• Sonuç bulunamadı

Yahya Kemal...Portresi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yahya Kemal...Portresi"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

; Sayfa

~7

l^t

BASLARKEN'

a

U

STAD , Messagerie Maritime kumpanya­ sının köhne Memphis vapuru ile îstan- tanbul'dan Paris yolculuğuna çıktığı yıl, 18 yaşmı henüz bitirmiştir. Dokuz yıl sonra Paris'ten dönerken kendini tam bir olgunluğa varmış görmektedir. O yıllar, Osmanlılığın kötü günleridir. Abdülhamit düşürülmüş, devletin çöküşü durdurulm am ıştır. Üstad'm doğup büyüdüğü, ilk gençlik eğitimini gördüğü Üsküp ve Selanik artık vatan toprağı değildir, elden çıkmıştır. Vatan, ölülerimizin selviler altında sonsuz uykularını uyudukları, minarelerinden e*.an scoieri yükselen, çeşmeleri akan, camileri imaretleri, hamamları, türbeleri, köprüleri ile mimarimizin tarih içinde süzülmüş ve birikmiş güzelliklerini taşıyan, havasıyla suyuyla, ruhuy­ la bizim olan, canlı yaşayan bir topraktır. Rumeli’den çekilişimiz Üstad’m genç ve duyarlı yüreğinde kimsesizlik, öksüzlük duygularım derinleştirmiştir. Üsküpte İshakiye

Mahallesi’n-deki anlı şanlı konağında dediği dedik bir Osmanlı kadmı olarak yaşamaya alışmış büyük­ annesi Âdile Hanım, şimdi İstanbul'da A k ­ saray da Sinekli Bakkal da eski bir evde, aileden geri kalanlarla dertli günler geçirmektedir. Gencecik bir kadınken veremden ölen annesi Nakiye Hanım’ın Üsküp'teki mezarı ziyaretçisiz kalmıştır. Isâ Bey Mezarlığındaki kabirler şimdi kimsesizdirler. Selviler, çınarlar, Rumeli’yi fetheden "evlâd-ı fâtihan” m acıdan kıvranan bedenleri gibi sallanırlar. Üstad’m anne ve baba soyu Şehsüvar Paşa’da birleşir ve Rumeli’de Şehsüvar Paşa, Anadolu Türklerinin Balkanlar'a ve Avrupa içlerine doğru yayılışının kahra­ manlarından bilinir. Üstad, yıllarca sonra Beyatlı soyadını atalarına olan bağlılığını tazelemek için alır. Şeh (bey), süvar (atlı) demektir der.

Bu yazı dizisinde, son dönem Osmanlı aydınlarından birinin, Yahya Kemal Beyatlı’ nın

kişiliği anlatılacaktır. M ustafa Kemal, saltanatı sona erdirdiğinde, Üstud, yaşı kırka yaklaşmış bir olgunluktaydı ve Osmanlı aydınlar neslinin pırdtılı bir örneği idi. Onunla beraber bizim fikir ve duygu dünyamızın bir perdesi daha kapanmış bulunuyor. Bugünkü gençler ve hatta orta yaşlılar, Paris’ten döndüğü 1912 yıluıdan öldüğü 1958 yılına kadar 46 yıl çevresindeki ve ülkedeki aydınları etkilemiş böyle bir kişiliğin hikâyesinden pek çok şey öğreneceklerdir.

“ Üstad” , tarih ve insan, kültür ve insan ilişkileri üzerine bir denemedir. Bir kopuş ve çözülüş döneminde, kendi tarihine ve kültürüne sahip çıkarak, çağdaşlaşmanın ulusal temellerini arayan bir aydının yaşam öyküsüdür. Bugün de ulusal temellerimizin arayışı içinde bulundu­ ğumuza göre, Ü stad’ m hayatına biraz daha ilgiyle eğilebiliriz.

S a d u n T A N J U

Kıbrıs/ı Şevket

,

Paris'ten yeni dönmüş Yahya Kemal'i tanıştırırken Yakup Kadri'ye,

«Öp elini büyük edebiyat üstadımızın!» demişti

• • • •

JON TURKLER PARİS'İNDEN

ONUN KADAR BİLİNÇLİ,

ÇAĞDAŞ VE AYDINLIK

BİR OSMANLI

DÖNMEMİŞTİR VATANA

1 9 00 ’lerin ilk çeyreğinde, vatan bildiğimiz topraklardan

trajik olaylarla çekilirken, Paris’ten gelen adam,

şiirleriyle, yazılarıyla, sohbetleriyle, konferanslarıyla bize

tarihimizin ve kültürümüzün zenginliklerini anlatıyordu

ve eski zamanların bir destancısı gibi saygılı bir

hayranlıkla dinleniyor, seviliyordu.

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan renglyle.

Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhenglyle.

ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde,

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

B

E Y O G L U 'n d a Marché pasajından geçi­B o n yordum, diyor Yakup Kadri. Kıbnslı Şevketle karşı­ laşmış. Yanında da tıknaz bir genç adam vardı, diyor.

Kıbnslı Şevket, Yakup Kadri’- y8: «—Op elini büyük edebiyat üstadımızın, demiş.

Şevket’in şaka yaptığını san­ mış. Gülerek yabancı tıknaz adamın elini sıkmış, ayaküstü bir iki şey konuşmuşlar, sonra herkes kendi yoluna gitm iş. Aynı günün akşamı D ivanyolu’nda Şefik Esat'ın evine gittiğinde orada “ Üstad” !a karşılaşmasın mı? Meğer Paris’ten yeni dön­ müş, Şefik Esat’ta misafir kalı­ yormuş. Adı Yahya Kemal imiş.

Yakup Kadri, "Taşralı bir genç adam gibi görünüyordu” diyor. îçine kapalı, tutuk, ablak yüzü ve tıknaz vücudu ile Paris yontulmuşluğundan hayli uzak. Üstelik dili de Rumeli'ne çalıyor. Ama konuşma ilerledikçe, Yakup Kadri bakıyor ki karşısında hayli iddialı bir adam var.Ittihatçı-îti- lâfçı politika canbazlıklarında be­ nim bilmediğim yoktur havala­ rında. Fırsatını düşürüp Doktor Nâzım'uı, Bahaettin Şakir’in ya­ kın dostu olduğunu söylüyor. Yakup Kadri’nin üzerinde, her şeyi bilme iddiasında, karşısın­ dakini etkileme çabasında biri tesiri yaratmıştır. Oysa ev sahibi Şefik Esat misafirine nasıl da hayran! Ne geniş kültü -, ne derin tarih bilgisi, ne güzel bir konuş­ ma üslûbu diye Yahya Kemal’i durmadan pohpohluyor.

Yakup Kadri, edebiyat üstad- lığını hiç yakıştıramadığı Yahya Kemal’in fazla politik ve kurnaz kişiliğinden de hoşlanmamıştır. Bir süre sonra devrin önemli g a­ zetelerinden Peyam’da, "S o r ­ bonne’da bir ihtifal (anma töre­ ni) münasebetiyle” başlıklı yazı­ sını okuyunca şaşıracaktır. Hele Ali Kemal’in onu okuyucuya "b ir hazine-i irfan (kültür hâzinesi)” olarak tanıttığını görünce, şaş kinliği bir kat daha artacaktır. Yıllar sonra, ölümünün arkasın­ dan Yakup Kadri şöyle ağlaya­ caktır:

“ Bir âbide idi, yıkıldı. Süley- maniye ortadan kalkmış gibi bir boşlu k ...”

T a ş ra lı

Bir taşralıya benzediğini Y ah­ ya Kemal herkesten önce anla­ mıştır. 1944 sonbaharında Bü- yükada’da Münevver Ayaşh’ya içini açar:

“ Niş’den İstanbul’a geldim. Babam ö n le y e m e d i. Cebim de epeyce altın var. Ama İstanbul’ ­ un paşazadeleri, yerlileri yanında ben pek acayip duruyorum. Giyimleri, oturup kalkmaları, konuşmaları, şakalaşmaları baş­ ka. Onlar gibi Bother’de elbise yaptırıyorum, Kolaro’dan göm ­ lekler alıyorum, fakat onlar gibi olamıyorum. Sonunda anladım ki, İstanbul’a Niş’den değil Pa­ ris’ten gelmek lâzım. Kalktım Paris’e gittim .”

Sonradan, bu Paris’e gidişi o ve başkaları süsleyeceklerdir. Üsküp ve Selanik’teki eğitimini Galatasaray’a girmesi için yeterli bulmayanlar onu boşlukta bıra­ kınca, delikanlı kafasında Fran­ sızca’yı ve hayatı Paris’ te öğre­ nip yaşamak rüzgârları esmiştir. Jön Türklerin araşma katılmak hevesine kapılmıştır.

Paris’ten dönünce de, herkese taşralı gibi davranmak sırası ona gelmiştir.

T a rih b ilin c i

Bilimler Okulu’ndaele-güne karşı ciddî bir eğitimi de sürdürmüyor değildir; fakat Albert Sorel’in dersleri dışmda öbürlerine pek düzenli devam etmez. Albert Sorel, zamanın en büyük tarihçi­ lerinden biridir. Yahya Kemal'e Assace Sokağı'ndaki evine de gidip gelmeye başlar. Tarih içinde Türklüğü aramak ve bul­ mak tutkusu böylece alevlenir. Sorel, milliyetçiliğin uyanış ve harekete geçiş koşullarını anlat­ maktadır. Tarih içinde ulusal kökleri arama metodları öğretil­ mektedir. Geniş bilgisi ile Sorel ve Maurice Bares gibi hocalar Yahya Kemal’i öyle etkiler ki, Türkiye Türklüğünü enine boyu ­ na okuyup araştırmak için, Fran- sızca-Türkçe tarih kitapları üze­ rine genç ve ablak bir yüz iyice eğilir, işin içinden çıkabilmek için M alazgirt’i başlangıç olarak alır. 1071’den sonra Anadolu’ya, daha sonraları Rumeli’ye ve İstanbul’a yerleşerek yaratıcı bir

millet oluşumuzun yıl yıl hikâye­ sini öğrenmeye koyulur.

Anılarının bir yerinde, "B ir gün tarihçi profesör Camille Julian’ ın bir cümlesine takıldım. Fransız milletini bin yılda Fran­ sa’nın toprağı yarattı diyordu; düşünmeye başladım, Malaz­ girt’ten beri geçen sekiz yüz yılda bizi yaratan da kendi toprağımız olmadı mı?” den

Üzerinde yaşadığımız toprak­ lardaki maceramızın en hurda bilgilerini toplayıp onları yorum ­ lamaya başlaması ile Yahya Kemal’in gerçek kişiliği biçimlen­ miştir. 1900’lerin ilk çeyreğinde, vatan bildiğimiz topraklardan trajik olaylarla ve savaşlarla çe­ kilirken Paris’ten gelen adam, şiirleriyle, yazılarıyla ve sohbet­ leriyle bize tarihimizi hikâye ediyordu ve eski zamanların bir destancısı gibi saygılı bir hay­ ranlıkla dinleniyordu.

© Paris'te çağdaşı

yazarları okur,

Fransız şairlerini

tanır ve Albert

* <

Sorel'den geçmişi

öğrenme bilgilerini

alırken, «Okumalıyım,

okumalıyım,

okumalıyım!» diye

yeminler eder ve

kendi vicdanına

karşı şu sözü verir;

«Ulusal dirilişimizin

sanatını

yaratacağım!»

Yakın tarihimizin Osmanlı a y ­ dım sentezci değildir. Olayları inceleyerek, yorumlayarak bir sonuç çıkarıyormuş gibi görünü- nür; ama hepsi üstten, dıştan bakışm ürünüdür, öze inici değil­ dir; akışı ya da oluşu değiştirici bir amaçtan yoksundur. Yahya Kemal, Paris’te, bunların en ateşli idealistleriyle içiçe y a ­ şamış, iki taraf da birbirini sevem em iştir. Y ah ya K em al, Jön Türkleri, amaçlarını sağlam biçimde ortaya koyamamış, ne istediğini bilmez, kolayca oradan ortaya sürüklenebilir iyiniyetli fakat saf, biraz da çıkarcı ve kurnaz kişiler olarak görüyordu, öbürleri de, bu tarih ve şiir meraklısı ablak yüzlü genci, siyasete pek hevesli görmedikleri için kendilerinden uzakta tutu­ yorlar, ama zararsız buldukları için ilişkilerini sürdürüyorlardı. Genç Yahya Kemal’in, şiirin ilahlarını keşfetmekle uğraşma­ sını bir kültür ve sanat açlığı

olarak görenler; onun Maller- mè’ yi, Baudelarié’i, Verlaine’i, José Maria de Harida’yı, Jean Morèas’i, Arthur Rimbaud’yu, Victor H u go’yu, M usset’yi, Va- lèry’yi, Maeterlinck’i, Alfred de Vigne’i okudukça heyecanlanma­ sını ve dilinin çözülmesini ince bir alaycılıkla seyrediyorlardı. Ablak yüzlü Rumelili delikanlı ise Seine’in sol kıyısında Saint Michel Bulvarı’ndakl teraslı kah­ velerden birinin köşe sinde, Here- dia’nm Trephèes’ini kapatın kendini eleştirm ey e b o ş la r d ı: “ Kendi tarihimi biliniyorum ben, kendi kültürümün temelle­ rini, kendi musikimi, kendi mi­ marimi, kendi vatanımı tanımı­ yorum ben! Bunları bilmeden ulusal bir akım nasıl yaratılabi­ lir, ortak bir duygu, ortak bir düşünce, ortak bir ses nasıl yakalanabilir, bunlar«,ız Türklü­ ğümüzü nasıl duyabiliriz?"

"Okumalıyım! Okumalıyım! O k u m a lıy ım !" d iy e yem in ler eder kendi içinden, mahzun g ö z ­ lerine inanmışlığm pırıltıları g e ­ lir, gözlerinin yaşlandığını görü­ yorlar mı diye bak mu etrafına, tekrar kendi içine döner;

“ Biz ölm emeliyiz, biz dirilme- liyiz, ben bu dirilişin sanatını yaratmalıyım!” der.

Memleketten, babasından pa­ ra gelmişse o sıralar, bir süre Paris’in o doyumsuz eğlence hayatına karışır, elindeki avu- cundakini yer, başkasına iki ay yetecek parayı bir iki haftada tüketir; sonra alır kitaplarım, kitaplıklara, müzelere, ucuz bul­ var kahvelerinin köşelerine sığı­ nır; Türklüğün sesini, ruhunu, ahengini, ritmini kendi yüreğin­ de ve beyninde yaratma işçiliğine koyulur; kimse onu yerinden kıpırdatamaz, bir gençlik mace­ rasına sürükleyemez, “ bırak ne hali varsa görsün" denilir.

Yıllar sonra, mütareke Istan- bul’nda ölgün ruhlar üzerine onun sesi bir mahya gibi gerile- cektiı;. Türklüğü, Müslümanlığı ve tarihi kucaklayan şiirleri ağızdan ağıza yayılacak, “ Üs- tad” , Osmanlı aydınlarının hay­ ranlık ve kıskançlıkları arasında etkisinin arttığını görüp sevine­ cektir. Jön Türkler Paris'inden onun kadar bilinçli, çağdaş ve aydınlık bir Osmanlı dönmem iş­ tir vatana.

r-YARIN;---MUSTAFA KEMAL

YAHYA KEMAL'İN

YAZILARINI

KESİP SAKLARDI

1900’lerin başlarında Paris, dünyanın her köşesindeki aydın­ lar için bir rüyadır. Orada bir s,ire yaşamak imtiyazını kaza­ nanlar, kendi ülkelerinde görgü, bilgi ve zevkin kâbesinden gel­ miş hacılar gir, beşüstü edilirler. Yahya Kemal Paris’te koskoca bir gen;lik yaşamıştır, ön ce dil öğrenmek için Meaux kolejine girmiş, sonra postu Quartier I.nline sermiştir. Gerçi Siyasal

(2)

Sayfa

7

] ***

— O —

P

A R İS ’teyken bir gün ho­ cası Albert Sorel ona şunlan söyler:

“ Bak oğlum, bir parçalan­ mayı bir dağılmayı önlemek İçin, onları bir arada tutucu bir güç yaratmak gerekir. Siz de ancak kendi milletinizi güçlendirerek devletinizi ayakta tutabilirsiniz." O s'ralar, gün geçmiyor ki, Paris sokaklarında, mey dûnların­ da heyecanlı öğrenci mitinglerine rastlanılmasın. Balkan Harbi’nin n erdeyse p a tla y a ca ğ ı gü n ler. Rumlar, Bulgarlar, Suplar, Er- meniler yumruk sallayıp duru­ yorlar. Jön Ttlrklerin bu olup bitenlere aldınş ettikleri yok. On lann düşmanı, varsa yoksa Ab- dülhamit! Onun beceriksizliği, onun yanlış siyaseti İmparator­ luğun köklerini sallıyor sanıyor­ lar. Burunlarının dibindeki mil­ liyetçilik kaynaşmasını bile gör­ müyorlar. Yahya Kemal bu mitinglere gidiyor. Konuşulan­ ları dinliyor. Çağın bilgileri ve özgürlük haklan yönünden karşı çıkılabilecek düşünceler, duygu­ lar değildir Paris meydanlarında söylenenler. Üstelik bu topluluk­ ların davalan Sultan Abdülha- mit’le de değildir, onlar Türk milletiyle hesaplarını görmek is­ temektedirler. Devletin yöneti­ minin çağdışı düşüşü, devleti sırtında taşıyan Türk milletiyle Rumlan, Bulgarlan, Sırplan, Er- menileri karşı karşıya getirmek­ tedir. Türkler, asırlardır yaşa­ dıktan topraklardan kovulmak isten m ek ted irler. R u m eli'd en sürgün günleri yakındır.

Bu ablak yüzlü genç adam da kendi iç dünyasının meydanla- nnda mitingler yapıp Türklüğü savunuyor. Bizim ezilmişliğimiz, unutulmuşluğumuz üzerinde u- zun uzun düşünüyor. Nerde bizim milliyetçilerimiz? Biz ki, tarihi yapmışız, zaman ve mekân içindeki yayılışımızla gözler ka­ maştırmışız, mimarimizle sana- tımıyla, musikimizle yerleşmişiz, varlığımızı bu kadar kuvvetle ortaya koymuşuz, hissettirmişiz, şimdi bu saldırılar karşısında ya­ pacak bir şeyimiz yok mu bi­ zim ?..

B iz b ir k u v v e t

d e ğ il m iy iz ?

Tarih okumak ve öğrenmek, yaşamdan kaçmak değildir, za­ manı anlamaktır. Bizi yıkmak isteyenler demek ki, bizim var­ lığımızı etkin biçimde duyuyor­ lar. Peki biz kendi varlığımızı aynı etkinlikte duyuyor muyuz? Nasıl bir milletiz biz? Geçmi­ şimiz ne? Nasıl geçtik zamanın içinden, neler yaptık, ne gibi zenginlikler biriktirdik, ne düşler kurduk, neler düşündük, biliyor muyuz? Bizi yaratan topraktır. Toprağı vatan yapan, biziz. Bu gördüğümüz şehh'.*r, şu denizin sona erdiği boğaz, Doğardan çık­ tıktan sonra izleyeceğimiz kıyı­ lar, İskenderun'a kadar sonsuz bir bağlılık gibi giden eski ilâh­ ların toprağı, sonra peygamber­ lerin toprağı Suriye, tâ güneşli Arabistan’a kadar bir mavi çer­ çeve içindeki koskoca toprak kit­ lesi, hâlâ bizim. Bu kıyıdan yük­ selen dağların ardında beyaz

şehirler var, hepsinin minarele­ rinde günde beş kez ezanlar okunuyor. Bizim gibi konuşan, Allah’ ın karşısında bizim dua­ larımızı tekrarlayan, ağladığımız gün ler a ğ la yıp , g ü ld ü ğ ü m ü z günler gülen milyonlarca insan bu toprağa yayılmış, yaşıyor. Onların kalbi, kuvveti, hayatı bizim. Biz bu dünya yuvarlağı üzerinde bir kuvvetiz değil mi?..

öyleyse, bu kuvveti halkımı­ za duyurmak lâzımdır.

K u rd u n ö lü m ü

Alfred de V ign y’nin genç ruh­ lara özgürlük ve bağımsızlık aşılamak için yazdığı “ Kurdun ölüm ü” şiirini çok sever Yahya Kemal. K ort amansız avcılar ve köpekler tarafından sarılıp öl­ dürülürken, dişi kurt yavrularım alıp dağlara kaçırıyor. Çünkü, görevi yavrularına yaşamayı ve başeğmemeyi öğretmektir.

Bizim de görevimiz yaşamak­ tır. Kendi vatanımıza, Anadolu’ ­ ya çekiliriz ve orada ulusal gücümüzü yeniden büyüterek ta ­ rihin önüne çıkarırız. Bu anlayış, Mustafa Kemal’in anlayışı ile uyum içindedir. Mustafa Kemal’ ­ in gözünde Yahya Kemal, çağdaş Türk toplumunun ruhunu ve dü­ şüncesini biçimlendiren bir san’ - atkârdır. Mütarekede ve Kur­ tuluş Savaşı yıllarında İstan­ bul’da kalarak yaptığı işi en iyi o değerlendirmiş, savaş sonunda onu Bursa’dan alıp Ankara’ya getirerek kendi özel dolabmda sakladığı yazı kupürlerini çıkarıp göstermiştir.

Zaten, gerektiğinde savaş için başkalarım ayağa kaldıran inan­ mış kişiliğini işkenceye şoksanız, Ustad’ ı cepheye götüremezdiniz. O cephesini kendi çizer. En yük­ sek görev duygusuna sahip ol­ duğuna inanır. O, başkalarının yapamayacağı bir işi yapar. V a­ tanı taş taş, a ltın üstünü ta­ rayarak tarihini mmcudayarak

Mustafa Kemal'in

gözünde Yahya

Kemal, çağdaş

Türk toplumunun

ruhunu ve

düşüncesini

biçimlendiren

bir sanatkârdı

ENDÜLÜS'TE R A K S

ata n,n en

güzel gülü...

Mustafa Kemal, Yahya Kemal'in

yazılarını kesip saklardı

tanıyan ve sağlam çağdaş bir milliyetçiliği savunan adam, as­ kerlik yapmamıştır. İmparator­ luğun batış günlerinin ve yeni­ den doğuşun savaşlarına katıl­ mamıştır; ne kimse ondan hesap sormuş, ne de o kimseye hesap vermiştir.

diyorlardı. Ülke bu kadar dert­ ler, sıkıntılar içindeyken o mâ- zinin salıncağında mışıl mışıl uyuyup rüyâ görüyor, diyorlar­ dı. Kurtuluş Savaşı üzerine y a­ zılmış bir tek şiiri var mı, diyorlardı. Biz yenilik diye çır­ pmıyoruz, o eski dil, eski zevk,

adamı arasında saf şiir, sanatta faydacılık gibi konulara kadar sürüklenir tartışma. Hilmi Ziya, Dante’nin Cehennem’tndeki kişi­ ler, hayatta karşılaştığı düşman olduğu kişilerdi, der. Shakespe- are’in, Goethe’nin zamanlarının siyasal ve psikolojik

ortamlann-% HİLM İ ZİYA, SEK İP TUNÇ'A «Ü STAD» İÇİN S Ö Y L E

DİYO RDU: «MÜKEMMEL BİR A YD IN K U S K U S U Z AMA

ONA GÜCENİĞİZ... BU GÜN Ü DEĞİL B A ŞK A

BİR ZAM ANI YA ŞIYO R GİBİ...»

% Ü S T AD, «MAZİ, KÖ KLERİM İZİN BU LU N D U Ğ U YA ŞA N M IŞ

ZAM ANDIR. GÜZEL, İY İ VE FA YD A LI O LA R A K NE

Y A R A T M IŞS A K ORADADIR. O N LARI BİLM ED İKÇE

YA ŞA N ILA N ZAM AN GÜZELLEŞTİRİLEM EZ» DİYOR,

HÜ CU M LAR A R TTIK Ç A KABUĞUNA ÇEKİLİYO RDU

# «BENİ GENEL DEĞER YA RG ILA RIYLA A N LA M A YA

Ç A LIŞA N LA R I ANLAYAM AM . BEN BİR

SA N A TKA RIM , BİR SEN TEZ, BİR TERKİBİM.

YANİ, SA D E C E KENDİM E BENZERİM»

Ö v g ü le r ve

y e r g ile r

Bir Çin halk sözü, “ Bir iyi davranış için yüz fenalık unu- tulmahdır” der. Am a biz çoğu kez tersini yaparız. Küçük bir eksiklik, bir kusur, hatta bize göre iyi olmayan bir davranış yüzünden nice üstünlükleri gör­ mezlikten geliveririz. Yahya K e­ mal’in güçlü kişiliğinin altını o y ­ mak için hayli çaba sarfedili- yordu. Onun en az bir şiirinin ezbere bilinmemesinin ayıp sa­ yıldığı günlerde, Üstad’ ın hâlâ basık bir eseri olmaması, ay­ dınlar arasında şaka yollu eleş­ tirilere yol açıyordu. Giderek yu ­ varlaklaşan göbeğini işaret ede­ rek, “ Bir türlü doğuram ıyor!"

eski yaşayış ve eski zaferler özlemi yaratmaya çalışıyor, di­ yorlardı. Endülüs’te Raks’ ı ta­ mamlamak için 19 yıl beklemiş, aman ne verimlilik, ne sür’at, diyorlardı.

Hilmi Ziya Ülken’le Şekip Tunç, devrin ünlü bir hasta­ nesinde kavga edercesine tar­ tışmaya koyulurlar. Hilmi Ziya, "S osyal yanı eksik, günümüzde yaşamıyor gibi” der. Şekip Tunç, “ Önün görevi zamanı tartışmak değil, güzeli yaratmaktır” diye cevap verir. Hilmi Ziya, “ Kuş­ kusuz büyük şair, mükemmel bir ay dm, ama ona güceniğiz, bugün onu hiç etkilemiyor g ib i...” i y e sürdürür tartışmayı. Ülkede bu kadar önemli olaylar yaşanırken olayların dışında durulmaz içine girilir demek ister. İki kültür

dan etkilendiklerini söyler. Mü­ tareke yıllarında ve Kurtuluş Savaşı sırasında Ü stad’ın maka­ leleriyle, Darülfünun’da, Deniz Harp Okulu’nda, daha önce Türk Ocağı’nda ve özel toplantılarda yazıp söylediklerini bilmezlik ge­ lir. Şekip Tunç bunlan hatır­ latınca da Hilmi Ziya, “ Bizi eseri ilgüendirir” diye kesip atar. Eser nedir? Bir kişilik, san’at, fikir ve duygu dünyasını bu ölçüde etki­ lemişse; şiirleri söyleniyor, ma­ kaleleri okunuyor, fikirleri tar­ tışılıyor ve onunla yapılan soh­ betler kültür çevrelerinde söz konusu ediliyorsa, eser yok mu?..

“ Beni genel değer yargılarıyla anlam aya çalışmaları anlıya- mam” der Yahya Kemal. “ Ben bir san’atkâfım, bir sentez, bir

terkibim, iklim, çevre, kültür, zaman, hepsinin yarattığı bir terkip. Yani sadece kendime benzerim.”

H a lk ın , d ü şü n e n

D iv a n ş a ir i

Q ıu, Osmanlılığın öld ü ğ ü bir dönemde Divan Şiiri’ni can­ landırm a h evesind e gören ler, halktan kopuk, bir sanat zev­ kinin peşinde koştuğunu söyle­ yenler; “ Hâlâ mı Çamlıca? Hâlâ mı Kanlıca?” diye hafife almaya çalışanlar vardı kuşkusuz. Bizde hayranlıklar ve küçümsemeler at- başı gider. Üstad, hayranlan kadar karşısında olanların da ken dişini canlı ve güncel tuttuğunu bilir. Baz an kızar, öfkelenir, ama için için sevinir. O ne yaptığını biliyor. Dünyanın ilk aydınlan Şairlerdir der. Şiirin din gibi eski ve etkin olduğunu düşünür. Belki şiirlerinin bir kitapta top ­ lanmasından çok, destan gibi ağızdan ağıza dolaşmasında m is­ tik bir etkinlik bulur. Seçtiği araç’ın gücüne inanır. O, ulusal bir benlik ve birlik yaratmak istiyor, halkın ortak sesini bul­ mak istiyor, halkın ortak dilini araştırıyor, şiirde bir duyguyu, bir düşünceyi bütün olarak vs en etkili biçimiyle vermek istiyor. Türk ritmini muti âka bulmak. Halkını büyük ve tek bir çalgı gibi çaiabilmeli, Namık Kelmâl- ler, Ziya Paşalar, Fikretler bunu yapamadılar. O yapacak. Dil öyle bir bağdır ki, vatanın hu­ dutları koptuğu zaman bile bizi biribirimize bağlı tutar, Türk- çenin konuşulduğu yerler vatan olur. Vatanın gövdesi ve ruhu, dil’dir. Ortak dili mutlâka bul­ malı. Mallarmé “ en iyi Fran­ sız cay LouvreSarayı’mn kapıcısı konuşur” dermiş. Üstad, dil kural değil realitedir der. Halk nasıl söylüyor, onu araştırır. Hatta kelimelere onun verdiği manâyı verir. Halk şafak’ı gü­ neşin doğuş vakti olarak bilir, ben de “ o şafak vaktinin ci­ hangiri” derim, der. Halk “ fe­ lekten bir gün çalmak” der. “ Ah anacığım” der. Bravo yerine par- d on ’u kullanır. Kerru-fer (ziy- netli)yi “ kelli felli” diye söyler. Kaziye (bahis, söz konusu) öyle değil yerine “ kazın ayağı öyle değil” diye konuşur. Ziya Paşa ve Namık Kemal Paris dönüşü yazdıklarında Arapça, Farsça, Türkçe karışımı öyle bir dil kullanmışlardır ki, anlayan beri gelsin. Fikret ki, öbürlerine bakınca dil’de bir devrimci sayı­ lır, lâvanten bir üslûptan sıy­ rılamamıştır. “ Bugün açız evlât­ larımı” Manakyan söyleyişidir, balıkçı öyle konuşmaz.Nesrin de “ lâkin artık ..." demez o kız, “ artık” der. Üstad’m eleğinden geçmek kolay değildir, dil ko­ nusunda. Mana yanlışlarım da yakalar. “ Mehmet Akif, bir hilâl uğruna yarab ne güneşler batıyor derken, sanki güneşlere üzülü- yormuş gibi bir manâ çıkıyor der, ve sürdürür: Onun milli­ yetçiliğinden şüphe edilemez, ama “ bin güneş batmalı yıldızla hilâl uğrunda” manasım çıkart­ mak da kolay değildir.” Fik- ret’in/bugün doğan çocuğundan terane beklerken/figan duyan beşeriyet/ mısralarını da g ü ç­ lüklerle karşılar, “ hiç yeni doğan çocuk şarkı söyler mi, elbette ağlayacak” der. “ Hâsını, “ Mer- diveri’de “ eğilmiş arza” diyor. Arza değil, yere eğilmiş denilir" der. Recaizade Mahmut E krem / Muhammed onbaşı birçok gaza­ da şöhrettir demiştir ve Üstad neşeli bir soru yapıştırmıştır; “ Bunca şöhret kazanmış da neden onbaşıbğa çakılıp kalmış?”

i—YARIN:---»BANA SOKRAT

KADAR YENİ İNSAN

(3)

Ziya Gökalp'e şöyle der: «Ben bir tek

insanın ışıklı kafasını milyonlarca ham

ervaha tercih ederim...»

«Bana

Sokrat

kadar

yeni

insan

olmak yeter!»

- ©

î | ST A D , dinin kitleler üze- I I rindeki etkisini çok iyi ^ b i l i y o r . A ra d ığ ı ses, Müslüman bir halkm sesidir. Ama birleştiricilik ulusal bir zeminde olmak, ön ce Türk sonra Müslüman olduğumuz hatırlan­ malı. Kurtuluş Savaşı günlerinde yazdığı yazılar, Ahmet Naim gibi koyu dinci tarihçileri kızdırı­ yor; îsîâmiyete onun ettiği zara­ rın Abdullah Cevdet’inkinden kat» kat üstün olduğunu yüzüne karşı söylüyor. Islâmiyette asıl tehlikeyi yaratan Abdullah Cev­ det gibi dinsizler değil, sizin gibi Müslüman görünenlerdir, diyor. Dinin ulusal bir üslûpla benim­ senm esini re d d e d iy o r. Y ah ya Kemal'in, İstanbul’u semt semt, türbe türbe, mezar mezar geze­ rek tarihin şan ve şereflerini, birer evliya sayılmış eski kahra­ manlarım hikâye etmesini putpe­ restlik olarak suçluyor. Halka başka inançlar vermeye kalkı­ yorsunuz diyor.

Üstad bu konuda gayet açık­ tır:

"Evetbeyetendi,bu millet İslâ­ miyet! kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmıştır. Dinini öyle sever, onun uğrunda yalnız bu sebepler­ le ölür. Bizim dinimiz, bizim millî tahayyülümüze uygundur, başka türlü olamaz.”

Ahm et Naim küplere biner. Onun inancına ve bilgisine göre, herhangi bir Müslüman millet, İslâmiyet! kendi milliyetinin sa­ dece bir unsuru sayıp onu kendine uygun bir şekle soka­ maz. Müslümanlıkta, milliyetini unutmak ve dinin kurallarına ke­ sinlikle bağlanmak vardır. B ü ­ tün Müslümanları kendi milliye­ timizden sayarız.

Ü ştad, Ahmet Naim’in inan­ mışlığını sever. Ona anlatmaya çalışır ki, bu kavgalar Hıristi­ yanlıkta da olmuştur ve sonunda kilise göz yummaktan başka çıkar yol bulamamıştır. Hatta papazlar arasından da koyu milliyetçiler çıkmaya başlamış­ tır. Fransız ihtilâlinden sonra çağdaş milliyetçilik akımlarının dünyada nasıl estiği ortadadır. Halkların dinden önceki kültür­ lerini yok sayamayız. Ulusal kültürün bir tarzı vardır. Müslü- manlar birbirlerine benzemezler. Hıristiyanlar da benzemezler. Biz, kendi yaratılışımıza, yaşa­ yışımıza ve tahayyülümüze uy­ gun Müslümanlanz.

Aradan 13 sene geçecek, bu­ gün: Vefa’ya doğru yürürken yolunun üstüne hayli yaşlanmış ve yorgun bir Ahmet Naim çıkacaktır. Allah’ıma çok şükür İd sana rastladım, diyecektir. Sana ne kadar haksızlık ettiğimi anladım, diyecektir. O yazılan­ ımı nasıl birer manevî ufuk açtığını o zaman görememişim, diyecektir.

H a k lı o lm a n ın

g u ru ru

Yahya Kemal, son dönem O s­ manlI aydınlar kuşağının en önde gelen akılcılarından biridir. Onun diğer şairlere benzemediği orta­ dadır. Tarih bilir, musiki bilir, mimarî bilir, resimle ilgilenir; bizde resmin olmayışının kültü­ rümüzde büyük bir eksiklik yarattığını, geçmişi somutlaştı­ ran en etkin sanatın resim olduğunu, söyler. Amacım bilim­ sel bir dikkatle çizmiştir. Fikirler ne kadar canlı olurlarsa olsunlar günün birinde ölürler. Kant eski­ yebilir, ama Hugo'nun şiirleştir­ diği fikirler ölümsüzlüğe de eriş­ mişlerdir. Ne kadar doğru dü­ şünceyi, doğru duyguyu ölüm­ süzleştirebilirse, halkının gön­ lünde ve düşüncesinde ne kadar yer alabilirse, işini o kadar iyi yapmış olacağına inanır.

O sıralar Avrupa, milliyetçili­ ğin saltanatım sürmektedir. İm ­ paratorluğun Hıristiyan halkları bıı rüzgârlarla yelken şişirirken.

>

Milliyetçiliğin, îsîâmiyete

aykırı olduğunu söyleyen

Ahmet Naim 'e şu cevabı

verir: «Evet Beyefendi! Bu

millet Islâmiyeti eski

putperestliği ile karıştırmıştır

tahayyülümüze milliyetinin

damgasını vurmuştur.

Bizim dinimiz bizim millî

tahayyülümüze uygundur.»

bizde sadece Ziya Gökalp bir şey­ ler aramakta, İttihatçılar da bir şeyler sezmektedirler. Siyasal bir kampa katılmak, yaradıbşına uymaz. Osmanlı bireyinin ve toplumunun doğrulan kolayca b u la b ileceğ in e inanm az. Ziya Gökalp’le yaptığı bir tartışma sırasında “ Ben bir tek insanın ışıklı kafasını milyonlarca ham ervaha tercih ederim” der. Yaşa­ nılan zaman içinde ışıklı bir kafanm nasıl az bulunur bin nimet olduğunu söylemekten çe­ kinmez. Toplum kendi seviyesi­ nin çok üstüne çıkmış zekâları korumasını ve ondan yararlan­ masını biliyorsa, bu olgunluk ona yeter. Üstadın toplumdan beklediği budur. Uzak ve ürkek durması, sıradan insanların ma­ cerasına katılmak istememesin- dendir.

İla h la r d ü ş e rk e n

Abdülhak Hâmid benim ilk gençlik günlerimin bir erişilmez ilâhı idi der, Yahya Kemal. Onu, Osmanlı aydın tipinin en mü­ kemmel bir örneği olarak tanır. Paris yıllarında, Hâmid'in Lond­ ra’dan geldiğini duyunca onu görmeye koşar, tanışma fırsatla­ rı kollar, ilgisini çekmeyi başarır. Sonra buna güvenerek günün birinde Londra’ya özel olarak onu görmeye gider. Londra Sefaretinde müsteşar olan, giyi­ mi ile, davranışları ile, şöhreti ile bir yıldız gibi parlayan Hâmid, bu ziyareti kabulle ona şereflerin ve sevinçlerin en büyüğünü ba­ ğışlamıştır. Am a genç hayranı­ nın sanat konularındaki açlığım hevessiz ve sudan bir iki keli­ meyle bastırdıktan sonra, onu alıp Londra doklarındaki kıyı köşe meyhanelerine, sokak ka­ dınlarıyla eğlenmeye sürüklemiş­ tir ve genç Yahya Kemal çok

sıradan bir kişilikle karşılaşma­ nın kırılışı ile oradan tası tarağı toplayıp kaçmıştır.

Tevfik Fikret ise, ruhunda ilk fırtınaları yaratan insandır. İs ­ tanbul’a döndükten sonra onunla tanışmış ve o kimseye yüz vermeyen gururlu şair, “ Bizim arayıp da bulamadığımız saf ^ire erişmişsiniz siz" diye bek­ lenmez iltifatlara boğmuştur. Fakat bir gün, beraber oldukları bir birada önlerinden geçen Sü­ leyman Nazif’i selâmladığı için Fikret küçük bir kıyamet kopar­ mıştır; “ Böyle bir anamın selâ­ mını benim yanımda nasıl alırsı­ nız?” diye azarlamaya kalkmış­ tır. Gerçi Fikret, bir süre sonra o olayı unutmuş gibi davranıp genç meslektaşının dostluğunu kazanmaya önem vermiştir ama, Yahya Kemal, ilâhlar katmda kalabilmenin güçlükleri üzerinde bir kez daha düşünmüştür.

Aynı Süleyman Nazif, “ Yahya Kemal’in on Ud’si bitirilmiş, on iki’ si tamamlanmamış 24 mıs­ raını gördüm, beğendim; ama bunları bile görmeden onun şiirini alkışlayanları anlayamıyo­ rum” diyerek, Doğu çekememez- liginin in ce k ötü lem elerinden kendini alamaz. Cenap Şahabet- tin böyle incelikler de aramaz. “ Eskiden meşhur şiirler vardı şairleri bilinmezdi, şimdi meşhur şairler var şiirleri bilinmiyor” der. Üstadın kendisine gösterilen şiirlerini teb essü m le o k u y u p , "H avası fena değil ama içinde bir şey y ok " buyurur. Ahmet Hâ- şim, “ Nişli A gâh” diye küçüm­ seyerek; devrinin bütün sanat ilahlarını teker teker inceleyen; onlardaki dil, mana, fikir, deyiş yanlışlarını ve eksikliklerini orta­ ya çıkaran, herkese meydan okuyormuş gibi cesaretli, atak, sözü etkili bu yeni Üstad’dan

V U SLA T

Bir uykuyu cânanla beraber uyuyanlar,

ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar.

Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,

Görmezler ufuklarda şafak söktüğü ânı.

Gördükleri rü’yâ, ezeli bahçedir aşka;

Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgarı başka,

Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez,

Gül solmayı, mehtâb azalıp bitmeği bilmez;

Gök kubbesi her lâhza bütün gözlere mâvi,

Zenginler o cennette fakirlerle müsâvl;

Sevdaları hulyâlı havuzlarda serinler,

Sonsuz gibi bir fıskiye âhengini dinler.

Bir rûh o derin bahçede bir def’a

oTı

. arının râyihasıy

Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle;

Boynunda onun kolları,

Dalmışsa, onun saçlarının 'râyihasıyla,

a o varsa,

Yıldızları boydan boya doğmuş gibi, varlık,

Bir mû’cize hâlinde, o gözlerdedir artık;

Kanmaz en uzun pûseye, öptükçe susuzdur,

Zirâ susatan zevk o dudaklardaki tuzdur;

İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan.

Bir sır gibidir az çok ilâh olduğumuzdan.

Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler,

Bir gün, nereden, hangi tesâdufle gelirler?

Aşk onları sevkettiği günlerde, kaderden,

Rüzgâr gibi bir şevk alır oldukları yerden;

Geldikleri yol.., ömrün ışıktan yoludur o:

Âlemde bir akşam ne semâvî koşudur o!

Dört atlı o gerdûne gelirken dolu dizgin,

Sevmiş iki rûh, ufku görürler daha engin,

Sîmâları gittikçe parıldar bu zaferle,

Gök her tarafından donanır meş’alelerle.

Bir uykuyu cânanla beraber uyuyanlar,

Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar,

Dünyâyı unutmuş bulunurken o sularda,

—Zâlim saat ihmâl edilen vakti çalar da—

Bir ân uyanırlarsa leziz uykularından,

Baştan başa, her yer kesilir kapkara zindan.

Bir fâciadır böyle bir âlemde uyanmak,

Günden güne hicranla bunalmış gibi yanmak

Ey tâlih! ölümden de beterdir bu karanhk;

Ey aşk! O gönüller sana mâl oldular artık;

Ey vuslat! O âşıkları efsununa râm et!

Ey tatlı ve ulvî gece! Yıllarca devâm et!

V

intikam alır. Yahya Kemal'in bulunduğu yerlere girmez olur.

U sta d k e n d in e

â ş ık o lu r

Bütün bu ölçüsüzlüklerden, de­ ğer bilmezliklerden, kıskançlık­ lardan bir narsisizm doğar; Üstad kendi kültür ve sanat seviyesinin öbürlerinden kat kat üstün oldu­ ğuna iyice inanır, kendini biraz daha sevmeye başlar, etrafında hayranlarının çevirdiği halkalar­ la bir kuyruklu yıldız gibi sanat ve kültür dünyamızın göklerinde süzülür. Biraz daha kendi içine çekilir. Dostlarıyla yetinir, kendisini anlamayanları, sevme­ yenleri yok bilir. Belki de, tepe­ lere çekilmedikçe ilâh olunama­ yacağım daha iyi anlamıştır. Müthiş alıngan olur. Misafir olduğu evlerde şeref yeri onun olmazsa kapıyı bir daha çalmaz. Münevver Ayaşlı, bir keresinde, devrin siyasal yıldızı Fuat Köp- rülü’ye baş misafir muamelesi yapmaya kalkmış ve Üstad semtlerine uğramaz olmuştur. Hamdullah Suphi, “ Bizde kal­ dığı günler gece geç vakit gelir­ di, uykumdan kalkar kapıyı açardım, elimdeki lambayı alır yüzüme doğru tutardı, gözlerim­ de bir hoşnutsuzluk var mı, ken­ disini iyi karşılamıyor muyum, onu anlamak isterdi” diyor

Kendisine olan bağlılıklardan, hayranlıklardan şüphesi olsun istemez. Ona yaklaşanlar, ışığı görmüş pervanelerdir, uzaklaşa - mazlar. Böylesine bir güvenle öyle bağımsız, özgür, başına buyruk olur ki, Üstad’m yak*n çevresinden yeni hikâyeler etrafa yayılmaya başlar. Canı istediği zaman takma dişini çıkarıp men­ dili ile kuruluyor, derler. Geçen gün Yusuf Ziya ile Beyoğlu’nda yemek yerken ne yapmış biliyor musunuz, yemek sonunda bir tas su getirtmiş ve onun gözleri önünde takma dişlerini yıkamış, derler. İbrahim Alâeddin Göv- sa’ya öyle sözler söyleyip kızdır­ mış ki, o da, /seneler var ki, doğursun diye baktık katıra/ di­ ye hicivler düzmüş Üstad’a, derler. Halit Fahri’ye bir tar­ tışma sırasında milletin 80 lirası­ nı her ay bedavadan alıyorsun dediği için şimdi Halit Fahri her yerde “ Kendisi üç beş mısra karşılığı elçilik tahsisatını cebe indiriyor ama” diyormuş derler. Hakkı Süha Gezgin’in, “ Oh! Kekâ! Edebiyat sayesinde eski Roma Kayzerleri gibi her posta serilip yatıyor, Darülfünun'da hoca, hâriciyede sefir, mecliste m illetvekili...” dediği her tarafa yayılır. Nunlllah A taç’ın İsmet Paşa’ya yaranmak için Üstad’ı harcadığı, “ Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ ’m irtica şiiri olarak damgaladığı sanat çevre­ lerinde konuşulur.

D o stlu k ü z e rin e

tira d

Üstad, kendisini sarsıntısız sevenlerin kozası içinde, bütün bunlara aldırmaz görünerek, po­ lemiklerden kaçarak; içini, dü­ şüncesini sadece dostlarına döke­ rek yaşammı ve şöhretini sürdü­ rür. Düşünce ve duygu ihanetle­ rine uğradıkça toplumdan kaç­ ması, biraz daha inzivaya çekil­ mesi, Ziya Gökalp’le, “ dostluk, vefa, sadakat" konularım tar­ tışmasına yol açar. Gökalp, “ Sen eski yaşayışın değerlerine fazla önem veriyorsun ¡bugünün insanı dostluğu, vefayı, bağlılığı, sev­ giyi bu kadar dar çevrelerde arayamaz; ona toplumun ilgisi gerekir; büyük fikirler, iyilikler, sevgiler gerekir” der ve Yahya Kemal ona büyük bir coşkunluk­ la şunları söyler:

“ Ey Ziya Bey! Bana, şu çok eski Sokrat kadar ‘yeni insan' ol­ mak yeter. Sokrat’ ın dostlukla­ rını ve yaşayışını kıskanırım. Günlerim onun gibi, tat ala­ cağım sohbetlerle dost bir çevre­ de geçsin isterim. Vakit nakittir diye durmadan oradan oraya

koşan, düşünmeye bile zaman bulamayan insanların bana bir şey veremeyeceklerini bilirim. Çok düşünen ve söylemek ihti­ yacını duyan insanların, kendile­ rini anlamaya hazır insanlara muhtaç olduğunu bilmez misin? Sen ne diye Allah'ın günü beni arıyorsun? İttihat ve Terakki Merkezi’ nde bile sıkılıyorsun. Çok beklersin Ziya Bey, kafam işletmek, kalbini doldurmak için büyük toplumun ilgisini bekler­ sen, çok yanılırsın! Bence büyük toplumun tek görevi vardır: Işıklı kafaları yaratmak ve yaşatmak! Toplum, tek insanın seviyesine erişinceye kadar, bu dünyadan çok Yahya Kemal’ler, çok Ziya Gökalp’ ler gelip geçer. Gidişin dönüşü yok, bilesin! Dostluk, aşktan da daha saf bir histir. Düşünme geleneği olma­ yan insanlar arasında bile dostluklar güzel ilişkilerdir, in­ sana yaşadığını duyurur. Ben dostlukları ararım, dostum .”

Orhan Veli’yle caddede yürür­ ken bir gün şöyle der:

“ Şu apartmanlara bak, de­ likanlı. Sahiplerinin köşkleri, arabaları, hizmetçileri her şeyleri var. Fakat bizim duyduklarımızı duymuyorlar, bizim düşün­ düklerimizi düşünemiyorlar. Biz hazır düşünceyi onlara sunu­ yoruz, vermek istiyoruz, onu bile anlamıyorlar.”

-YARIN:---YAHYA KEMALCE

(4)

S a y f a

7 ] ★ ★

o

«Enver Paşa'mn yerinde

Mustafa Kemal

bulunsaydı, 1. Dünya

Savası'ndakl

£

kaderimiz değişirdi!..»

B

EH ÇET Kemal, Ustad’la geçirdiği bir günün tadı damağında, o heyecanlı diliyle anlatır: “ O gün Üstad, Sultan Veled’lerden, Yunus Emrederden başlayıp Nedim'le­ re, Karucaoğlan'lara kadar beni tarihimizin ve sanatımızın içinde Türkçemızin izlerinde gezdirdi. Türk zevki nerelerden kaynağını alıp nasıl benliğini buldu, Orta A sya’ dan gelen sel Anadolu’da nasıl yatağına girdi, Anadolu’ ­ daki Türk kültürü ve sanatı nelerle yoğrulup gelişti, biz nasd biz olduk, bunu bir bilgin şairin ağzından dinlemek bana yeniden şevk ve gurur verdi. Bir daha gördüm ki Yahya Kemal kendi­ sine bir kâinat yapmış olan a- damdır. Kendi dünyasını kur­ muş, içinde yaşıyor. Onu dinler­ ken anlıyorsunuz ki Yahya K e­ mal’ce bir bakış vardır. M emle­ kete ve dünyaya, tarihe ve sana­ ta kendi gözüyle, kendi dürbünü ile bakıyor. Olduğu gibi görm ek­ le kalmıyor, nasıl olması gerek­ tiğini de, niçin böyle olduğunu da söylüyor.”

Bizim aydm geleneğimizde, olduğu gibi görebilmek bile ma­ rifettir. Görmek istediği gibi görmek ise yaygındır. Üstad on ­ lara benzemiyor. Nasıl olmalıdır, niçin böyle olmuştur’un cevapla­ rını araştırıyor, kendi bilgileri ve düşünce sistemi ile karşısındaki­ ni de harekete geçiriyor, başka bir dünyaya sokuyor. Vâlâ Nu- reddin "Ü ç yüz yaşında mıdır, bin yaşında mıdır, bu kadar uzun bir geçmişi nasıl bu kadar yakın­ dan bilebilir diye düşündürür in­ sanı” diyor. Mademki ömür ya­ şanmış günlerin toplamıdır, ya­ şanmış bir zamanı bilen adam da tarih yaşındadir. Vâ-N û, Üsta- d ’ınevine teklifsizce gelip gittiği talihlilerdendir. “ Vatanı vatan yapan duyguyu ve düşünceyi bugünkü kuşaklara en iyi o an­ latmıştır” diye söyler bir konuş­ masında. Çünkü vatanı vatan yapan duyguyu ve düşünceyi onun kadar yoğun biçimde dü­ şünmüş aydm parmakla bile ko­ lay sayılamaz o kuşakta, öylesi­ ne azdır.

B ir b a ş k a

m ü d e rris

1900’lerin ilk çeyreğinde, işe yarar bir aydın bulabilmek kolay değildir. Üst üste gelen savaş­ larla kırılan kuşaklar, toplumun muhtaç olduğu bilgili, çağdaş aydını besleyip büyütemezler. Mustafa Kemal, Kurtuluş Sava- şı’nda ve arkasından gelen siya­ sal dönemde işe yarar tek adamı kaybetmemek için olağanüstü gayretler göstermiştir. İttihatçı­ lar, Yahya Kemal gibi bir aydın­ dan yararlanmak istemeyecek kadar da dar görüşlü değildiler. Siyasete hevessizliğini görünce ona eğitim kuramlarının kapıla­ rını açtılar. O dönemin en önemli okullarında tarih, edebiyat ve sanat öğretmesini istediler. Türk Ocaklan’nda, derneklerde konfe­ ranslar verdirdileı Bilimsel, a- kılcı bir metodlan yoktu, ama Yahya Kemal gibi bir aydının toplumda etkinliğinin artmasının yararlı olacağını kestirecek ka­ dar da uyanıktılar.

Ahm et Hamdi (Tanpınar), mütareke İstanbul’unda Darül­ fünun öğrencisidir. “ Yahya K e­ mal'in dersleri bizim için millî inancın cömert bir kaynağı idi” der ve o günleri şöyle anlatır:

“ Bu derslerin havasında, Anadolu dağlarına yaslanmış dövüşen vatan savunucuları, ilk fetihlerin kahramanlarıyla bera­ ber yürüyorlardı. Mustafa Ke­ mal ve İsmet adları, ufkumuz­ dan efsaneli parıltılarla, gele­ cekteki olaylann büyük doğuşla­ rı gibi geçerdi. O zaman içimize erimiş altın renginde bir şey külçelenir, yangım gözümüzün önünde tüten vatanla kendimizi bir bütün halinde görürdük.”

Üstad’ın derslerine başka sınıf­ lardan da koşup gelirler. Nurul­ lah A taç’lar, Rıfkı Melûl’ler, Ali Mümtaz’lar, Yunus Kâzım’lar, Necmettin Halil’ler, Mustafa Ni­ hat’lar, Hüseyin A vn i’ler, Os- mân Zekâi’ler, Halil Vedat’lar, Hasan Rasim’ler, Ahmet Muh tar’lar, Mükrimin Halil’ler, Ni­ hat Sami’ler, Reşat Şemseı- rirt’ler ve şimdi ismi kolay ha- tırlanamayan pek çokları, ders sonraları da Üstad’ın peşini b ı­ rakmazlar. Topluca Darülfünun binasının boş odalarından birine girilip -artık ders değil- sohbete devam edilir ya da çıkılıp İstan­ bul’un bir semtine gidilir, Tanpı- nar “ Ruhunun ateşi ile bizim genç varlıklarımızı yoğurmaya çalışan bu inanmış adamı sev­ memek kabil değildi” der. Ü s­ tad, yaşanılan toprakla, vatanla beslenen bir milliyetçiliği aşıla­ maktadır gençlere. Onlara kendi tarih anlayışını açıklamaktadır. İnsanda ve olaylarda gerçeği, doğ rayu, değerliyi araşuup bulma metodlarmı öğretmektedir. Biz­ den öncekileri gerçek düşünceleri ve duygularıyla biliyor muyuz? Vatanı ve İstanbul’u tanıyor muyuz? Biz bugün bir sona mı geldik, yoksa yenilenip sonsuza

SES

Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum;

“Yârab! Hele kalb ağrılarım durdu.” diyordum.

His var mı bu âlemde nekaahet gibi tatlı?

Gönlüm bu sevincin halecâniyle kanatlı

Bir tâze bahâr âlemi seyretti felekte.

Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek’te;

Akşam... Lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam...

Tâ karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam,

Sâkin koyu, şen cepheli kasrıyle Küçüksu,

Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;

Bir neş’eii hengâmede çepçevre yamaçlar

Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar;

Dalgın duyuyor rüzgârın âhengini dal dal,

Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal;

Bir lâhzada bir pancur açılmış gibi yazdan

Bir bestenin engin sesi yükseldi Boğaz’dan.

Coşmuş gene bir aşkın uzak hâtırasıyle,

Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyle,

Dağ dağ o güzel ses bütün etrâfı gezindi;

Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.

Anî bir üzüntüyle bu rü’yâdan uyandım

Tekrâr o alev gömleği giymiş gibi yandım.

Her yerden o, hem aynı bakış aynı emelde,

Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde;

Her yerden o, hem aynı güzellikle, göründü,

Sandım bu biten gün beni râmettiği gündü.

doğru yürümenin eşiğinde mi­ yiz?

İs ta n b u l b iz iz

Bir yenilginin ve yabancı a- yaklar altında kalmanın ezilmiş­ liği içinde dertli ve solgun İstan­ bul'da, geçmişin zenginliği ve görkeminin biriktiği bu vatan parçasında. Yahya Kemal, arka­ sına taktığı gençlerle bir yeni fethe çıkar. Onun kesin inancı, İstanbul’un tek başına "b iz” ol­ duğudur. İstanbul'a beş yüzyılda kendi damgamızı vurmuş, onu yeni baştan yarstmışızdır. Bura­ da artık Bizans yoktur, eşsiz bir doğa ile coşmuş sivil mimarimi­

bir mimari ile yerleşmiş, oturu­ yoruz” der. Sadece insana değil, eşyaya da millî görünümünü za­ man ve hayat verir, der ve İstan­ bul'un Türk-lslâm peyzajmı bir ressam gibi çizmeye başlar. “ Al şu Bayezit Camii'ni. Ona nasıl bir peyzaj kazandırmışız biz? Kal dır Sahaflar Çarşısı nı, kaldır Çı ııaraltı kahvesini, kaldır o dükkânları, olur mu? Kendi üslûbumuzu ortaya koyuyoruz biz. Beş asırdır kaç defa yangın. Yok oluyor. Yeniden yapıyoruz. Eşyaya rniIE yaşamımızın, millî hülyamızın biçimini veriyoruz. Git Kocamustâpaşa’ya, içine girdin mi başka bir âleme girmiş

>Behçet Kemal, «

Yahya

Kemal'ce bir bakış

vardırıı derdi...

>Vâlâ Nureddin şöyle der: aVatanı vatan

yapan duyguyu ve düşünceyi

bugünkü

kuşaklara en iyi o anlatmıştırıı

IAhm et Hamdi

Tanpınar,hocasını

şöyle

anlatır: «Ruhunun ateşi ile bizim genç

varlıklarımızı yoğurmaya çalışan bu inanmış

adamı sevmemek kabil değildi.»

Biz

bu vatanda asırlarca yıkılmaz bir mimari

ile yerleşmişiz, oturuyoruz der Yahya Kemal

,

Türklerin göçebe, istilacı bir millet olduğu

iddialarının karşısına dikilir. Bir Türk üslûbu

vardır der. Çağdaşlaşırken kendi

üslûbumuzu kaybetmemeliyiz. Taklitçilik

bizi yıkar diye bağırır...

zin en güzel eserlerini sunan tari­ hî dehâmız vardır. Bize ait olan her şeyi burada toplamışızdır. Boğaz medeniyeti bizim öz eseri- mizdir. Biz bir güzellik, bir u y­ garlık yaratmışızdır. Üstad, Pa­ ris’te, Jön Türkler arasında çok yaygm olan "tarihten utanmak” duygusunun, genç öğrencilerinin kalplerine de girmiş olmasından korkar, önce o izleri silmek ge­ rektiğine inanır. Bizim barbar bir ulus olduğumuz yalandır. Barbarlık, uygarlık gibi ortak bir maldır, kimse kimseyi suçlaya­ maz. Tarih, yaşadığımız gün ka­ dar açıktır. Malazgirt’ten beri tarihimiz ortadadır. Kendilerini uygar, bizi barbar görenler, Ü- çüncü Selim’ den beri çağdaşlaş­ masını tamamlayamamış eski ve güngörmüş bir milletin ruhunu yıkarak, bu gelişmeyi daha da geciktirmekte yararı olanlardır. Ruhlarımızı ezdirmeyeceğiz, der Üstad ve gençlere, sokak sokak, mezar mezar, çeşme çeşme, cami cami, saray saray İstanbul’u ta­ nıtmaya koyulur. “ Biz bu va­ tanda asırlarca yıkılmaz ebedî

gibi oluyorsun. Eyüp başka bir kâinat, ölülerimizle yaşamayı seviyoruz biz. Nereye gidersen git, ezelden beri orada yaşıyoruz biz, öyle basmışız damgamızı, millî kişiliğimizi ortaya çıkarmı­ şız. Üstelik biz bu şehri, zamanının en ünlü bir yerleşme merkezinin üstüne kurtluk. Şarkî Roma’ nın merkeziydi burası. Türk Osmanlı imparatorluğu’ - ntın mam üresini yarattık. Fetih sırasında İstanbul’un bir harabe olduğunu, yoksul ve perişan ol­ duğunu Batılı tarihçilerden öğre­ niyoruz. Bir asır sonra, zamanın Avrupası’ nm en görkemli şehri yaratıldı. Latinlerden çok üstün bir medeniyet kurucusu olduğumuzu ispatladık. Latin- ler, 4. Haçlı seferi ile 1204’de İs­ tanbul’ u zaptediyorlar, 57 yıl sonra terkederken geride bırak­ tıkları viraııc. Paleologlar 190 yıl o harabe manzarasını silemi­ yorlar. Biz alıyoruz ve bir asır sonra bir yeryüzü cenneti yaratıyoruz.”

H e n d e se n in

b a s k ıs ı

Üstad, hendesenin baskısına dayanam az. D o ğ a d a hendese yoktur. Türk medeniyeti öyle bir güzellik yaratır ki, benzemez­ liklerin, zıtlıkların armonisidir. Eyüp'e, Kocamustâpaşa’ya, Üsküdar’a gidersiniz, oralarda ruh eser. Çamlıca’da, Adalarda hayatın keyfi duyulur, B oğazda doğa ile bütünleşmenin zevki ve heyecanı insanı sarar. Yalıları­ mız ve kayıklarımızla güzelliği

tamamladık der ü stad, ve şimdi çağdaş yeni güzellikler yara­ tırken de kendi üslûbumuzu, kendi kişiliğimizi kaybetmeme­ mizi ister.

Paris'te Jön Türkler arasında bir Hoca Kadri vardır. Boşnak asıllı, çok namuslu, hırçın bir adamdır. Azılı bir Abdülhamit düşmanıdır. Onun gelmiş geçmiş bütün hükümetlerine söver. Kızıl Sukan'ın, takip ettiği politika ile bizi milletçe umutsuzluğa uüşür- düğ-inc, artık kolay kolay adam olamayacağımıza inanır. Yahya Kemal, Paris kahvelerinde onun­ la ne zaman karşılaşsa, Hoca Kadri hep şöyle dövünmüştür:

“ Biçâreyüz, biçâreyüz, ah bi­ lemezsin ne biçâreyüz!”

Hoca Kadri gibi düşünse, Mustafa Kemal’in Anadolu’da ne işi var? Ama İstanbul’da kalan­ lar arasmda Hoca Kadri’ler eksik değildir ve ulusal havayı büs­ bütün ağırlaştırmaktadırlar. Ü s­ tad, biçâre olmadığımızın des­ tancısıdır . Türkocağı’nda verdiği konferanslar tıklım tıklım dolar. Tanzimatın, istanbulin denilen elbise altında, uslu akıllı, elpençe divan, hileci, kurnaz, riyakâr, gözü yere bakan, her türlü er­ kekçe tavırdan uzak bir kâtip neslini getirmesinin yenilik, re­ form sayılamayacağını anlatır. Sultan Mahmut’un Yeniçeri ka­ badayılığını sileyim derken, b i­ zim olmayan bir tavrı yeni kuşaklara verm ek istem esini eleştirir. Ittihad ü Terakki’ye ka­ dar okur-yazar gençlerin ellerine silah almadıklarını, güzelliğin tek üslûbunu devlet rütbele­ rinde, nişanlarda, silsile-i mera- tipte aradıklarım, derken silahla, bıçakla oynayan bir aydm sınıfın meydana dökülmesiyle,Tanzimat şinikliğine bir tepki doğduğunu, bugün o tepkinin Anadolu’da Ulusal Kurtuluş Savaşı'na dö­ nüştüğünü söyler. “ Sadece tarihi yapanın ve yazanın değil, oku­ yanın da sorumluluğu vardır” diye sesini hafifçe yükseltir ve “ Biz, hiç şöyle sorulara cevap arar mıyız beyler?” diye sırala­ maya başlar: 1683’de Kara M us­ tafa Paşa’mn Viyana seferinden bugüne kadar girdiğimiz savaş­ ların kaçı kaçınılmazdı, kaçı mil­ letin ve devletin yararmaydı? Kaçı, bir padişah veya bir vezirin gereksiz saldırganlığı ile yapıldı? Bu savaşların kaçı zekâmızın ya da aptallığımızın eseri sayüabi- 'ir?

Osmanlı aydınları böyle soru­ lara alışkın değillerdir. Karşı­ larında tarihi yıl yıl sayıp döken bir adam bulmak, onlar üzerinde şok etkisi yapar. Şaşkınlık ya da hayranlık, fakat tam bir teslim oluş duygusuyla onu dinlerler:

“ 1683 Viyana seferinden Önce Avusturya neredeyse Osmanlı padişahının ayaklarına kapandı. Am a biz savaş dedik ve sopa yedik.”

“ Fazıl Mustafa Paşa, Kelgrad’ı aldıktan sonra Avusturya barış istedi, fakat bizim öfkeli sadn- âzâmımız görüşmeye yanaşmadı, 1699’a kadar yenilgilerden kur­ tulamadık.”

“ 1727’den sonra İran’a sefer etmenin gereği yoktu. Am a kaç kez yenildik ve Rusya ile A vu s­ turya’nın cesaretini arttırdık. 1836 savaşı bu cesaretten doğdu. Devlet nerdeyse o tarihte ba­ tacaktı. Belgrad zaferi ramak kala kurtardı.”

“ 1768 Rusya savaşı, Üçüncü Mustafa’nın ahmaklığı eseridir."

“ 1788’de Rusya’ya ve Avus­ turya’ ya savaş açmamız, Koca Yusuf Paşa’nın gayreti ve ceha­ letiyle olmuştur. Sonuç feci.”

“ 1799’da Bonaparte, Mısır’a hücum edince, işin önemini kav­

ramadık, devlet savunmada gayretsiz ve beceriksiz kaldı. 1806’daaynı Napolyon’la birleşip Rusya ve Ingiltere’ye savaş aç­ mak ise, Üçüncü Selim’in ileriyi görmezliğinin şaheser ö r n e ğ i­ dir.”

"özellik le 1800’den sonra gir­ diğimiz savaşlar; Ruslara, A vu s­ turyalIlara, Fransızlara ve tn- gilizlere, Osmanlı ordularının ar­ tık savaş gücünü kaybettiklerini iyice öğretti. Devleti, memleke­

tin coğrafyası ayakta tuttu. Tan­ zimatçılar, devletler arası reka­ bet politikasını çok iyi becerdik­ lerini sandılar."

“ Kara Mustafa Paşa yerine Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, veya Şeytan İbrahim Paşa veya Am uca Hüseyin Paşa veya Uzun İbrahim Paşa olsaydı beyler, Viyana seferi yapılmazdı! 1914’ - de Enver Paşa’nm yerinde M us­ tafa Kemal bulunsaydı beyler, Birinci Dünya Savaşı’ ndaki ka­ derimiz değişirdi!”

-YARIN:---YALNIZLIKTAN

Referanslar

Benzer Belgeler

Karabük Kültür Sanat ve Sanayi Festivali kapsam ında dün düzenlenen konferansta hükümeti ve enerji politikasını ele ştiren yazar Latife Tekin, Karabük Belediye Başkanı

Tarihi ve do ğal güzelliklerin yer aldığı Kavakdere ve Çatal Değirmen bölgesine, Bodrum Yarımadası Belediyeler Birliği tarafından katı atık merkezi, özel bir firma

Yapım sistemi, betonarme direkler üzerinde duran bir plak üzerine oturtul- muş ahşap inşaat ve tuğla dolgu türün- dedir.. Zemin ıkat döşemesi, kırmızı tuğ- la

Renkler, her mekânın fonksiyonlarına göre seçilmiş, genellikle canlı renkler kulla- nılmış olup sıcak ve soğuk renklerin bir

[r]

Temizlik yöntemleri zamana, temizlenen yüzeye, kullanılan temizlik aracına ve malzemesine, temizliğin amacına, çalışma yöntemine ve kirin türüne göre

İstanbul Medeniyet University, Faculty of Education Sciences, Turkish and Social Scinces Education, Turkish Language Teaching Education, Cevizli Campus, Kartal-İstanbul

Envanter planlaması, kat hizmetleri departmanının sorumluluk alanında yer alan bölümlerin, istenilen kalitede ve zamanda düzenlenmesini sağlayacak temizlik malzemelerinin