D
oğumunun wa
yilinda
yakup
kadri
karaosmanoğlu erdal
öz
Edebiyatta hep güzeli aranırı
4
——Niyazi Akı, sizin için yazdığı inceleme kitabının bir yerinde şöy le diyor: “Fransız yazarı, hikâye si önünde tarafsızdır. Kendisini gizler. Ama Yakup Kadri’yi za man zaman hikâyelerinde bulmak mümkündür.” Ne dersiniz?
—Böyle olan Fransız yazarı da vardır, böyle olmayan Fransız ya zarı da vardır. Yani Fransız yazar larının kimisi objektif (nesnel), ki misi de sübjektif (öznel) bir şekil de roman yazarlar. Bunu yalnız Fransız yazarlarının bir özelliği gi bi göstermenin doğru olmadığını sanıyorum.
(Banda alarak bir parçasını okutuyorum. “Yunus Emre” baş lıklı yazısı.)
“Bu geniş ve ıssız Sakarya va dilerinde...”
—Bugün yazsaydınız, bu parça yı nasıl yazardınız? Yani bu yazı nızı bugün yeniden yazmak iste seydiniz, dili üzerinde değişiklik ler yapmayı düşünür müydünüz?
—Düşünmezdim. Çünkü bu büsbütün başka bir tarzdır.
—Varlık Dergisi’nde sizinle ya pılan bir konuşmada, roman ya zarken, önceden bir plan yapma dığınızı, bir süre sonra yarattığı nız kahramanlarınızın sizi yönlen dirdiğini söylemiştiniz.
—Evet, öyledir. Önceden, onla rın geleceğini ben tayin etmem. Kendi kendilerine... Artık benim elimden çıkarlar. Kendi kendileri ne varacakları yere varırlar. Ken di sonlarına varırlar yani. Ben on ları, ne bileyim, çok büyük bir laf edeceğim, onları yarattıktan son ra, kendilerine bırakırım, kendi kendine gider onlar.
—Aynı kuşaktansınız. Abdül- hak Şinasi Hisar’ı bugün vardığı nız edebiyat anlayışı içinde nasıl buluyorsunuz? Özellikle Fecri Âti döneminde, sizin o zamanki gö rüşlerinize yaklaşan bir yazar. Ya ni bireyci (ferdiyetçi).
—Öyledir. O her zaman öyledir.
— Beğenir misiniz?
—Çok beğenirim.
—Peki, ama bugünkü görüşle rinize, edebiyat anlayışınıza ters düşmüyor mu?
—Aaa, benim görüşüm o değil. Ben çok “éclectique” (seçmeci) bir adamımdır. Şu ferdiyetçidir (birey cidir), bu cemiyetçidir (toplumcu dur) diye ayırmam ben. Ben ede biyatta güzeli ararım, yalnız güzeli ararım. Bu konuda size bir örnek vereyim: Güzel nedir? Bir eski Yu nan heykelcilerinin yarattığı güzel lik vardır ki Apollon’la Milo Ve- nüsü’nde tecelli eder (belirir). Bir
İstanbul, bir zaman, bir medeniyetin, ama
hiç örneği olmayan, ne Doğulu ne Batılı, özel
bir medeniyetin merkezi olmuştu. Giyinişte,
oturuşta, kalkışta bütünüyle kendine özgü bir
dünya orada vücut bulmuştur.
de Ortaçağ ressamlarının yarattık ları bir güzellik vardır ki İsa ile Meryem’de tecelli eder. İsa ile Meryem’de hiç vücut güzelliği yoktur. Yüz güzelliği yoktur. İsa, derileri birbirine yapışmış, derileri kemiklerine yapışmış bir adamdır. Ve Meryem de kadın mıdır erkek midir bilinmez bir yaratıktır. Yi ne de bunların ruhtan gelen, içe riden gelen, yansıyan bir ifadele ri, bir güzeliikleri vardır. Apol- lon’da ise, Apollon’da ve Milo Ve- nüsü’nde ise yalnız vücuttan gelen bir güzellik vardır. O güzelliğin ahengi vardır. O vücudun ahengi vardır daha doğrusu. Adalelerinin
yen ve Anadolu’yu konu alan ya zarların arasından çıkacaktır.” Böyle diyorsunuz. Abdülhak Şi nasi Hisar’da yok bu?
—Abdülhak Şinasi’de “İstan bullu yazar” özelliği vardır. Bu İs
tanbullu yazarla bütün Türk ya zarlarını birbirine karıştırmayınız. Mesela Yahya Kemal de Türk oza nı değildir bence, İstanbul ozanı dır. İstanbul’un, İstanbul şehri de nilen yerin, Tanzimat’tan sonra kendine özgü bir medeniyeti var dır. Kendine özgü bir özelliği var dır. Abdülhak Şinasi, o İstanbul un, o eski İstanbul’un bir zübde- sidir.
medeniyetin içinden çıkmış insan lardır bunlar.
—Peki, Türk edebiyatı içinde Abdülhak Şinasi Bey’in, Yahya Kemal Bey’in yeri nedir?
—Yeri, dediğim gibi, onların ye ri İstanbul’dur. İstanbul yazarla rıdır. İstanbullu yazar olacaktır edebiyatımızda, özellikleri bu ola caktır.
—Sait Faik de İstanbul’u yaz mıştı.
—İstanbul’un şeylerini yazmış tır.
—Alt tabakasını mı?
—Aşağı tabakasını yazmıştır o.
—Halkın içinden gelen bir ya zar Sait Faik.
—Tabii. Şüphesiz. O halka da ha çok inen bir yazardır.
—Yani daha ulusal mı?
—Ama İstanbul da ulusaldır kendine göre. İstanbul da bir
za-É K za-É Ü
Bern Elçiliği sırasında — Yakup Kadri Karaosmanoğlu Tiran, Prag, Lahey ve Bern elçilikleri de yapmıştı. Fotoğraf
ta, Yakup Kadri, 1942 yılı kasımında İsviçre’nin başkenti Bern'de itimatnamesini vermeye giderken.
güzelliği vardır. Ve nasıl diyeyim, dış görünüş güzelliği vardır. Öbür lerinde ise yalnız iç görünüş gü zelliği. Ben bu her iki özelliği de anlarım ve severim. Onun için bende “genre” denilen şey, yani
“türe” mi diyorsunuz, “türü” mü
diyorsunuz ne diyorsunuz?
—Tür.
—Bu tür konusunda ben son derece geniş görüşlüyümdür. Zev kimi hangi kitapta bulursam o ki taptan alırım. Şeyim yoktur yani, taassubum yoktur.
—Evet, bakın, siz bir yazınızda şöyle diyorsunuz: “Milli Türk ro manı, yabancı dil bile belki
bilme-—Efendisidir.
—Efendisi değil, fakat o İstan bul’un içinden çıkmış, o İstanbul1 un özelliklerini gösteren bir insan örneğidir, bir yazar örneğidir. İs tanbul’un zübdesidir.
—Özüdür, özetidir.
— Evet, özüdür. Nitekim Yahya
Kemal de öyledir. Yahya Kemal
bütün “inspiration”larını (esin, il ham), hepsini İstanbul’dan alan bir şairdir. Anadolu hakkında ya zılmış hiçbir şeyi yoktur Yahya Ke mal’in. Bunlar İstanbul şairleridir. Ve İstanbul medeniyeti diye ayrı bir medeniyet vardır bence. Tan zimat’tan sonra ortaya çıkmış bir
manlar kendine göre milliydi. Biz.. ben, Tanzimat’ta, öyle tahmin edi yorum ki, öyle düşünürüm ki, — nitekim ‘Hep O Şarkı’yı bunun için yazmışımdır— İstanbul, bir zaman, bir medeniyetin, ama hiç örneği olmayan, ne Doğulu ne Ba tılı, özel bir medeniyetin merkezi olmuştu. Tanzimat’tan sonra. Gi yinişte, oturuşta, kalkışta, bütü nüyle kendine özgü bir dünya, bir küçük dünya orada vücut bulmuş tur. İstanbul. Bunu gençlerin ço ğu bilmez, İstanbul’un bu özelli ğini. Şimdi o İstanbul yoktur. Ne Yahya Kemal’in şiirlerindeki İstan bul ne de Abdülhak Şinasi’nin ya
zılarındaki İstanbul yoktur şimdi.
—Abdülhak Şinasi Hisar’a dö nelim yine. Onu biraz anlatır mı sınız?
—Eserlerini çok sevenlerden, en çok sevenlerden biri benim. Nite kim Fahim Bey ve Biz diye ilk ki tabını çıkardığı zaman, kendisi için uzun bir eleştiri yazısı yazmış tım. O yazıda, Abdülhak Şinasi1 nin —ki çok eski arkadaşımdır, gençlik arkadaşımdır— niçin o ya şa kadar, bu hemen hemen küçük bir “chef-d’euve”, yani bir küçük şaheser olan bu eserini yazmadı ğına hayret etmiştim, dedim. İçi mizde, diyebilirim ki, edebi kültü rü en sağlam, edebi zevkleri en in celmiş olan arkadaşlarımızdan bi riydi. Ve onun içindir ki yazı yaz makta pek titizlik gösterirdi. Ve uzun zamanlar yazı yazmamıştır, hiçbir yazısı yayımlanmamıştır. Bizim aramızda bulunduğu halde, her zaman edebiyattan söz ettiği halde, sanırım kırk beş yaşma ka dar hiç yazı yazmaksızın sabret mesini bilmiştir. Bu da ancak ti tiz bir edebiyatçı oluşundan geli yordu.
Abdülhak Şinasi, Fahim Bey ve
Biz’i yazdığı zaman, öyle bir tip
yaratmıştır ki, bu tipin gerçek ha yatta var olduğunu ben biliyor dum. Sordum: “Bu filan mıdır” dedim. “Evet, odur” dedi. Adını değiştirmişti, başka şeylerini de ğiştirmişti, tabii, bir romancı ola rak. Başından geçenler hayalidir. Olaylar hayalden yaratılmış oldu ğu halde, o Fahim Bey’in kim ol duğunu hemen söyleyince, çok şa şırdı. Bu da gösteriyor ki, romancı olarak tip yaratmakta son derece güçlü bir zekâsı var, ustalığı var. Nitekim, Çamlıca’daki Eniştemiz diye bir romanında da öyle bir memur tipi yaratmıştır ki, bu me mur tipi, Osmanlı döneminin ye ni memur tiplerinin tam örneğidir. Sonra, Abdülhak Şinasi’de, öbür yazarlarımızda görmediğimiz bir taraf daha var ki, bir özellik da ha var ki, Boğaziçi Mehtapları’n-. da çocukluk anılarını, nasıl di yeyim, tıpkı, o pek çok beğendi ğim Fransız yazarlarından Marcel
Proust’un Geçmiş Zaman Peşin-; de adlı romanında olduğu gibi, en
küçük ayrıntılarına kadar nüfuz ederek bizim gözümüzün önünde canlandırmıştır. Ve sanıyorum hâ lâ da yazmakta devam ediyor. Ve hayatının son döneminde edebiya tımıza getireceği her eser, gerçek ten büyük bir kazançtır edebiya tımız için.
SÜ R EC EK
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi