıldığın için zaman zaman piş manlık duyduğun, kendini veya arka daşlarını suçladığın oldu mu?
İkinci sorum da şöyle: Bu güdümlü ve uyduruk davada hüküm giyen insanla rın yaşamda kalan son kişisi olarak, ilgili mercilere başvurma ve bu davanın yeni den görülmesini isteme hakkınız var mı? Varsa, böyle bir girişimde bulunmayı düşünür müsünüz?..
-Birinci sorunuza beni yakından tanı yan dava arkadaşlarım yanıt vermeliler di. Ne yazık ki hiçbiri yaşamda değil.
Ama şu kadarcığını söyleyeyim: As keri hâkimin, “Bak, Hüseyin, Ali Kan- tan’la, Seyfı Başçavuş seni suçluyor...” dediği kişilerle ömür boyu ilişkilerimiz sürdü. Ali Kantan’m kızkardeşi eşim ol du. Keza Seyfi Tekdilek (Seyfı Baba) evime gelir giderdi. Belli bir süre içinde anama babama para gönderemememin dışında dişe dokunur kişisel bir üzüntüm olmadı.
ikinci sorunuz ilginç.
Usûl ve teknik yönünden hukukçula ra danışmalıyım. Örneğin İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan’a, İnsan Haklan Demeği Genel Başkanı Nevzat
Hel-vacı'ya, Nâzım'ın davalannı bir kitapta toplayarak yararlı bir iş yapan Avukat Atilla Coşkun'a danışmak gerekecek.
Böyle bir girişimi, şimdi yaşamda ol mayan arkadaşlarım için de üstlenece ğim; kutsal bir görev sayıyorum.
Çok mu uzattık, ne? Bitiriyorum. Yıl 1963. Aylardan haziran. Kemal Tahir’in evindeyiz. Vakit akşam.
Yanımızda Nuri Tahir, Caddebostan plajının sahibi, -hemen adını hatırlaya madım- Kemal’in bir-iki konuğu var.
Telefon çaldı.
Semiha, (Kemal Tahir’in eşi): -Seni istiyorlar Kemal, dedi.
Kemal'in almacı kulağına götürme siyle yere düşürmesi anlık oldu.
Yüzü kül gibi.
-Çetin Altan’dı, dedi. Nâzım ölmüş!.. Ve içini çeke çeke ağlamaya başladı.
Fazla durmaya gelmez üzerinde. Bir dalyan gözcüsüydü Yusuf Akdeniz limanlarından birinde. Saatler bu limanda
çamurlu, çıplak adımlarla yürürdü. Çarşıda renkli yemişler çürürdü. Deniz kıyısında çocuklar
iri balık leşlerini sürürdü. Ve dalyanda Yusuf
göğsünü verip tuzlu, ıslak rüzgâra direğin tepesinden tükürürdü
suda karpuz kabuklan gibi dizilen kayıklara. İlk önce o görürdü
suyun altında balıklann
turna kuşları gibi sürüyle gelişini. Sevinçsiz ve kedersiz
yapıyordu işini. Bilmiyordu hünerini düşünmek denen şeyin.
Ne memnundu, ne pişmandı dünyaya geldiğine.
HUP
m -
W
gt i
WfFii ;
iM
h|
íyjipİ
m -.
8
--T M H l
\ wX' T , m i ’
4
1 1 :1i!
Jjl| T* m .
1
Hüseyin Avni Duruğun, Nâzım'ın ölüm haberini Kemal Tahir’in evinde öğ rendi. Durugün, 1963 yılının o kara gününü, “Başıma bir değil, bin kaynar kazan su döküldü” dfye anlatıyor.
(Fotoğraf: TAMAŞA F. DURAL)
“Şok olmak” deyimini ben orada ya şadım.
Başıma bir değil, bin kaynar kazan su döküldü.
O anda Sultanahmet Ceza ve Tevki- fevi’ne kaydı belleğim. Ve Nâzım tüm güzelliğiyle bizlere "Talihsiz Yusuf un Hikâyesi”ni okuyordu. Çok sevdiğim ve yıllarca ezberimde taşıdığım o trajik öy küyü.
Dizeler gözyaşlanma karışıyor, usta mızın yüzünü gölgeliyordu.
Sonra ne oldu, Kemal’in evinden nasıl dağıldık, nerelere gittim? Anımsamıyo rum. Film kopmuş.
-O trajik öyküyü şimdi de okur musun ağabey?
-Biraz ara verelim de... .111
TALİHSİZ YUSUF’UN HİKÂYESİ
(D
Kısacık bir hikâyedir
Yusuf un hikâyesi
Fakat bir gün yine saatler yürürken yemişler çürürken
ve çocuklar balık leşlerini sürürken dalyanda yılan derili uskumrular
ağlara vakitsiz girdiler. Bunda Yusuf un günahı yoktu ama
onu direğinden indirdiler. Suda karpuz kabuğu gibi yüzen kayıklarla
turna kuşları gibi gelen balıklardan ayrı düşünce Yusuf koskoca dünyada bir istavrit gibi aç kaldı.
Bir sabah bir kayık çaldı,
yakalandı o gece. Ve böylece
kızmayarak, üzülmeyerek belki de farkında olmadan pek demirlerin dışından
demirlerin içine geçti... İçerde esrar içti,
barbut oynadı gardiyana haraç vermeden.
H Ü S E Y İN A V N İ D U R U G Ü N
BAHRİYE DAVASININ _ _ _ _ _
SANIĞI
A Y D I N A Y D E M İ R
£eşit çeşit ayrılırken güvertede kımılda-Yedi yerden bıçak yedi bir gece
devrilmedi fakat
kısım ağasını yere sermeden. İçerde bir orman hayvanı gibi cesur
kumaz korkak doldurdu günlerini
farkında olmayarak. Ve biz şimdi dışardayız,
denizdeyiz, rüzgârdayız, yelkenlerin altında Yusuf
iki büklüm dizüstü oturuyor. Esmer, kalın bir kadın sesi gibi rüzgâr ne bir çocuk sevincine
ne kederli ihtiraslara çağırıyor onu. Ve dalgalar
geçiyor gözlerinden onun
bir damla ışık bırakmayarak. O ömründe ilk defa olduğu yerden uzak, o, ömründe ilk defa düşünmeye çalışıyor.
YOLCULUK (2) Çizmiş talihsiz Yusuf
gemisini mahpusane çeşmesinin taşma.
Çeşmeden
su içen bir mahpus bakıyor: duvarsız denizler aşan geminin
kemanı başına. Çeşmenin yanında
bembeyaz bir ağaç, bir erik ağacı. Talihsiz Yusuf
bir yelken daha aç,
yaklaştır biraz daha gittiğin yeri. Ve bir dal
koparıp erik ağacından koy ki gemine gelsin dümen suyunca mahpusane güvercinleri...
Talihsiz Yusuf, beni de
yolcu al gemine! Yüküm ağır değil:
bir kitap bir resim bir defter. Gidelim kardeşim gidelim; dünya dolaşmaya değer!
Kumkale iskelede, sancakta Hellas Feneri. Bir balıkçı türküsüdür ağzında yelkenlerimizin
adalar denizi meltemleri. Limanlara uğruyoruz birer birer. Sevinçli, sonsuz bir hayat olan denizler
limanlarda bitiyor. Dünya limanlarının çoğunda bugün
ölmek kolay Yusuf, yaşamak zor!.. Sicilya önlerindeyiz.
Geçiyor yelkenlerimizin yanından bir açık-deniz vapuru
o, pırıl pırıl, kat kat, koskocaman, o, yıldızların arasından suya düşmüş
bir dünya gibi. Biz, seninle Yusuf,
başımızı kaldırıp ona bakıyoruz ve o, gözden kaybolana kadar ağara üstüne ağara yakıyoruz. Adriyatik.
Bir balıkçı gemisine rampa ettik, haber sorduk İtalya’dan.
nan balıklan. Ankonalı bir ihtiyar: “-İtalya bildiğin gibi,
kaçak Negüs ve muzaffer Duçe bahtiyar!”
dedi. Ankonalı balıkçının hakkı var. Geçebildi altın defne dalı
muhteşem palavraya Ve Negüs
banyosuz bir saraydan çıkıp girdi banyolu bir saraya.
DENİZDEKİ ŞİŞE (3) Ölü bir deniz vardı;
suyun üstünde dalgalar tembel, ağır balıklar gibi yuvarlanıyorlardı.
Yuvarlanıyorlardı dilsiz, sağır; yuvarlanıyorlardı hiçbir yere çarpm. dan,
yenilmeden hiçbir şeye hiçbir şeyi yemeden, çatlayıp köpüklenmeden; yuvarlanıyorlardı sonsuz
sonsuz bir can sıkıntısı halinde. Bu kahrolası dalgaların elinde,
Tunus’un şarkisinde, Malta’nın şimalinde
tahta bir tabut gibi yüzüyordu teknemiz.
Direklerde, iplerde, kaplamalarda gıartılar,
bir ölü duası gibi rüyasız bir sayıklama.
Ve tane tane, bir bir
Ömrün kısalığına, ihtiyarlığına beylik, âdi kederlere dair
korkunç kötü şeyler gelirken aklıma birdenbire suyun üstünde gördüm onu. Bir şişe.
Tek başına, yapayalmz.
Küçücük boynu uzanmış güneşe, topraktan ve insandan uzak yüzüyordu suyun üstünde batıp çıkarak.
Ve bu sonsuz ve bu ölü suların
ağır ağır kımıldanan yığını çoğaltıyor
büyültüyor dayanılmaz bir hale getiriyordu onun dehşetli yalnızlığım.
Yusuf geçti dümene yanaşuk ona.
Ve uyandırır gibi bir çocuğu korkulu bir rüyadan /
onu çekip aldık sudan. Soğuk, ıslak ve karanlıktı.
İçinden bir kâğıt çıktı. Okudum:
“Dayanamadı artık! 1823 senesi 16 eylülünde, Septe Boğazı önünde, Gömleğimizi grandi gabya çubuğuna,
süvariyi mizana direğine astık. Fakat gitgide daraltarak denizi Yelkenler kovalıyor peşimizi. Kardeşler!
Bu şişe elinize geçerse eğer, Yolunuzu bekleyenlere Septe Boğazı’nda batırılan Üç direkli trma firkateyninden verin haber!”
Yusuf yüzüme baktı -Geç kaldık, dedi, tam bir asır.
-Hayır geç kalmadık, dedim, Barselon’a gidiyoruz.
—B İT T İ—
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a Toros Arşivi