• Sonuç bulunamadı

Direklerarası:ramazan takvimi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Direklerarası:ramazan takvimi"

Copied!
13
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ö ü ü ü ö ö ö

RAMAZAN

gm

ı M

TAKVİMİ

16

IU(j'|,lı

.¡¡y|....iıııj

-

---

ilk Ellili

KEL HASAN

- 3

Hayalhane-i Osmani Kumpanyası İdare

Haşan

Kumpanyamızın birinci smıf akt­ rislerinden Peruz Hanım’ın menfa­ atine mahsus

Birinci defa olarak gayet şaşaalı ve mutantan (parıltılı ve görkemli) surette sahne-i temaşaya vazoluna- caktır (sahneye konulacaktır).

VAH

Yahut

“ Korfabo Gölü Köprüsü Vak’ası” Feeri oyun 5 perde Kumpanyamız Muharriri ve

Mürettibi Kâmil Efendi Kumpanyamız muharriri tarafın­ dan tertip olunup (düzenlenip) Pe­ ruz Hanım’m menfaatine mahsus o- iarak icra olunacak işbu (bu) Vah yahut Korfabo Gölü Köprüsü Va­ kası nam (adındaki) lubiyatın p ro­ vası hitam bulmuş bulduğundan bu gece tekmil (tüm) levazımatıyla (donatımı ile) beraber gayet munta­ zam (düzenli) ve mutantan (gör­ kemli) surette mevki-i temaşaya konulacaktır.

Perdelerin suret-i ahvali (içeriği)

Birinci perde: Şeytan fırıldağı

-Rekabet-i âşıkane-Ahmak sayüan Haşan - Kardeş sayılan âşık - M üt­ hiş bir hatıra - Mevut (vadedilmiş)

" \

mükâfat

-İkinci perde: Aşıkla maşuka - Sevday-i intikam-Kaybolmuş ger­ danlık -

Şüphe-Üçüncü perde: Aldanmış zevç - ölüm - Dehşetli vaka - ölm üş zan- nolunan

kız-Dördüncü perde: Fedakâr kız - Budalanın sadakati - ölm üş zanno- lunan sağ

imiş-Beşinci perde: İki gencin mesu- diyeti! (mutluluğu) - Bir budala u- şağın sedakati - Korfano Köprüsü - Vah...

Ayrıca gülünçlü komedi 1 perde Mehmed Efendi tarafından v Altı kişiden mürekkeb mükem­ mel saz takımı tarafından fevkalâde bir surette icray-i teganni olunacak­ tır.

Perde aralarında Müsyü Aiber’in orkestra kumpanyası opera parça­ lan icray-i ahenk edecektir.

Yeni yeni kantolar Victor Hanım tarafından, Düeto yeni kantolar A- malya Hanım ve Todori ve Rafail e- fendiler tarafından.

y

K e l H a s a n E fe n d i

FBI A B İİ, bu müsamerede asıl büyük H numarayı Hasan B ey’in icra edeceği komik kantoların (parodi) yanı sıra gecenin yıldızı Peruz Hanım'ın o geceye mahsus olarak hazırladığı yine(yeni yeni) kantoları oluşturuyordu.

KUMPANYANIN

MUHARRİRİ

Bilmem, Kâmü Efendi için kullanılan (kumpanyamız muharriri) sıfatı dikkati­ nizi çekti mi? Batı tiyatrolarının çoğunda da o tarihte (Haus-dichter = kumpanya­ nın özel yazarı) deyimine rastlıyoruz. B u­ nunla sırf o tiyatroya ve o tiyatronun belli oyuncularına ısmarlama oyunlar yazan sanatçılar kastedilirdi. Hasan Efendi de demek, bilerek bilmeyerek, bu usulü u y­ gularmış. Daha sonra ama çok sonra bu ­ nun bir benzerini Muammer Karaca kendi

tiyatrosunda uyguladı. Rahmetli Refik Kordağ’a.trupa uygun bir Fransız vodvili çevirtir ve kumpanyanın yazan rahmetli Beliğ Selönü’ye onu yerlileştirtir, mahallî esprilerle donattırır oynardı. Muammer tiyatrosundan çok önce yine Direklerara- sı’mn (Millî Sahne)’sinde Şadi B ey’e Ha- bib Neccar’daki unutulmaz kompozisyo­ nunu, Bican Efendi’deki erişilmez başan- sını sağlayan îbnürrefik Ahmed Nuri de Millî Sahne trupunun bu kabil bir (kum­ panya muharriri) sayılabilirdi. Bunlara kıyasla çok yeni olan Totolu, Celalli, Mu- zafferli.Vedatlı,İlhan Danerli, Ali ve A e v Sururili İstanbul Tiyatrosunun da böyle bir özel muharriri ve dramaturgu vardı! Rahmetli dostum Yusuf Sururi Bey. Çok daha genç seyirciler haus-dichter’in da­ ha da yeni bir örneğini hatırlayacaklardır. 1962’de Gen-Ar’da ilk defa tanıttığım ve sevdirdiğim, 1969’da üç genç arkadaşımla birlikte devamlı bir tiyatro haline getirdi­ ğimiz kabare türünün tek tiyatrosu Deve­

kuşu’nun oyunlarının çoğunu da bu satır­ ların yazan, yazar ve düzenlerdi.

VEFA İDADİSİ

Direklerarası Veznecilerle Vefa Lisesi’ - nin bulunduğu sokak başına kadar uzardı. Bu şenliğin içindeki Vefa Lisesi’nin o za­ manki öğrencileri içinde elbet tiyatroya tutulanlar da çıkacaktı. Bunlardan biri Ertuğrul Sadi Tek ustamızdır. Daha okul sıralannda sahneye çıkan, sonra okulu da bırakıp heyet kuran Ertuğrul Sadi çok ki­ şili oyunlarında bedava figüran olarak ar- kadaşlannı kullanırmış. Elif Naci üstadı­ mız sahneye ilk böyle çıkmış. Vefa Lisesi de hani Vefa Lisesi imiş. Edebiyat hocası İbrahim Necmi Dilmen, resim hocası Şev­ ket Dağ... Ertuğrul Sadi’nin sımf arka­ daştan içinde daha sonraki dönemin nice ünlü kişileri var: Sıddık Sami Onar, Sü­ heyl Derbil, Ali Nihad Tarlan, Haşan Ali Yücel, Peyami Safa, Ekrem Hakkı Ay- verdi daha sayayım mı?

(2)

KARAGÖZ

Karagöz muhavelerinden en

sevilenlerden biri yanlış anlama

güldürüsüne dayanan “öyle denmez”

muhaveresidir. Bir fikir vermesi için

aşağıya alıyoruz.

H ACİVAT — Akşam şerifler hayr ol­ sun!

KARAGÖZ — Bugün gidemem HACİVAT - Nereye?

KARAGÖZ — Bahşiş dağılan yere. H ACİVAT — Ulan, ben sana bahşiş dedim mi?

KARAGÖZ — Ben de sana hediye de­

dim mi? (diye haeivata vurur.)

HACİVAT - Safa geldin. KARAGÖZ — Evde unuttum. HACİVAT - Neyi?

KARAGÖZ — Sopayı.

H ACİVAT — Ulan, ben sana sopa de­ dim mi? (der Karagöz’e vurur.) KARAGÖZ — Ben de sana çelik, ç o ­

mak dedim mi? (der, Hacivat'a vurur.)

H ACİVAT — Aman efendim, her ne hal ise!.. Başıma bir fes almıştım da, gelirken yorgunluk almak üzere Kara- göz’üme uğrayayım demiştim.

KARAGÖZ — Ne yapayım fes aldıy-

san?

H ACİVAT — Ulan, öyle mi derler? KARAGÖZ — Ya nasıl derler? H ACİVAT — Ulan, “ Güle güle başın­ da paralansın!” demek yok mu? KARAGÖZ — Güle güle başında para­

lansın!

HACİVAT — Haa, aferim, işte öyle demeli yaa!.. Derken efendim, onun ü- zerine evde odun bitmiş, “ Biraz odun al” dediler, Odunkapısı’na gidip beş-on çeki odun aldım.

KARAGÖZ — Güle güle başında para­

lansın!

HACİVAT — Ulan, sus! Bu fes değil, odun aldım, odun.

KARAGÖZ — Güle güle başında para­

lansın!

HACİVAT — Ulan, başım gözüm ya­ rılır.

KARAGÖZ — Güle güle başında para­

lansın!

HACİVAT — Ulan, öyle demezler. KARAGÖZ — Ne bileyim, sen öğret­

tin.

H ACİVAT — Ulan, o fese göreydi. KARAGÖZ — E y, ne deyim? H ACİVAT — “ Güle güle yak, otur da külüne bak !” demek yok mu?

■KARAGÖZ — Yok yok, var mı? Güle

güle yak, otur da külüne bak!

HACİVAT — Haa, aferim, işte öyle söyle!

KARAGÖZ — Güle güle yak, otur da

külüne bak!

H ACİVAT — Derken efendim, geçen günkü yağmur, malûm ya, evin kire­ mitleri filân kırılmış, bütün yağmur e- vin içine akmış, bari bir - iki dülger ça­ ğırayım da hem kiremitleri, hem de y ı­ kık bazı yerlerini yaptırayım, dedim; e- vi bir güzelce tamir ettirdim.

KARAGÖZ — Güle güle yak, otur da

külüne bak!

H ACİVAT — Ulan, bu ev! Yeni tamir ettirdim daha.

KARAGÖZ — Güle güle yak, otur da

külüne bak!

H ACİVAT — Ulan, yazık değil mi? KARAGÖZ — Güle güle yak, otur da

külüne bak!

H ACİVAT — ö y le denmez. KARAGÖZ — Ya ne denir?

H ACİVAT - Ulan, “ Oh oh, maşallah, pek memnun oldum! Güle güle oturu­ nuz, içinde hiç eksik olmayınız!” demek istemez mi?

KARAGÖZ — İs... is... ister... şey...

Oh oh, maşallah, pek memnun oldum! Güle güle oturunuz, içinde hiç eksik o l­ mayınız!

H ACİVAT — Sonra, bilader, borçlu­ nun biri, “ Hacivat zenginleşmiş, evi yaptırıyor” deyip para almaya gelir; benim de param bitmiş olduğundan, borçluyla boğaz boğaza kavga ederiz; sonra dava edip bizi hapse atarlar. KARAGÖZ — Oh oh, maşallah, pek

memnun oldum! Güle güle oturunuz. 1- çinde hiç eksik olmayınız!

H ACİVAT — Aman bilâder, hapiste­ yim hapiste!

KARAGÖZ — Oh oh, maşallah, pek

memnun oldum! Güle güle oturunuz, i- çinde hiç eksik olrnayımz!

H ACİVAT — Bilâder, yazık değil mi?

KARAGÖZ — Oh, oh, maşallah, pek memnun oldum! Güle güle oturunuz, i- çinde hiç eksik olmayınız!

H ACİVAT — Ulan, öyle demezler. KARAGÖZ — Ya nasıl derler? Ne bile­

yim ben, sen öğrettin.

HACİVAT — Ulan, ben öğrettiysem ev için öğrettim, buna da öyle mi der­ ler?

KARAGÖZ — Ne derler?

H ACİVAT — “ İnşallah efendim ya­ kında biri sebep olur da çıkarır, siz me­ rak etmeyin; inşallah ötekini de çıkarır­ lar!”

KARAGÖZ — İnşallah efendim yakın­

da bir sebep olur da çıkarır, siz merak etmeyin; inşallah yakında ötekini de çı­ karırlar!

HACİVAT — Haa! Sonra Karagöz, neyse, biz bununla iyice uğraşırız, ney­ se bizi hapisten çıkarırlar, ben o sevinç­ le koşa koşa eve gelirken fırıncının biri fırından ekmek çıkarıyormuş, aceleyle küreğin sapı bir gözüme dokunup g ö ­ zümün biri çıkmaz mı?

KARAGÖZ — inşallah efendim, ya­ kında biri sebep olur da çıkarır, siz m e­ rak etmeyin, inşallah ötekini de çıkarır­ lar!

HACİVAT — Ulan gözüm çıktı! KARAGÖZ — İnşallah efendim yakın­

da biri sebep olur da çıkarır, siz merak etmeyin, inşallah yakında ötekini de çı­ karırlar!

H AC İV A T — Ulan, öteki de mi çıksın? KARAGÖZ — İnşallah efendim yakın­

da biri sebep olur da çıkarır, siz merak etmeyin; inşallah ötekini de çıkarırlar!

H ACİVAT — Ulan, “ inşallah şifâ b u ­ lursunuz, yakında hiç görmemişe d ö­ nersiniz diyeceksin. Memnun oldum e- fendim, memnun!

KARAGÖZ — Ben de maymun oldum

efendim, maymun!

H ACİVAT — Ulan, maymun değil, memnun!

KARAGÖZ — O ne demek?

H ACİVAT — “ Sevindim, haz ettim ” demek.

KARAGÖZ — ö y le desene ya! “ So­

mun oldum, limon oldum ” deyip duru­ yorsun.

H ACİVAT — Hay terbiyesiz hay! U- lan seni validen terbiye etmedi mi? KARAGÖZ - Etti.

H ACİVAT — Böyle mi etti?

KARAGÖZ — Yoo! Geçen gün m ut­

fakta idim, bir yumurta, iki de limon sıkıp birbirine karıştırdı, sonra başıma döküp güzelce beni bir terbiyeledi.

H ACİVAT — Hay meczub köpek hay! KARAGÖZ — Zirzop s ensin!

(3)

ORTA O YUNU

«

R TA oyunu orta oyunu deyip gidi­ yoruz. Eskiler bunu az çok biliyor. Ama bugünün çocukları —ki ok u ­ yucularımız içinde onlar da va r— içeriği­ ni bilmedikleri bir kavramı ve onun u s­ talarım, konuya tam giremeden izlemenin sıkmtısmdalar. Bunu bana sözle, yazı ile yansıtanlar çok oldu.

Müsaadeniz olursa bugünkü takvimi onlara bu konuda özet bilgi vermeye ayı­ ralım.

(Orta oyunu) adından da anlaşıldığı gri­ bi (ortada) oynanan bir oyundur. Tiyatro tarihinde, sahne salonun bir köşesini oluşturmadan çok önce, böyle perdesiz olarak ortada oynanırmış oyunlar. Sahne ve perde çok daha sonraları bulunmuş. Ama (ortada) oynanan oyunlar da yine görülmüş... Romalılar’da , (Attelan Oyu­ nu) denilen oyunlar, Orta*Çağ'da bazı pa­ nayır temsilleri bizim (köy seyirlik oyunlarımız) hep ortada oynanan oyunlar soyomdandır. Bizim orta oyunumuz İtal­ yanların (Commedia Dell Arte) denilen halk güldürülerine de benzer. Orta oyu ­ nu için (yere inmiş bir Karagöz’dür) di­ yenler haksız sayılamazlar. Karagözün Hacivat’m buradaki koşutları Kavuklu ile Pişekârdır. öb ü r tipler de Karagöz oyu ­ nundaki taklidli tiplerin benzeridirler. Oyunun çatısı da Karagöz’deki gibi Baş­ langıç, Muhavere, Fasıl (yani asıl oyun) ve bitirişden oluşur.

Pişakâr bu oyunun bir çeşit yöneticisi­ dir.

Meydana gelip iki eliyle yerden te­ menna ettikten sonra oyunculara! gireceği ve çalgıcıların oturduğu tarafa seslenir:

Pişekâr - H a... H a.... H a.... Benim pehlivanım.

Bir ses — Buyurun ustacığım. Pişekâr — Bu da hesap değildir. Bir ses — Nedir hesabın ?

Pişekâr — ....oyununun taklidini al­ dım, çal usûl û ile efendilerimize te­ maşa ettirelim, der .Çalgı başlar. Kavuklu

meydana gelir. Aralarında bir muhavere başlar. Olmayacak bir şeyi olmuş gibi gösteren bir vakanın anlatıldığı tekerle­ meler burada kullanılır. Size bir vesile ile daha önce bu takvimde sunduğumuz (B e ­

desten) mesela böyle bir tekerlemedir.

Mesela yine başka bir vesile ile verdiği­ miz (Öyle D enm ez) başka bir tekerleme­ dir. Tanınmış tekerlemeler hep adları ile nnılır (Evi vapur yapmak) - (B eygir k u y­

ruğu) - (Çeşmeye düşmek) - (Uçmak) - (Pehlivan) - (Tımarhane) - (Yalıda Ziya­ fet) ve benzerleri.. .Pişekâr’m elindebir şak

şak bulunur. Buna orta oyuncular (Pos­ tan) derler. Rahmetli ve aziz dostum Ulvi Uraz kendi tiyatrosunun program dergi­ sine de bu güzel adı vermişti. Orta oyunu giysilerine (Pusat), orta oyunu mahalline

(Meydan-ı Sunan) tiyatrocu argosunda da (palanka), soyundukları mahalle (Pusat Odası) denirdi. Muhtelif rollerin de belirli

isimleri vardı. Mesela sarhoş taklidi yapana (Matiz), bekçiye (Hırbo), aşçıya 1 Yalama), kadına (Gaco), çalman zurnaya

(Papara), defe (Anadili),sahaya dikilen içi

boş paravanaya (Yeni Dünya), orta' oy u ­ nuna da (Keriz) derlerdi.

Kavuklu alana girdiği zaman ar­ kasında abdal rolünü yapan bir (Kavuklu

Arkası) bulunur,Kavuklu onunla konuşa konuşa alanın ortasına gelir. Pişekâr uzaktan şöyle seslenir:

— H oş geldin sefa geldin, rengi sol­

muş, her tarafı parça parça olmuş, frenk halısı.

Kavuklu cevabı yapıştırır:

— H oş bulduk safa bulduk, çerçeveleri

dökülmüş, lodosta kiremitleri denizi dol­ durmuş, kaplamaları parça parça olmuş Akmtıbumu'nda züğürt yalm . B e adam ben yolumda giderken ne diye çeviri­ yorsun ?

— Siz beni bilemediniz mi?

— Nerden bileyim yavrum.

— Efendim, bendeniz,Akdeniz'in hari­ tası, Karadeniz'in martısı, .M eydan-1 Su-

hanın bülbülü, ufacık tefecik, mini minnacık Küçük İsmail kullan.

— Aman bütün bu gürültülü laflar se­ nin adın mı ? E ğer senin adın ise mührün de bir arşın boyunda olmalı.

Genç okuyucularım bugün televiz­ yonda orta oyununa benzer sahneler kar­ şısında, “ Bu orta oyununun neresi komik, eskiler buna mı gülüyorlarmış? ” gibi bir duyguya kapılabilirler. Pek haksız da sa­ yılmazlar. Ama unuttukları bu-, bir değil, birkaç, şey var. Orta oyunu bir ekran oyunu değildir, halk ortasında, seyirci ile elektrik alışverişi ile gerçekleşen bir canlı olaydır bir (yaşantı)dır, bu b ir... Orta oyunu söz ustalığına dayanan ancak çok sıcak, çok şeytan tüylü, sempatik ve gü ç­ lü kişiler tarafından, Komik-i Şehirler ta ­ rafından oynanınca inşam kavrar. Ya çok iyi oynanmalı ya hiç oynanmamalıdır. Bu da ik i... Ama içerik bakımından o günkü basit seyirciyi eğlendirmesine karşın b u ­ günün insanlarım doyurmaktan uzak o l­ duğu da muhakkak ki bir gerçektir.

Herşeyi kendi zamanı ve ortamı içinde değerlendirmek gerek. Bugünün gözlüğü ile bakıldıkta orta oyunu sadece eski te­ maşa tarihimizin renkli, sıcak, ama içeriği oldukça yavan bir koludur.

(4)

SON TULUATÇI

Halk kitlelerine duygularını bu aynadan iletiyor, ayrıca görüntü güldürüsü sağla­ mak bakımından da aynı yola başvuru­ yordu. Dümbüllü İsmail’in vücut yapısı da onun güldürücülüğünde ayrı bir

yar-Ismail Dümbüllü'yü ortaoyununun son temsilcisi sayanlar çoktu, ö y le mi idi, değil mi, bu konu hayli tartışma götürebi­ lir. Çünkü Hamdi’yi, Abdürrezzak’ı, H a­ şan’ı, Naşid’i, “ Kavuklu ” da görenlerin bir çoğu, Dümbüllü’yü, hele başlangıçta biraz yadırgamalardır. Bunun bir sebebi, insan muhayyilesinin göçüp gitmiş kişile­ ri, olduğundan-daha da büyütme eğilimi ise bir başka sebebi de aynı kişilerin, saydığımız ustaları doruk döneminde Dümbüllü’yü ise henüz çırak iken tanımış ve belleklerindeki bu ilk izlenimin etkisin­ den tam kurtulamamış olmalarıdır. Ger­ çekten de Dümbüllü’nün adını ilk duyur­ maya başlaması, Haşan’m ortadan çekil­ diği, Naşid’in de çaptan düşmeye başla­ dığı tarihlere rastlar. Artık “ kâr-ı kadîm ortaoyunu” yerini “ Nev-icad ortaoyu- nu” na, hatta tulûat güldürüsü çeşnisine bırakmıştır. Ahdilerin, Hamdilerin, Kü­ çük îsmaillerin kâr-ı kadîm, dört başı mamur oyunlarının tiryakisi olanlar el­ bette bu dönemi bir soysuzlaşma dönemi olarak göreceklerdi. Bunda haklıydılar. Haksız oldukları yan, bunun sorumlulu­ ğunu Dümbüllü’ye yüklemeye kalkma­ larıdır .

TİPİK TÜRK KOMİĞİ

Dümbüllü’nün sanatçı olarak, Türk halk komiği olarak özellikleri nelerdi? Bir kere en büyük avantaj doğuşu ile birlikte dünyaya geldiği tipi idi. Yüzü, yüzünün en karakteristik yeri olan kaim kaşları, kulakları, bakışı, sonra ağzı ve nihayet ufak tefek, sevimli mi sevimli vücut yapı­ sı, cüssesi, içine doğru çarpık kısa bacak­ ları... İsmail’in yüzünde en büyük rol kaşlara düşerdi. İsmail, kaşları ile şaşar, kaşları ile kızar, kaşları ile sevinir, kaşları ile şaka ederdi. Bu kaşlar bazen âdeta yüzün yarısını kaplar gibi olurdu. Kaşlardan sonra en belirli mimiklerin kaynağı ağzı idi.

Bu ağzın ölçülü mimiklerine yanağın biri ve gözler, yaygın mimiklerine ise y ü ­ zün bütün alt tarafı ile burnu da katılırdı. Bütün eski halk sanatçılarımız gibi yüz

adalelerinin her birine söz geçirebiliyordu. D ü m b ü llü , K a v u k lu ro lü n d e ...

dımcı unsuru. Bu ufak-tefek, kaim kaşlı, sevimli bakışlı, babacan adam, her şeyden önce halktan bir adamdı, bir halk adamı idi. Yüzde yüz halktı. Dümbüllü yüzde yüz Türk’tü. Halkla özdeleşmesi için ayrı bir çaba gerekmiyordu. Görünmesi ile şaşılacak bir özdeşleşme meydana geli­ yordu. Ve artık ne yapsa, ne etse, ne söylese, hemen benimseniyordu. Sıcak sı­ cak. Yaratılıştan avantajlarından biri de, kişiliğine çok uyan ve klaviyatürü fakir, ama tam tipinin gerektirdiği Karagöz ve Kavuklu sesi idi.

«UNDER-PLAY»

USTASI OLABİLİRDİ

Yaratılıştan gelen avantajları yanında Dümbüllü, oyunculuk sanatının bazı ince­ liklerini ya ustalarından öğrenip ya da kendi kendine arayıp bularak, sonradan edinmişti. Bunların içinde de kendi kişili­ ğine en uygun olanları geliştirip sanki onu doğal bir niteliği imiş sandıracak hale erişmişti. Meselâ, yüz mimiklerinde bazen çok abartıya kaçmasına karşın, bazen de rolün gereğine göre, çok ölçülü, yaman bir “ under-play” ustası olabilirdi. Bu “ un­ der-play” tutumuna, renksiz hissi veren o ağır tempolu, kaim. Karagöz, ses tonu da çok yakışırdı. Bu ses tonu ile ve saf görü­ nüşü ile en olmadık nükteleri hiç Önemse­ meden şöyle bir atıp geçivermesi büyük halk kalabalıklarının tadına doymadığı bir güldürü kaynağı olurdu. Bunu, seyir­ cinin “ unddr-play” oyununu bilinçli ola­ rak değerlendirmesinden çok, Türk halkı­ nın alçak-gönüllülüğü- hangi alanda olur­ sa olsun - bilinç altından sevişine, sayışı­ na bağlamak galiba daha doğru olur. Dümbüllü İsmail’in bu genel alçak g ö ­ nüllülüğünü destekleyen bir özelliği, hal­ ka olan, seyirciye olan içten saygısı idi. İstanbul efendilerine özgü, bu olgun ve çelebi tavır sahnedeki tutumuna, sesi­ nin tonuna, jestlerine, mimiklerine kadar sinmişti. Bu saygı çoğu sanatçıda gö- rülegeldiği gibi klişe, zoraki yapma bir poz değildi, içten gelmeydi. İsmail’i boyutlu bir halk sanatçısı yapan da belki buydu.

(5)

2 AĞUSTOS 1980

öüöüöööi

RAMAZAN

TAKVİMİ

21

SON TULUATÇI

(

2

)

DÜMBÜLLÜ

Aslına bakacak olursanız İsmail’in nükteleri de, bütün halk sanatçılannınki gibi, biraz kaba ve yüzeyde şeylerdi. Ama İsmail bunları, bu saygının ve ustalığının imbiğinden geçirip bize sunduğu zaman çok daha kapsamlı anlamlar taşıyan sehl-i mümtenilermiş sandırabiliyordu.

İsmail, bütün tuluat oyuncularımız g i­ bi, aynı anda hem rolde, hem rol dışında olabilme yeteneğine sahipti. Batılı oyun­ cuların ayrı kurslardan geçmeden becere­ mediği bu hüneri o ustalarından öğren­ miş, su içer, nefes alır gibi doğal bir alış­ kanlık haline getirmişti.

İsmail, büyük bir (timing) ustası idi. Pişekânn dişi sözüne cevabım, “ erkek sözünü” , frenklerin deyimi ile Pointe’sini yapıştırmadan önce tam dozunda bir duraksaması vardı ki, bu ona, biraz sonra patlatacağı nükteye bir gerilim vurgula­ ması sağlar, hem de bu susku ile yarattığı bir anlık bönlük aldatmacasını hiç beklen­ medik esprisinin kahkahaları içinde erit­ mek fırsatını verirdi.

Her konuda olduğu gibi özellikle tuluat esprisinin timingi konusunda ustayı dört beş gece ısrarla izleyip bir şeyler kapmaya çalışan Altan Erbulak’tan dinlemiştim.

Tevfik’in:

— “E vet ama ne hakla?” repliğini Dümbüllü duymamışlıktan gelip, yine­ letmiş:

— Ne dedin, ne dedin? —■ Evet ama na hakla?

— Duymadım Tevfik, ne diyorsun? — Ne hakla efendim, ne hakla? — Otuzbeşe bakla!

Seyirci esprisinin patlaması ile gürr d i­ ye gülüyormuş.

Altan, “ Demek bunun usulü b u ” demiş. “ Üç kere yineleyeceksin, sonra patlatacaksın” . Ama ertesi gece aynı yer gelince bakmıştı ki usta, Tevfik’in:

— “ Ne hakla?” repliğine hiç bekleme­ den:

— Otuz beşe bakla, cevabmı yapıştır­ mış. Halk yine gürr.

Belli bir kuram peşindeki acemi çırak Altan afallamış. Bu değişikliğin nedenini sorduğunda - Dümbüllü’den aldığı cevap

şu olmuş:

— Evlât, suali kaç kere tekrarlatacağı­ mı ben de bümem. Onu halk bilir.

Tam bir halk komiğine yaraşacak sehl- i mümteni bir cevap.

HAZİN BİR YAZGI

Bu eski halk sanatçıları yaratılıştan çok alçak gönüllü, hattâ biraz da aşağılık kompleksli oluyorlar. Dümbüllü’nün geç­ kin yaştaki son evliliğinin ürünü kızı Ser­ pil’i bir gün bana LCC’ye getirip:

— Biz alaydan yetiştik. Bunun okul­ dan yetişmesini istiyorum, kızımı üstad

Muhsin Ertuğrul’a ve size emanet ediyo­ rum, deyişinde çok şaşmıştım.

Mesut Üstünel’in ısrarı ile kurduğum daha sonra da rahmetli hocam Muhsin Ertuğrul’un, dostum Yıldız ve Müşfik Kenter’in, Alganlar’m da katılmasını sağ­ layarak çağdaş bir özel konservatuvar haline dönüştürdüğümüz bu okulda onun kızına öğretilecek elbet çok şey vardı. Ama Dümbüllü’nün kendi öğretebilecek­ leri bizde eksikti. O alanın tek hocası Dümbüllü idi. Tulıîat ustasımn büyük ustasının tuluat sanatının geleceğinden umudu kesip sevgili kızını yeni tiyatro akımlarına uygun yetiştirmek gereksini­ mini duyuşu beni hüzünlendirmişti. Yannsızlık kadar bir sanatçıyı yıkan şey yoktur. İsmail, işte böyle bir ruh halinde idi.

