Dil davasında kat’î karara doğru
1[ ||||I ! I |[ ||| | | !I
i
!İ..!!I[!İİI I» !1I1<IIII!I[!IIIIIIIIIIIH IIIIII
i
IHIHI
iü
IIII
"
Tasfiyecilerin t
£
i
Bundan evvelki
son iki yazı ile ma dalyanın sağ yüzü nü gördük: Türkçe- nin asırlar boyu
e-Yazan :
İ sm a il
Habib Sevdik
mek çekerek ya- --- — ~
-bancı dillerden alıp kendine melettik lerine karşı «fesahatçiler» in birteviye .galat, galat» diye savaşmaları. O ka dar emekerine rağmen fesahatçiler dil
deki bir tane yanlışı deviremedikleri
halde dil onların bütün doğrularını
yere serdi.
«Sag» la «sol» un birleşmesi:
Madalyanın öte yüzü, yani sol tarafı. Bizim Dil Kurumunun 1935 teki «Ceb
Kılavuzu» mukaddemesiııde şöyle bir
karar vardır: «Dilimizde kullanıla kul lanıla arabca ve farsça anlamından ay
rılarak türlü düşünceler anlattığından
bunlar için tek karşılık bulunamıyan yerlerde her anlama başka bir karşılım koymak gerekmiştir.» Bu, bizim «tasfi yeciler» in «fesahatçiler» le birleştiğini ilândan başka bir şey değil. Madalyanın
sağ yüzünde bulunanlar türkçenin
«arabca ve farsça anlamından ayrılarak türlü düşünceler anlatan* kelimelerine galat damgasını vurup onları nasıl ta- nımadılarsa madalyanın sol yüzündeki- ler de işte o kararla aynı kanaate işti rak etmiş oluyorlar. Bu sağla sol bir
leşmesinin madde halinde misallerini
verelim:
Türkçe «semantik» ve «fonetik» denen mana ve ses değiştirme çarklarını kul lanarak işlettiği «temsil cihazı» saye sinde meselâ farsçanın «pertev-sûz» u - nu «perdahsız» yapmıştı değil mi? Dil fabrikasında o hale gelen kelimeyi Dil Kurumunun çıkırığı «büyütçe» şekline kor. Halbuki perdahsız yalnız büyüten değil güneşe tutunca yakandır da. Dil
fabrikasında «calque» denen çarkla
«perendebaz» denmiş değil mi? Çıkın : - ta o «taklaban» olur. Bari «perendeci» diyeydiler. Dilin temsil fabrikası «şe- rni’dan» ı fonetik bir değişmeyle «şam dan» diye türkçeleştirdiği halde çıkırık onu tanımayıp «çırakman» diye bir şey uydurdu. Fabrikada «dellâl «tellâl» ol muştur, çıkırıkta «çağırman» oldu, hal
buki tellâl yalnız çağıran değil ilân
edendir. Arabcada «maarif» diye bir
kelime yok. Onu «marifet» in cem i diye biz uydurmuşuz. Hem de cemi olarak uydurulduğu halde müfred gibi kul lanmak yüzünden ikinci bir galat daha yaptığımız için çıkırık bu noktayı da tashih ederek ona «bilimler» dedi. Sök meyince kanun yolile «eğitim» i söktür düler.
ilmin sesi:
Halbuki böyle bir vaziyet karşısında
medeniyet âlemindeki «lisaniyat ilmi»
hiç de bu fikirde değildir. O bizim fe- sahatçilere de, tasfiyecilere de yanlış bir yol tuttuklarını bağırıp duruyor: «Her dil diğer dillerden kelimeler alır, bu alış zarar değil kârdır, dünyada saf ırk gibi saf dil de yok. Diller aldıkları ya bancı kelimeleri bir de semantik veya fonetik değiştirmelere uğratarak tamn- mıyacak bir şekle korlarsa bunlar
terinden Hony «As ya cem iyet-i kraliye si gazetesi» nde neş
rettiği Türk diline
aid etüdünde («Cum
- huriyet, 19 hazi ■
almağa kalkmak ditin istiklâl hakkına, ran 1948,, Ahmcd Halil, «Bir Ingiliz alı riayetsizlik değil de nedir? ikinci ha - 1 minin türkçemize dair düşünceleri»;
reket, yani dilin istemediği uydurma ve
yapmacık kelimeleri ona zorla kabul
ettirmeğe kalkmak: iyi amma dilin ta sarruf ettiğini tanımamak ne ise etm e diğini zorla tasarruf ettirmeğe kalkmak da aynı kapıya çıkar. «Fesahatçiler» le «tasfiyeciler» dilin istiklalini tanımamak bahsinde de birleşmiş oluyorlar.
Atılamıs acaklaıa misaller:
Dilin kendine malettiği için atilamı- yacak olanlarla, dilin kendine maletmek istemediği için tutunamıyacak olanlar.
Önce birincileri görelim: Bunlar dilin
bünyesinde uzvileşmiş olanlardır. Biz
kurduğumuz o heybetli imparatorlukta şarktan ve garbdan yalnız ülkeler değil, kelimeler de fethettik. Bu serinin ilk yazısında Fransız müsteşriklerinden dil âlimi Bianchi’nin «Türk ırkı gibi cihan gir olan Türk dilinin Aı-ab v e , Acem kamuslarından yaptığı fetih» ten bah setmiştik. Coğrafyadaki fetihlerimiz el den gitti, dildekilere de mi kıyacağız?
Biz gafletle kıymak istesek bile, en
yaşlı çınarlardan daha uzun ömürlü o- lan o kelimeler öyle derin kökler sala rak öyle sağlam yerleşmişlerdir ki on ların meselâ eşya isimlerde beraber ge lenlerini atabilmek için evvelâ evimizi ve odalarımızı tamtakır hale getirmek icab eder: Cam, perde, resim, çerçeve,
mum, şamdan, kâğıd, saat, yelkovan,
kibrit, hokka, çuha, çember... Bir de
garbdan gelenler: Piyano, porselen,
lâmba, tablo, tabla, telgraf, telefon, fo toğraf... Dilimize manevî mefhumlarla yerleşen pek çok kelimeleri ise kafa larımızın içile ruhlarımızın derinliğinde korkunç boşluklar bırakmadan atama yız: Akıl, fikir, kalb, ruh, ahlâk, vic dan, zekâ, ırz, namus, aşk, can... Falih Rıfkı Atay üç, dört ay önce («Cumhu riyet» 27 eylül 1948 «ikiz dilden tek di le») ne kadar kat’î ve doğru söyledi: «Türkçeleşmenin önüne nasıl geçemez sek kelimelerde ırkçı da olamayız.»
Bayrak kelimeler:
Delâlet ettikleri eşya ile evimizin ha-rimine giren ve getirdikleri mefhum larla kafamızın içinde, ruhumuzun de rinliğinde, kalbimizin darabanında yer
alan kelimelerden başka bir de tarih
boyunca bir kültür ışığı halinde akıp
«okul»
değil,
aynı kelimeyi ele alarak diyor ki.
(«school» kelimesinin İngilizce oluşu
kadar türkçe olan «mekteb» İn olmasında mana nedir?)
ik i nevi kelimeyi ayııamayış: Yabancı kelimelerin hepsi bu ketime var, kelimecik var. iplikle dışı mıza bağlı olanlar ve sinirde enerji, da marda kan gibi bünyemize yerleşenler bir olur mu? Dil Kurumu çok kere bu iki cins kelimeyi ayıramıyor. «Tesamülı» yerine «hoş görme», hoş gördük gitti, «inkişaf» yerine «gelişme» pekâlâ. Mü savat yerine «eşittik», salahıyettar y e rine «yetkili», «pişdar yerine «öncü»... Saymağa lüzum yok, hepsi güzel. Hat tâ kelimelerin kıymetlerini nereye ka
dar tartmak lâzım geldiği hakkında
küçük bir fikir vermek için şunu da söyliyeyim. «Mekteb» le beraber «mu allim» de gitti. Fakat ikişinin acısı bir değil. Neden? «Mekteb» bir defa seman tik değişmeye uğrayarak türkçeleşmişli, arabcada o «büro» manasına kullanılır.
Sonra o bütün mazimizde yaşıyordu,
hepsinden kuvvetlisi o iki evli köye
kadar yayılmıştı. Halbuki «muallim»
öyle değil, türkçe onun yerine daima
«hoca» yı kullandı. «Öğretmen» in ya- dırganmayışı bundandır. Evet iplik ke limeler zaten gidecek* Fakat sinir ha
linde bünyemize işleyenler. Biz olan
kelimelerin gidişine kaı-şı derin sızımız
sinirlerimizin kelimesinden ileri geli
yor.
ilmin çizdiği hudud:
Garbın «lisaniyat ilmi» dillerin m illi leşme hakkını tereddüdsüz olarak kabul eder. Bunda şek şüphe yoktur. Demir ismi geçen Ingiliz müsteşriki Hony df
aynen şöyle diyor: «Mevcud türkçe
köklerden kelimeler yapmak; buna iti raz edilemez. Bütün diller bu usulü tat bik etmişlerdir ve etmektedirler.» Pek
ondan sonra? «Fakat gayritabiiliklerc
bu noktada raslamyor» diye Dil Kuru munun hatalarım sayıp döker. Dillerin kendilerini bulma hakkını kabul eden «lisaniyat ilmi* o hakkın hududunu da gösteriyor. Zaten hangi hak hududsuz-
dur? Hakka hudud koymamak hakkı
haksızlığa götürmek olur. Nedir bu hu
dud? Büyük lisaniyetçı Michel Breal
boyunca bir kültür ışığı halinde akıp } m ^ çıkan tEssai de sémantique» te gelen kelimeler var. Bayrak bir bez de- , ( g . m ) dülerin tafsjyecilikteki hudu-ğil; bütün milleti birleştiren bir sembol I
in artık öz kelimeleri sayılır.» N ite li Fransada «semantik» ilminin ku-
cusu olan Vondı-yes fransızca -
ki o bitmez tükenmez lâtince
limelerin asılları gibi okunması
:ım gelse hiç bir Fransızın on
dan bir şey anlıyamıyacağmı söy-
■ «,«, gene söyler ki o çeşid İran 'ca kelimeleri bir Lâtine söylersiniz,
da bunların lâtince olduğunu anlıya- az. Bizim «dolama» fransızcaya «dol an» diye geçmiş. Ne Fransıza bizim ılimeyi söylersek bir şey anlar, ne o- tn kelimesinden biz bir şey anlarız. Asıl esaslı hata:
Semantik ve fonetik değişmelerle
ığrudan doğruya ilmen dahi türkçe- jmiş olan kelimelerden başka türkçe- n ne sesine, ne manasına dokunmıya- k, fakat bin yıldanberi bağrına basıp ndığı binlerle ve binlerle kelime var. irkçenin öz malı gibi benimsediği bu ıtimelere karşı bizim Dil Kurumu iki rlü harekete geçmektedir. Birinci ha-
ket durmadan o kelimeleri atmak,
te bunun için onlara «tasfiyeci» diyo- z. İkincisi atılan o kelimeler yerine z türkçe» diye, ya bin yılın ötesinde ilmiş ölü kelimeleri diriltmek, yahud miden kelimeler uydurmak. Bu hare lileri yüzünden de onlara «zoraki öz- jtirici» denebilir. Birinci hareket dili lin kendinden fazla sevmek gibi gü ne bir şey oluyor. Hem ditin bin yıl- : emekle benimsediğini onun elinden
olduğu için nasıl mukaddesse öyle ke limelerde de bir bayrak heybeti bulu nur. Sekiz yıl önceki seri yazılardan birinde («Cumhuriyet» 12 nisan 1941 «Istılahlarda bocalayış») o cins kelim e lere bir nürnune olarak «mekteb» i ele almışım. Sekiz buçuk yıl önce yazdığım aynen şudur:
«Bazan bir ketime bir tarih heybeti
taşır. «Mekteb» kelimesi Tanzimattan
önceki eski zamanda da vardı. «Mek- teb-i Sıbyan» diye mahalle mektebleri için kullanılırdı. Çocuğun ilk yazıyı öğ renip Kur’anı ilk söktürdüğü yer. Tan zimat o kelimeyi mahalleden aldı, rüş- diyeye, idadiye, ve darülfümina çıkardı. «Mektebli», «medreseli» deyince gözü müzün önüne garblı şarklı iki ayrı
kül-î dunu edebkül-î mazi ile olan alâkaya da
yandığı zaman derhal durdurarak o
hududu bir adım daha ileri attırmaz, orada durulmazsa maziden kopulur, o kopuş mazi ile istikbali ayırıştıı-, bu, milleti yekpare bir devamlılıktan mah rum etmek olur, hududu aşan tasfiyeci- lik dile kâr değil zarar verir diyor.
Meğer Besim Atalay da bizdenmiş: Garib bir tesadüf daha, Besim Atalay dostumuz geçen ay Burhan Feleğin bir yazısına cevab verirken («Cumhuriyet», 14 aralık 1948) eskilerin «intâk-ı hak» dedikleri, hani o kendi kendini hapt et meğe bir misal verir gibi, bir Rus
âliminden delil getireyim derken Vi-
negradofun «Rus edebî dili tarihi» nin 1938 tarihti kitabının 156 ncı sahifesin-
den şu satırları nakletmektedir: «Ya
i u u a u u ü n ü n e ¿ a ı v u s “ * « “ i - - * den ş U satırları n a K v e ım e K ie a ır. « i d
türü temsil eden iki tip getir, onun y e- j j,ancl' kaynaklardan geldiği halde hal
rine «okul», hayır Mekteb artık ne km dd;nc girmiş ve vatandaşlık hakkı
nı kazanmış olan kelimeleri atıp
yerle-arabcadır, ne de kelimedir: Orada bir
bayrak gibi bir asırlık garblılaşma ham lemizin nuru dalgalanıyor.»
Tesadüfe bakınız. Ingiliz
müsteşrık-rine kimsenin anlamadığı, sözde rusça kelimeler koymak göreneği, lisanın ge lişmesine ve kararlılık bulmasına engel olur.»
İlâhi Besim Atalay, biz işte Rus âli
minin dediği yoldayız. Siz o yazıda
sağcılarla solcuları biraz karıştırmışsınız
ama kitabın dediğile bizdeki manzara
apaçık meydanda olduğuna göre biz o sağcılarla solcuları olduğu gibi söyli- yelim. Sağcılar, yani «fesahatçiler», on lar devrildiler. Solcular, yani, «tasfiye ciler»; dil ki ezelden ebede akan bir
kudretler kudretidir, onun karşısında
ona karşı gelen kim dayanabilir? On lar da devrilecek. Siz, Rus âliminin k i
tabındaki satırlara inanan mısınız?
Öyleyse safınızı değiştiriniz. Yeriniz bi zim yanımızdadır.
İsmail Habib SEVÜK