• Sonuç bulunamadı

Edebi kıraat nümuneleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Edebi kıraat nümuneleri"

Copied!
59
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

u (o ¿m * 3

EDEBİ

KIRAAT HOMUKEIERİ

HALİT FAHRİ

GALATASARAY LİSESİ TÜRKÇE MUALLİMİ

LİSE VE ORTA MEKTEPLERİN ÜCÜN-

ÇÜ VE MUALLİM MEKTEPLERİNİN

DÖRDÜNCÜ SINIFLARI İÇİN.

İ S T A N B U L

DEVLET MATBAASI

(2)

Maarlî Vekâleti Millî Talim ve Terbiye

Dairesinin 11 / 2 / 1929 tarih ve 366

numaralı emrile üçüncü defa olarak

5000 nüsha tabedilmiştir.

(3)

7

)

kavi ve kadir insan ve Türk örneği biliyorum ki yarınki Türkiyenin hakikî sahibi, mimarı, arka kemiği, özüdür. Onun kuvvetli, becerikli elleri topunu ve topçularını nasıl temiz ve sağlam muhafaza ediyorsa köyünü de sağlam, temiz bina edecek; kendi kurduğu hükümette her vakit namusu, kuvvet ve intizam tarafını bu kavi omuzlarının üstünde taşıyacak. Rabbim, bu neferi ve bu çavuş­ ları koru!

D ünkü şiir üslubu :

ASKER GEÇERKEN

Nakkara önde, bir mütaharrik cebel gibi ■» Geçmekte zivekarü tarap mevkibi zafer;

Sancak, o rengi âl ile fecri ezel gibi Ferki mahabetinde saçar m evce m evce fer. Herkes, büyük, küçük, birikir rehgüzarma Bir incizabı ruh ile, pürşevkü ihtiram; Gözler dalar güzarişi satvetmedarına, İşar eder kudumuna her nazra bir selam. Durmaz, yürür ketibei rahşanı mefharet;

Her lahza bir nümayişi handanı mefharet Yüzlerde, süngülerde,kılıçlarda berkurur .

Kalmaz günüde geçtiği yerlerde hissi şan ; Bazan durur selâmına bir kışla, nagihan Bir seyîi amirane parıldar Selâm dur!

Tevîik Fikret

(4)

K elim eler:

Nakkara: bir nevi zurna — Cebel: dağ — Zivekar : vekarlı [Vekar kelimesinin sonuna ilâve edilen “ü„ harfi “ve„ manasınadır ve eski şiirle nesir lisanımızda bu manzumede olduğu gibi bazan acemce terkiplerin arasında okunmak mutattir. Bugün ise güzel türkçemizin kaidelerine uymıyan bu tarzda atılları asla kullanmayız.] — T arap: şenlik, ahenk, coşkunluk — Mevkip : alay, takım — Rengi â l : kırmızı, al renk [Farisî Terkip] — Fevk : üst — Mahabet: büyüklük — Mevce : ufak dalga — F e r: parlak­ lık — Rehgüzar: geçilen yol — Pürşevk: şevk, neş’e dolu (Keli­ menin sonundaki “ü„nun izahı “zivekarü,, kelimesindeki gibidir.] — Güzariş : geçiş — Satvetmedar : satvetli, haşmetli İşar etm ek: saçmak—Nazra: bakış—Ketibe: mevkip, alay—Rahşan: parlak, ışıklı — M aîharet: iftihar, gurur — Nümayiş : gösteriş — Handan : gülen — Berkurmak : şimşek çakmak - günüde: uyumuş — S e y î: kılıç

İki yazı arasında BİR MUKAYESE

Efendiler! Yukarda mevzuları birbirine benziyen iki yazı ile karşılaştınız. Bu yazıların her ikisi de sevgili askerlerimizin yoldan geçişini tasvir ediyor. Ancak, aralarında ilk fark olarak şunu görüyoruz : “Maharebeyi Kazananlar,, konuştuğumuz açık ve güzel türkçe ile yazılmıştır. Yani bu yazıda arapça ve acemcenin ne kaideleri, ne bize lâzım olmıyan kelimeleri vardır. Aynı zamanda şuna da dikkat edin ki bu numunede cümle ter­ tipleri, türkçenin geçen senelerde öğrendiğiniz “nahiv,, kaide­ lerine uygundur. Demek ki muntazam ibareler ile yazılmış olan bu parça bir “nesir,, numunesidir.

Diğer esere gelince, acem kaidesiyle terkiplerinden mada, evelki numunenin tamamiyle zıttı bir başka hususiyete daha malik olduğunu görüyoruz. Fiiller, failler, mefuller yerlerini değiştirmişlerdir. Her satır, muayyen besteli bir ahenkle kulağa çarpmaktadır. Satır sonları da, nihayetleri aynı seslerle netice- ’ lenen kelimeleri havidir. Netekim “Gazı söylüyor,, sernameli eserin de aynı hususiyete malik olduğunu gördünüz. İşte bu nevi yazılar konuşma lisanına benzemiyen diğer bir ifade

(5)

tarzıdır ki buna da “nazım,, derler. “Vezin,, namını verdiğimiz muayyen bir ahenk ile çınlayan her satıra “mısra,, ve bu satır­ lar sonunda mana itibariyle değişerek birbirlerine benzeyen sesler de “kafiye,, namı verilir. [*]

Sade Lisan - Arabi ve Farisîli Lisan

Bu iki yazının şekillerini bu suretle tayin ettikten sonra mevzularını lisan itibariyle aynı tabiilik ve güzellikte bulmadı­ ğımızı tekrara lüzum görürüz.

Mensur yazının ifadesi ne kadar açık ve halis türkçe ise diğeri de - tasvirin bütün kuvvetine rağmen - o derece arabî ve îarisî kelimeler ve terkiplerle yüklüdür. Bundan da şunu anla­ rız ki vaktiyle Tevfik Fikret gibi çok yüksek bir şairimiz bile bu fuzulî arap ve acem kelimelerinin füsunundan sıyrılama­

mıştır. Halbuki buğun, nalımda olsun, nesirde olsun, sade ve temiz türkçeyi istiyoruz. Esasen bu günün sanatkârı ana dili­ mizin samimî kelimeleriyle en nefis eserler yaratabilir. Herkes te aynı suretle sade yazabilir. Demek ki sizler de - kat’î bir mec­ buriyet hasıl olmadan - arap ve acem kamuslarından çıkaraca­ ğınız kelimeler ve gene o lisanların kaidelerine göre vapılmış terkiplerle yazılarınızı sun’ileştirmekten çekinmelisiniz. Lisanda ve edebiyatta millî zevk artık tees'üs etmiştir. Arabî ve farisî kelimelerin cümlesi türkçeleşmiş demektir. Fakat diğer taraftan “aîitap. lıurşit, mihir,, gibi bir kısım kelimelerin de artık benli­ ğini kavrayan bu günkü türkçe içinde yaşamağa hiç bir hakları yoktur. Güzel yazmak usullerini numuneleri île birlikte tetkik edeceğiniz bu sene zarfında her şeyden evel bu hakikati teslim

etmeniz lâzımdır. ' ’

Her iki M evzuda Fikirlerin tatkiki

Farzedelim ki “Majıarebeyi Kazananlar,,, nesrini siz yazdınız. Fakat daha evel siz bunu görmüş, hissetmişsinizdir. Mesela şöyle : Bir gün, sokaktan, top arabaları kaldırımları sarsarak geçiyor. Bu, fırkanın bataryasıdır. Eıı önde, de bir bölük asker var. Harbten muzaîîeren dönen bu kahramanların tunçlaşan

[*} Aruz ve hece namiyle iki nev'e ayrılan vezinler hakkında, ileride, kitabın “ahenk,, bahsinda kısaca izahat verilecektir.

(6)

çehresinde^ Türklüğün yüksek ve asil ruhunu okuyorsunuz Askerler hep şarkı söylüyorlar. Topları çeken kadanalardan birisinin üstünde de bu şarkıyı dinliyerek elindeki dalı beşu- şane sallıyan bir topçu çavuşu var. O zaman bu çavuşun hayali ile gerek bunun gibi, gerek önden yürüyen diğer bütün kahramanlar gibi nicelerinin harpte öldüklerini düşünüyorsunuz.' Tabiî harp meydanı - barut ve ölüm kokan sahneleriyle - derhal gözünüzün önünde canlanıyor. Nihayet sağ kalan vatan evlât­ larının hep böyle köylerine döndükleri tesellisi ile kalbiniz ferahlıyor ve zihninizde son bir fikir daha uyaniyor ki, o da, bu fedakâr neferlerin ileride köylerini de aynı fedakârlıkla imara çalışacakları fikridir. Bilhassa parıl parıl parlıyan temiz topların manzarası karşısında bu son hükme vasıl oluyorsunuz. O zaman, kalbiniz derin bir şükran ve mahabbetle titriyerek. bütün bu sevgili Türk askerlerinin hayat ve sihlıati için dualar -ediyorsunuz.

