Yalnızca kendi olmayı başaran Fikret Mualla'nın resimleri yarından itibaren 17 kasıma kadar Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde izlenebilecek.
S a flığ ın
ressa m ı
Fikret
Ferit Edgü
F
ikret Muallâ’mn yaşamı, ölümüne değin, bir efsaneydi. Olağanüstü bir sanatçının, başarılarla dolu yaşamının efsanesi değil. Tam tersi. Birbaşarısızlıktan öbürüne koşan, alkolün darmadağın ettiği bir yaşamın efsanesi. Van Gogh, Toulouse-Lautrec, Modigliani, Soutine’de örneğini bulan “bohem sanatçı” efsanesinin son ve ülkemizde pek benzeri bulunmayan örneklerinden biriydi Fikret Muallâ. Kuşkusuz bu sıraladığım sanatçılar çapında bir ressam değildi. Üstelik kendisi de bunun bilincindeydi. Ama günlük ihtiyacını karşılamak için resim “ürettiğinde” bile, kendine, yeteneğine, sanatına sadık kalmayı başardı, sanatını hiçbir zaman ayağa
düşürmedi. “Bohemliği” bir sanatçı özentisiyle seçmiş değildi; yaşama biçimi, dünyaya bakışı, insan ilişkilerini algılayışının sonucuydu bu.Son yirmi yılda, yüzlerce resmi “girdi” Türkiye’ye. Sayısız sergileri düzenlendi. Sanatı ve yaşamı üzerine yeterli, yetersiz yayımlar gerçekleştirildi. Ama Fikret Muallâ efsanesi olduğu gibi kaldı, yıkılmadı. Fikret Muallâ,
özellikle Fransa’ya göç ettikten sonra, belli konuların ressamı oldu: Cafeler, barlar, bistrot’lar, Paris Sokakları, Paris
Restaurantları; berberler, cazcılar, çıplaklar, portreler, naturem orte’lar... Bu kendi kendini yetiştirmiş sanatçının, 1940’larda Paris’te gerçekleştirdiği desenlere baktığımızda, ne denli sağlam bir resim anlayışına ve yeteneğe sahip olduğunu görürüz.
Yaşanmış anların resimleri
Renkli resimleri, özellikle küçük boyutlu guvaşları, bir çırpıda çıkmış gibidir. Kuşkusuz, büyük bir bölümü de bir çırpıda çıkmıştır. Bu nedenle, bu resimlerdeki kişiler, nesneler birbirine benzer. Araştırılmış, modelden çalışılmış, tasarlanmış, etüd edilmiş yapıtlarla karşı karşıya değiliz. Ama rastlantı payı yüksek olan resimler de değildir bunlar. Usta bir ressamın elinden çıkmış “yaşanmış” anların resimleri bunlar. Sanatçının kişilik yapısını bilmeyen biri, mutlu, yaşama sevinciyle dolu bir ressamın yapıtları karşısında olduğunu sanabilir. Niçin olmasın? Nevrozunu, delirium’larım, her gün resminde
yeniden yaşamak yerine, resmini nevrozunun
karşı kefesine koyarak, yaşamının o ince dengesini, niçin böylece kurmuş olmasın ressam? H er resim delisi nevrozlu van Gogh değil. Ne de Fikret Muallâ.Her ikisi de, resmi olarak yapıyorlardı. Çünkü ressamdılar. Her biri kendi ölçeğinde. Fikret Muallâ’nın ölçeği de, bu dünya ve insanlar. Ardında bıraktığı binlerce resmin de, yalnız yaratma gereksiniminden değil, günlük yaşama gereksiniminden, daha açık bir deyişle, bir biftek, iki şişe şarap gereksiniminden doğduğunu unutmamak gerek. Gene de şaşırtıcı bir şey var: Birbirine en benzeyen, kendini en yinelediği resimlerde bile farklıydı ve hiçbir zaman sıradan değil. Eğer sanatta “yenilik” ile “autbentique”lik, yani içinde oyunu, numarası olmayan, sanatçının yeteneğinin sınırlarını bilip göz boyama, kendini ve başkalaranı aldatmamak arasında bir seçme yapmak zorunda kalsam, hiç kuşkusuz İkincisini seçerdim. Fikret Muallâ bu İkincilerdendi. Kendi olmayı başarmış, üstelik bunu yediği yemek, içtiği şarap denli doğal bir biçimde gerçekleştirmiş bir sanatçıydı. Resimlerindeki, saflık ve tazelik bu sözlerimin kanıtıdır. _ _ . ^ jm
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi