akan zam an, duran zam an
melih cevdet anday
i l > 7 v
Önce Seker Bozuldu
*_
Ç
anakkale'deki birliğimden terhis olunup Ankara'ya geldiğimde işsizdim Bir lise mezununun iş bulması kolay değildir. Ben gerçi Ankara Hukuk Fakültesine yazılmıştım, ama sürdürmedim öğrenimimi. Bundan ötü rü ilerde pişmanlık duyacağımısöyleyenler oldu bana. Bunlardan biri, o zaman Diyanet İşleri Başkanı olan Prof. Yaitkaya’dır. Muhammed peygamber den önce gelen ünlü ozanı trar-al Kays’ın «El muallâkat al-seb a» adlı şiir kitabını o çevirmişti Klâsikler arasında çıkan Türkçe'sinin adı «Yedi As kı»dır. Baskı işi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğündeki görevim den ötürü ben uğraşıyordum Bu kitapta açık saçık bölümler vardır. Kitabın kapağına çevirmenin Diyanet İşleri Başkanı nitemini koysak mı. koyma- sak mı diye İkircikli kaldık bu yüz den. Kalktım, sayın Yaltkaya’ya git tim. açtım konuyu. «İçindekileri oku dun mu oğlum?» diye somu. «Evet» dedim «Açık saçık yerler var. değil nyi?» Ben gene «Evet» demekle yetin dim. «Birini söyle bakayım.» dedi. Şiir leıin birinde, kadın gece yatakta, gö ğüslerinden birini süt çocuğuna, öte kini de sevgilisine verir, onu anlattım. Sayın Yalktaya, «Demek kapağa üiya net İşleri Başkanı diye yazmasak daha iyi olacak» dedi. Ardından da bana, ögremtrai sordu; lise mezunu olduğu mu, askere gitmem dolayısiyle üniver siteyi bıraktığımı söyledim. «Sonra pişman olursun bıraktığına, oku bitir» dedL
öteki Nurullah Ataç'tır. Ataç, üni versite profesörü olan arkadaşlarının, sadece lise bitirmeli olduğu İçin ken dişini küçük gördükleri kuruntusu içinde İdi. Bu deneyiminden ötürüdür sanırım, «Pişman olursunuz,» dedi ba na. Bu sözü, arkadaşlarımdan da söy leyenler olmuştu. Neye güveniyordum peki? Doğrusunu söyleyeyim, hiç bir şeye. Güvenecek biç bir şeyim yoktu, olmadı, önümde bir yaşam duruyor du (epey de uzadı). Ne olup biteceği ni merak ediyordum. Şuncasım söyle yeyim, üniversite bitirmediğim İçin be ni küçümseyenler olmadı değil, ama aldırmadım. İstediğim gibi yetlşlrme- ge baktım kendimi, bütün yaşamım öğrencilikle geçti. Bir türlü bitireme dim. Sanki üniversiteyi bitirseydim, bitecek miydi?
Bir gün Milli Eğitim Bakanı Ha şan Ali Yücel’le karşılaştım. Askere git memden önce tanırdı oenl. 1937 yılın da. İstasyon Lokantasında bizi akşam yemeğine çağırmış, bizimle bir konuş ma yapmış, hiç unutmam, klâsikleri miz olup olmadığı konusu üzerinde durmuştu özellikle. Ben de Divan şii- rımı/ı klâsik sayabileceğimiz) söyle miştim. Sonradan değişti düşüncem. Biı ' k»tiusnıa bir gazetede çıktı, yanıl
mıyorsam
İstanbul'a dönmek üzere İdim. Vui't'i «Banka memuru olacak değil
sin va. Neşriyat Müdiirlügü'nde çalış maya başla» dedi. İste böylece kaldım
A n k a r a ' d a
Savaşa girmemiştik, ama sıkıntı, kıtlık başlamıştı. Önce şeker otuz beş
kuruştan beş yüz yetmiş kuruşa çıktı.
Ekmek vesikaya bağlandı. Benim gün lük Hakkım bir çeyrek ekmekti. Bekâr
dım ekmeğimin yarısını öğle yemeğin de yiyor, yarısını kâğıt içinde, cebimde,
akşama saklıyordum. Bakanlığın altın
da ntr kantinimiz vardı, ucuz yemek verirdi, öğleyin bütün arkadaşlar orada yerdik Fakat akşam olunca evliler ev lerine giderlerdi. Ben ve bir İki bekâr, kantinin ölü gözü gibi yanan elektrik lâmbası altında, öğleki yemekleri yerdik akşamlan da. Doymazdım, fın dık üzüm alırdım bakkalın birinden.
Bir gün A rif Dino, sürgün olduğu Kayseri’den izinli geldi Ankara’ya. Pa rası vok. Onu da buyur ettim bizim kantine öğle akşam, ö yle neşeli yiyor du ki yemeğin), durumundan hüzün lenmeyi unuttum. Kayserl’de arkadaş olduğu bir adam, bir akşam meyhanede İçerken, birden ağlamağa haşlamış
Arif. «Nen var kardeşim?» diye sorun ca. «Ben ölürsem karımla çocuğuma kim bakar diye ağlıyorum» demiş. A rif de yatıştırmış adamı, «Merak etme canım, ben bakarım» diyecek olmuş; sen misin bunu diyen, adam ertesi gün ölmez mi? Çaresiz, A rif Dino, kadınla çocuğunu yanına almış. «Şimdi onlar ne yiyip ne içiyorlar?» diye sordum: Arif Dino, «Bir teneke kavurma yaptırıp bıraktım onlara» dedi.
Tutumlu davranmamdan ötürü, ki mi akşam, Postahane Caddesindeki Şükran Lokantasına gitmek, ozan ar kadaşlarla söyleşmek olanağını bulabi liyordum. Artık Ahmet Muhipüe, Cahit Sıtkı da Ankara’ya yerleşmişlerdi. Ca hit Sıtkı, Şükran Lokantasının sahibi ile aydan aya hesap görmek üzere an laşmıştı; bu yüzden, zuhurat bekleyen parastz arkadaşları buyur etmezdi ma sasına. Şahap Sıtkı, ayın sonunu dü şünmez, her akşam gelirdi. Orhan Veli, yedek subay okulunda idi.
Ben, ev buluncaya kadar, on beş gün kadar, Orhan Veli’nin, Yenişehir’ deki bir apartmanın temel katında tut tuğu bekâr odasında kalmıştım. Bu a- partıman. sonradan Milli Eğitim Baka nı olan Tahsin Banguoğlu’nundu. İç kili döndüğüm akşamlar, karanlık hol de, merdiveni aydınlatacak elektriğin düğmesini bulamaz, boyuna başka kat ların zilini çalardım. Bundan çok sıkıl dığım için, bir gece, karanlıkta duvara tutuna tutuna inmeğe kalktım. Merdi venin aşağı avluya bakan boş yatımda saksılar vardı, bu saksılardan birine a- yağım çarptı; saksı zemin kata düştü ve büyük bir gümbürtü kopardı. Bütün apartman halkı korku ile ayakl inmişti. Iş bununla bitmiyor; saksı nereye düş tü İse, bu yüzden elektrik kontağı ol muş, herkes karanlıkta kaldı.
Bir kaç gün sonra, yolda Bangu- oğlu ile karşılaşmaz mıyım! Üzüntü, sıkıntı içinde selâm verdim. Fakat o. «Nasılsınız Melih bey?» dedi nezaketle. Hiç unutmam. Ozanlam bağışlarlar, çünkü delidir tümü. Aralarında çok bulundum, bilirim.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği T a h a T o ro s Arşivi