T
Gezi
PAZAR EM M İ
PAZAR, 8 Şubat 2004
A
m «Avrupa'nın son köyündeki fener, asırlardan beri aynı tepede, Karadeniz'den gelen gemicilere yol gösteriyor, gemileri yutmaya çalışan çarpışan ka yaları aydınlatıyor, kra lın sofrasından yemek çalan dev kuşların anla tıldığı efsanelere göz kır pıyor. Karın yolları ka pattığı bir hafta sonun da, Fener'e gidip K ara deniz'in B o ğ azla kucak
laşmasını seyrettim. m yM rohum yti corn.«
Bu karakış bütün programımı altüst etti. Size karşı da mahcup duruma düşürdü. Geçen ay konu torbam boşaldı diye yakmmışhm. Bir acele benim kırmızı katıra -arabam- atlayıp konu peşine düştüm. Meğer karakış benim yola çıkmamı beklermiş. Kuzeye çıkmaya çalıştım olmadı. Güneye gideyim dedim onu da beceremedim. Batıya giderken yolumu Balkanlardan gelen fırtına bulutlan kesti. Doğuya ise fazla derleyemedim. Kar daha yolun başmda işimi bozdu. Aslında benim "Kırmızı Ka tır" inatçıdır. Bugüne kadar onunla ne de reler, ne dağlar, ne tepeler aştım. Hiç yolda kalmadım. Ama bu kez benden önce yola çıkanlar yollan tıkamıştı. Kırmızı katırın yapacağı pek bir şey yoktu.
Anlayacağınız zemheriye yenildim. Döndüm dolaştım, birkaç günü kar altında geçirdikten sonra tekrar İstanbul’a
döndüm. Hem de torbam boş olarak. Zaten bu mevsimde hep zorlanırım. Karakışın esaretinden kaçıp kurtulamam. Onun için de bazı pazarlan sayfada yüzümü gösteremem. Onun için bahan iple çekerim. Baharla birlikte bereket başlar. Ta ki kış geri gelinceye kadar.
Geçen ay yaşadığım -yoksa unuttunuz mu- kar esareti bir yandan hoşuma gitti, bir yandan da canımı sıktı. Zorunlu ev oturmasında, uzun zamandan beri vakitsizlikten ertelediğim işleri tamamladım. Ama bir süre sonra
hafakanlar bastı ve kara, buza aldırmadan kendimi İstanbul yollanna attım. Niyetim, daralan ruhumu bulutlara bindirip baskı sından kurtulmaktı.
Yollar bomboştu. Kar korkaklan İstan bul'u bana terk etmişti. Kar, buz, su, çamur deryasını aşıp Sanyer'e indim. Rumeli Ka- vağı'na doğru giderken, önünden geçtiğim tarihi börekçinin vitrinindeki börekleri gör memek için başımı çevirdim. Görseydim, dayanamaz, yolluk bahanesiyle biraz kıy mak, biraz ıspanaklıyı mutlaka paket yap tırırdım. Ağzıma doluşan sulan yutkunup, yoluma devam ettim.
Telk Baba’yı geçtikten sonraki düzlükte durup, manzaraya göz attım. Bu yoldan ne zaman geçsem veya yurtdışından ne zaman bir konuğum gelse, mutlaka bu tepeye getirip, muhteşem manzarayı seyrettiririm.
O gün Boğaz'ın suları turkuvaza boyanmıştı. Karayele rağmen Karadeniz
öfkesizdi. Karşı tepede, BizanslIların yapüğı, Cenevizlilerin ele geçirdiği Yoroz Kalesi'nin yıkık dökük surları görünüyor du. Bu kartal yuvası benzeri kalenin etek lerindeki Anadolu Kavağı karlar altınday dı. İskeleye bağlanmış balıkçı motorlarının üstünde dönüp duran martılara bakarken, oradaki balık lokantalarım düşündüm. Yıl larca o masalarda oturup, yaşamın tadına bakmıştım.