İCAT

İşte yazacağınız mevzua dahil olacak fikirler bunlardır. Sokaktan geçen muzalfer batarya b ö lü p bir anda size harbin manzaralarını, parçalanan aziz şehitleri ve nihayet bu dala sağ kalanların dönecekleri kcyleri düşündürdü. Demek ki, harp meydanı ve Anadolu kcyleri lavhasını siz hayalinizde buldunuz. Yani zihninizde gömülü olan bu hakikatleri, fikirlerin birbirini takibi ile yeniden keşfettiniz. Zihnin bu ameliyesine “ icat derler ki her türlü mevzuun inkişafı ancak bu sayede mümkün olabilir. Harpten muzaiîeren dönen Türk askerlerinin kahra- manlığıpı tebcii etmeniz fikri etrafında toplanan bütün diğer fikirler, mevzuu tevsie ve pek tabii olarak izaha yardım etmekte­ dir. Bunlara “talî fikirler,, namı verilir. Bu suretle izah edilen ilk ve mühim fikre de “esas fikir,, yahut “asli fikir,, derler. “Tali fikirler,, güneşin etrafında dönen seyyareler gibi “ aslî fikir „ etrafında sıralanır. Vazifeleri de, hiç şüphesiz, bu asli fikri ihlâl etmek değil, bilakis onu izhar etmek ve yaşatmaktır. Demek oluyor ki her hangi bir mevzuun özünü teşkil eden esas fikre doğrudan doğruya hizmetleri dokunmıyan fikirler muzurdur ve onları her halde mevzudan uzaklaştırmak lâzımdır. Meselâ “maharebeyi kazananlar,, parçasında askerlerin geçişini tasvir •ederken sokağın etrafında biriken halkın ve karşılıklı evlerin.

(7)

mümkündü. Fakat bu suretle mevzuumuzun dağılması ve dik­ katimizin bir lahza başka şeyler üzerine çevrilmesi ihtimali vardı. Hele doğrudan doğruya askerlere ait olmıyan bu diğer lavhalari dajıa fazla tevsie giriştiğimiz taktirde esas fikirden - ki neferlerin çehrelerindeki asaleti ve ruhlarındaki şecaati izhar etmek fikridir - tamamiyle uzaklaşmış olurduk. Aynı suretle bize bu neferlerin kahramanlığını daha kuvvetli bir tarzda hatırlatacak olan ve bilhassa bunun için mevzu dahilinde bir kıymet alan o kısa harp tasvirini de fazlaca uzatsak, yazı­ mız gene aynı hata ile kuvvetini kaybederdi. Netekim, aynı sebepten köy tasvirleri de yapamazdık. Yalnız köyleri zikret­ mekle iktifaya mecburduk. Zira, gözümüzün önünden geçmekte olan şeci neferlerin çehresini mevzuumuzun nihayetine kadar yaşatmanız lâzımdı. Askerler geçtikten sonra da mevzuumuz tabiatiyle hitam bulacaktı. Yahut, zihnimizde toplanan bu fikirleri baştan başa tadii ederek her hangi münasip bir vak'a tasavvur eder ve o vak’a dahilinde aynı fikirleri izaha çalışırız. Bu vak’a da meselâ harp zamanı hudutta geçebilir.

Fakat netice de gene Türk topçularının kahramanlığını, fedakârlığım izhar etmiş oluruz. Ancak hikâye vadisine girecek olan bu ikinci şekil, daha girintili, çıkıntılı teferruata lüzum gösterir. Tabii o zaman “icat,, m da okuduğumuz numuneden •daha geniş bir çerçive vücuda getirmesi zaruridir. Hayalimizin vus’atı derecesinde bunda az ve ya çok muvaffak olabiliriz. Bilhassa hatıralarımız icadın bu şeklinde pek büyük bir rol oynamaktadır. İşte bütün bu inceliklere dikkat edersek yazıla­ rımız daima sevilerek ve anlaşılarak, okunur. Bunun için de her hangi hissettiğimiz ve hayalimizde genişlettiğimiz mevzuu yazmadan evei, iyi düşünmek derin düşünmek ve behemehal lüzumlu olan fikirler ile lüzumsuz olanlarını evelden katiyetle ayırmak lâzımdır. Aksi taktirde, yazarken daima tereddüde düşer, yürüyeceğimiz yolu tayin edemeyiz. Demek ki. sadece ani ve kuvevtli bir duygu demek oian “ilham,, ile yazı yazıla­ cağını zannedenler aldanırlar. İlham ancak şuur ile birleşirse kıymetli bir semere verebilir.

(8)

Vazife:

“Maharebeyi Kazananlar,, yazısını nasıl tetkik ettiğimizi gördünüz. Mademki “ Asker Geçerken .. manzumesi de aynı mevzudadır, bu tahlili ona da tatpik edebiliriz. İste siz de buna çalışın ve yazacağınız vazifede bu manzumenin havi olduğu asli fikir ile tali fikirleri gösteriniz. İleride daha muğlak , edebî tahliller yapabilmek için şimdiden buna hazırlanmanız lâzımdır. O hazırlık ta bu şekilde tecrübelerle mümkün olabilecektir.

EYÜPSULTANDA

RAMAZAN GECESİ O

Camilerinde ahreti, sokaklarında ecdadımızı hatırlatan eski ramazanın kutsiyetini dün gece Eyüp- sultaııda buldum.

*

i ', :,t

Müminlerin üstünde topkandiller damla damla titreşiyordu. Berrak bir ses, biz Tiirkler için esrar dolu Kur’an lisanına ıııahabbetten ve imandan kopan uhrevi bir ahenk veriyordu. Vücutlarını ma- nevietin vecdine salıvermiş müminler - cami eşiği­ nden çıkar çıkmaz tacir, memur, oyuncakçi, kebapçi, zabit, irathar diye hepsi bir sınıfa bölünecek insan­ lar - orada yalnız aynı şeye inanır birer kuldu. Hepsi bir arada secdeye kapanıyor, bu nurlar altında, mukaddes bir sükût içinde bir an ruhîyle yalnız kalıyordu.

Şu saatte aynı surelerin her memlekette türlü ma­ kamlara bürünerek binlerce camide tekrar edildiğini düşündüm. Binlerce camide milyonlarca müslümanın ruhunda bu serin ve tatlı ahret rüzgârı esiyor, baş­ larında böyle kandiller titreşiyor, kubbelere dizle- (*)

(9)

Tinin ve almlarmın halılarda, hasırlarda çıkardığı bu sesler aksediyor...

Kabe, bütün bu hareketlerin kıblesi ve kalbi olan Kabe! Yüzmilyonlarca insana bin üçyüz ramazandır verdiği şu vecdi, şu vectten doğma türlü türlü mi­ mari şaheserlerinin içinde yaşatan Kabe! Sana insa­ nların en mümtazı olan Muhammet, hiç bir nasutî dehanın hiç bir abideye vermediği manayı hayret- bahş bir sadelik içinde nasıl neîhetmiş!... Şendeki güzelliği ve ondaki büyüklüğü dün gece ne yakından sezd im ! Kendini insanlardan ayırmıyan, bize anlatt­ ığı Allaha bizim gibi tapan, bizim gibi secde eden Muhammedin kalbi meğer ne şaşaalı bir aşk ihtiva edermiş! Arza güneş doğar gibi onun kalbine Allah doğmuş ve kalbine doğanı bize ne kuvvetle duyurmuş!...

Güzel sesli imam ve mezinlerin eda ettiği iba­ detten sonra müminler topkandillerin altından ağır ve sessiz dışarıya çıktılar! Ellerinin birinde pabuç­ larını taşıyorlardı, öburkünde arasıra ahularında gezdirdikleri birer mendil vardı.

' Peygamber Muhammetle Fatih Mehmedin asırla­ rını düşündüren mukaddes avluya haşmetli bir gece sükûtu inmişti. Dalgalı mermelerde müslümanların ayak sesleri — bitkin birer hırıltı halinde — bir kaç dakika sürüklendi. Nihayet avluda şerefelerden ve mahyanın titrek hey’etinden inen ışıkların biriktirdi­ kleri bir yarı şeffaflık kaldı. Orta yerdeki setin yeşil parmaklığı içinden taşan koca çınar, dallarının bir kısmını cami kemerlerine, bir kısmını da türbe riva- kına yaslamış, kıpırdamıyordu. Yalnız tepesinde — geceden daha siyah bir loşluk sorgucu halinde beli­ ren — en yüksek ince dallardan uzak ve hafif bir

(10)

fısıltı çiseliyordu. Ve bu. sikkelerin altındaki mermer köşe musluklarından akan sulara karıştıkça avluda asıl ve mütevazi, şen ve ıııelul bir ahenk idame edi­ yordu. Bülbüller son demlerilye bu su, mermer, yap­

rak ve sükût âlemine ayrı bir lezzet veriyordu. Yedi yuvarlak fanusun altından geçtim. Türbe penceresine yaklaştım. Kalemin ve rengin anlatamı- yacağı uçucu bir cilveyle ışıldayan enfes çini âlemi içinde mahsur pencerenin parmaklığına alnımı dayadım.

Çinilerini kandil ışıklarının yer yer parıldattığı iç duvarların orta yerinde, mermer çerçiveler içine oyulmuş ikinci methalin ötesinde sahabenin türbesi yekpare bir nur gibi tecelli etti. O methalin som sedef parmaklıklı kapısı örtülmüş, kıvrım kıvrım gümüş türbe parmaklığının baş ve ayak uçlarında iki yüksek ve beyaz m eşale donuk ve muazzam yanıyor. Alnını, kanımla yavaş yavaş ısınan parma­ klıkta; şakağını, oymalarda kenetlenmiş sol elimin koluna dayalı kalarak faniliğin bu noktasından be­ kayı doya doya seyrettim. Vücudumun ağır ağır

kaybolduğunu, ruh um ün kat kat açıldığını hissettim. *

* -V

Ahret ve dünya korkusunu uğuşturan bir vect içinde kadim mezarlığa doğru çıktım. Bu dünyadaki nişanları yarı yıkık, soğuk, yazıları karanlıkta yokol- ıııuş birer taştan ibaret kalan ecdat ülkesinde garip bir teselli ve bir kuvvet buldum.

Bizim gibi düşündükten, hayatı, neş’eyi sevdikten, gülüp ağladıktan sonra toz olan o insanların taş kavuklarını kendilerini okşar gibi sevdim. Kendi etlerinden, kendi kemiklerinden kendilerine yaptık­ ları bu basit süsler altında öyle rahat uyuyuşları

(11)

vardı ki imrendim. Onlar gibi olacağım zamanı kor­ kusuz, riyasız düşündüm. Onlar devletlerinin, millet­ lerinin her halde bizden iyi günlerini güm üşlerdi. Bol ve rahat yaşamışlardı. Bastıkları toprağın b r gün olup sarsılacağını akıllarına bile getirmeden içine rahat yerleşmişlerdi. «Sizin engin günlerinizi bir daha bulmak tecellimizde yoksa bile sizden olduğu­ muzu ve kendimizin olarak Çalacağımızı da, göstere­ mez miyim?,, diye düşündüm!

Bazı selviler ağır ağır kütürdtiyordu. Araların­ dan, altın bir sak üstünde nurdan bir gül — Eyübın mahyası — okadar güzel gözüküyordı ki...

Uzaklarda Kurbağa ıslıkları halkalanıyordu. Otlarda ürkek kedilerin fosforlu gözleri arkasından korkunç sesler çıkaran köpeklerin nazarları bir an parlayıp kayboluyordu.

Yavaş yavaş taşlar ve selviler daha*vazih seçil­ meğe başladı. Halicin ağır sularında alevden birer çin ejderhası gibi kıvrılan ışık akisleri hafifçe solgunlaştı. Ve sular paslı bir tunç safha gibi görüldü. Zira ay, bulutların altından donuk sarı bir çizgi halinde belirmişti.

Kavuklu bir taşa yaslanıp îstanbulu seyrettim : Eyüpten Suitanahmede kadar yüzlerce minare ve bir çok mahya!.. Bütün sefalet manzaralarını, içindeki bütün acıları, yabancı varlıkları örten; yalnız Türkün ve İslâmın şanını, zaferini karanlıklarda ışıktan birer dağ hey’etinde göklere doğru ilan eden İstanbul! Türkleriıı bir ufuktan bir ufka kadar kendileri için nurlarla çizdiği lâycmut İstanbul!... Ah, o îstanbulu kucaklıyabilseydim, öpseydim.. O kavuklu taşın dib­ inde bu İstanbul için bir kaç damla gözyaşım kaldı.

(12)

YAHYA KEMAL

Yahya Kemal Bev, çok fazla yazmamakla beraber, aruzu Tevfik Fikretten sonra en büyük muvaffakiyetle kullanan ve bu vezni son tekâmül hududuna götüren bir şairimizdir. Deniz, Mehlika'Sultan, Ses, Leyla manzumeleri ve bazı şarkılarıyie şirimize yeni sesler getirdi. “Nedim,, i tanziren yazdığı gazelleri içinde] de^pek güzel olanları vardır.

DERDİ NİHAN

Hazan, hazan... gene, sen, ey remide taslı hezâl! Şu kırdığın mütahassis, nahif dallardan

Şu döktüğün müteverrim, zavallı yapraklar, — Zavallı aczi hayat —

Bilir misin nasıl izharı dert eder, ağlar ?... Bugün nasılsa ganıalût sislerinle cibâl, Yarın da cismi tabiat kefenlenip kardan Ölür bütün şu manazır, donar şu ırmaklar,

Donar, fakat heyhat,

İçin için'gepe hepsinde bir melal ağlar!.. T evîik Fikret

K elim eler:

Remide : ürkmüş (Acemce olan bu kelime bugün millî lüga­ timizin haricinde ve gayri müstameldir — Gam'alut: gamla,‘dolu, gamlı — Cibâl: dağlar (!Asli arapça olan ve bugün kullanılma­ sında bir [mana kalmıyan “cebel,, in cemi.. — Melâl : lıiizün, iç sıkıntısı.

TEVFİK FİKRET

Tevfik Fikret Bey, büyük dahi Aptülhak Hamit Bey gibi, edebiyatımızda gazel ve kaside devrine, yâni eski divan ede­ biyatına kat i :surette nihayet vererek şîrimizi asırlarca içinde sıkışmış kaldığı Jdar çerçiveden sıyırıp kurtaran ve bu sayede garp edebiyatı şekillerini manzumelerinde muvaffakiyetle tatpik

(13)

eden mühim bir şairdir. Bugünkü yeni edebiyatın temelini kurmuştur.îBilhassa klâsik mısra denilen ve ekseriya bir beyitte, yâni iki mısrada fikri tamam eden eski nazım şeklini büyük bir maharetle değiştiren bu şairdir.

Vaktiyle, istibdat devrinin bütün mümanaüna rağmen ede­ biyatımızda feyizli, yeni bir devir açarak “Serveti Fünun,, mec­ muasında “Üdebai|Cedide„namı altında toplanmış olan san atkâr neslinin|nazımda Cenap Şehabettin'Bey ile beraber üstadı olmn.ştu Hüseyin Efendi isminde bir zatın oğlu olan Tevfik Fikret Beyin asıl ismi “Mehmet Tevfik„tir. Rumi 1285 ( miladî 1870) senesinde istanbulda dünyaya gelmiş ve 331 ağustosunun beşinci günü hayata veda ederek Eyüpte defnolunmuştur. Tah­ silini 304 te Galatasaray lisesinde birincilikle ikmal ederek bir müddet “Babıâli,, de hariciye istişare odasında bulunmuş ve aynı şekilde bir iki resmî vazifeye daha devam ettikten sonra nihayet Galatasaray lisesine Türkçe muallimi olmuştu. Bir taraftan da edebî hizmetleri devam ediyordu. Bilhassa “Serveti Fünun,, mecmuasına intisabından bir sene sonra “Roberkolej,, mektebine de muallim tayin olunmuştu. Meşrutiyetin ilanını müteakip Galatasaray lisesi müdüriyetine getirilmiş ve orada da pek mühim hizmetler ifa etmişti. Mamafi başladığı teceddüt eserlerinde o devrin maarif nezaretince maruz kaldığı müşkülat üzerine istifasını vererek en sonra Galatasaray müdüriyetinden ayrılmak mecburiyetinde kaldı ve “Aşiyan,, tesmiye ettiği Bebekteki köşküne çekilerek tekrar Roberkolejdeki derslerine başladı. Vefatına kadar da başka vazife deruhte etmedi.

Şairin “Rebabı şikeste,, namındaki eseri dün nasılsa bugün de gene öyle gençliğin hararetle ellerinde dolaşıyor. Bu eserin­ den nıada, « Halukun Defteri », « Rebabın Cevabı » ve küçük, mektepliler için hece vezniyle yazdığı « Şermin » isimli üç manzum eseri daha vardır. «Halukun Defteri» ndeki şiirlerde adeta nesre yaklaşan hususî bir şekil ve ahenk buluyoruz.

Fikret Bey şiirlerini vakıa divan edebiyatı şairleri gibi esas itibariyle arap ve acem lisanlarının vezni olan aruz ile yazdıyşa da mezkûr nazım vasıtasını büsbütün yeni bir tarzda kullanmağa ve asrının heyecanlarını bu vezinle ifade edebil­ meğe muvaffak oldu. Konuştuğumuz Türkçeye de ilk defa olarak aruz vezninde bu müceddit şair yaklaşabildi. Sonra gelen gençlerse hep onun açtığı yolda yürüdüler.

(14)

lisanımızın hakikî vezni olan ve tiirkçe keliemleri en tabiî surette bağrında toplayan millî vezne, hece veznine kıymet vermeye çalışıyorlar. Fakat bu mes ut gayenin tahakkuk edebil­ mesi için ilk defa aruzda l'ikretin şiir lisanına ihtiyaç vardı. Sadelik derunundaki ilk güzellik numunelerini mütekâmil bir san atkâr lisanıyle önce bize Fikret gösterdi. Nazımda en tabiî ve sahneye en uygun mükâleme lisanını da gene onda buluyo­ ruz. Yazık ki manzum temaşa yazmak istemedi. Or"zaman, Aptül- hak Hamit Beyin her biri yüksek bir heyecan mahsulü olan manzum facialarından sonra — lisanın sahnede en tabiî güriin- mesi cihetinden ihtimal sahne şirinin en mütekâmil bir numunesini de edebiyatımıza o İhta edecekti. Bakın : "Balıkçılar,, namındaki manzumesinden iktibas ettiğimiz 'şu mısralar 11e sade, ne tabii bir tekellüm lisanıdır :

Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın, Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme! Açınca yelkeni, hiç bakma, oynasın varsın : Kayık çocuk gibidir, oynuyor mu kaydetme, Dokunma keyfine., yalnız tetik bulun, zira’ Deniz kadın gibidir, hiç inanmak olmaz ha !

Fikret şiirleriyle bütün mustariplere teselli dağıttı. Ruhunda, hayatın"felâketten felâkete sürüklediği zavallılar için tükenmez bir şefkat vardı. Bir ramazan akşamı köprü üstünde, soğuk ve kar altında aciz bir sadakâ dilenen küçük bir dilenci, bir sarhoşun “Cezayı işte bu biçarelerdir, ab, duyan,, diye en ziyade merhamete şayan bulduğu çocukları, bir hareketi arz müsibetzedeleri ve daha nice teselli ve şefkata mühtâç yoksullar, biçareler Fikretin ruhunda derin hıçkırıklar uyandırıyor ve ona şikeste rebabında şikeste varlıkların elemlerini, hüsran­ larını inletiyordu. Bilhassa istibdat devrinde en coşkun ve elemli bir vatan aşkıyla yazılmış “Sis, Bir Lahzei teehhür, Handei Bum„ gibi şiirleri ve meşrutiyetten sonra Rücu, Millet Şarkısı, Ferda, Doksan beşe doğru, ilah „ manzumeleri bütün bir neslin ruhunda çınlayan aksiler bıraktı. Balkan harbinde, vatanın en kara günlerinde de gene onun sesi çok sevdiği memleketinin gençliğine “ ümit, ümit „ diye haykırdı :

Karşında son teranei ruhum benim, medit Bir sayhai ümit olacaktır.. Ümit!.. Ü m it!..

(15)

Taşırır

ÇÖL TASVİRLERİ

— Piyer Loti den : —

— 1 —

Pieyr'Lotinin romanları en büyük kıymetini tabiat tasvir- lerinden! alır. Münekkitler onu psikoloji ve tahlil cihetinden ’ pek kuvvetliibir romancı saymazlar. Fakat tasvir itibariyle dün- yamn'i en emsalsiz sanatkârlarından olduğunu kimse inkâr etmemiştir.

Loti bahriye zabitidir. .Hemen bütün dünyayı dolaşmıştır. Manzaraları bir ressam gözüyle görmüş, okuyanın gözü önünde bütün renk ve şekilleriyle' tecessüm edecek şekilde tasvir etmiştir. Fazla olarak insanın ömründe bir daîa gördüğünü bü­ kere daha görmiyeceği şeyler karşısında duyduğu hüzün ve hasreti de ilâve etmiş, eserini bir kat daha5 güzelleştirmiştir.

Aşağdaki tasvir Arabistan çölleri için ‘yazdığı bir eserden alınmıştır.

R. N.

Öğleye doğru güneşteki ihtizazlı parlaklık son haddine vardı. Gözle görülen cisimler artık tanıdığı­ mız şeylerden İliç birine benzemiyor.

Belki bu dünya yüzünde, belki de başka bir âlemde, kürenin ilk teşekkül devirlerinden birine ait heybetli ve sessiz bir manzarayı seyrediyor gibiyiz...

Gördüğümüz şeylerin hepsi baştan başajkül rengin­ de... Fakat bu pembeliğin ortası siyah vehmi verecek kadar koyu mavi, uzun, nihayetsiz bir şeritle'çizgili... Bu mavilik ancak zümrüt yeşiliyle hafifçe tahrirlen- miş Purusya mavisi (kiyanusı hadit) ile tasvir edi­ lebilir.

Bu şerit denizdir, Akabenin hakiki manzaralar­ dan ziyade hayalî resimlere benziyen denizi... Bu deniz, çölü, açık, keskin çizgilerle iki parçaya bölü­

(16)

yor: iki parça, Japon gülleri renginde akşam bulut­ ları pembeliğinde iki muntıka... Sulardaki çok çiy 'v e şiddetli renklerin, çok fazla sertjçizgilerin|aksine olarak burada her şey mütemadiyen harelendiği ve kamaş­ tırdığı için dumanlı ve titrek görünüyor, her şey sedef, granit, mika parıltılarıyla yanıyor, her şey hararet ve serapla titriyor.

Bu iki muntıkadan biri karşıdaki Büyüyk Issız Arabistandır : Laal renginde granit taşlarından masnu bin metro irtiîaında harukulade bir duvar ki gök yüzünün içinde yükseliyor, uzak mesafelere doğru akıp gidiyor gibi...

Öteki muntıka, develerimizin çiğnediği pembe kumlarla, mercanlarla, sedeflerle dolu sahildir. Bu taraftaki tepelerde, karşı sahildeki granitin aynından teşekkül etmiş, aynı hafif’ve donuk 5 bulut ve çiçek renkleriyle süslenmiştir.

Bu garip ve emsalsiz Akabe denizi hiç bir y el­ ken iziyle titremez, müebbetlen sakiti ve sıcaktır. Nadiren insan ayağı basan ıssız ve hemen hemen korkunç sahillerinin değişmez pembeliği arasında, - çok fazla mavi sularının koynunda sakladığı me­ rcan ve sedef dünyalarıyle - müebbeden uyur.

Öğle istiraheti için çadırımızı kurduk, en zengin koleksiyoncu camekanlarmı dolduracak kdar çok sedef yığınları üstüne halılarımızı serdik.

Ağır bir uykudan sonra etrafın yaldızlı ve pembe ışıkları içinde tekrar yola düştük. Sabahleyin beş saat yürümüştük.

Akşam üstü de tabiatın aynı ihtişamları arasında dört saat yol aldık. Biz ilerledikçe Akabe denizi

(17)

T daralıyor, karşımızdaki Arabistan daha yakın görünüyordu.

Öğleden sonraki yürüyüş esnasında yolunu kaybetmiş “bir “yonda kuşu,, inatla beni takip etti. Devemin gölgesinden bir türlü ayrılamıyor, hafif çırpınışlarla cıvıldıyarak etrafımda uçuyordu. Onun cıvıltısı, kervanın" sedef #kabuklar üstünde çıkardığı ayak sesleri bu ihtişam ve sükût dünyasının ortasında insana hemen hemen büyük gürültüler hissi veriyor...

Gurup zamanı kervan, develerin cılız otlar bulduğu bir sahilde durdu.;j

Çadırını kurulur kurulmaz “yonda kuşu,, kapıda göründü. İçeri girip yiyecek yemek ister gibi görü-, nüyor tatlı bir cesaretle çöle karşı himaye arıyordu...

Denizin çok yakınında, bu sahildeki büyük tepe­ lerin ezdiği, daha bu saatte karanlık gölgelere batırdığı dar bir sahadayız. Karşımızda, tavus kuy­ ruklarına benzer renkler alan suların öte tarafında, Arabistan dediğimiz o granit hercümercinde hâlâ ak­ şamlara mahsus olan îüsunlu ışık oyunları nihayet bulmadı: yeşil bir denizle yeşil bir gök arasında bir takım dağlar uzanıyor; öyle dağlar ki etekleri piskopos elbiselerinin etekleri gibi açık menekşe renginde, tepeleri turuncuya çalan bir pembelikte... Güneş battıktan çok sonralara kadar devam eden bu pembelik dünyada gördüğümüz hakikatlere ben- zemiyen bir renk, izah edilemiyen bir füsun... Gûya bu toprakların altında için için bir ateş yanıyor .. Yakın bir zamanda bu kayalar eriyip kaynamağa başlıyacak ...

(18)

ocaklar — haileengiz kıyametler için — yeniden yan­ mağa başlam ış...

Mamafi her yerde sükûn, sessizlik hukûm sü­ rüyor. İnsanlar ve eşyanın öyle mutmein bir sükû­ neti ki bize bu muhteşem hailelerin ziya oyunların­ dan başka bir şey olmadığını anlatıyor... Alelâde bir görünüş, hatta bir hiç, bir h iç ...

• •

Esrarengiz gece gelince, insan bu yerleri ne kadar vahşî hissediyor. Bizim küçük seyyar kafile­ miz burada medenî dünyadan ne kadar uzak, ne kadar ayrı ...

Arkamızdaki granitten tepeler sert ve garip çiz­ gilerle oyulup işlenmiş siyah mahfazalar halinde yıldızlı göğe yükseliyor .

İki ucu yukarda ince bir şark hilâli islâmiyetin bu göklere basılmış bir damgasına benziyor.

Karşıda Arabistan artık söndü, gece rüzgârı al­ tında hafif sesler çıkarmağa başlıyan suların öte tarafında birdenbire ta uzaklara giden bir sincabi şerit o ld u .

Karanlıktan ve serseri canavarlardan korkan develerimiz ateşlerimizin etrafında diz çöktüler. Yol arkadaşımız olan bedeviler, şeffaf gecenin içinde siyahlı beyazlı heyulalar halinde, yatsı namazı kılı­ yorlar, bu metruk sahilin kumları üstüne kapanı­ yorlar ve rüzgâr birdenbire kuvvetli, soğuk ve

sert bir hâl alarak çadırlarımızı sarsmağa başlıyor . II

Akabe körfezine doğru inmek için Sina çölünün yüksek yaylalarından uzaklaştığımız nispette güne­ şin yakıcılığı artıyor, rüzgârın soğukluğu eksiliyordu.

(19)

Gök yüzüne tırmanarak Jüpiteri tahtından indir­ mek istiyen devler devrinden kalmış zannedilen sur, mabet ve saray harabeleri içinde öğleye kadar yürüdük...

Binlerce, binlerce yıl müddet yağmurlar, zelze­ leler nihayetsiz bir ağırlıkla toprakları çökertmiş, kayaları aşındırmış, en sert damarları meydana çı­ karmış, daha ince olanları tahrip etm iş... İnsana öyle geliyor ki tabiat buralarda bir san’at ve tena­ zur planı takip ederek topraklan delmiş, kırıklamış, kayaları yontmuş, nihayetini tahmin edemeden içinde yirmi fersahlık yol yürüdüğümüz bu korkunç ve ievkelbeşer şehir taklidini vücuda getirmek istemiş.

Gün ortasına doğru çöl göz alabildiğine kadar

b a ş ta n başa esmer bir renk aldı. Dağlar esm er, siyah çakıllarla dolu kumlar esm erdi. En soluk renkli nebatlar bile kayboldu . Bu mutlak bir yeis ve harabî manzarası, ölümün inkâr edilmez büyük za îerid i. Çölün üstüne ağır, mağmum bir güneş düşüyordu.

Öyle bir güneş ki sırf her tarafı kurutarak öl­ dürmek için halkedilmiş gibiydi. Şimdiye kadar bu derece m eş’um bir manzara görmemiştik : boğucu, karanlık bir hava içinde bunalıyorduk. Gök yüzünün bütün aydınlığı burada süzülerek mahvoluyor gibiydi. Adeta artık hiç bir çiy damlasiyle canlannııyacak yanmış, yıkılmış kıyamet dünyalarmdaydık.

Bir gün evelhissetdiğim iz müphem endişe büyüyor, hemen hemen İstırap ve dehşet halini alıyordu.

*

Fakat akşama doğru “ Vadiyülâyn „ a vardık . Çöl yolculuğuna başladıktan sonra ilk tesadüf etti­ ğimiz vaha bu idi. Vadiyülayn iki yüksek ve dik dağ yamacı arasında bir temaşa dekoru şeklinde

(20)

birdenbire açılıverince bize füsunla dolu bir yer gibi göründü. “Sina,, nın kayalıklarına benziyen, fakat daha kırmızı görünen granitler bu vahayı muhteşem bir sur içinde hapsediyordu. Ortasında mabede , Hint pagotlarma benziyen büyük ve muntazam bir ehram vardı . Tabiatin garip bir hayal eseri gibi işlediği bu ehramın etrafı hemen hemen mütenazır küçük küçük kulelerle süslüydü. Zemini okadar koyu bir renkteydi ki adeta kanla cilâlandırılmış sayılırdı. Şüphesiz ayrı cins bir granitten olan zirvesi daha solgun görünüyor, tepelere doğru bir kükürt sarılığı alıyordu.

Bu büyük kayaların muzlim kırmızılığı üstünde fazla koyu yeşil ve hemen hemen mavi hurma de­ metleri beliriyordu. Bunlardan bir kısmı yana iğilmş uzun saklar üstünde yükseliyordu. Sonra birçok demirhindiler, sazlar ve taşlar üstünde hafif bir ses çıkararak akan sular !

Susamış develerimiz, bağıra bağıra soğuk suya doğru koşuyorlar, sıcaktan yanan başlarını büyük bir hırsla bu dereciklere sokuyorlar .

Bize gelince, geçirdiğimiz günler ve gördüğümüz m eş’um şeylerden sonra birdenbire karşımıza çıkan bu gizli cennetin ihtişamı bizi adeta sarhoş ediyor. Bu kan renkli üç kaya dairesinin içinde mahsur meydanlıkta, güzel mavi otların arasında çadırları­ mızı kuruyoruz.

, 8 Mart, perşembe ':

Vadiyülâyn! insan çölün granitleri içinde gizle­ nen bu cenneti eski şarkın şairlerinden alınmış hangi kelimeler, hangi taze hayallerle tasvir etmeli? Vakit sabah, aydınlık bir sabah.. Beyaz çadırlardan müteşekkil küçük şehrimizin bir iki gün

(21)

karar kılacağı bu güzel vadi içinde serseriyane dolaşıyorum. Vadinin en çukur yerinde işlenmiş mermerler gibi cilâlı pembe granitten yataklar için­ de, canlı ve berrak bir dere akıyor. Bu yataklarda bir tek ot ve yosun yok... Dipleri sultanlar ve huri­ lerin yıkanması için yapılmış havuzlar 'gibi berrak ve şeffaf... Su, bu toprakların çok nadir ve kıymetli bir hâzinesi olan su, bazan yatağının pembe kıvrım­ ları arasına gizlenerek, bazan küçük kumlu bataklı­ klar halinde etrafa yayılarak akıyor... Bu minimini su birikintilerinde sazlar, demirhindiler, dallarını mavi sorguçlar halinde havalara kaldıran muhteşem hur­ malar yetişiyor.İnsan, yolunun üstünde tesadüf ettiği bu vahşî bahçelerden her birine ayrı ayrı hayran oluyor. Sonra bu küçük cennet köşesi büyük granit yığınları • arkasında birdenbire kayboluveriyor ve insan bir zaman için suyu hapseden cilâlı taşlardan başka bir şey görmiyor. Ta ileride, yolun bir döne­ mecinde mucizenin yeniden başladığını, yeni bir sihir ve füsun ormancığmın açıldığını göriinceye- kadar.. Gök yüzü - bir cennet4semasınm nasıl olma­ sı lâzımsa - öyle billûr gibi berrak... Hurmaların içinde kuşlar ötüyor... kamışların üzerine konmuş yusufçuklar titriyor... kale duvarları gibi kayalara rağmen güneş ışıkları yere kadar iniyor.

Tercüme eden :

R eşat Nuri

VENEDİK KANALLARI

Rüyalar vardır ki günlerce insan tesirinden kur­ tulamaz. İşte Venedik te böyle bir rüya... Bir senedir

(22)

gözlerim bir nebati bahrî gibi denizden fışkırmış olan bu şehirden mahrumdur. Fakat buna rağmen mermerden rüya şehri, dimağımı dolduran bütün hatıraların en üstünde durmaktadır.

Venedik., tarihte, bir cihanın özlediği, kıskan­ dığı ve bütün deryalara melikelik eden şehir.. Büyük aşkın namevcut mekânını arayanların dimağlarını, hislerini, ebedî bir daüssılayla kendine çeken ma­ ğrur ve hayretaver şehir...

Bir dantele kadar ince nakışlı saraylarının üstüne asırların attığı esmer libas altında ebedî bir ihtizarla günden güne az daha çöken bu şehir, binihaye bir hüznün melceidir.

Mermer sarayların eteklerini ıslatan koytu kana­ lların içinde batı, siyah ve efsanevî bir böcek gibi gezinen gondollar, sanırsınız, ya bir mevta, yahut bir hasta taşıyor. Bu gondol okadar siyah, her şey okadar sükûtîdir. Kanalların zulmet ve esrar dolu koyu yeşil sularında asırlardanberi, yalnız akisle­ riyle başbaşa kalmış bu metruk saraylarda şimdi hüzün ve sükût ikamet eder. Sırmalı elbiselerde, ipek maskelerde, debdebeleriyle bu şehrin sahipleri hep gitmişlerdir.

Dar bir sema şeridi altında ve nadiren başınızın üstünde evlerden birine vuran güneş lekesinin göz­ lerinizi kamaştırabileceği kadar karanlık olan bu sudan sokaklarda dolaştıkça dimağınız mazile, kalbiniz ölümle, sebebini bilmediğiniz, bulamadığınız müphem bir daüssılayla dolar. Gondolcunuzun her köşeyi dönerken tekrar ettiği boğuk ve uzayan sayhanın, mermer cephelerinden girerek esrarengiz dehlizlerinde akisler bıraktığı saraylar !.. Bu sarayların hangisi “Otello,, nun katil aşkına sahne

(23)

oldu? Hangisi “Müse„ nin büyük hicranını sakladı? hangisi “Vağner,, in dev’asâ dimağının durduğunu gördü?.. Koyu nefti suların üstündeki aksile bir daire resmeden mermer köprülerin altından geçtikçe püskülleri yere sarkan siyah şallara bürünmüş zaif, hasta kadınlar bu ince köprülerin siperlerine day­ anarak iri, sıtmalı ve ateşin gözlerde gondolünüzü takip ederler. Sizi taşıyan bu acibüşşekil sandal, suya yalnız bir kısmı değen şişkin kam ile, bükük, kıvrık, kalkık burnile, önündeki madenî ve hain dişlerde muzur ve serkeş bir hayvana benzediği halde muti ve hassas!... Gondolcunuzun arasıra suya değdirdiği tek küreğile bu dar've eğri;büğru*sokakların üstünde ne kadar suhuletle kayıyor. Kanal bazan o kadar daralıyor ki gondolünüz, somaki cepheli sarayların mermer ve yosunlu eşiklerine sürünerek geçebiliyor. Bazan bir bahçenin duvarını takip ediyorsunuz. Ağaçların bıraktığı boşluktan bir ziya ve güneş seli akıyor ve duvardan taşan manolya ve hurma ağaç­ larını ve dallarının ucunda birer kızıl alev gibi duran çiçeklerini size kadar uzatan nar ağaçlarını rehavet ve bihuşî veren bir hazla seyrediyorsunuz ve böyle adetsiz, nihayetsiz birçok dar, ivicaçlı kanalların içinde tahtelârz seyahatinize devam eder­ ken gondolünüz birdenbire “Kanal Grande„ye çıkıyor. Artık zulmetten kurtuldunuz. Sabah güneşinin dağı­ tamadığı sis içinde uzaklarda ebedî bir sükûtla uyuyan beyaz, pembe mermer sarayların hayalleri görünüyor. Uzakta, bu geniş kanalın kıvrıldığı yerde “Salute,, kilisesi, güneşte gezen bir mermer İlâh gibi garip ve beyaz eşkâlini etrafa uzatıyor. Daha ötede “Palazo Dukali,,.. Eşi ancak masallarda bulunan ve gözlerdeki inanmak kabiliyetini bitiren hayalî saray!.. Bütün binaların cephelerini kaplıyan oy­

(24)

malar, ince bir kumun üzerinde dalgacıkların bıra­ ktığı ince nakışlara benziyor. Ve zaman bu muhtelif renkli kıymettar mermerlerin zıttıyetlerini birbirinde eritmiştir.

Mermer saraylar, mermer kiliseler, mermer köprüler, mermer rıhtımlar şehri! Bu hayalî diyarın içinde sabahın pembe ziyasını teneffüs ettikçe her şeyi, mekânı, zamanı, arzuyu, elemi, her şeyi unu­ tuyorsunuz. Damarlarınızda cevlân eden saadettir. Ve kendinizi bu hayatın esaretinden kurtulmuş se ­ mavî bir mahlûk zannediyorsunuz.

Ressam

Nam uk İsm ail

Bir hikâye başlangıcı:

HALİÇ

Halicin balıkçı iskelesinde bir yaz sabahı: küçük, yassı ve toparlak sepetlerde, denizin verdiği şeyler acul hareketlerle dışarı alınıyor. Karşıda, binaların süslü kutuları arasındaki Galtakulesi, zengin kâğıtçı vitrinlerine konulmuş bir reklâm k a lem i...

Bazan kollarının yumuşak, bazan sinirli çekiş­ lerde balıkçılar kayıklarını sürüyorlar. Ve gelenler mütemadiyen boşaliyor:

Kızıl, şeffaf, adeta cam gibi bir takım tekeler .. uskumru .. lüfer .. midye ...

Denizin verdiği şeylerden istiyen küçük çap­ kınlar, nöbet bekliyen kayıklara arasıra yaklaşıyor.. Balıkçılar, martılara atmak için kıç tarafa ayırdıkları küçük balıklardan bir avuç veriyorlar.. Ve onlar,

(25)

derhal ceplere konuyor... Bütün bunların üstünde bir yaz sabahı.. Günün rengi, yırtılan bir çarşaf sesi kadar keskin ve parlak...

K enan H ülûsi

KALAM

1

ŞTA AKŞAM

Gün Modanın arkasında, gittikçe, açıklaşan nar renkli bir yelpaze a çıy o r: artık gurup ... Sulara bir koyu ve ağır renk iniyor. Bu koyu renklerin için­ den, maviden koyu, mordan açık, kızıllı bir renk, bir erguvan rengi, ürperen sularda ürperiyor, titri­ yor ... Ötede, pembeleşen bu renkler, sahile çekilmiş bir balıkçı kayığının katranlı geniş gövdesini, bostan kenarlarına serilmiş balık ağlarını, gazinonun bahçesine asılmış bir iki çamaşırı buluyor... Halbuki karşıda Moda, koyu gölgelere sımsıkı sarıl­ mış köşkleri, bahçeleri, derin sahillerde, pek uzakmış gibi görünüyor ..

... Birazdan, gece, Istanbulun kenar mahallele­ rindeki gibi birdenbire değil, şu pek uzakmış gibi görünen yerden, ağır ağır, sanki köşklerin açık kalmış paneurlarmdan bahçelere, bostanlara inerek, sanla sarıla, sulara sine sine buralara gelecek ...

Bir m ecm uadan

BURSADA AKŞAM

Bu gün de sonbahardan süzülüp doğdu akşam, Dağların yere indi koyu, serin gölgesi;

Uludağ etekleri al ipekten bu akşam; Düştü veşil ovaya kubbelerin gölgesi...

(26)

Ben ki senin kulunum, denizin ahengini Bana coşkunluğunda mademki sen dinlettin, Bu isyan dolu sese, bu hürriyet sesine Ölsem de koşacağım, sen muin ol, yarabbi! Kızıl güneş vursa da bir aslan yelesine Kavrulmaz eminim ki bir kuş kanadı gibi... Boynumda alev renkli bir bayrak dalgalanır, Bu alevle tutuşur damarlarımda kanım. Irkımın haşmetini bütün kâinat tanır, Ben kızıl güneşlere haykıran bir aslanım.

H. F.

Tahassüs:

AYŞE KIZLA VATO

Iştiha ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra bol köpüklü kahvelerle içilen sigaraların dumanları arasında kulübün taam salonu hayli sis- lenmişti. Bir tarafta av mübahasesi, diğer cihette meclisi meb’usan müzakeratmın mabadi olan bir siyaset mücadelesi, şu köşede birkaç asil gencin bir refika karşı kahkahaları, ekseri müdavimleri yaşlı, vekarlı zatlardan mürekkep olan bu mahfilin havasını haz ve neş’e rüzgâriyle dalgalandırıyordu.

Bizim sofrada bahis, Türk, Macar ve Lehlilerin külah ve libaslarının müşabehetlerine dairdi. Kon­ yağın son damlasını emen kont Geza iri sigarını silkerken ecdadının eski hil’atleriyle kendisinin biriktirdiği asarı nefise koleksiyonunu göstermek için bizi konağına davet etti.

(27)

dört yemek arkadaşı kulübün avlusunda bekliyen kontun otomobiline bindik ve on dakika sonra ken­ dimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıkları tıraşlı bir uşak sağ tarafta üstü koyu gü- vez çuhayla kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde bu ailenin atalarına ve tarihine ait birkaç yüz çarık, çizme, pabuç, terlik, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş sedirde, ceviz dolapların parlak camları arka­ sında sahte birer kibar tavriyle duruşlarında gizli bir tuhaflık vardı.

Uşağa iltihak eden kont kâtibinin arkasından diğer bîr odaya dahil olduk. Burada oymalı iki abanoz koltuk ve iki iskemleden mada iki büyük demir yeşil kasayla ortada bir camakânlı mustatil masa vardı; bu masanın cam sathı altında firuze, mercan işlemeli, glimüs oymalı ve telkari bıçaklar, yatağnlar serilmişti.

Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekm e­ celer içinde, gümüş tepsiler üstünde, bize gösterilen elmaslı, yakutlu sorguçlar, safirli, laal ve îiruzeli kılıç kemerleri, murassa kadın ve erkek düğmeleri, gümüşlü, mineli eski türk ve macar üzengileri, kadim aynalar önümüze yığılıyordu. Bu hanedana ecdattan kalan ve daima büyük oğula intikal eden bu kıymetli aile hatıralarının bu suretle dikkatle saklanmasını takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük hazinei Karundu.

Bir geniş merdivenden yukarı kata çıktık. Bu­ rada, yemek odasından salona kadar gümüş leğen ibrikten, ufak İncili yastığa değin bütün eşyanın tarihî bir kıymeti, bir nceliği vardı. Bir camekân

(28)

derununda Asya ve Avrupamn hemen her tarihî milletine ait olmak üzre pırlantadan akika, altından pirince kadar belki üçyüz yüzük, kadife yivler ara­ sında sıralanmıştı.

Duvarlarda olan pastel ve yağlıboya nefis lâvha- lara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi kontun yazı odasmdaydık.

— İşte, dedi, Macaristanda bir eşi bulunmıyan bir lâvha, bir hakikî V ato! (1)

Bu, tahminen seksen santim boyunda ve elli santim eninde bir tabloydu. Ormanda bir pınar ba­ şında kurulmuş bir sofra., kenarında bir genç saz çalıyor., iki taze uzanmışlar, dinliyorlar., biraz be­ ride iki kadın, arkası katmerli ve kabarık elbiseler­ le rakseder görünüyorlardı.

— Şimdi bundan kıymetli bir şey göstereceğim! Parmağile o meşhur fransız boyağanmın (2) lâvhasmın yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu,[bir Gördüs seccad esiyd i!.. Şimdi bütün gözler bu nefiseye çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan ame- rikaliyle hünerver ve ressam İtalyan secceadenin yanına giderek altından küçük ilmiklerine bakıyor­ lardı :

Koyu mavi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı zırhlarla çevrilmiş ve ortası dört ve sekiz köşe madalyonlarla bezenmişti. Kenarın, zırhların ve

[1] Jan Antuvan Vato “W atto„: 1684 de (Valansiyen) de doğmuş, 1770 de veremden ölmüştür. Kadın resimleriyle köy ve kır eğlenceleri, tiyatro iâvhalan, panolar, askerî lâvhalar ve bazı tasvirler tersim etmiştir. Fransanın en büyük “ kolo- rist*„ ve “ teknisiyen „ ressamıdır.

[2] Kolorist: iyi renk vuran, renklerin tesirini takdir eden ressam.... olmak - olağan; ısırmak - ısırgan gibi.

(29)

madalyonların içleri anlaşılmaz nakışlarla doluydu. Bunlar, çapraşık, karışık, fakat imtizaçlı; perişan, dağınık, fakat muntazam; hiçbir şekle uymaz, fakat hendesî; ne çiçek, ne yaprak, fakat düşünce; ne resim, ne hendese, fakat inceydi...

“Vato„ nun yaz lâvlıası yanında bu halı başka türlü, sanki sırf tasavvufi, ruhanî, rumuzî, manevi bir bahar şekli arzediyordu. O derece renkler uygun ve tatlıydi.

Bakınız! bakınız! diyordu; şu çiçeklerde mavi­ den kırmızıya, kırmızıdan sarıya 11e lâtif bir ahenkle

geçiliyor. Boyalara bu garip imtizacı, bu hayale gelmiyen güzel imtizacı veren hangi ilimdir; hangi terbiyedir. Sanmam ki Türkiyede bir halıcılık mek­ tebi bulunsun.

— Hayır...

—- Ben, Hindin, İranın o üstlerinde oklarla örü­ lmüş ceylân, kaplan resimleri, çelimsiz süvariler, bücür insanlar, kurbağalara benzer kuşlar bulu­ nan halılarını sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu tabiî maddeler yarım ve ipti­ daî bir surette taklit ve tersim olunmuştur. Türk halılarında taklidi tabiattan eser yoktur. Bütün na­ kışlar tulûat ve icattır. Bütün bu hüner, munis ve düşündürücü bir garabettedir. Nakışları birbirine benzer daha iki halı görmedim.

— Hatta bir halıdaki mukabil iki şekilden bile, biri diğerine tamamile müşabih değildir.

Bu Gördüs halısile Vatonun tablosu karşısına tesadüf eden ipekli eski Kıbrıs kumaşı kanepe ve koltuklara oturduk. Şimdi zairleı* hane sahibinin verdiği sigara ve sigarları savuruyordular.

(30)

Kont dedi ki:

— Bir gün fakir düşsem belki Vatoyu satabi­ lirim. Fakat aile yadigârı eşyamla bu halıyı elim­ den çıkaramam sanıyorum.,,

Bütün tarihî, değerli eşya ve neîaisle dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bü­ kük durması memul olan bu türk san’atının, bu türk fikrinin, bu türk zevkinin, bu türk kadınlığının saltanatı huzurunda gönlüm iftiharla ihtiramla çarpıyordu. Gözlerim ırmaklara doğru daldı. Ku­ rutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve nihayetsiz bir çölün ortasında bir bardak soğuk su bulan bir yol­ cu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm, düşündükçe ağlamak istedim.

Gözümün önüne geliyordu :

Harap Gördüs kasabası.. Balçıktan karanlık, ocak dumanlarından sisli evleri;., melül ve sakin aha­ lisi.. kapının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk be­ nizli ihtiyar kadınları., halı' tezgâhının önünde üstü çuvalla örtülmüş birkaç kırık tahta iskemlenin üstüne oturmuş, başını önüne iğmiş bir “ Ayşe kız „ la iki küçük arkadaşı halının erişleriyle argaçları arasında kınalı parmaçıkları titriyerek didiniyor­ lar ve en büyüğü :

Gece bir ses geldi derinden, derinden, Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden ?

manisini, Arabistanda silâh altında Mehmedini düşünerek yavaş yavaş fısıldarken kara gözlerinden, üstüne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mecruhiyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhanî bir şekil alıyor

(31)

Artık dumanlı gözler, önündeki örneğe bakmı­ yor; titriyen eller argaçların tellerini saymıyor. Mükedder îakat necip, hünerver takat esrarengiz bir ruhun sevkile gelişi güzel renk renk bunları ilmikliyor...

Ben bu lâvhayı böyle görüyordum.

Ey tatlı kokulu kır m en ek şesi! Ey karanlıklar içinde nur ağlıyan mahzun yıldızlar! Ey Ayşe kız! sen bu nefis şaheseri nasıl meydana getirdin ? Mek­ tep, üstat görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vatoyla imtihan meydanına girdin? Ve aynı şeref mevkiini kazandın? Bu feyiz, bu istidat, bu zevk sana nereden geldi? Cevap ver Allahını! ona nereden geldi ?

Koyu çividi bir yeldirmeye ve ya kırmızılı, sarılı bir yatak bağına ve ya sadece çubuklu bir peştamala bürünmüş sade, sâf, fakir halinle, ümmî dimağınla, yıllarca ihtiyar muallimlerin resimlıane- lerinde çalışmış, tecrübeler geçirmiş, kitaplar okumuş, eski üstatların lâvhalarinı tetkik etmiş, renklerin kimyada, hikmette terkiplerini, tesirlerini öğrenmiş, binlerce takdirlere, tenkitlere maruz kalmış ressam “ Vato „ nun yanında zekâ ve hüner aleminin huzu­ runa çıkarak aynı mevkie, aynı kıymete nail oluşu­ na ne sebep bulayım?...

Tahsilsiz, fıtrî zevkinle, cibilli irfanınla, o renk­ lere verdiğin insicama, zarafete sihir mi, mucize mi diyeyim ? ey A yşecik!

Ey A yşeeciklerL Avrupanın zekâ m erkezle­ rindeki müzelerde sizin sâf fakat icazkâr eserleri­ niz için ayrı ayrı salonlar, sergiler açıldı. Muhafız­ lar tayin edildi. Hünerlerinizin inceliklerini, güzellik­ lerini anlamak için mutahassıslar zuhur etti. Bu ne kudret, bu ne feyizdir?!..

(32)

Siz yalnız usulün ve emsalin haricinde bir hü- nerver, bir ressam, bir mühendis, bir nakış değil­ siniz. Türklüğün ruhundaki salâbet ve vekarı gös­ terecek manaları, misalsiz nakışlarınızla, rumuzî ilhamlarınızla izhar eden birer de şairsiniz. Onun için Anadolu halılarının bütün bir tarihimizi gösteren celâdeti ahengini, metaneti maalini İran ve Hint halılarının şuh ve leniavî inceliklerinde göremem.

Ey Türk Eli! viranelerinin enkaziîe mamure­ ler süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki soğumuş kü­ llerinde ateş gizlidir. Baykuşlarından bülbül sedası gelir. Ey türk kadını! ırkında ne icazkâr bir feyiz vardır ki hem mevte asker yetiştirir, hem ebediyete hüner eriştirirsin! seni benden çok evel takdir edenler gene Vato gibi ressamların vatandaşları olduğu için beni affet!

Ben bu istiğrakta iken arkadaşlarımın hane sahibine vada ettiklerini görerek mahçup fakat müîtehir, bu seccadenin huzurunda kalben secde ettim. Ve odadan çıkarken : “Belki, dedim, bu e se ­ rin icazkâr sanii sefaletten, noksanı tagaddiden ha­ yatının baharında solmuş bir taze çiçektir.

A hm et H ikm et

AHMET HİKMET

Merhum Ahmet Hikmet Bey “Serveti Funun,, da Tevi'ik Mkret - Halil Ziya edebi mektebinin teşkil ettiği “Üdebayi Cedide,, meyanmda bilhassa lisanının sade güzelliğiyle temey- yüz eden bir san atkârdır. Lisandaki millî istikameti zamanın­ da o pek çoklarından evel hissetmiş ve “Haristan, Gülü'stan,, namındaki çok güzel hikâyelerden müteşekkil ilk eserinde gerek ifade, gerek bazı mevzuların ruhu itibarile bilâhere doğacak olan hakikî millî edebiyat veçhesine yardımı

(33)

dokun-muştur. Bilhassa “Nakiye Hala,, namındaki hikâyesi çok yeı> li bir hususiyeti haizdir.

Ahmet Hikmet Beyin meşrutiyeti müteakip yazdığı eserle­ rin ekserisi ise tamamile milliyet hislerinin coşkun ve taşkın akisleridir. “Çağlıyanlar,, sernameli en son eserinde bu milli duygulan serahatle buluyoruz. Her noktainazardan millî tiirk edebiyatına kalemde hizmet eden çok muhterem bir çehredir. Vefatı zayiattandır.

TAZE EKMEK

bir sonbahar sabahıydı. Bir gün evelki tesirle geceyi rahatsız ve yarı uykusuz geçirmiştim. Ru­ humda bir hırçınlık, omuzlarımda sanki ağır bir yük taşıyormuşum gibi bir yorgunluk vardı. Asa­ bının serinletmek ihtiyacile sokağa çıktını. Uzun cadde tenhaydı. Yalnız iki sıra evlerin kafesleri arkasından hayat eserleri duyuluyor, hazan şimen­ diferin düdük sesi ve raylar üzerinde koşarken çıkardığı kuru gürültü havayı tırmalıyordu. Bilmem neden, okadar hırçınlaşmışım ki her şeyden nefsim için bir hissei eza çıkarıyordum. Caddede yürürken işittiğim bir öksürük feci bir hastalık manzarası alıyor, bir çocuğun ağlaması bir perişanlık lâvhası canlan­ dırıyor, bir kadın kahkahası bir istihza kadar acı geliyordu. Hayatı muhitenin tezahüratı birer iğne gibi vücuda batıyordu. Yorgun olmasam koşa koşa tarlalara kaçacaktım. Mamaîi yanda dar bir sokak görerek saptım, burası fakir evlerin ortasından geçen çamurlu, dar bir yoldu. Daha üç beş adım gitmeden iki yakalı kapılardan pejmürde, yarı çıplak, kirli ve gürültücü bir çocıık kafilesi çık tı; dar sokakta durgun sulara üşüşen böcekler nev’inden bir kaynaşma peyda oldu. Çocukların biri

(34)

koşar-tavam saracaktı, Bereket versin ki feryadım üze­ rine yukardan yetiştiler. Fakat aksiliğe bakın, perdenin yanmakta olduğunu görünce kadınlar da yaygarayı koparmasın mı?.. İşte o zaman sokak kapısından zemin katına inen merdivenden aşağı teker, meker bir şey yuvarlandı ve “güm...m„ diye odanın ortasına atılan tostoparlak bir adam yanan perdeyi, masayı ve daha ortada ne varsa hemen hepsini bir hamlede yere devirdi. Ancak ateş sön­ düğü vakit bunun kim olduğunu anlayabildik: meğer, her zaman sebze aldığımız şişmam bir ermeni çocuğu edğil m iym iş! [*]... O esnada hizmetçi kadın kapıda ona ıspanak tarttırıyormuş, oğlan aşağıdan çığlıklarımızı işidince tehlikeyi anlamış ve tam vaktinde imdadımıza yetişmiş!...

Bu vak’adan sonra babam karagöz oynatmamı yasak etti. Günlerce ağladım. Nihayet, kat’î bir nezaret altında olmak şartile yeniden izin çıktı. Fakat bu izin çok geçmeden tekrar iptal edilerek perde, karagöz takımları, tefler, ziller hep birden ortadan kaldırıldı.

Beyhude yere ağlayıp huysuzlandım, bu deîaki yasak kat’îydi. Çünkü bir sabah babam yukarıki, pencereden, evin kapısı önünde durarak gülüşen ve merak ile bir şeye bakan bir kalabalık görmüş, hemen aşağıya inmiş: bir de ne baksın?.. Kapının ta ortasında sarı kâğıt üstüne çizilmiş renkli bir Karagözle Hacivat resmi... Resmin altında da, her akşam evde bedavadan karagöz lûbiyatı icra edil­

(*) Bu çocuk büyüdükten sonra Galata rıhtımı gazinolarında meşhur udi ve hanende olmuştu. Daha zerzevat sattığı zaman­ larda, babasının dükânına avdet eder etmez, pek az boş vakitlerini dükânm; bir köşesinde ut çalmağa çalışmakla geçir­ diğini şimdi bile hatırlıyorum.

(35)

diğinden arzu buyuranların teşrifini havi bir ilân... Bu ilânı bir gece evel kimse farkına varmadan kapıya yapıştıran bendim. Maharetimi alkışlıyacak seyircilerin azalması canımı sıksa haksız midi?

H. F. HATIRAT VE MEKTUP LİSANI

Yukarıda iki parça hatırat nümü nesi okudunuz. Bu nevi eserler ekseriya günügününe bir deftere kaydolunan ve günün müşahede ve tahassüslerini tespit eden bir ruzname olabileceği gibi mazinin yat ve tahattürıi de olabilir. Bilhassa insanın en aziz hatıraları, hayatının en samimi ve sıcak bir devri olan çocukluk zamanları yadolunur. Geçmiş çehreler, vak alar evelce kalbimizde nasıl derin teessürler uyandırdı ise ayni suretle her türlü san'at tekellüfünden azade, açık bir lisanla yazılmak lâzımdır. Mektuplarda da böyledir. Ne kadar samimi bir lisanla yazarsak o derece ruhu okşar. Kendisine mektup yazdığımız kimseyle adeta konuşuyor gibi bir ifade kullanmalıyız. Aksi takdirde gayet soğuk olur. Eski

m ünşeat nümuneleri bunun en bariz bir misalidir.

Gözler

Mavi, siyah bir nice sevdafeza uyun Etmiş şafak sefasını şevkaveri derun. Toprak içinde şimdi o çeşmanı diifiruz; Hurşît, ziveri ufk olmaktadır henüz. Çok çeşmi hoşnigâhi, leyalii koşnüma Etmiş sitareleı* ile müstağrakı ziya. Hâk etti şimdi onları zulmetle mümteli, Hâlâ nücûm tarzı kadim üzre münceli. Bunlar gidip te terki nigâh ettiler mi ah ? Yok, yok, o dideler kalamaz bence binigâh.

(36)

Bir başka âleme nazarı vardır onların, Görmez o âlemi gözü göz yummıyanların. Setretse de kevakibini bizden asüman Olmaz mı başka âleme onlar ziyaîeşan. Gözler de böyledir, ederek bizden istitar, Olmaktadır eihanı diğerde ziyanisar. Çeşmanı sanma hâk tebah eylemektedir, Onlar cihanı gaybe nigâh eylemektedir.

Muallim N aci

Bu manzumenin umumî manasım izah ediniz, üslûbunu nasıl bulduğunuzu söyleyiniz...

K e lim e le r:

Sevdafeza : sevda çoğaltan — Uyun: gözler — Şevkaveri derun: gönüle neşe veren — Çeşman : gözler — Dilfiruz: gönül parlatan — Hurşit: güneş — Hoşnigâh: güzel bakışlı — Sitare: yıldız — Leyali: geceler — Müstağrak: boğulmüş — H âk: top­ rak — Mümteli: dolu — Nücum: yıldızlar — Münceli: (1) parlı- yan (2) görünen — Dide: göz — Kevakip: yıldızlar — Ziyafe- şan : ziya saçıcı — İstitar: örtülmek, gizlenmek — Cihanı diğer: başka cihan — Tebah etm ek: Mahvetmek, harap etmek — Ni­ gâh etm ek: bakmak.

MUALLİM NACİ

Gazel ve kaside edebiyatını temadi ettirmek istiyen Muallim Naci Efendi, bilahere teceddüt lüzumunu kendisi de hissetmiş olmalı ki yeni tarzda manzumeler yazmağa başla­ mıştı. Hatta fransızcayı pek geç olarak öğrenmeğe çalışması ve az çok elde etmesi de bunu gösterir. Fransızcadan bazı manzumeleri türkçeye tercüme etmiştir. Yukarıda naklettiğimiz fransız şaiiri ‘Sully Prudhomme,, dan tercüme edilen bir parça bu manzumelerin zamanına göre en güzellerinden biridir.

Eski şekilde birçok gazel yazan Muaalim Naci Efendide bilhassa nazarı dikkati celbeden nokta, arabi ve farisiye fazla vukufu eihetile bu şekilde en ufak bir Îisan hatasını bile

(37)

affedemiyeeek derecede taasııbudur. Muallim sıfatı kendisine mekteplerde ders okutmasından ziyade en çok bu hususiyeti için verilmiştir.

Heyecan ve muhayyilesi vasi bir şair değildi. Zevksizliği­ nin de numuneleri çoktur. Hatta “Kuzu,, manzumesi gibi cidden basit, gülünç eserleri oldukça fazladır. Buna rağmen bazı eserleri samimî hislerin mahsulü olmaktan da uzak değildir.

Meselâ bir şiirindeki :

Canan da m uhacir oklu şimdi Yahut “ Dicle,, manznmesindeki :

Tunalaştm gözüm de gittikçe

gibi gurbet hislerini gösteren mısraları el’an pek çok kimselerin dilinde dolaşmaktadır. Hasılı Muallim Naci Kefendi buyiik bir şair olmamakla beraber büsbütün ihmal edilecek bir şahsiyet te addolunamaz.

“Ateşpare, Furuzan,, Şerare „ v. s. gibi şiir mecmualarile “ İstilâhatı Edebiye „ namındaki eski nazariyata göre yazılmış bir edebiyat kitabı vardır. Tenkide de özenmiş ve bilhassa “ Demdeme „ yi Recai zade Ekrem Beye hücum için yazmıştır. Bunlardan mada “ Mektuplarım „ namındaki eserile çocukluk hatıratını 'nakleden “ömerin Çocukluğu,, maruftur. Fransızcadan tercüme ettiği şiirlerden maada meşhur transız romancılarından “ Émile Zola „ nın “ Thérèse Raquin „ namındaki romanını da nısfına kadar tercüme etmiş, fakat itmamına ömrü vefa eylememiştir.

Tem ennii bahar

Gök mvi, deniz yeşil, serapa Hemrengi behişt olup ta sahra, Sevdalı gönüllerin penahı Orman gene sayedar olaydı. Âlemde gene bahar olaydı. Sahraya dolaydı hep melekler, Nazende, lâtif, ter çiçekler,

Referanslar

Benzer Belgeler

Tango G2 LED projektör aydınlatması LED ışık kaynağı, optik sistem, ısı emicisi ve sürücüyü tek bir kompakt muhafaza içinde bir araya getirir.. Özel olarak tasarlanan

Delici Karın Yaralanmalarında İlkyardım: Hastanın bilinci ve ABC’si kontrol

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

Ayrıca kuvvetli k  uzaylara ilişkin elde edilen teorem ve sonuçlar, ön-açık kümeleri de kapsayan   açık kümelerin ailesi olan genelleştirilmiş

Şimdilik yapı endüs- trisine ait kaliteli mamulleri teşhir ile yeti- nen ve zaman zaman bunların özellik, vasıf ve kullanılışları hakkında konferanslar tertip eden

Bu pıogıarrıin yerine getirilmesi için ise, zemin katta bulunan dokuz adet kalın a- yak ve muhtelif bölmelerin tamamen kal- dırılma:!, üst katta mevcut üç apsrtıman

Tesisin merkezi orta binada bulunan serbest tevzi salonu olup bu salon ışıklı tavanı ve galerisiyle esaslı bir şekilde ihti- yaçları karşılamaktadır.. Zemin katta

iletişim araçlarındaki reklamlara ve bilgilere dayalı olarak insanların kendi inisiyatifleri ile kullandığı bitkisel ürünler, çok ciddi sağlık sorunlarına hatta ölüme