Fot oğr af: YILD IZ ÜÇ O K
T
T
•Tî.'i/ûfc
mutlu olursun
»I TG Ü N L Ü K Salâh Birsel
Erken kalk
Salâh Birsel çalışma köşesinde: "Bir aydır jy k u dolabım on paralık akıl göstermiyor. Beni sabahlara değin, göz kırptır m adan, düşten, doğrudan, gizliden, açıttan hoppala edip-duruyor."
24 Ocak 1989
İnönü'nün anılan.
İnönü’nün Atatürk’le görev başında ilk karşılaş ması 1916 aralığındadır.
Doğıı’daki ordunun komutanı Arap İzzet Paşa, izinle İstanbul’a gidip hastalanınca Atatürk Ordu Komutan Vekili olarak Sekrat’a gelmiştir. Ordunun genelkurmay başkanlığını yapan İnönü’yü de or da bulmuştur. İnönü daha sonraki günleri şöyle anlatır:
—1917 başlarında Kafkas cephesinde kolordu ko mutanı olmuştum. Ordu Komutan Vekili Atatürk- ün buyruğunda ve yakınında komutan olarak ça lışmaya başladım. Az bir zamanda Mustafa Kemal Paşa, beni iş başında tanımış ve güvenmişti.
Bizim devlet büyüklerimiz nedense anılarını yaz mayı pek düşünmez. İnönü, Celal Bayar, Fethi Ok- yar, Tevfik Rüştü Aras’tan başka anılarını yazan lar var mı yok mu bilmiyorum.
Günlüğe de kimse el sürmez. Nihat Erim’in bir günlük tuttuğu söylenmişse de şimdilere değin or taya çıkmamıştır.
Buna karşılık, Abdülhamit çağının son sadra zamlarından Kâmil Paşa’nm da, Küçük Sait Pa- şa’nın da (Şapur Çelebi) anıları vardır. Ne ki, on lardan önce Reşit Paşa olsun, Âli Paşa olsun, Saf fet ve Fuat paşalar olsun, hiçbiri kalemi elinde al
14
mamıştır. Oysa, sadrazamlık çevirmenlerinden Po lonyalI Hayrettin’in demesine göre bunlar siyasal anılarını yazmanın gereğine ve önemine inanırlar mış. Halil Rifat Paşa, Bismarck’m anılarının Tür kiye ile ilgili bölümlerini Türkçeye bile çevirtmiş. Gerçekte Rifat Paşa tarih önünde başı eğik düş meyecek bir politikacıymış. Yasak olması bakımın dan gizlice elde edilen Türkçe ve Fransızca gazete leri sadrazamlık dairesinin dinlenme odasında Hay rettin Efendi ile baş başa okur, sonra da onları ki lit altına almak varken, odasındaki büyücek sobada yakarmış. Bunu yaz sıcağında bile yaparmış.
PolonyalI Hayrettin ona bir gün anılarını yaz masını da önermiş. Ama o, öneri hoşuna gittiği hal de, bir başka örneği bulunmadığı için buna ya naşmamış.
Hayrettin Efendi onun için der ki:
— Rifat Paşa, o pek sade görünen saygıdeğer ih tiyar, pek güzel ve değerli anılar yazabilirdi. Öm rünün sonuna değin, tarihimizi okumak ya da oku tup dinlemekten büyük tatlar alırdı. Ve çok bilge ce karşılaştırmalar yapardı.
Nedir, bu saygıdeğer ihtiyar üzerine Eşrefin de bir şiiri vadır:
Sayesinde nice erbab-ı denaet geçinir Sifleperverlik o zata şeref ü şan gibidir
13 Şubat 1989 D ü n akşam Yahya Kemal’in Eski Şiirin Rüzgârıyla
ve Kendi Gökkubbemiz kitaplarına giren şiirleri ni. yeni bir şeyler var mı diye bir kez daha okudum. Ben 10 dizelik “Ali Ernirî ’ye Gazel” şiirinde sa dece sadece “Diz çök önünde şimdi Emirî Efendinin” dizesini severim. İnsan böyle bir dizeyle akıl sultanlığının ve yalınlığın doruğuna eriştikten sonra nasıl çaresi kesilmiş dizelere el atar, anla mıyorum:
Yekpare nür olan bu kütüphâne-î nefîs Yekpare servetiydi bu âlemde kendisinin
Doğrusu bu şallak şullak serüven Yahya Kemal’in öbür şiirlerinde de izlenebilir.
“Bedri’ye Mısralar”da, bana kalırsa (kalır mı bil miyorum), ancak son iki dizede bir kurtuluşa varır:
Artık çekilince söz ve sazdan Ömrüm İç Erenköyünde geçsin
“Erenköyünde Bahar” şiiri de, daha önce de yaz dım, yine son dizeleriyle ayaktadır:
Zannımca Erenköyünde artık Görmez felek öyle bir baharı
Nedir, “Görmez felek öyle bir baharı” dizesi şi irin öbür dizelerini saran romantik havadan ken dini bütün bütüne sıyırmış sayılamaz. Çünkü duy gusallık kendini sadece şiirin konusunda göstermez. Şiirin yapısı da romantizmi doğurabilir.
Diyeceğim, bu dizenin biçimlenişi de duygulu luğa “gel, gel” çıkarmıştır. Daha doğrusu, burda romantizme meydan veren, dizenin tümü değil, yal nızca “Görmez felek” sözcükleridir.
“Gedik Ahmet Paşaya Gazel” için de aynı şey söylenebilir. Burda da yalınlığa ve sadeliğe soyu nan sadece:
Çıktı Otranto’ya pür velvele Ahmet Pâşâ
dizesidir. Tanpınar ona “Harikulade mısra” gözüyle bakar ve Türkçede onun kadar bilinçle yapılmış di zelerin az olduğunu söyler.
15 Şubat 1989 B ostancı’dan Kadıköy’e giden Bağdat’ın ilk kav şağında, sağ kaldırımda, köprüden 100 metre iler de bir dilenci kadın iki hafta mendil açtı, mendil kapadı. Sonra birden ortadan yitti. Ona ilk Tasla dığında cebinden bir yüzlük çıkarıp önüne bırak tım. Oysa, iki gün önce, alt Bostancı ile üst Bos- tancı’yı birleştiren tünelde, punk saçlı ve pinpirik bir dilenciye hiçbir şey vermeden geçmiştim.
Dün de Sirkeci’ye gitmek için Kadıköy vapur is kelesine langa lunga ilerliyordum ki, sağ eliyle sağ elindeki bastonu titreyen bir dilenci gördüm. Ala- dışappak bir şeyler çıkarmak için davrandım. Ge lin görün ki, tam o anda vapur da düdüğünü öt türmesin mi? Koşarak kendimi içine attım.
Dilenciye ne zaman para verilir, ne zaman ve rilmez?
Bunun bir yasası yoktur. Varsa da insanına, in sanın o günkü tıraşına, hamhumuna, işinin tirimon olup olmadığına, güneşin de Koç burcuna dönüp dönmediğine (yani dilencinin manzara löpüne ve de karagülmezliğine) göre değişir.
Kafka, çocukluğunda, Viyana’da, Büyük Ring il Küçük Ring ortasındaki bir yerde dilenen yaşlı bir kadına rasiamıştır. Cebinde bir lirası vardır. Ey vah ki, “Dilencilere çok para vermeyin, acınırsınız sonra” diye fartasız furtasız bir laf vardır kulağın da. Bir liranın tümünü vermeyi çok görür. Gider parayı bozdurur, bir onluk fırlatır dilenciye. Ama bunu da içine sindirememiştir. Alanı dolaşır gelir, yeni birisi gibi, bir onluk daha atar. Yine dolanır, yine bir onluk. Tam on kez alanda at koşturur. Pek on kez de denilemez ya... Çünkü dilenci kadın bu bölük pörçük sadakalardan bıkmış ve son onluk ları beklemeden basıp gitmiştir.
Voltaire ise oldum bittim, dilencilerin beyninde kartal kuşu gibi pervaz eder. Ülkede dilencilerin boy
satmasını dokuncalı görür. Ona göre, dilenciler iki çeşittir. Birinciler gidip meyhanede ziftlenmek için, acı acı sesler çıkararak yolculardan para sızdırır. Bunların camı, çerçevesi, damı, kapısı yıkıktır ki, avlarını enselemek için şehrin bir ucundan öbür ucuna taban tepmekten yılmazlar. İkinciler ise Tanrı adına ulusu haraca kesen, sonra da konaklarına çe kilip rahat rahat yaşıyan kişiler, rahiplerdir.
16 Şubat 1989 D ü n buraya yazdıklarımdan ciğerimin dokuz pul değerinde olmadığını çaktığımdan, bugün yine tü nelde rasladığım bir dilenciye (yine kadın) iki tane yüzlük mangır uzattım.
18 Mart 1989 B i r aydır uyku dolabım on paralık akıl göstermi yor. Beni sabahlara değin, göz kırptırmadan, düş ten, doğrudan, gizliden, açıktan hoppala edip duruyor.
Uykusuzluğu üstümden atmak için ne kadar el ayak vursam kin ve düşmanlık yüklü saatlerden kurtulamıyorum.
Gerçekte yatağı hiç sevmem. Bir yerlede öğle uy kularına yattığımı söyledimse de bu, pek kısa sür müştür. Hiçbir şey yapmasam da salondaki koltuk ta gönül yaylarımı gevşetmeyi krallara özgü bir iş sayarım. Gelin görün ki, gece liglerinde biraz da ha top koşturayım derken uyku da benden niha-
yetünnihaye yüz çevirir. Sonunda uyku beni koy-
nuna almaya boyun eğer, ama ben de en sevdiğim sabah saatlerinden yoksun kalmış olurum.
Sabah mı? Yoo daha çok, tan üstü zamanlarını yeğlerim. Romalılar da ımırcık karanlıkta ayakta olmaya pek dikkat edermiş. Roma’da daha gün ağa rırken, sokaklarla meydanlar kulakları sağır eden gürültülerle dolarmış. Kazacıların pataküteleriyle, öğrencilerin gırtlak patlatan çığlıkları da başı çe kermiş.
Neyse ki, para babaları, her zaman olduğu bi bi, kendilerini şamatadan koruyacak bir yol bul muşlar. Evlerinin duvarlarını kalın tutuyor, çevre sini de ağaçlarla kapatıyorlarmış. Ama yine de pat- kütler eksik olmuyormuş. Çünkü gün ışımağa baş lar başlamaz bir sürü uşak, gözleri uykusuzluktan şişmiş bir halde, ellerinde kovalar, merdivenler, sı rık süpürgeleri, süngerler ve talaşlarla ortaya atılı yor, evin pasak ve çapaklarını temizlemeye koyu- İuyormuş. Çokluk, evin efendisi de kalantor konuk ların geleceği günlerde, erkenden kalkıyor, adam larına sütunları daha iyi temizlemeleri, döşemele ri daha iyi silmeleri, örümcek ölülerini daha iyi ko valamaları ve de gümüş takımlarını daha iyi par latmaları için sağa sola buyruklar yağdırıyormuş. Yalnız kimi açıkgöz zenginler dış odalarla iç oda lar arasına upuzun koridorlar uzatıyorlarmış. Böy- lece, işleri de bir kâhyaya yükledikten kelli, kendi tenhalarının tadını çıkarabiliyorlarmış.
Ama söylemeli ki, o yıllarda (İS. I. yüzyıl) ay dınlanma işi pek cavalacivozmuş. Yoksllar kadar zenginler de gün ışığına bir an önce kavuşmak için birbirlerini itiyormuş.
Romalıların günlük yaşamlarını anlatan kitap lara bakılırsa, şair Horatius (I.Ö 65-8) Mandela’- daki evinde sessiz sedasız bir yaşam sürüyor ve de güneşin doğuşuna aldırmadan geç vakitlere değin uyuyormuş.
Şair Martialis (İS. 40-104) de öyleymiş. O da, Roma’dan uzakta, Ispanya’da, Bilbilis’te aynı tembellik denizinde yüzüyormuş. Ne ki, bun ların ikisi de sabahın üçüncü saatini hiç geçirmez lermiş. Üçüncü saat ise yazın, sekiz sularında so na erermiş. □