Elimi rüzgarın uğultusuna siper edip, Karadeniz'in bir heyecan Boğazla kucaklaşan sularını seyrettim. Baktıkça heyecanlanmalarına hak verdim. Çünkü onlar, Boğaz'dan kıvrım kıvrım akıp, dün ya denizlerine kavuşacaklardı. Bütün bun ların bir kez daha fotoğrafım çekip -kaçma kez- yoluma devam ettim. Yokuşun başına geldiğimde, önce küçük limana sığınmış balıkçı teknelerim gördüm. Ağlatın üstü karla kaplanmtş, denizden gelecek balık haberim beliyorlardı. Kavaklı balıkçıları karın, fırtınanın korkutamayacağım bili yordum. Yeter ki ağlarım dolduracak balı ğın kokusunu alsınlardı.
Bacalarından buram buram ızgara balık kokusu tüten lokantalarda kimsecikler yoktu. Kavak kendi kendine kalmıştı. Bir ara bu yalnızlığın tadmı çıkarmak geçti içimden. Ama hemen vazgeçtim. Şeytana uymadım. Balığm yanına mutlaka bir "tek" isteyeceğimi biliyordum. Her ne ka dar "Kırmızı Katıra" güvensem de, buzlu yokuşlar gözümü korkutuyordu. Yutkuna rak, "Kilyos, Rumeli Feneri" tabelasmdan sapıp, Avrupa'nm son köyüne doğru yola koyuldum.
BÜYÜKÇE BİR IRMAK
Önce böğürtlenler arasmdan kıvrıla kıvrıla tırmanan buzlu bir yolu aştım. Tepeye varınca, ormanların arasmdan uzanan çukurlu çamurlu yola sapıp, acelesiz, telaşsız ilerlemeyi sürdürdüm. Bu yoldan geçen baharda da geçmiştim. O za man görüntü yemyeşildi, ormanın derin liklerinden bahar avıltıları geliyordu. Şim di beyaz karla örtülü ağaçlar, hiç ses ver meden bahan bekliyorlardı.
Arabayı durdurup, ormanların arasındaki bir aralıktan Boğazi seyrettim. Kışın solgun güneşi altında altın altın akıp gidiyordu. Dallan karlı sedir ağaçlarının arasmdan, büyükçe bir ırmağı
andınyordu. Onu hiç böyle güzel görmemiştim. Fener'e gelmeden önce
Garipçe köyüne uğradım. İstanbul'un bütün yollan buz altında iken, köye inen asfalt yolun kupkuru olmasım garipsedim. Sahile varmadan önce önümü yeşil bir cami kesti. Asırlık bir çınarın yaslandığı 60 yıllık bir camiydi. Onu geçince denizi gördüm. Boğaz, son girintilerinden birini burada yapmış, balıkçılara Karadeniz'in öfkeli dalgalarmdan korunmaları için bir bannak armağan etmişti.
Kıyıda birkaç tane metruk ahşab ev vardı. Meyhane, güzel günlere kadar kapanmıştı. Birkaç balıkçı kıyıda ağ düzeltiyordu. Martılar karşı kıyıda, sessiz ve umutsuz bir bekleyiş içindeydi. Bir sonraki teknenin yolunu gözlüyorlardı. Buraya Garipçe admm, çarpık çurpuk topografyası yüzünden verildiği öne sürülüyordu. Rönesans döneminde yaşayan Fransız bilgini Petrus Gyllius, buranın Argonotlann Boğaziçi üzerindeki yolculuklarına son verdikleri Gyropolis -Akbabalar Köyü- olduğunu belirtiyordu. Ona göre Karadeniz'den kopup gelen fırtına, Boğaz'm hiçbir yerinde buradaki kadar hızlı esmiyordu.
KRAL AÇ KALINCA
Gyropolis adının Kral Phineus ile Harpyalar mitinden kaynaklandığını belirten John Freely ise 'Türkiye
Uygarlıklar Rehberi"nde bu efsaneyi şöyle anlatıyordu: "Harpya denen kanatlı yaratıklar kralın yemeklerini çalıp, masasını kirletiyorlardı. Öyle ki kral açlık sınırına gelmişti. Nihayet Argonotlar buraya gelince, kuzey rüzgarı tannsı Boreas’ın kanatlı oğullan Zetes ve Kalais, Harpyalan uzaklaştırarak kralı kurtardılar. Aynı zamanda kahin olan kral Phineus da duyduğu minnet karşılığında Argonotlara, Symlegadlar’dan yani Boğaz girişindeki çarpışan korkunç kayalardan nasıl geçmeleri gerektiğini anlattı. Phineus Argonotlara, önleri sıra bir güvercin uçurmalannı söyledi. Eğer kuş kayalıklara yakalanırsa onlar da yolculuktan
vazgeçmeliydiler. Ama güvercin sağ salim geçerse, kayaların bir kez daha açılmasını bekleyip, var güçleriyle küreklere aşılmalıydılar. Argonotlar kralın dediğini yaptı. Kayalar güvercinin sadece birkaç kuyruk tüyünü yakaladı. Argonotlar da çarpışan kayalıkların arasmdan geçerken sadece Argo'nun kıçı biraz hasar gördü."
Efsaneleri, çarpışan kayaları, dev
kuşlan, kralları Garipçe'nin sahilinde bırakıp, 150 numaralı belediye otobüsünün peşinden, Avrupa'nın son köyü olan Rumeli Feneri'ne doğru tırmanmaya başladım. Köyün yollan buz ile
kaplanmıştı. Önce sola dönüp, yokuştan sahile doğru indim. Evlerinin önünde kar küreyen kadınların arasmdan geçip, feneri karşıdan gören tepede durdum. Yüzümü Karadeniz’e döndürüp, Kırım'dan kopup gelen soğuk kuzey rüzgarım kokladım. İki burun arasmda ağ bırakan balıkçı teknesini seyrettim. Sonra, OsmanlI'nın hizmetine girmiş bir Rum mühendisi tarafından 1769'da inşa edilmiş olan hisarın kalıntıla rını siper edip, sert ve soğuk rüzgarın öfke sinden korundum.
KAZAK YAĞMACILAR
Bu hisarın önemini daha iyi kavrayabilmek için, her zamanki gibi Evliya Çelebi'nin satırlarına sığındım. Çelebiye göre bu hisar Karadeniz'den gelip, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Sarıyer kasabalannı yağmalayan Kazak kafirlerine karşı IV. Murad Han tarafından yaptırılmıştı. Şimdi sadece yıkık dökük bir duvan kalan hisarın, o zamanlar kıbleye bakan demir bir kapısı vardı. Kalenin içinde 60 adet asker evi, Sultan Murad'm bir cami, iki buğday ambarı, cephanesi, 100 adet küçük ve büyük boy topu, dizdarı ve 300 adet askeri bulunuyordu. Kalenin karşısında, yüksek bir yerde duran fenerde her gece yunus balığı yağı yakılırdı. Karadeniz’den gelen gemiler onun ışığına bakarak Boğaz'dan içeri girerler ve geçiş sadakasını verirlerdi.
Yıkık duvarlarının ardına sığındığım hisar ve karlar altındaki tepe, şimdi sessiz, soluksuz ve işlevsiz yerli yerinde
duruyordu. Karşı tepedeki fener ise aradan geçen onca aşıra karşın, hâlâ
Karadeniz’den gelen denizcilere yol göstermeyi sürdürüyordu.
Köyün bugünkü görüntüsü, geçmişin süslü efsaneleriyle uyum sağlamıyordu. İstanbul'un kuzeyli köyü, birbirine benzemeyen ve hiçbir estetik kaygı taşımayan çirkin binalar tarafından işgal edilmişti. Avrupa'nın bu son köyünde, deniz fenerinin çağrıştırdığı hiçbir romantizmi bulamadım. Dönüş yoluna geçtiğimde yağış tipiye döndü. Efsaneler, geçmişin öyküleri Karadeniz’den kopup gelen karın altına gizlendi.
Kavağ. sırtlarından Boğaz , kıvrıla k.vnla akan büyük bir ırmağı andırıyor.
Rumeli Feneri 'nden önceki Garipçe Köyü yıkık dökük evleriyle sanki kendi haline terk edilmiş gibi.
Boğaz’m Karadeniz'e açıldığı yerde Anadolu Kavağı 9 ve zirvede Yoroz Kalesi yer alıyor.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi