Yüzünü ekşitmesinden anladım ki,
Yahya Kemal, belki vezin ve nazım
anlayışında değilse bile, edebî
zevk bakımından Rübabı Şikeste
şairi Fikret'le hiç uyuşamamaktadır.
E
VET, daha ziyade bir devlet düş künü... Fikret, bizi selâmlayıp nazik bir edâ ile evinden içeri buyur ettikten sonra, benim üze rimde ancak gün görmüş kibar bir insan tesiri yapacak ve yüzünün bi raz önceki sert çizgileri bana, yalnız, gördüğünden olmuş bir kimsenin yürek acısını ifade edecekti ve evin içi gerek bugünkü deyime göre, (dekorasyon), ge rek eski deyime göre döşenip dayanış bakımından o kadar epok dışı, o kadar özel ve özgün bir üslup taşıyordu ki, Fikret'in buraya girdikten sonra, geçmi şe, geleceğe ve bulunduğu memlekete dair herşeyi unutacağından şüphe edile mezdi. Zira, bu, salt kendi zevkinin, da ha doğrusu kendi fantezisinin, kendi eli- le kurulmuş bir dekoruydu ve bu deko run her tarafına, sanki, Edebiyatı Cedide şiiri damgasını basmış gibiydi. Zira, gö ze çarpan bütün eşyaların nitelikleri an cak o çığır şâirlerinin kullandıkları söz ler ve tabirlerle tarif edilebilirdi: Mese lâ, tül perdelere «esiri», kuştüyü yastık lara «sine-i-nermin», koltuk veya sedir lere «âguşu-u-ârâm», tavandan sarkan cami kandilleri biçimindeki avizelere «âvenk-l-nucûm» ve bütün bunlara bir takım suluboya resimleri, masa, vitrin ciclbicilerini katarak, dışarıdan kuş ka fesine benzettiğimiz Aşiyan’a içerisinden bir «höcle-i-hulya» diyebilirdik.Fakat, bu «höcle-i-hulya» sâkinlnde hiç de hülyaya dalmış bir kimse hail yoktu. Bize karşı, misafirsever bir ev sâhibinin bütün ilgilerini, İhtimamlarını gösteriyor du ve aradabir bakışları, derin bir dik katle kâh bana takılıyor, kâh Yahya Ke mal'in üzerinde duruyordu. Önce, beni oldukça rahatsız eden bu bakışlar, biraz sonra, öyle hissettim ki, bana yönelince bir sempatiyi, Yahya Kemal'e çevrilince bir tecessüsü belirtmektedir. Bunun se bebini anlamakta gecikmeyecektim. Zira, çok geçmeden, Tevfik Fikret Bey, bir söz
arasında bana şu iltifatta bulunacaktı: «— Yazılarınızı zevkle okuyorum. Hattâ, beni tavuskuşuna benzettiğiniz makalenizi dahi çok beğendim» ve Yah ya Kemal'e dönüp:
«— Sizi ismen tanıyorum ve senânızı işitmiş bulunuyorum. Fakat, şimdiye ka dar, maalesef, bana hiçbir şiirinizi oku mak nasib olmadı» diyecekti.
Nasıl olabilirdi ki, Yahya Kemal, o zamanlar, bir tek şiirini bile yayınlama mıştı ve bundan dolayı üstadın bu sözü de onu hiç gücendirmemişti sanırım. He le, bunun üzerine bir konuşma fırsatı bulan Riza Tevfik'in hemen ortaya atıl ması ve Yahya Kemal'i göklere çıkarırca sına övmeğe başlaması onu büsbütün tatmin etmiş olsa gerekti. Lâkin, Riza Tevfik bu yolda neler söylemişti? Şimdi, pek iyi hatırlamıyorum. Zira, aziz filozo fun daldan dala konan ve başı sonu pek belli olmayan bir konuşma tarzı vardı. Nitekim, o sefer de böyle yapmıştı; dönmüş, dolaşmış, bahsi bahçedeki ka fiye konusuna dökmüştü:
«— Yahya Kemal yalnız şâir değil, büyük bir edebiyat münekkididir. Hâ- mid'in manzumelerinde bile kafiye hata ları bulur» diyerek «sız» ve «siz» me selesini anlatmış ve meseleyi nasıl bir «esprit» ile çözdüğünü söylemek sure tiyle Fikret'i güldürmek istemişti. Ama, Fikret hiç gülmemiş, hattâ gülümseme miş, işi gayet ciddiye alarak: .
«— A Doktor, demişti, ben bu izahı nızı size hiç yakıştıramadım. Hâmid'in ( Eşper) gibi bir dramada eşhasından bi rine Rum taklidi yaptıracağına nasıl ihti mal verebilirsiniz? Pek alâ bilirsiniz ki, eskiden kafiye kulaktan ziyade göz için di ( I) . Bu telâkkiyi değiştirmek
yolun-( I ) Arapça elifbede yolun-( ı ) harfi olma dığı ve zateıı kelimeler klişe halinde yazıldığı için eski imlada «sız» ile «siz» arasında fark göze çarpmazdı.
ÇIK AN KISM IN ÖZETİ K a -raosmanoğlu. sırasıyla Mehmet Rauf, Şahabettin Süleyman, Ah met Haşim, Yahya Kemal, Ce nap Şahabettin ve Süleyman Nazif’ten sonra bugünkü yazı sında T evfik Fikret’e ait hâtı ralarını anlatmaya devam ediyor.
da ettiğimiz mücadelelerde siz de bizim le beraber değil miydiniz?»
Doktor Riza Tevfik:
«— Bilmez miyim, bilmez m iyim ... O sözüm bir latifeden ibaretti, canım ...» diyerek Fikret'in vermek istediği edebi yat dersini kesmeye çalıştıysa da bir tür lü başaramadı.
SERBEST NAZIM YOLU
Ben ise bundan çok memnundum. Zi ra, üstad, bu münasebetle, Edebiyatı Ce- dide'nin Türk veya Osmanlı şiirine ne gibi yenilikler getirdiğini açıklayordu. O açıklamalardan anlayordum ki, şiirimiz, ilk defa olarak, onun ve Cenab'ın elinde, sadece Aruz kalıpları içinde bir vezinli söz olmaktan çıkarak insan ruhundan ve
tabiatten gelen çeşitli seslerin ahenkleş- tirilmesile bir melodi, bir müzik haline girmiştir. Bu müziğin ses ölçüleri gene Aruz vezni olmakla beraber, onun eski şarkılardaki «düm tek» leri andıran «Faülatün Faülatun» ya da «Mefulu, Me- faülün» ve saire gibi monoton yankıları işltllmemektedir. Meselâ, Fikret'in bir gönül acısını İfade eden şu :
Ettin mi zahmi kalbimi his ağlayor musun, Ah, ey medarı bende melâlü
meserretin?...
ya da :
Bir gül koparıp koklamadan toprağa düşmek, Ben böyle mi sandım seni ey ömrü
gamâlud?...
mısralarında ve Yağmur başlıklı manzu mesinin :
Küçük, muttarit, muhteriz damlalar Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz Olur dembedem rıavhager, nağmesaz, Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz, Küçük, muttarit, muteriz damlalar...
kıtasında olduğu gibi. Gerçi, o gün, Tev fik Fikret eski şiirimizle Edebiyatı Cedi de şiiri arasındaki farkları anlatırken bi ze kendinden örnekler vermiyor; bu ör nekleri hemen yalnız Cenap Şahabettin' in manzumelerinden alıyor ve herbirini,
o zamana kadar işitmediğim bir «inşat» tarzile okuyordu. Ama, biz biliyorduk ki, bu işin ustabaşısı yine Fikret'tir. Nite kim, bir gün gelecek bir mısraın sonu ile öbür mısraın başı arasında yaptığı bağlantılarla şiirlerine adeta bir «cade- ne» nesir şekli verecek ve bu suretle gelecek şâir kuşaklarına — bilmeyerek— Serbest Nazım yolunu açacaktı. Böylece iyi bir şey mi olacaktı? Bllmeyorum. Ben o vakitki gibi bugün de Nazım tek niği hakkında fikir söylemeğe kendimi yetkili bulmayorum. Bu konuda ne öğ renmişsem Yahya Kemal'den öğrenmi- şlmdir. O ise Fikret konuşurken hep su suyordu ve bu sükûtu onu tasdik mana sına mı geliyordu; pek belli değildi.
EDEBÎ ZEVK AYRILIĞI
Fakat Fikret, yeniden Hâmid bahsini açıp da «Büyük bir kalp acısının bun dan daha veciz bir ifadesi olamaz» diye (Makber) den :
Akrep mi yedim ? Yılan mı yuttum ?
mısraını okuyunca, yüzünü ekşitmesin den sezdim ki, Yahya Kemal, belki ve zin ve nazım anlayışında değilse bile, edebi zevk bakımından Rübabı Şikeste şâirile hiç de uyuşmamaktadır. Nitekim, Fikret onun bu halinden nem mi kap mıştı, yoksa bize bir edebiyat dersi ve rir gibi görünmekten mi çekinmişti bil mem, sohbeti, hemen şundan bundan konular üzerine aktarıvermişti. Biraz da ha sonra döndü, dolaştı; devrin olayla rına, zamane kişilerine karşı yüreğini dolduran nefret zehirlerini saçıp dökme ye başladı. Buna da — ne tu h a f!— be nim akrabamdan birinin düğünüyle ili şikli bir hâdise vesile veriyordu:
Şöyle ki, halamın oğlu Karaosmanzade Kâni bey, bir kaç ay önce İstanbul'da Tevfik Fikret'in yeğeni bir hanım kızla evlenmiş ve bu münasebetle üstad, geli nin ailesi tarafından düğüne davet edil mişti.
Fakat, Tanin gazetesinde idare mü dürü olan kızın dayısı veya ağabeyi davetiyeyi (Tanin) antetli bir zarfa ko yup gönderdiği için, bunu Hüseyin Ca hit'ten gelen bir mektup sanarak açma dan yırtıp sepete atmıştı.
Tevfik Fikret, hâdiseyi bana böylece anlattıktan sonra:
«— İşte, bu suitefehhüm yüzündendir ki, düğünde bulunamadım. Bizimkilere, bu hususta lâzımgelen izahatı verdim ve özür diledim. Siz de akrabanıza benim • tarafımdan özür dilemek lutfünde bulu nursanız, beni minnettar edersiniz» de mişti. (Devamı gelecek sayıda)
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi