YILMAZ
GÜNEY
y u m a z
Türk basınında ilk defa
Guney’ın
bu cezaevi
fotoğrafları
bugüne kadar
hiçbir yerde
yayınlanmadı
Yazı:
Ahmet
KAHRAMAN
SUSÇMım renkli| ılmaz Güney’in hayatını
' A1 kalem alan ve bu çalış-masını “Yılmaz Güney
I Efsanesi” adıyla kitap
kM İ halinde yayınlayan gaze-
teci-yazar Ahmet KAHRAMAN,
kitabının “Mapushane Kralı” isimli bölümünde şunları yaz-
rmştn * * *
“1979 İlkbaharında İsveç te levizyonu “Yılmaz Güney Film
leri” diye bir program göstere
cekti. O yıllarda Türkiye’de ga zetecilik yapıyordum ve Yılmaz
Güney cezaevine girdikten son
ra da birçok kez onunla röportaj yapabilmek için çeşitli yerlere başvurmuştum. Üç yıllık çabala rım sonucunda bir gün Adalet
Bakanı Mehmet Can ile görüş
me imkanı buldum.
1978 Aralık ayıydı. Mehmet
Can oldukça neşeli bir günün-
deydi. İsveç televizyonun proje sini kendisine anlattım. Sanatsal bir belgesel olacaktı. Mehmet
Çan’ın morali yerinde olduğu
İsveçli gazeteci Ulla Lunaström Yılmaz Güney'in yatağında konuk..
978 yılıydı... Gazeteciliğe baş
layalı iki yıl kadar oluyordu ve
Türk Haberler Ajansı’nda
(THA) m uhabirlik yapıyor dum. O yıllarda İsveç radyo ve televizyonunun Türkiye mu habirliğini yapan Ulla Lundström, o sıra lar Kocaeli Cezaevi’nde yatmakta olan Yıl
maz Güney ile belgesel niteliğinde bir rö
portaj yapmak istiyordu. Uzun uğraşlar so nucu THA yöneticilerinin de da katkısıyla zamanın Adalet Bakanı Mehmet Can bu röportaja izin verdi. THA, o tarihlerde Tür kiye’nin en büyük ajansıydı ve yurt dışına da film ve haber servisi yapıyordu.
Lundström, Güney’le hem ropörtaj ya
pacak, bu arada da THA’nm sahibi rahmet li Kadri Kayabal’m oğlu Bedri Kayabal da film çekecekti. Ajansın Yazı İşleri Müdürü
Niyazi Dalyancı; “Teoman, hadi sende on larla birlikte git. Bugüne kadar Yılmaz Güney’le hapishanede ropörtaj yapmayı kimse başaramadı. Bu durumu çok iyi de ğerlendirmeni istiyorum... Eşi Fatoş Gü- ney’i de ara, belki o da gelmek isteyebilir”
dedi. Ben hemen telefon sarılıp Fatoş Gü-
ney’i aradım ve durumu anlatarak, isterse
gelebileceğini söyledim. Bana; “Hiç gel
mez olur muyum? Koşa koşa gelirim” de
di. Kendisiyle ertesi gün için saat 09.00’da
Kadıköy iskelesinde randevulaştık.
Fazla sıcak olmayan bir Haziran gü nüydü. Biri minibüs iki otomobille yola çıktık. Ekibin ve çekim cihazlarının bulun duğu minibüs önden gitti, biz Kadıköy’e uğrayıp vapur iskelesinden Fatoş Hanımı aldık ve İzmit’e yola çıktık.
Cezaevine gittiğimizde müdür bizi ga yet nazik ama tedirgin bir şekilde karşıla dı ve “20 yıllık cezaevi müdürüyüm. Ba
şıma ilk kez böyle bir şey geliyor... İnşal lah başım ağrımaz!” dedi... Gülüştük. Da
ha sonra da Güney’i çağırdı. İki dakika sonra kapı çalındı, Güney içeri girdi. Gü leç bir yüzle hepimizin elini sıktı ve “Hoş-
geldiniz” dedi.
Çok kibar ve müteva- zıydı... Yüzünde ken dine özgü gülüşü var dı... Kısa bir çay fas lından sonra koğuşa, çekime gittik. Yılmaz
Güney’in kaldığı ko
ğuş 72 kişilikti. Ko ğuşun yanında bulu nun küçücük bir oda, Güney’indi. Burada bir masa, bir sandal ye, bir sürü kitap var dı. Burası onun çalış ma odasıydı.