Siz şu garip tecelliye bakın ki, Düm­ büllü bize gelip kızı için batı tiyatrosu tekniğine tajip olurken, ben o tarihte Kanunî Esası kahvesinden çıkmıyor, Adil Güldürür’den, Niko’dan eski tulûatçılar­ dan ortaoyunu kolpolan, tulûat oyunu defterleri derlemeye çalışıyordum.

(6)

YİNE SOYUT M İZAH ÜZERİNE BİR KARAGÖZ MUHAVERESİ

KARAGÖZ — İyi ama, benim görüş­ meye keyfim var mı?

H ACİVAT — Hayrola , nen var? KARAGÖZ — Nem yok k i... Dün b i­ zim abla ile gene kavga ettik. Malûm ya, fukara evinde her gün olan şey. Ama bu sefer artık çok kızdım. Benden üst-baş is­ tiyor. Aynalı Penbe’nin kızı maşacı Ib o’ya varacakmış, düğüne gitmek için elbise lâzımmış.

H ACİVAT - Sonra?

KARAGÖZ — Sonrası, bugünlerde meteliğe kurşun atıyorum. Cepte mangiz yok, elbise yapmaya da çare yok.

H AC İV A T - Ey, sonra?

KARAGÖZ — Cammm sıkıntısından sokağa fırladım, öfkem i söndürmek için bir gezinti yapayım, dedim. Tâ Okmey­ danı’na kadar gitmiştim.

H AC İV A T — Vay, Karagöz’üm, son­ ra?

KARAGÖZ — Sonra, orada bir ok- taşının yanına oturmuş bir adama te ­ sadüf ettim. Galiba o da benim gibi öfke­ liydi, oturmuş fosur fosur sigara içiyor. H ACİVAT — (Telâşla) Aman, sonra? KARAGÖZ — Dur, patlama! — Benim canım da bir sigara istedi. Adamın yanına çöktüm. Hal hatır ettikten sonra bir sigara istemek için lâkırdı aramaya başladım.

H ACİVAT — Açıl Karagöz, açıl! KARAGÖZ — Nereye, ulan? Denizde değilim. Okmeydanı'ndayım, anlamıyor musun?

H ACİVAT — Hayır, canım, “ Söyle­ yiver” demek istiyorum.

KARAGÖZ — Biçimine getirdim, istedim. Adamcağız verdi, öfk e ile, bir nefes, bir nefes daha...

H ACİVAT - Çek! Çek!

KARAGÖZ — Ulan, tepelerim! Ne çekeyim? Yedek mi? Sana “ Okmeydanı’n- dayım” diyorum.

H AC İV A T - Sonra?

KARAGÖZ — Birkaç nefes içtikten sonra bir fırtınadır başladı...

H A C İ V A T - Aman!

K A R A G Ö Z — Amam zamanı yok.

Rüzgâr beni kapınca yallah havaya!..

H A C İV A T — Aman birader, sıkı tu ­

tun!

K A R A G Ö Z — Tutunmak mümkün

mü? Rüzgâr beni önüne kattı, doğru Pi- yale bostanlarına...

H A C İV A T —Düştün mü?

K A R A G Ö Z — Düştüm ama, bereket

versin bir yerime bir şey olm adı. Bir de ne bakayım, bostan kuyusunun içinde değil miyim?

H A C İV A T -(A ğ la r gibi.) Vah, bira­

der! Çık, çık!

K A R A G Ö Z — Ulan, nasıl çıkarsın?

Kuyu derin. Bereket versin kuyunun i- çinde bir incir ağacı varmış, ona tutun­ dum da, suya düşmedim.

H A C İV A T — Neyse, bu da bir şey!

Sonra ne yaptın?

K A R A G Ö Z — Akşam serinliğine ka­

dar bekledim. Kuyunun dolabı dönmeye başladı. Galiba bostancı dolaba eşeği koşup işine gitmiş olacak. K ova’nın birine girdim. Haydi kova ile beraber suyun içine!..

H A C İV A T — (Ağlar gibi.) Aman, a-

man!

K A R A G Ö Z — Nasılsa sıkı tutundum.

Kova doldu, yukarıya çıktık. Kovadaki su oluğa boşalırken, ben de beraber...

H A C İ V A T - Derken...

K A R A G Ö Z — Derken, haydi su yolu­

na, oradan da lahana tarlasına...

H A C İ V A T - Haydi, artık kaç! K A R A G Ö Z — Ben de kaçmak istedim

ama, ne mümkün? Bir de ne göreyim? On adım ötede bahçıvan kocaman bir bı­ çakla lâhana kesiyor. Herif beni görse hırsız zannedecek ve işimi bitirecek.

H A C İV A T — Ey, ne yaptın?

Nasreddin hocamızın bazı fıkraları da soyut mizahın nefis örnekleri olabilir. Şu fıkraya bakın...

Hoca bir gün yolda karşılaştığı adam­ la uzun uzun konuşup yarenlik ettikten sonra birden beri sormuş.

“ Yahu sen kimsin?”

Adam.

“Birader demiş, madem beni tanımı­ yordun, öyleyse neden bunca saat k o ­ nuştun, ”

Hoca:

“ B aktım ” demiş “ Kaftanın

kaftam-K A R A G Ö Z — Yam-başımda bir bü ­

yük lâhana vardı. Hemen yapraklarım açıp içine saklandım.

H A C İV A T — Aman, birader, sığabil­

din mi?

K A R A G Ö Z — Elbette! Sen sonunu

dinle.-Bahçıvan bizim lâhanaya bıçak salladı. Haydi babam küfeye! Derken, zerzevatçı dükkânına; oradan da, satı­ lıp, bir eve!

H A C İV A T — A birader, kaçmaya hiç

fırsat bulamadın mı?

K A R A G Ö Z — Ne gezer!.. Evde bizi

kaynar suya atmasınlar mı?

H A C İV A T — Aman! ne diyorsun? K A R A G Ö Z — Sorma, birader! O ara­

lık ben kan ter içinde gözlerimi açmışım, bir de ne göreyim?

H A C İV A T — Aman! ne gördün? K A R A G Ö Z — Hani adam bana sigara

vermedi miydi?

H A C İ V A T - Evet.

K A R A G Ö Z — Meğer sigarada esrar

varmış. Ben de içince orada sızmışım. Herif ben uyurken gitmiş. Orada otla­ yan sözüm ona bir eşek gelmiş, suratıma sıcak sıcak işemeğe başlamamış mı?

H A C İV A T — Hay Allah müstahakını

versin! Esrar dalgası desen’e!

K A R A G Ö Z — (Tokat atar.) Ne zan­

nettin, a zırtakoz? (Hacivat kaçar.) Ulan, hiç insan su dolabı kovasına, olu­ ğa lâhana içine sığar m ı?..- Her ne hal ise! Sen gidersin de beni buraya kazıkla­ madılar .ya! Ben de gideyim köşe pence­ reme de, devrânın eşkâlini seyredeyim.

(Gider).)

ma, sarığın sarığıma benziyor, seni ken dim sandım. ”

Hoca evde yüzüğünü kaybetmiş, ara­ mış taramış bulamamış. Bu defa sokağa çıkıp orada aramaya başlamış. Görenler sormuşlar.

“Ne arıyorsun Hoca efendi?” “Evde yüzüğümü kaybettim onu arı­ yorum. ”

Niçin evde aramıyorsun.

“E v çok karanlık hiçbir şey görünmü­ yor. O yüzden burada arıyorum. ”

_______________

J

(7)

T O Ü Ü Ü Ö Ö

RAMAZAN

TAKVİMİ

2 i

O P E R E T

HAJ.DUN

TANER

Meddah, Karagöz, Ortaoyunu, Kukla, Tulûat ve Melodram, Direklerarası Türk seyircisinin alışık olduğu temaşa kolları idi. Operet’ e gelince... O, bunların tam tersine yeni bir türdü. Ama ilk saydıkla­ rımız nasıl alışılmışlıklarmdan ötürü rağ­ bet görüyor idiyse, operet de tam tersine yeniliğinden ötürü Direklerarası seyircisi­ ni çekiyordu. Üstelik de operet, renkli, müzikli, neşeli, tuzu kuru bir Avrupa yaşamını yansıttığı için gençlere, aydın­ lara, modem gidişe aklınca ayak uydur­ mak isteyenlere çekici gelmekte idi. Türkiye, operet’i ilkin yabancı tüme truplarının Naum Efendi Tiyatrosu’ndaki temsillerinden görmemişse de —hiç değil­ se— duymuştu. Hristaki Pasajı’mn köşe­ sindeki — sonraları yanan— bu tiyatroda verilen operet temsillerini daha çok Dersaadet (îstanbul)’daki yabancı sefaret erkâm, azınlıkların kaymak tabakaları, çok az sayıda saray mensubu izleyebili­ yorlardı.

Şehrin öbür yakasında ise, tek sesli alaturka müzikli bazı operetler verilmiyor değildi. Kaptanzâde İsmail Hakkı B ey’in beste tekelindeki İstanbul Opereti bun­ lardan biri idi. Ama ondan da önce'Türkçe operetler oynananların başında yine Ge- dikpaşa’daki Güllü A gop Tiyatrosu gelir.

Tiyatromuza büyük hizmeti geçen ve birçok ünlü aktörün yetişmesine imkân veren Güllü A gop, müzikli oyunlar alanında da öncülük etmişti. (Güzel Helena), (Girofle Girofla), (Örfe Cehen­ nemde) gibi Fransız operetlerini Türk seyirciye bu Gedikpaşa Tiyatrosu sun­ muştu. Daha sonra 1910’da Sahne-yi Millî-yi Osmâniyye adlı bir teşekkül de (Nasreddin Hoca), (Ağamız Eğleniyor) gibi revü mahiyetinde müzikli oyunlar oy­ namıştır. Küçük Benliya’nm başı çektiği Millî Operet Kumpanyası, özellikle Dik- ran Çuhaciyan’ın (Leblebici Horhor) opereti ile çalışmaya başlamış ve birçok müzikli oyunlar sunmuştur.

MUHLİS SABAHATTİN

Operet dünyamızın bu ünlü isimleri arasına, o sırada henüz genç bir yetenek olarak ilk opereti olan Hilâl-i Ahmer

Çiçeği eserini besteleyen Muhlis Sabahat­

tin de karışmıştır. Muhlis Sabahattin daha sonra Çâresâz ’ı da yazmıştır.

J Y y?. Aj) • - * * * y i — ^ ...

!....

— ~

...

- ■ = - • * = ...

İs ta n b u l o p e re ti te m s ille rin e m a h s u s d a im i p a s o .

T iy a tro d ü n y a m ız a k u rd u ğ u ve ç o k iy i y ö n e ttiğ i G e d ik p a ş a O s m a n lI T iy a tro s u ile b ü y ü k h iz m e tle r y apan G ü llü A g o p (Y a - k u p ) Türk s e y irc ile re ilk o p e re tle ri s u n m a k y o lu n d a da o lu m lu g iriş im le rd e b u lu n m u ş ­ tu. K ü ç ü k B e n liy a n a d ı ile m e ş h u r o la n s a n a t­ ç ın ın a s ıl a d ı A rş a k H a ç a d u ry a n olu p 1 8 6 5 -1 9 2 3 y ılla rı a ra s ın d a y a ş a m ış tır, İs­ ta n b u llu d u r. On y ıl b o y u d e v a m lı o p e re t­ le rd e b o y g ö s te rm iş tir. A rk a d a ş ı a k tö r M a d a t, K . B e n liy a n ’ın a h ım ş a h ım b ir s e s i o lm a d ığ ın ı, m ü z ik li y e rle rd e s e y irc in in o n u d in le m e d iğ in i, a n c a k ro l y a p tığ ı z a m a n , h e le k ö y lü tip le rin i c a n la n d ırd ığ ı z a m a n u n u tu lm a z k o m p o z is y o n la r y a ra ttı­ ğ ın ı s ö y lü y o r. L e b le b ic i H o rh o r ro lü ile k e n d in i h a lk a o k a d a r s e v d irm iş k i herkes s o k a k ta o n u g ö rü n c e L e b le b ic i H o rh o r'u g ö rü r g ib i o lu rm u ş . D ik r a n Ç u h a c iy a n , B e y o ğ lu ’n d a N a u m T iy a tro s u n d a Ita ly a n o p e r e t t r u p la r ın ın v e rd iğ i tu rn e te m s il­ le rin i k a ç ırm a y a n b ir g e n ç o p e re t tu tk u lu ­ su o la ra k 1860 y ılın ­ da M ila n o ’ya g id ip k o n s e rv a tu v a rd a o k u m u ş . Y urda d ö ­ n ü ş ü n d e k e n d i o p e ­ re tle rin i b e s te le m e y e b a ş la m ış tır. En çok tu tu n a n e s e ri (L e b le ­ b ic i H o rh o r) d u r. B u ­ n u n d ış ın d a (Z e m ire ), (K ö s e K â h y a ) g ib i o p e re tle ri d e vardır. K. B e n liy a n 'ın e ş i R o z a ii B e n liy a n da e ş i ile b irlik te o p e re t d ü n y a m ız d a t a n ın ­ m ış b ir o y u n c u o l­ m u ş t u . F o t o ğ r a f t a o n u (M a tm a z e l K la - r e t ’in 2 8 G ü n lü k A s ­ k e rliğ i) a d lı o p e re tte g ö rü y o rs u n u z .

(8)

O P E R E T

Daha sonra Operet Kralı Cemal Sahir, kraliçesi de Nuvart Hanım olacaklardır.

Cemal Sahir, Macaristan’a ticaret ö ğ ­ renimine gitmiş ama oradan Macar ve V i­ yana operetlerinin hayranı bir operet tu t­ kunu olarak dönmüştü.

— Ferah Tiyatrosu’nda sazla bir ope­ ret kurulmuş. Rejisörü Ahmet Fehim Efendi. Oynanan oyun, Müsahipzade Ce- lâl’in İstanbul Efendisi. Fahri Kopuz, Kaptanzade Ali Rıza Bey aracı olup Peşte Konservatuvarı’nda okumuş bir genç var diye beni tavsiye ettiler. Üçüncü sınıf fi­ güran olarak 35 lira aylıkla işe alındım. Cemal Sahir’in daha doğrusu Mehmet Cemalettin’in kafasındaki tasanlar için bu ilk rol, sadece bir basamaktı. O öyle geçici heyetlerde körlenecek bir yetenek saymı­ yordu kendini. Maksadı elebaşı olmaktı.

Yine kendi anlatısına geçelim. — Sazla operet olamazdı. Sesler ayrıl­ malı idi. Macarların Paçita adlı operetini Bülbül diye adapte ettim. O zaman her opereti ille İsmail Hakkı B ey’in bestele­ mesi lazımdı. Ben onu ikna ettim. Yine siz besteleyin, ama arada Lehar’ın da bir-iki şarkısı bulunsun, dedim. Bu ilk adim o l­ du. Sonra babama çıktım:

— Hayatımzda benden bir şey görmek istiyorsanız, bana para verin, dedim . Ben, ikinci planda kalacak insan değilim. A b ­ lamı gelin ettiniz. Bana da bir şans tanıyı­ nız, diye dayattım.

Bu para ile kurduğu (Sahir Opereti) kı­ sa zamanda büyük rağbet sağladı, ö ğ re n ­ ci matinelerinde alkışlar dinmek bilmezdi.

ÇARDAŞ FURSTIN

Çardaş Filrstin Cemal Sahir’in en çok sevdiği operet, Edvin rolü ise en severek oynadığı roldü. Cemal Sahir' Emmerich Kalman'm bu operetini B udapeşte’de 1916 yılında ilk oynanış gecesinde seyre­ denlerden biri olmakla övünürdü.

1927’de yalnız bir gece için özellikle ecnebilere Fransız Tiyatrosu'nda verdiği bir Kontes Maritza galasını da hiç unuta­ mazdı. Yıllarca sonra beş-on kuruş alabil­ sin diye yaptığımız bir jübile temsilinde üçte ikisi boş aynı salona balkondan ba­ karken bana zayıf ve titrek eliyle sahneyi gösterip,. "Bütün alt kat localar yabancı

sefaretlere ayrılmıştı ” demişti. “D aveti­ yede Türk gençlerinin böyle bir eserde ba­ şarısını görmek istemez misiniz, diye yaz­ mıştım. Baba Kapocelli'nin idaresindeki otuz kişilik orkestra, orkestra çukuruna sığmamış, müzisyenlerden bir kısmı sah­ nenin hemen bitişiğindeki localara yerleş tirilmişti. Bakınız Haldun B ey, dün gibi görüyorum’ ’ demişti. “ Şu locada İngiltere Sefir-i Kebiri Sir George Clark, onun tam karşısına gelen şu locada ise Alman B ü ­ yükelçisi Graf Wangeheim ailesi ile oturu­ yorlardı. Finalde perde tam sekiz defa açılıp kapanmıştı. ” ö y le bir cezbe ve co ş­ ku içinde idi ki anlattığı şahane manzara ile o jübilenin sefil görünümü arasındaki farkı görmüyordu.

Başka operetlerde mesleğe başlayan ama asıl Sahir Operetinde büyük üne ka­ vuşan Nuvart Hanım hem müzik yeteneği hem ölçülü işvesi ve kadınlığı ile seyirci­ lerin haklı hayranlığım çekerdi. Bu hay­ ranlardan biri de bendim. Onun Çardaş Fürstin’de Sylva rolünde sahne içindeki sahnede dans edişi, şampanya içip kade­ hini kırışı ve dekolte omuzlarını, cilve ile dalgalandırıp şuh kahkahalar atışı gece düşlerime girerdi. Çardaş Fürstin’in melodileri onun hayalinin çağrışımı oldu­ ğu için dilimden, ıslığımdan düşmezdi. Onun sevgilisi Edvin’i için için kıskanır­ dım. Operetçi olmanm böyle güzel kadın­ lara rol için dahi olsa yaklaşma sağlaması bana gıptaya değer görünürdü. Bu duy­ gularımı yıllar ve yıllar sonra Avusturya Kültür Ofisinde Prof. Kasperin Volkst- heater başrejisörünü Türk operet dünya­ sının eski asları ile tanıştırma kokteylinde Nuvart Hanıma ilk defa itiraf etmiştim. Yetmiş yaşında olmasma karşın yine zarif, yine hanımefendi ve güzeldi. Sevile­ rek geçmiş yaşam kadınlara her yaşta kadınlığını kaybettirmiyor olacak. Gözleri doldu. Gülümsedi. “ Teşekkür ederim” dedi. Teşekkür borçlu olan biri varsa o da bendim.

ACIKLI SON

Direklerarasının bu iki büyük yıldızı, yere yama konmayan iki ünlü operet sa ­ natçısı, sefalet ve yalnızlık içinde öldüler. Son yolculuklarına dört taşıyıcıdan başka uğurlayıcısız çıktılar.

Bir mezar taşı yazısı:

Dur azıcık karşıma Bakma hele yaşıma Akıbet toprak oldum Taş dikildi başıma Şu yalandır bu yalan Git sen de biraz oyalan.

(9)

RAMAZAN

TAKVİMİ

26

DARÜLBEDAYİ

Darülbedayi (güzellikler kapısı) an­ lamına geliyor, ö n ce bir tiyatro ve müzik okulu olarak kuruldu. Paris’te okumuş Batı kültürü ile övür olmuş bir belediye başkanının rahmetli Prof. General Cemil Topuzlu’nun ve Reşad Bey gibi yine kül­ türlü bilinçli bir zatm ön ayak olmasıyla. Bu ikisi Türkiye’de seviyeli bir tiyat­ ronun ancak bir yabancı rejisör yö­ netiminde gerçekleşebileceğine inandık­ larından Paris’ten André Antoine adında o dönemlerde Théâtre Libre adlı tiyatro­ sundaki rejileri ile dikkati çeken kişilik sahibi bir rejisörü İstanbul’a getirttiler. Antoine geldi ve ilk iş olarak Vezneci­ lerde Letafet apartmanının bir katında bu okulu kurdu.

1914 Ramazanının en büyük yeniliği, Direklerarası dünyasına yabancı bir reji­ sör yönetimindeki bu okulun katılması oldu. Antoine, eldeki sanatçılardan buraya hoca olabilecek başlıca iki kişi bulmuştu. Mmakyan ve Ahmed Fehim Efendi. Biri dram, öbürü komedi sanatına hevesli gençlere öğretecekti.

Ahmed Necip, Hüsnü Ethem, İsmail Hakkın gibi ilk Türk sanatçılarından biri olan Ahmed Fehim, bir hattatın oğluydu. Tophane’de tornacı, daha sonra da Sul­ tanahmet’teki sanat okulunda ustabaşı- lık ederken Gedikpaşa tiyatrosuna gider olmuş, tiyatro sanatına tutulmuş, önce Güllü A gop ’un yamnda, sonra Tomas Fasulyeciyan’m yanında, onunla gittikleri Bursa’da Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunumuzda da yansıttığımız gibi, Ahmed Vefik Paşa’mn (rahley-i tedrisinde) kendini yetiştirmişti. Mınak- yanla da bir süre ortak oldu, kendi başına da truplar kurdu. Müzikli oyunlar ve si­ nema konusundada da belirttiğimiz gibi bu dallarda da rejisörlüt etti. Başta Galip Arcan ve Ömer A ydın olmak üzere birçok öğrenci yetiştirdi. E liz a B in e m e c iy a n Ş e h z a d e b a ş ı’n d a k i F e ra h T iy a tro s u (a ltta ) I. G a lip A rc a n (y a n d a )

İLK HEVESLİLER

Darülbedayi kurulduğu zaman başvu­ ran hevesliler içinde kimler yok ? Ressam Elif Naci, yazar Halid Fahri, Coğrafyacı

Faik Sabri. En küçük zorda işi bırakan daha bir sürü nev heves. Ama tabiî bunla­ rın arasında o güne göre yarının —ne ha­ zin değil mi? (yann)lar ne çabuk (dün) (evvelki gün) oluyor— büyük şöhretleri Muhsin ErtuğruVlar —onu asistan yapar Antoine— 1■ Galipler, Raşit Rıza'lar daha sonra Vasfi Rızalar, Hazımlar vardır.

İkinci Dünya Savaşı’mn patlaması ile iki üç ay sonra yurduna dönen Antoine’den sonra Darülbedayi bir sal­ lantı geçirir. Ama edebî heyeti oluşturan aydın kişiler ve başı çeken genç öğrenciler atılımı iyi kötü sürdürmek için çalışırlar, öğrenciler bir süre sonra Darülbedayi adı ile oyunlar vermeye başlarlar. Bunlar edebî heyetten Hüseyin Suat Bey’in ve diğerlerinin Fransızca’dan çevirdiği pi­ yeslerdir. Darülbedayi aktörleri mektep­ ten yetişme, kültürlü nezih bir tiyatro ol­ dukları kuruntusu ve böbürü ile Direkler- arası’mn öbür tiyatrolarından ayrılırlar. Bölünürler, birleşirler, dağılırlar, topar­ lanırlar çeşitli adlar altında oyunlar verir­ ler. Bu oyunların en gözde kadın sanatçısı hiç şüphesiz Eliza Binemeciyan hanımdır. Türkçeyi hiç lehçeye kaçmayan mü­ kemmel bir diksiyonla konuşan ve sanat gücü kadar zerafeti ile de seyirciyi etkile­ yen bu büyük sanatçının partneri de çoğu zaman Raşit Rıza olur. Raşit Rıza o döne­ min bir numaralı jönpörmiyesidir. Mu- vahhid, î. Galip, Behzad Butak. Tıbbi- yenin son sınıfında okuyan Emin Beliğ de trupun öbür üyelerini oluştururlar. Muh­ sin Ertuğrul büyük kompozisyonların sa­ natçısı ve çoğu zaman bu trupların reji­ sörü ve beynidir. (Çoğu zaman) de­ yişimizin nedeni sık sık görgüsünü ve bilgisini artırmak için dış ülkelere gittiğindendir.

MUHALLEBİCİDEN ALINAN

BORÇ PARA İLE

Direklerarası'nın yine unutulmayacak bir ismi de (Ferah Tiyatrosu ')dur. Bu ti­ yatroyu oluşturanlar başta Ertuğrul ve I. Galip olmak üzere çoğu eski Darülbedayi sanatçılarıdır. Bunlara Ercümend B eh­ zad, Kemal gibi gençler ve başka truplar­ da rol almış Rıza Fazıl ve Nurettin Şefkati gibi olgun sanatçılar da zaman zaman katılırlar. Ferah Tiyatrosu'nun ilk kuru­ luş sermayesini Direklerarasının meşhur muhallebicisi Fazılin verdiği kredi oluş­ turmuştur.

(10)

m

m

m

RAMAZAN

TAKVİMİ

27

KARAGÖZ

Bazen Karagöz Te Hacivat’ın başlan­ gıcı üzerinde çeşitli söylentiler var.

Bir söylentiye göre, Sultan Orhan ça­ ğında Hacivat duvarcı ustası , Karagöz de demirci olarak Bursa’da bir camide ça­ lışıyorlarmış. Çenebazlıkları ve şakaları ile öbür işçileri o kadar oyalarlarmış ki, cami yapımı bu yüzden bir türlü bitmez­ miş. Bundan ötürü bu iki zevzeğin ölümü ferman olunmuş. Sonra güya sultan çok pişman olmuş ve Şeyh Küşteri adında biri onu avutmak için iki kurbanının gölgeleri ile bir temsil hazırlatıp oynat­ mış. Karagöz’ün perde gazelinde bir sa­ natın piri olarak adı geçen Şeyh Küş- teri’nin işte bu Şeyh Küşteri olduğu ileri sürülür.

12. yüzyılda (Tahiyetülkübra) adlı bir eser yazan Ibnül Farz, perdedeki gölgele­ rin insan bedenine onu oynatan hayalciyi de insan ruhuna benzetmiştir. Oyun bitip de perde kalkınca gölgeler yok olacak ve yalmz oynatan kalacaktır. Ruh üe Tan- rı’nm bir olduğu anlaşılacaktır. Bu oyun­ da faniler birer geçici gölge olarak göste­ rilmektedirler.

Perde gazelinde dış görüntülere aldan­ mamak gerektiği her şeyin geçiciliği görüntü altındaki büyük gerçeği anlamak gereği belirtilir. Gazelden sonra Kara- göz’İe Hacivat’ın muhaveresi başlar. Gölge oyununun baş kişileri Karagözle Hacivat’tır. İkisi de aynı mahalledendir­ ler. ikisi de parasızdır. Biraz para sahibi olmak için bir iş ararlar. Hacivat, Kara- göz’ü işe sürüp kendi de beleşten para toplamak hevesindedir. Ortak yanlarına karşın birbirlerinden ayrı yanları da çok­ tur.

HALDUN

TANER

S a h n e m iz in u n u tu lm a z k o m e d i s a n a tç ıs ı H a z ım K ö rm û k ç ü şarkı s ö y le r, s a z ç a la r ve n e fis K arag ö z o y n a tırd ı.

Hacivat kâtip Türkçesi konuşur. Osmanlıca lügat parçalar. Aydın sınıfla­ rın üslûbuna özenir. Karagöz halk adamı­ dır. Sokaktaki vatandaş diliyle konuşur. Anlayışı algılayışı da öyledir. Hacivat'ın bilgiçliği karşısmda afallar. Ters cevaplar verir. Hacivat ûsule adaba âşinâdır. Var­ lıklı insanlarla çok iyi anlaşır. Nabza göre şerbet verir. Eyyam adamıdır. Yüze gülücüdür. Karagöz’ün baş kaygusu ek­ mek parasıdır. Bu yüzden her şeye katla­ nır. Evde nacaklı bir karısı vardır. Çocuk­ ları vardır, gıllıgıştan, politikadan anla­ maz, gaflar yapar, işin sonunda hep Ka­ ragöz güme gider. Her serüvenden zarar­ lı çıkar. Başmı belâdan kurtarmayı kâr sayar. Oyun yine iki ahbabın muhaveresi üe biter. Hacivat:

Yıktın perdeyi eyledin viran.

Varayım sahibine haber vereyim he- man.

diyerek sahneden çekilir.

Karagöz oyununun tiplerine gelince, bunlar o zamanki Osmanlı toplumunun en belirli birimi olan mahallenin tipleridir. Her mahallenin kendine özgün bir havası vardır. Namus, şeref, iffet kavramı var­ dır. Belli değer yargılan vardır. Mahalle­ nin insanlan üzerinde bu değer yargılan­ ılın büyük etkisi, baskısı vardır. Mahalle­ nin muhtan vardır, delisi vardır, kabada­ yısı vardır, zengini vardır, fakiri vardır, bekçisi vardır, sarhoşu vardır, şirret kocakanlan, evlenecek kızları vardır. Ha­ sılı, o zamanki Osmanlı toplumunun belli bir kesitidir.

Kadı hocayı iftara davet etmiş. Kâh­ yasına: “Hoca çok sever. Aşçıbaşıya sö y ­

le, incir tatlısı yapsın” demiş.

Hoca akşama iftara gelmiş. Zeytinle iftar edümiş. Çorba içilmiş, öteki yemek­ ler yenmiş ama incir tatlısından ses seda çıkmamış. Yatsı namazından sonra;

Kadı:

“Hoca ” demiş, “Bir aşır oku da zevkle dinleyelim” Hoca Kur’an-ı Kerim’deki “İncir ve zeytine and olsun" anlamına

gelen “ Vettini vez zeytuni” diye başlayan sûreyi okurken incir anlamına gelen (tı'n)i atlayıp sadece “ Vezzeytuni” demiş.

Kadı:

“ Vettini unuttun H ocam ”, deyince

Hoca, “ Onu benden önce sen unuttun" demiş.

NOT: Çoğu okuyucum bu yazılarımın

üstündeki kahve fincanına taktı. Onları rahatlatmak için hemen söyleyeyim ki o resim yeni değildir. Tam on yıl önce kah­ venin bol olduğu dönemde çekilmiştir. Eskilerin anıldığı bir dizide on yıl eski bir fotoğrafı da her halde bağışlarsınız.

(11)

75Ö75ÜÖÖÖ1

RAMAZAN

TAKVİMİ

29

BURHANETTİN

BEY

Direklerarası’mn en şanslı isimlerinden biri de bir parlayıp bir sönen Burhanettin (Tepsi) Bey oldu. Paris’ten âlâyı vâlâ ile Sylvain’in şakir-i marifeti (sanat çırağı) olarak Şehzadebaşı’na gelen üstad meha- bedli endamı, vakur tavırları,ciddî bakışı ile hemen öbür sanatçılardan ayrılıyordu.' Burhanettin Bey oynadığı piyesler ba­ kımından da öbürlerinden ayrılırdı. Abdül- hak Hamid’in Eşber’ i, Tezer’i, gibi ağır rolleri severdi. Napoleon adlı bir oyun oy­ nardı. Muhsin Ertuğrul, Minakyan Pa- pazyan yanmda Burhanettin Bey’e de anı­ larında saygın bir yer ayırır.

A y dm insandı diyordu, kendisiyle yaptığım bir röportajda. Ondan çok şey öğrendik. Sezgisi kuvvetli idi. Yetenekli olduğuna inandığı gençlerle ilgilenir,onlara yardım ederdi.

Üstad Vasfi Rıza Zobu,

— Burhanettin B ey’in büyükler nezdinde itibarı büyüktü, istese daha o gün Devlet Tiyatrosunu kurdurur başına da geçebi­ lirdi. Ama azimkâr ve sebatkâr değildi, diyor.

Direklerarası'nm ünlü sanatçılarından biri de Otello Kâmil'dir. Tahmin edeceği­ niz gibi Otello rolünü oynayışta gösterdiği başarıdan dolayı bu ad onun lakabı olarak kalmıştır. Oluşum halindeki Türk tiyatro­ sunun cefakeş sanatçılarından olan bu sa­ natçı daha sonra bir kaza sonucu iki ba­ cağını diz kapağından yitirdi. Çoğu sa­ natçılarımız gibi yoksulluk içinde dünya­ dan ayrıldı. Otello Kâmil geçim derdinden çeşitli kumpanyalarla çalışmak zorunda idi.

Gezici bir kumpanyada çalışırken reji­ sör Kâm il’e sorar,

— Orman sahnesinin dekorları iyi ol­

muş. Yalnız daha vurucu olması için uzaktan aç kurt sesleri de işittirmek gerek seyirciye, aç kurt sesi teklidi yapa­ cak birkaç sanatçı bulmamış gerek, acaba ne yapsak?

— Aman efendim aramaya ne hacet, Siz aç kurt gibi uluyacak adam arayın. Tiyatronun bütün oyuncuları ne güne du­ ruyor?

B u rh a n e ttin T epsi

Otello Kâmil’in Burhaneddin Bey’le oynadığı zamana ait de bir anekdotu vardır.

Burhaneddin Bey Napoleon rolünü oynuyor. Çok tutunduğu kanısında ol­ duğu için rolünü baştan sona ezberle­ mek gereğini duymamış bazen elinde­ ki dosyalara kâğıtlara bakar gibi yapıp bazı pasajları okuyarak oynamakta. Oyunun bir yerinde çavuş rolünü ya­ pan Kâmil bir generalinden Napoleon’a yazılmış bir mektup getirecek. Burha­ neddin Bey bu mektubu iri harflerle güzelce yazdırmış. Mektup nasıl olsa elime veriliyor. Oradan okurum diye güveniyor. Nitekim bir kere iki kere beş kere herşey aksamadan gitmiş, ama yazılı kâğıt getirmekten usanan ve belli bir şey ki, biraz da patronuna kızan Kâmil, ona bir oyun oynamış. Bir keresinde boş bir kâğıt getirmiş. Burhaneddin Bey tam yüksek sesle okumaya hazırlanırken birden sarar­ mış. Kâğıt bomboş. Her gün okuması­ na karşın o sırada içeriği de aklından uçup gitmemiş mi?.. Ne yapsın?

— Al çavuş oku şunu bakalım de­ miş, Generalimiz ne yazmış?

Tersoya düşen Kâmil bunun da hazırlığım tasarlamış bulunduğu için kendisine uzatılan kâğıdı saygıyla tek­ rar imparatora uzatmış.

— İmparator hazretleri şaka ediyor­ lar herhalde demiş. Çok iyi bilirsiniz ki benim okumam yazmam yoktur. Siz okuyunuz haşmetmaab.

Ramazanı şerif münasebetiyle, dostum Ali Asgar A ga’ya uğradım.

—Ramazan geldi Ali Asgar Aga, oruç tutuyor musun? diye sual ettim.

— Beli Sururi Efendi. Hemide cündüz hemide gice tutirim.

— Gündüzü anladım da, gece nasıl tutuyorsun?

— Sururi Efendi, akşam yimeğini yidik- ten sonra safura kadar hiçbir şey yimerim. Yalnız galyan içirem. Oruç duturam. Safurda yimek yiyende kenem oruca niyet edirem. Çaydan galyandan başka hiçbir şey içmirem, sabahdan galkanda oruçlu galkirem, ahşama gadar da galyandan başka bir şey içmirem. Hemide gice, hemide cündüz oruçli oluram ha!...

— Peki, çay ve nargile orucu bozmaz mı?

— Bozar ve laçin özüm orucu bozmak niyetine içmirem.

— O başka, Ali Asgar Efendi. Siz İran’da ramazan gecelerini nasıl geçirir­ siniz? Camilerde cemaat çok olur mu? Tiyatrolar, sinemalar var mı?

— Beli vardır Sururi Efendi. İran’ın camileri çok galabalık olduğu kimin (gibi) ’ tiyatroları, sinemaları da vardır.

— Mesela bizim Darülbedayi artistlerin­ den Ertuğrul Muhsin Bey ve komik Vasfi Rıza, Muvahhid, Galib. Bedia Muvahhid Hamm gibi sanatkârlarımız var mıdır?

Güldü:

— Sururi Efendi, sen ölesin (büyük yemin). Ertuğrul Muhsin, Vasfi Rıza, Muvahhid Galib Bey Bedia Muvahhid Hanım, tiyatroculuğu İran’da öğrenmiş­ lerdi. Onları İran’da çok oynattık.

— Sanırım Naşid B ev’i tanımıyorsun? — Tanırım aga, illa o İran’a çelmedi. Ve laçin (ve lâkin) sanatı Valde Hanı’nda öğrenmişti aga.

— Her ne ise, bizim camilerde olduğu gibi sizin de camilerinizde mahya kurulur mu?

— Sururi Efendi, sizde mahiya, bir camiin minaresinden öteki minaresine gurulur. İran’da bile böyle değildir. Tahran’daki camün minaresinden, İsfa­ han’daki camiin minaresine mahya gurar- lar. Çok yahşi olur aga.

Meddah Saruri’nin sevilen monologları o tarihte plak yapılmıştı. Bunlardan bazılarını bugün Bitpazarı’nda ya da Yüksek kaldırmak düşürmek mümkün oluyor. İşte sevgili komşularımızı kendile­ rine yakıştırılan abartı çabaları içinde gösteren bu küçük hikâyesi.

(12)

KAYBOLAN

SESLER

Direklerarası’nın en meşhur meddahı, Meddah Sururi’yi Çok yakmdan tamdım. Hikâyelerini, monologlarını izlemek fırsa­ tı buldum. Taklit yeteneği dışında sıcakkanlı bir adamdı. Ama, o dönemin çoğu halk sanatçıları gibi sadece zeki idi. Bir kültürü yoktu. Kimbilir , belki de bundan dolayı çok sevilirdi. Çoğu hikâye­ leri plağa alınmıştı. Bu da, İstanbul dışındakilere, onun popülaritesini yayma­ ya yarıyordu. Bugün dahi bu meddah plaklarını bitpazarında ya da Yüksekkal- dınm ’da düşürmek mümkün olabiliyor. Cazırtılı cuzurtulu da olsa, yine de ondan kalmış bir sestir. Anlatı sanatı hakkmda erbabına bir fikir verebilir, ö b ü r sanat­ çılarımızın çoğunun bu kadarcık bile bir eserleri, nişaneleri yok. 1968’de Münir özkul ve Çetin İpekkaya ile birlikte kur­ duğumuz (Bizim Tiyatro)da (Sersem K o­ canın Kurnaz Kansı)nı hazırlarken, telli rulo tekniği ile çekilmiş Mmakyan Efen- di’nin sesini bir yerden bulmuştuk. (Paris paçvaracılan)ndan çekilmiş bu kısa pasaj­ da, Mınakyan Efendi’nin tüm ses ustalığı, vurgu sanatı, ifade renkliliği ortaya çıkı­ yordu. Hele bir yerinde ses âdeta hıç­ kırıklarını boğuyordu. O canım rulo, Mı- nakyan’m sanatının galiba tek tanığı idi. Ne yazık ki, getirip bize dinleten zat dahil şimdi onun de olduğunu bilen yok. Hazin. Daha TV yokken, 1968’de bir radyo reklam şirketi, benden Türk tiyatro tarihi konulu onbeşer dakikalık beş tanıtıcı bel­ gesel metin istemişti. Bu onbeş dakikanın yedi dakikası, anlatılan dönemin tipik bir Türk eserinden de bir pasajı içeriyordu. Ahmet Vefik Paşa döneminden (Meraki)yi seçmiştim. Eserin başındaki Behzad Bu- tak’m tek kişilik sahnesini banda almala­ rım önerdim. Şirket Baba ile gidip konuş­ muş. O zamanın parası ile sanırım üstad beşyüz lira istemiş. Şirket fazla buldu. Siz koca programı beşyüz liraya yazıyorsu­ nuz. Üç dakika için beşyüz lira istedi Behzad Bey diye de kendilerini haklı göstermeye kalktılar. “ Ayıptır” dedim. “ Koca Türkiye’de.devletin radyo arşivinde bile sesi olmayan böyle büyük bir sanatkâr, sizden beşyüz değil, beş bin lira da istese, elini öpüp hemen kabul edecek­ tiniz. Üstad ne istiyorsa münakaşasız verin. İleride inşallah Türkiye’de bir tiyatro müzesi kurulur da bizim de onlara

sözümüz geçerse, bu ücretin size on mislini verip oraya alırız.” Bunun üzerine Behzad’ın sesinin hiç değilse üç dakikalığı ölmezliğe kavuştu. Eğer o şirketin ses arşivi de hâlâ yerinde duruyorsa...

Evet, gelelim şimdi S ünni’nin plağa okuduğu hikâyesine:

Behzad Butak — O zamanki adı ile Behzad Hâki— kendinden çok genç olan Ercümend’den ayrılmak için Büyük Beh­ zad diye de anılan bu gerçekten de büyük sanatçımız aslmda Bursalıdır. Muhsin Ertuğrul’ dan bir yıl daha yaşlı olduğu için

Şehir Tiyatrosu’ndaki adı Baba Behzad dı. Behzad Butak yurt içinde ve dışında tanıdığım aktörlerin en sempatiği ve en yeteneklilerinden biriydi. Lokomotif rol­ leri olduğu kadar küçük komDOzisvonlan da aynı şevkle oynar, hatta bu İkincileri silinmeyecek bir mükemmelliğe eriştirip ebedileştirirdi. Taklid ve mimik kabiliye­ tinin yanı sura role girmekteki psikolojik özdeşleşmesi insanı şaşırtacak kertede idi. Büyük de bir makyaj ustası idi. Yaşlı rolüne çıkacaksa elinin üstündeki damar­ ları bile boyardı. Elbiselerine havi gitmiş

bir hal vermek gereğini duyunca üşenmez saatlerce külle uğardı. ömründe Viyana’ - ya gitmediği halde Yarasa’daki gardiyan Fresch rolünü Viyana’daki meslekdaşm- dan çok daha gerçek oynayışına tanık olan Volks öp er rejisörü Paulik afallayıp kalmış, bu mucizeye akla yatkın bir izah şekli bulamamıştı.

Behzad Butak, sahneye ilk adımım Burhaneddin Bey’in tiyatrosunda atmıştı. Yine Muhsin Ertuğrul anlatıyor:

— Behzad'la Mercan idadisi'nden arka­

daştık. Behzad gitti. Burhanettin B e y ’le görüştü. Kumpanyasına girdi. Ben de isterdim ama gidip Burhaneddin B ey'e “ beni al” diyemezdim. Mesire yerlerinde oynarlardı, uzaktan onları seyrederdim. Daha sonra Rap Selahattin'le tamştım. O aldırdı beni Burhaneddin B ey trupuna.

Muhsin Ertuğrul'un tiyatroya eşsiz tutkunluğunu yakmdan tanımayı nasıl yaşamımın mutlu bir olayı sayıyorsam, Behzad Butak’ı, bu sekseninde bile hâlâ sekiz yaşında muzip ebedî çocuğu ve cid­ den büyük ustayı yakından tanımış ol­ mamı öyle bir kazanç sayıyorum.

(13)

TAKVİMİN SON YAPRAĞI

Şuradan buradan derken, D lR E K LE R - A R A S I Takvimi’nin son yaprağına gel­ miş bulunuyoruz. Koca Ramazan da işte geldi geçti.

Otuz günlük bir takvim içinde elbet o âlemin her kişisini, her ayrıntısını eksiksiz hatırlamaya, onları yansıtmaya imkân olamazdı. Hatırlayabildiklerimizi, hafıza­ mızın ve dilimizin uçuna gelenleri bir-iki çizgi ile biriki anekdotla vermekle yetin­ dik. Zaten başka türlüsüne ne yerimiz, ne zamanımız elverirdi.

Böyle bir D ÎR E K L E R A R A S I A N IL A ­ RI Takvimi, elbet metodik, mükemmel ve objektif olmak iddiaları da taşıyamaz, taşısa zaten tadı tuzu kalmazdı.

Bu arada, eskiyi eksik de olsa yansıtma çabama yardım eden, beni zengin arşiv­ lerinden yararlandıran dostlanma, özellik­ le saym Taha Toros’a, Sayın A gop A y- vaz’a, sağladıktan ve çoğu başka hiçbir yerde çıkmamış resim dokümanlarından ötürü candan teşekkürü borç bilirim.

Eskiye el atan her araştırmacının düş­ tüğü zorlukların başında, arşivcilikteki içler acısı durumumuz gelir. Ne zamandır kurulması için didindiğimiz tiyatro müze­ si projesi, hâlâ gerçekleşemedi. Böyle bir müze ve arşiv kurulsa, belki onun adından utanıp kaybolup giden, küçümse­ nip unutulan tarihi dokümanları ve kalın- tılan saygı ile toplamanın, toplananı titiz­ likle muhafaza etmenin başlıca uygarlık ödevlerinden biri olduğunu daha iyi hatır­ larız.

Neyse, tatlı başlayıp tatlı süren bir takvim dizisini son günlerinde acımtrak takazalarla bozmayalım.

Çocukluğu Şehzadebaşı'nda geçmiş, tiyatrosever bir teyzenin dizi dibinde, o zamanın Direklerarası'nm çoğu temaşası- ■ na küçük yaştan tanık olmuş, daha sonra tiyatrocularla seyirci ilişkisinden de öte dostluklar kurmuş bir insan olarak, bütün anılarımı, gördüklerimi, duyduklarımı, bildiklerimi, işten güçten, günlük gaileler­ den boşalabildiğim günlerde, —eğer o günler gelirse— daha ayrıntılı bir şekilde yansıtmayı bir gün deneyebilirim.

N e demişler: İşte geldik gidiyoruz Şen olasın Halep şehri

Ahır yine hhk olur (vak olur Ibu tenler Bilmem niye kibreder edenler

TEŞEKKÜR

Ramazan’ın otuz günü, değerli ilgi ve dikkatlerini şu takvimin naçiz yaprakla­ rından da esirgememiş olan sevgili oku­ yucularıma teşekkürü borç bilirim.

Bazı hususlarda > sürc-i lisan eyledikse affetmelerini, hoş görmelerini dilerim. Sırf benim dikkatsizliğimden, bazı resim- altları yanlış çıkmışsa, bağışlayacaklarım umarım. Bir büyük teşekkürü de böyle ivicach bir diziyi sahifeye geçirirken, tüm zevkini ve sabrım gösteren, mi­

zanpaj mı çekici hale getiren Tümer Argın ve Funda Eren’e, dizgisini üstlenen dizgici arkadaşlara ve özellikle dikkatli musahhih arkadaşlara borçluyum.

Bu candan şükran borcumu da yerine getirdikten sonra, şimdi galiba son sözü çoğu zaman yaptığımız gibi yine (Sersem Kocanın Kurnaz Kansı)nın, yazandan çok okuyandan dolayı büyük sevgi toplamış finaline bırakabilirim.

«Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynar­ ken vartadır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergi­ lerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görorum hepiniz gardroba koşmağa hazırlanorsunuz. Birazdan teatro bom­ boş kalacak. Ama teatro işte o za­ man yaşamağa başlar. Çünkü Sate- nik'ln bir şarkısı ştı perdelerden biri­ ne takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş'la Vir- jinya'nın bir diyaloğu eski kostümle­ rin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandık­ ları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler... Ama artık yoğuz. Seyirciler de kalmadı. Ama repliklerimiz, ftsıldaşır dururlar saba­ ha kadar... Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Per­ de...»

HALDUN TANER'in (Sersem Kocanın Kurnaz Karısı) oyu­ nundan, 3. Perde. Fasulyeci- yan'ın tiradı.

— Artık ne o sevroş suflör var, ne zeki ve uyanık Ahmed Fehim ne de hazırcevap Küçük İsmail. Hepsine Tanrı rahmet eyleye. Dalgacı Holas, şık ve zarif Hıranuş Virjinya, Za- gakyan, Satenik ve kulunuz Tomas Fasulyeciyan da dünya deniştirdik. Bizim de topragımık bol olsun.

Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken vanzdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görorum hepiniz gardroba koşmayahazırlanorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak.

Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Ahmed Fehim’le Virjinya’nm bir diyalogu, eski kos­ tümlerden birinin yırtığına sığın­ mıştır.

İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülür­ ler. Artık kendimiz yoğuz. Seyirci­ lerimiz de kalmadı. Ama, replikle­ rimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.

Gün ağarır,, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. PERDE.

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Here we report the case of an 11-year-old boy with a pure motor stroke secondary to an acute ischemic infarction at the RAH supply area immediately following mild

Hazîran ayında düĢman, (Horum) Muhârebesi‟nde bozulup ric„at etdiğini ve Ahmed Muhtar PaĢa‟nın ordusu bunları ta„kîb ede ede (Kars‟ı) muhasaradan

Araştırmacılar doğadaki en güçlü malzeme olarak bilinen örümcek ipeğinin robotlar için yeni bir çeşit yapay kas üretiminde kullanılabileceğini tespit etti..

«— Savcılık makamının terdltli id­ diasına itirazım vardır > demiş ve ada let huzuruna getirilmiş olmasının bir iftira olduğunu, iddia makamının,

Din ve toplum ilişkilerinin belirleyici aktörü “dindar” karakteridir. Genel olarak “di- nine bağlı kimse” olarak tanımlanan dindar kavramı, bireyin din ile kurduğu

H 2 : Yaşa göre muhasebe programı öğrencilerinin etik algı düzeyleri arasında önemli farklılık vardır hipotezi; kurum içi ilişkilere yönelik etik algısı,

The analysis of the questionnaire identifies that in case of not being provided with a tax coupon, a considerable mass of individuals have access, although not always, to request