Koğuşta çeşitli suçlardan yatan mah kumlar vardp Yani si yasi suçlu da vardı, cinayetten hüküm giymiş olan da, hır sızlıktan da... Hatta
NATO’nun sırlarım Sovyetler’e sattığı id diasıyla yargılanıp, idam cezasına çarptırı lan ünlü hukukçu ve diplomat Nahit Imre de aynı koğuştaydı. Mahkumlar, Güney’e büyük ilgi gösteriyor, etrafında pervane gibi dönüyorlar ve kendisine “Ağabey” di ye hitap ediyorlardı. İmre’ye ise “Hocam” diye hitap ediyorlar ve mahkemeleri ko nusunda kendisinden hukuki bilgi alıyor lardı.
Bu arada film çekimi ve ropörtaj de vam ediyordu. Güney, sanki hapiste değil, film setindeydi. Çok rahat hareket ediyor ve sorulan her soruya ayrıntılı yanıt veri yordu... Çekim yapılırken ben, bir yandan not alıyordum bir yandan da fotoğraf çeki yordum. Güney, bu arada bir soru üzerine şu cevabı verdi; “İşte siz de görüyorsu
nuz, istediğim an buradan kaçarım. Kaç mak, benim için mesele değil. Ama kaç mam. Bütün kapılarını ardına kadar açık bıraksalar bile kaç
mam... kaçtığım takdirde,
yurt içinde saklanmam _________ _
--- I
mümkün değil. Yurt dışına çıkmam ge rekecek... Onların amacı da bu zaten.. Bu nedenle bu imkanı onlara vermem ve de kaçmam...”
Ancak Güney; “Onlar dediğiniz kim
ler?” sorusuna yanıt vermedi ve “Onlar, kendilerini bilir” demekle yetindi...
Güney’in bu sözlerini de içeren ko
nuşmalarını, ertesi gün THA bütün abo nelerine resimli haber olarak servise koy du. Haber de resim de benim imzamı ta şıyordu. Haber, hemen hemen bütün ga zetelerde (Yılmaz Güney;
“İstersem hapisten kaça rım”) diye manşet olarak
çıktı ve büyük sansasyon yarattı. Ama tabii bu arada
Adalet Bakanı Çan’ın canı
biraz sıkıldı..
Teoman EROL
doğal sahneleri hep önceden dü şünmüş ve hazırlamıştı. Uç saat görüştük. Hapishanede bir tek çalışma masası vardı, o da önün dü. Yemekleri genellikle dışar
dan geliyordu. Yaşamı “Umut” filmi gibiydi. Masası onur masa- sıydı. Hatta doğal korumaları bi le vardı m ahkum lar arasında. Onlar geleceğimizi bildikleri o gün yelekli lacivert takım elbise ler, dik yakalı beyaz gömlek ler giymişlerdi, kravat da takmışlardı..”
HİPPİ LYNUS
Yılmaz Güney’in Mapus- hane Krallığı’nı anlatan bir
başka yabancı da Daniel de Souza’ydı. Souza, uyuşturu cu kullandığı gerekçesiyle tu tuklanıp İstanbul’da cezaevi ne konulmuştu. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Türkiye günlerini anlatan bir kitap yazdı. Souza, kitabında Yıl
maz Güney’in Mapushane Krallığı’nı anlatırken, şöyle
diyordu. * * *
Yılmaz Güney’le tanıştı
ğımda hastanedeydim. 1978 yı lıydı. Güney, Toptaşı Cezae- vi’nden Bayrampaşa Hastane gün bize yaradı ve cezaevinde
görüşmemiz için izin verdi. Televizyon ekibi ile birlikte
İzmit Cezaevi’ne gittik. Onun
koğuşunda her çeşit suçtan ya tan 72 mahkum vardı.
Cezaevi müdürü oda sında görüşm em izi önerdi ama “yaşadığı
yer olmalı” diye dire
tince o da izin verdi ve herhalde ilk kez o ko ğuşun kapısından bir kadın girdi. İlk izleni mim Yılmaz’m o ha pishanenin kralı ol duğuydu. M ahkum lar kadar gardiyanlar, cezaevi görevlileri karşısında esas du ruşta duruyorlardı.
Ç e k im le rim iz çok zevkli geçti. Reji sör olduğu için özel hayatında da hep bir senaryo içinde yaşı yordu. Volta a ta r ken, yemek yerken, jimnastik yaparken
si’nin mahkumlar için olan bölü müne getirilmişti.
Diğer aktörlerin aksine, dış görünümü beyaz perdedeki gi biydi. Tanıştığımız ilk andan iti baren Güney, benden hoşlanma dığını açıkça ortaya koydu. Be nimle nariden konuştuğu anlar da ise cevap verem iyordum . Mahkumlarla geçirdiği akşamlar nadirdi. Yılmaz’m hayranlarına ayıracak çok az zamanı vardı. Ço ğu akşamlarını, koğuşta, onun filmlerini seyretmemiş olan tek insan Lynus’la geçirirdi.
Aralarındaki ortak tek nokta,
İrlanda edebiyatına duydukları
sevgiydi. Her gece beraber otu rur, sessizce okurlardı. Lynus,
Yılmaz’m bilgisine hayran kal
mıştı. Bir keresinde “Bizim ya
zarlarımızı gerçekten tanıyor. Celts ruhu ile yorumluyor” dedi.
O dönemde Haşan Heybetli ve Kürt İdris de koğuştaydılar.
Güney’i koruma görevini kendi
kendilerine üstlenmişlerdi. Ona hayran olan mahkumlan ayrı bir
İsveçli Ulla Lundström 1978 yılında İzmit Kapalı Cezaevi'nde yatan Yılmaz Güney ile ilk röportajı yapan gazeteçi olmuştu. Bu söyleşi İsveç televizyonunda yayınlanmıştı..
► ► ►
bölümde tutarak rahatsız edil m esini önlüyorlardı. Yılmaz
Güney onların bu yardımlarını
doğal bir hakkıymış gibi kabul lenmiş görünüyordu.
Bir gün Lynus, sabah turu na çıkan, yanında Heybetli ve
İdrıs b u lu n an Güney’i kapı
önüne çömelmiş izleyerek gülü yordu. Bağırarak “O bir film yıl
dızı değil. Al Capone’nun çete sinden kaçtı” dedi.
Lynus kadar, kabadayılar da
ziyaret günlerinde Güney’i gör meye gelenlerin sayısı karşısın da çelişkiye düşüyorlardı. Hayat dolu neşeli genç kadınlar, göz lüklü uzun saçlı, iri yarı adam lar, küçük gruplar halinde oda sına giriyorlardı.
Ziyaret günlerinde Yılmaz tamamiyle değişiyor, gülen, ha reketli, konuşkan bir adam olu yordu. Kabadayıların ziyaretçi lere şüpheyle baktıkları orta daydı. Heybetli ve İdris, durup gelip gidenleri çirkin bir gülüm semeyle izliyorlardı. Ben onla rın kıskandıklarını ve Güney’i ellerinden kaçırdıklarım hisset tiklerini farkedebiliyordum.
Lynus’un Londra’ya yollan
masının ertesi günü Sağmalcı
lara gönderildim ve Güney’i bir
daha hiç göremedim”
ÖLÜM HÜCRESİ
Ahmet Kahraman’ın kita
bından bir alıntı daha.. Güven
Şenml anlatıyor:
‘“Midesinden rahatsızdı. İz
mit Cezaevi’nde yatarken,
teda-S
vi olması için cezaevi yönetimi ne, Adalet Bakanlığı’na başvur duk. Fakat olumlu bir sonuç ala madık. B unun üzerine Tabib
Odası'nı devreye soktuk. “Bir insan tutuklu ya da hü kümlü de olsa tedavi olma hak kına sahiptir. Kimse, devlet adına insanların bu hakkını elinden alamaz” dedik.
Tabib Odası uzun uğraşlar
dan sonra, hastaneye kaldırıl masını başardı.
Onu İzmit’ten Çapa Tıp Fa
kültesine getirmeyi başardık.
Fakat bir telaş, bir telaş... Akla durgunluk veren bir tedirginlik le önlem almışlardı. Yılmaz Gü-
ney’in içinde bulunduğu araba
nın önünde ve arkasında es kort... Yüzlerce asker ve polis yolları tutmuştu. Gören Ameri
ka Cumhurbaşkanı geçiyor sa
nabilirdi. Hastane hastanenin çevresindeki yollar ve caddeler asker tarafından çevrildi. Yıl
maz Güney, bu şekilde böyle ga
rip bir korku ortamı içinde has taneye geldi. O gün muayene ve
tedavisini yapacak profesör bu lunamadı. Terör estirilip korku salınarak yaratılan havaya da cam sıkıldı.
Muayene bile olmadan ceza evine göre döndü”
12 Eylül darbesinden yakla şık dört ay sonra Aralık ayında
bir gece İmralı adasını sa vaş gemileriyle ablukaya aldılar. H ücum botlardan adaya çıkan askerler dağı, taşı, ağaçlıkları aram aya başladılar önce. Sonra Yıl
maz Güney’in kulübesine
yönelip “operasyonu” ta m am ladılar. A skeri re jimin, en büyük korkusu, can düşmam saydığı kitap tı. Bir yüzbaşı bir manga askerle Yılmaz Güney’in kulübesini bastı. Askerle rin ellerinde Amerikan ya pımı son model makinalı tüfekler vardı. Namlular
Yılmaz Güney’e dönük,
parm akları tetik tey d i.
“Ona karşı sert davrana caksınız” buyruğuna rağ
men, erler gizli bir gülüm semeyle bakıyorlardı Yıl
maz Güney’e. Hatta bir iki
si, kaşla göz arasında ona yaklaşıp “Nasılsın Yılmaz
abi?” diye hatırını bile sor
du.
Yüzbaşı kulübeyi didik didik aradı. Ele geçirdiği düşmanlan tuksak etti. Er lere buyruk verip yazı ve notları dışanya taşıttı. Yıl
maz Güney, yüzünde kü
çümseyen bir tebessümle kültür, sanat, bilim d üş manlığını, başka bir deyiş le “kitap imha operasyo
nunu” izliyordu. Yüzbaşı “operasyonu” tam am lar
ken öfke yüklü, kararlı bir sesle onu uyardı:
-Bakın yüzbaşı! Suç unsuru bulunsa bile sakın yazılarımın başına bir iş gelmeye.. Yoksa peşini bı rakmam!
Yüzbaşı durakladı. Yıl
maz Güney’in yüzünde
meydan okuyan anlamı gö rünce olabildiğince yumu şak ve alttan alan bir sesle:
-Merak etmeyin Yılmaz bey. Kitaplarınız ve yazıla rınıza birşey olmayacaktır. Biz sanıldığı gibi kitap ve yazıla ra düşman değiliz.
-Umarım öyledir yüzbaşı
Operasyon Yılmaz Güney’e karşıydı. Sanki ada, onun ba ğımsız devleti ve top tüfekle sa vunacakmış gibi ablukaya alıp
b e k le n tile ri gerçekleşm edi. Mahkumlar arasında karşı koy ma direniş yaşanmadı. Askeri birlik “operasyonu” başarıyla tam am ladıktan sonra Yılmaz
Güney’e “Hazırlanın. Bizimle birlikte geleceksiniz” dediler. O
hazırlanıp valizini düzenlerken, 15 kişiyi daha ayırdılar. Yılmaz
Güney’le birlikte hücumbotlar
dan birini aldılar. Kıştı. Kova dan dökülürcesine yağmur yağı yordu. Yılmaz Güney ve birbiri ne kelepçelenmiş mahkumlar, güvertede yağmur altında bek lediler.
Yılmaz Güney’in üstünde
paltosu vardı. Ama mahkumlar dan çoğu paltosuzdu. Islanmış lar titriyorlardı. Yüzbaşı hizaya sokulup, yağmur altında bekle tilen kelepçeli m ahkum ların önünde azametle volta atıyor onları seyrediyordu. Yüzbaşı, bir ara Yılmaz Güney’le kelepçe lenmiş Kenan Özcan’m önünde durdu. Gözü Yılmaz Güney’dey- di. Yılmaz Güney bakışının far kında değilmiş gibi ötelerde, ka
ranlığın izine bakıyordu. Yüzba şı, Yılmaz Güney’i süzerken Ke
nan Özcan’a sordu. -Senin suçun ne?
-Kan davası
-Bak ne güzel, adam gibi suçun varmış. Ne demeye ko m ünistlerin içine karışıyor sun?
Yılmaz Güney’eydi bu söz
ler. Kendince, yakaladığı “tutsa
ğı” aşağılıyor, hakaret ediyordu. Yılmaz Güney, gecenin egeme
nini duymadı.
Gecenin tutsaklarından biri Yüzbaşı’ya:
-Çok üşüyoruz. Acaba bizi içeriye alamaz mısınız?
Yüzbaşı bu isteği duymadı. Yürüyüp gitti, Yılmaz Güney o zaman ricada bulunan mahku ma çıkıştı:
-Toplantılarımızda kaç ke re konuştuk. Parası olmayan dan borç, marhameti olmayan dan da merhamet dilenmez...
Yılmaz Güney ve 15 mahku
mu hücum botla Mudanya’ya götürdüler. Mudanya düşman istilasına karşı hazırlık içindeymişçesine asker le doldurulmuştu. De niz kenarı, cadde ve so kaklara asker dizilmişti.
“Düşman” Yılmaz Gü- ney’di. Ona karşı önlem
alınmıştı. Kaçmasın ya da kaçırılmasın diye... Bir tek adama karşı bir ordu asker...
E rler Yılmaz Gü
ney’i görünce gevşiyor,
ona gülüm süyorlardı. B azıları subaylardan gizli selam veriyor, hatı rını soruyordu. Yüzbaşı, erlerin Yılmaz Güney’e sempatiyle baktığım gö rünce öfkeleniyor, kü fürler yağdırıyordu.
-Ulan orospu çocuk ları, hiç mi artist gör mediniz?
Yılmaz Güney’i as
keri kordon altında önünde arkasında es kortla M udanya’dan
Bursa cezaevine götür
düler. Burada “dip hüc
re” denilen zindana
koydular. “Dip hüc-
re”nin b ir adı da “ölüm h ü cresi”ydi.
Gözden çıkarılanların ölüme terk edilenle rin kapatıldığı bu hüc relerde lağımlar açık ta akıyordu. Lağımla beslenen kedi iriliğin de fareler dolanıyordu ortalıkta. İnsanın elin deki ekmeği kaçıran, korkusuz fareler.
Bursa zindanında,.,
günlerce lağım içindeki’ fareler arasında kaldı. S onra onu İsparta
Yarı Açık Cezaevi’ne
götürdüler.
Her vesileyle vur guladığımız gibi Yıl
maz Güney bir kaba
dayıydı. “Ölüm hücre
sinde” fareler elinden
ekmeğini kaçırıp üs tüne saldırırken bile, düşmanca davranan lardan “aman” dile medi. Onlara yalvarıp
“Merhamet edin, be- ni bu fare yu vasından kur
tarın” demedi.
S
Adana’nın Yüreğir ilçesine bağlı Ye nice K ö yü ’nde oturan Pütün ailesine 1937’nin 1 Nisan’ında nurtopu gibi bir misafir geliyordu. Anne Gül (G üle ) ile baba Hamit (Hamo), ailelerine katılan bu İlk misafire, başka bir deyişle bebeğe, “Yılmaz” adını veriyordu.
Aslen Siverek’in Desman Köyü’nden olan Hamit ile Cibran aşiretinin kızı olan Gül’ün, Yılmaz adını verdikleri bu bebek, gün geçtikçe serpilip, büyüyordu. Baba sıyla birlikte ırgatlık yapmaya başladı ğında daha ilkokula bile adım atmamıştı. Yılmaz, ilkokulu bitirip, orta okula başla dığı yıllarda sinemayla tanıştı ve ilk defa film seyretti. Daha sonra sokaklarda film panosu gezdirip, sinemadan sinemaya film taşıyarak harçlığını çıkarmaya baş ladı. Adana Erkek Lisesi’ne devam eder ken edebiyata merak sardı. Sürekli oku yordu. Liseyi 1956 yılında bitiren Yılmaz, Ankara Hukuk Fakültesine yazıldı. Çalı şarak okumak istiyordu ama iş bulama yınca Adana’ya döndü. Bir yıl sonra ce bindeki 150 lirayla İstanbul'a geldi.
Bu arada çeşitli yazılar yazan Yılmaz, bir yazısında dolayı 1.5 yıl hapis cezası na çarptırıldı. Bu onun ilk cezasıydı.
Daha sonra çalıştığı Dar Film şirketi, 1958 yılın d a se n a ryo su n u Y a şa r K e mal’in yazdığı “Bu Vatanın Çocukları” filminde ona rol verdi. Film afişinde de ismi, Yılm az Pütün yerine “Yılm az G ü n e y” yazıldı. Y ılm az, G ü n e y soyadını böyle aldı ve ölünceye kadar da değiştir meden taşıdı...
Güney, daha sonra biri siyasi su ç tan, diğeri cinayetten olmak üzere iki kez daha hapse düştü. Yılmaz Güney ce zaevindeyken de sinemayı bırakmadı. İçeride yazdığı senaryolar Güney Film’in yapımcılığında başka yönetmenler tara fından çekildi. Sürü, Yol, Endişe ve Düş man gibi. Ve bu filmler dünyanın dört bir yanında ödüller aldı büyük ilgi gördü.
1982’de cezaevinden kaçtı ve yurtdı- şına giderek Paris’e yerleşti. Orada da “Duvar” filmini yaptı. Ancak Yeşilçam’ın bu efsane ismi daha yaşının ve sanatının doruğundayken 9 Eylül 1984 tarihinde kansere yenik düştü. M ezarı P a ris’te “Ünlüler M ezarlığında bulunuyor.. Ünlü sanatçının 47 yıllık yaşamının 11 yılı ha pislerde geçti... ■
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi