Ç IK A N KISMIN ÖZETİ — Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hafim’i anlatmaya devam ediyor. Hafim’i ilk tanıdığı gün iyice fafirmiftır. O, Ha fim ’i karayağız bir insan olarak düşü nürken, karşısına beyaz tenli, kumral bir genç adam (ikm iftır. Mavi gözlü bir Ahm et H afim ... Hem öyle ki, her kes gibi ağa ile değil, gözlerinin ucu ile gülümseyen bir insan... O tarihte İzmir’de bulunan Karaosmanoğlu, es ki mektep arkadaflarından Şükrü Sa raçoğlu ve Kasabalı Şevket'i Hafim’le taniftırıyor. Dört kifi Karşıyaka kulü bünde her gece sofra arkadaşlığı ya pıp neşeli vakit geçiriyorlar. Bir akfam Hafim, arkadaşlarının kendisine yap tıkları bir şakaya kızarak kaçıyor. Bir süre sonra Kordon boyundan geçen Karaosmanoğlu, Haşim’in kendisine seslendiğini duyarak oturduğu gazino da onunla tekrar konuşmaya başlıyor.
B
ELLİ Kİ, Ahmet Haşim, etkisi gibi, gene benimle dertleşmek İhtiyacı içinde idi. Fakat, ben bunu fırsat bilip son hâdiseye dair bir yargı lanmaya girmek istemedim, sırf henüz kapanmış olduğunu tahmin ettiğim ya rasını deşmemek için. Zaten, biraz sonra buna hiç lüzum olmadığını da anlayacak tım. Haşlm'le benim aramda hiçbir şey geçmemiş gibiydi ve o da büsbütün baş ka bir bahse atlamıştı:— «Şu İzm ir'in garip bir füsunu vara demişti. «H e r saat bir başka renge giri yor; hoşa gitmek İçin kâh ipeklere, kâh tüllere bürünen şuh bir kadın gibi. Aca ba, içimi gıcıklayıp duran şehvani hisler bu benzeyişten mi geliyor? Hele şu deni ze bak. İstanbul'da deniz bu kadar canlı, bu kadar hareketli m idir? Ben, şimdi, unuttum bile İstanbul'u. Halbuki, bir zamanlar, oradan başka bir yerde ya şayamam sanırdım. Ya manzaraları mı, diyeceksin? Bırak canım; İstanbul man zaralarının en âlâsını profesyonel bir fo toğrafçının çektiği boyalı kartpostallarda da bulabilirsin. İzmir'de ise şu deniz, şp ufuklar, şu karşı sahiller dâhi bir ressamın kendi ruhundan bir şeyler ka tarak meydana getirdiği tablolar gibi dir. Geçen gün, civarda, Halkapınar de nilen bir yere gitmiştim; suların, ağaç ların, kuşların nasıl dile geldiğini ben orada gördüm .»
Oysa benim bildiğim Halkapınar, ara- sıra birkaç leyleğin, kıyıları cılız sazlar la çevrili su birikintileri etrafına kondu ğu bir kırdan ibaretti. Ama, gel gör ki, kısa bir zaman sonra, Ahmet Haşim o yarı çıplak kırdan «Göl Saatleri» nin çiçeklerini derleyecekti ve o leylekler:
Kenarı âba dizilmiş sükûn ile bekler Füsunu maha dalan pür hayal leylekler
olacaktı ve şair o cılız sazlara bakarak:
Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam
diyecekti.
T
T-
T ’
Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u ' n u n G e n ç l i k v e E d e b i y a t H â 1
1
r a I a r ı : [s]
Haşim , Bir Lokma
Ekmeğe Muhtaç Halde
Sivil Hayata Dönmüştü
«Haşim'in
Çanakkale'den
döndüğünü haber aldığı
mız gün, harbin bu en
heyecan verici cephesine
dair bize kim bilir ne dasi
tan! bir levha çizecektir
diye ona koşmuştuk. Lâ
kin yedek subay üniforma
sında siperlerden kalkan
tozun ve dumanın barut
kokusunu duyar gibi ol
duğumuz Haşim, çizmesi
ni
beklediğimiz
destan
levhaları yerine tuhaf fık
ralar anlatmakla yetindi.»
Y A Z A N : Y A K U P K A D R İ K A R A O S M A N O Ğ L U
Lâkin, ne yazık ki, Halkapınar gibi bir kır parçasını b ir hayal iklimi haline getiren «G öl Saatleri» — aziz dostum Abdülhak Şinasi Hisar'ın «Ahmet Haşim, şiiri ve hayatı» kitabında belirttiği gi bi — nice aydınlarımız ve edebiyatçı larımız tarafından bile kaba bir anla yışsızlıkla karşılanmıştır. Hele, «Göllerde bu dem bir kamış olsam» mısraındaki «kam ış» sözünün şiir dilinde İfade ettiği sembolik mânayı bilmeyenler Haşimi birtakım âdi cinaslarla alaya almaktan dahi çekinmemişlerdir.
Acaba, «G öl Saatleri» nden birkaç yıl sonra çıkan «Piyale» yi kapışanlar ve bu kitaptaki şiirleri sarhoş edici bir haz ile okuyanlar arasında aynı kimseler de var mıydı? Var idiyseler, her halde ki tabın başındaki şu mısralardan İtibaren dillerini yutmuşlardır sanırım:
Zannetme ki, güldür ne de lâle Âteş doludur tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyale
Niçin mi dillerini yutmuşlardır? Bun daki Ahmet Haşim gene «G öl Saatleri» ndeki, hattâ, «Ş iri Kam er» deki Ahmet Haşim değil miydi? Bu yeni şiirlerin de de gene eski şiirlerinde dinlediğimiz deruni müziğin ahengini duymuyor muy duk? Evet ama, İtiraf etmemiz lâzım ge
lir ki, burada o ahenk artık «prâlud e» faslını geçip tam bir senfoni halini al mıştır ve şair, orkestrasında artık aynı aletleri kullanmamaktadır. Nitekim:
Bir taraf bahçe, bir taraf da dere Gel uzan, sevgilim, benimle yere Suyu yakuta döndüren bu hazân Bizi gark eyleyor düşüncelere
kıtasında artık ne kirişli, ne kirişsiz te lin, ne kalın ne ince yayın sesini duya rız. Sanki, şairin ruhu hiçbir maddeye değmeksizin doğrudan doğruya bizim ru humuza akıyor gibidir.
NESİR YAZSIN)...
Fakat, Haşim, şiir sanatını böylesine bir inceliğe eriştirmiş olmanın gururunu duymuş mudur? Pek zannetmiyorum. O bütün soylu ve samimî sanatkârlar gibi,
ömrünün sonuna kadar, kendine amaç edindiği bir kusursuz ve eksiksiz güzel lik yaratabilme çabaları içinde didinmiş- tir. Şu da var ki, Haşim, şiirlerinin de ğeri hakkında kendisinin beslediği ka naatten ziyade başkalarının verdiği hü kümlerin tesiri altında kalırdı. Bu hü kümler ise çok defa yersiz ve insafsızdı. Hele, büyük bir şiir ustası olan Yahya Kemal'in, bir gün gelip, onun şairli ğinden bile şüpheli görünüşü ve «Ahmet
Haşim, nesir yazsa daha iyi b ir şey yap mış o lu r» deyişi bu insafsızlığın en sert örneklerinden birini teşkil etmişti. Ger çi, Haşim iyi bir nazımcı olduğu kadar iyi bir nesirci İdi ve belki nazmı mı daha iyi, nesri mi diye tereddüde düşülebi lirdi. Fakat, Yahya Kemal, Haşlmin bu iki meziyetinden birini tamamiyle inkâr edip yalnız öbürü üzerinde durmakla, hiç şüphesiz, büyük bir haksızlık işle miş oluyordu. Bunun sebeplerini araş tırmayı hâtıralarımın Yahya Kemal'e ait bölümüne bırakarak, burada, şair Ahmet Haşim'den tekrar insan Haşime geçiyo rum :
İzmir'deki sıkı dostluk münasebetleri mizden sonra, bir yandan gittikçe ka rışan memleket ahvali, öbür yandan baş ka başka yönlere doğru gelişen özel hayat şartlarımız, bizi dört beş yıl, birbirim iz
den ayıracaktı. İç huzursuzluklar, dış teh likeler, Trablus meselesi, Balkan harbi, hemen sonra birinci Dünya Savaşı... Bü tün bu büyük hâdiseler sırasında, ben bir gazeteci veya bir lise öğretmeni, o kâh bir memur, kâh bir yedek subay olarak, ancak birkaç kere, rasgele gö rüşmek fırsatını bulabilecektik. Bu sey rek görüşmelerimiz ise, her defasında, bize eski dostluk bağlarımızın biraz daha gevşemekte olduğunu belirtmekten baş
Ahmet Haşim, üstte, Abdülhak Hâmid Tarkan’la beraber. Sağdaki resimde ise Çanakkale’de yedek subay Haşim.
ka bir şeye yaramayacaktı. Çünki, ben bir takım siyasi cereyanların içine dala çıka öz sanatçı ve edebiyatçılıktan uzak laşmış ve memleketin uğradığı felâket ler karşısında koyu bir milliyetçi ol muştum. İşimde gücümde bulunmadığım zamanları hep Tü rk Ocağında geçiriyor dum. Haşime gelince o hep «kendi cevvi» nde, «kendi eflâki» nde uçan ve yere indiği zaman hırçınlaşan, vahşileşen An ka Kuşuydu. Dünyayı yine ayni mistik ve paradoksal gözlerle görüyordu. Askeri vazifesinden, izinli olarak, Istanbula her gelişinde ise bize anlattığı şeylerin rea litelerle hiçbir alâkası yoktu. Bunlar, hap, fantezici yazarların acayip hikâye lerini andırıyordu.
Nitekim, Çanakkale'den döndüğünü ha ber aldığımız bir gün, harbin bu en ma- habetli, en heyecan verici cephesine dair bize, kim bilir, ne destan! bir levha çi zecektir diye hepimiz onu bulup dinle meye koşmuştuk. Lâkin, Yedek Subay üniformasında siperlerden kalkan tozun ve dumanın barut koksunu duyar gibi ol duğumuz Haşim, çizmesini beklediğimiz destan levhaları yerine şu iki tuhaf fık rayı anlatmakla yetinmişti:
Sözde, Sultan Mahmut devrinden mi, yoksa başka bir devirden mİ — Ahmet Haşimin kendisi de bunu tayin edemiyor du — kalma bir havan topu varmış. O r du içinde hiç kimse bunun nasıl doldu- lulacağını bilmeyormuş. Sormuşlar, so ruşturmuşlar. Bu işi bilse bilse, Anado- lunun ücra bir köyünde yaşamakta ol duğu haber alınan doksanlık bir Ahmet Çavuş bilir demişler ve onu köyünden alıp getirmişler. Adamcağız günlerce ça lışmış, uğraşmış; topu sıvamış, hazırla mış, doldurmuş. Fakat, gel gör ki, ateş verilir verilmez, top bulunduğu yerden, olduğu gibi fırlayıp alevler saçarak düş man siperlerine doğru atlamış. Bunun arkasından, bir de Tabur İmamı cübbe sinin eteklerini savurarak ve «Alla h, Al la h!» diye bağırıp koşmaya başlayınca, düşman askerlerini müthiş bir panik alm ış...
Ahmet Haşim, bu penikin sebebini de düşman askerlerinin Türkler tarafından yeni bir harp âleti icad edildiği zannına kapılmış olmaları ihtimalile izah edi yordu.
Haşim'in yine Çanakkale'ye dair on- lattığ ikinci fıkra, kendi ifadesine göre, şu idi:
« — Bir gece yarısı (Haydi hazır olun, gidiyoruz) diyerek bizi uyandırdılar. Her kes, uyku sersemi biribirine soruyordu. (Nereye gidiyoruz? Çekiliyor m uyuz?) hiç kimse kati olarak bir şey bilmeyor. Yalnız, hepimizce, Alay Kumandanının atına binip tâ önde ilerleyişi bir hareket emri telâkki ediliyor. Zifiri bir karanlık içinde arkasından yürüyoruz. Böylece ne kadar yol aldık bilmeyorum. Alay Ku mandanı birden bire durdu. O da nereye gittiğini bilemiyor gibiydi. Acaba, pek fena bir vaziyette idik de şaşırıp kalmış mıydı? Hayır, biraz sonra hakikat anla şılacaktı. Meğer, kumandanımız bir som- nambül hali geçirmekte im işl»
Bunun üzerine, derin bir hayal kırık lığına düşerek Haşime sormuştuk;
— «Canım , Çanakkale'de gördüklerin yalnız bundan mı ibaret?»
— «Y o k , demişti, bir de düşman bom bardımanlarının havada bir patiska çar şafın yırtılışını andıran sesleri vardı» ve gözlerinin ucuyla gülümseyerek ilâve etmişti. «Benden bir kahramanlık neşi- desi mi bekleyordunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve İkram ile Çanakkale'ye davet edilen şairlerden din
lersiniz. Şimdi, burada sizinle konuşan sadece İhtiyat Zabiti Haşim Efendidir».
Ahmet Haşimin bu son sözlerinde acı bir sitem hissetmemek mümkün değildi, öyle ya, hükümet, harbin devamı müdde- tince top seslerini ancak uzaktan uzağa işitmiş bir takım şair ve yazarları za fer destanları yazsınlar diye Çanakkale'ye gönderirken, ayni vazifeyi, bu zaferin ne pahasına kazanıldığını tâ içinden gör müş ve ateş hatlarının nice tehlikeli sa atlerini bizzat yaşamış olan Ahmet Ha şim adında bir şaire de vermek kimse nin hatırından geçmemişti. Belki, geçmiş ti de onun Bağdatlı, yani Arap oluşu yü zünden, çoğunu Türkçü ve milliyetçilerin teşkil ettiği o heyete katılması münasip görülmemişti. Nitekim, Süleyman Nazif de Namık Kemal tarzında vatansever bir büyük yazar olduğu halde, türkçü ve mil liyetçi vasıflarını taşımadığı için Çanak kale'yi ziyarete davet edilmemişti ve bun dan dolayı gerek hükümet erkânına, ge rek Başkumandan vekili Enver Paşaya karşı ateş püskürüyordu. Ahmet Haşim ise duyduğu öfkeyi, alaycı tavurlar takın makla örtmeye çalışıyordu. Ama, içini nasıl bir kurdun yediğini ben biliyor dum.
Mütarekede hemen hemen bir lokma etmeğe mühtaç halde sivil hayata dön düğü vakit baş vurduğu bütün kapıların yüzüne kapandığını görünce ve şuradan buradan «Senin Türkiyede İşin ne Bağ dat'a gitsene» gibi lâflar kulağına gel meye başlayınca, Haşim, yüreğini kemi ren bu kurdu şu sözüyle dışarıya ata caktı. «Öyle ya, diyecekti, harp olur, Ahmet Haşim vatan müdafaasına çağrılır; sulh olur, vatandan kovulmak İstenir». Fakat, buna rağmen o büyük Tü rk şairi, her çevre katlanarak, kültürüyle, kalbiy le bağlı olduğu bu vatandan ayrılmaya cak v e ... — bunu belki kimse bilme- yordur — Irak Hükümeti tarafından ken disine vadedilen bütün refah imkânlarını iterek bir küçük İaşe memurluğunun da racık geçim şartları içinde İstanbulda yaşamayı gönlünün meyillerine daha uy gun bulacaktı.
Oysa, Osmanlı Devletinin son Şeyhls- lamlarından biri olan akrabası Alüsizade ve şimdi adını unuttuğum öz kardeşi, ilk fırsatta hemen Bağdada gitmişler ve yük sek makamlara geçmişlerdi. Ahmet Ha şim, bununla beraber, onların haline im renmek şöyle dursun, hattâ isimlerini bile ağzına almak istemezdi. Kadıköy'ün ke nar mahallelerinin birinde oturduğu küçük ve harap bir evin Kuşdili çayırına bakan penceresinden, akşamları, renk renk yeldirmeler giyinmiş, beyaz baş ör tülü İstanbul Hanımlarının kırıta kırıta gezinişlerini seyretmek, geceleri ise, Kur- bağalı dereden akseden kurbağa seslerin de ruhunu okşayan ve bizim anlamamıza imkân olmayan bir melodiyi dinleyerek hayallere dalmak onun İçin, sanki, yeter artar bir mutluluktu.
Isviçrede geçirdiğim üç yıldan sonra Istanbula dönünce Ahmet Haşimi, işte, bu durumda ve bu halde bulmuştum. Daha ziyade dökülmüş saçlarındaki aklar çoğalmış, yüzündeki çizgiler birbirine karışmış, vücuduna da olgunluk çağının katılığı ve kalınlığı gelmişti. Ama, o yine benim bildiğim yaramaz çocuk huylu, taze ve coşkun ruhlu Haşimdl. Memle ketin geçirmekte bulu.'.duğu o felâket devrinde, kalemimle atıldığım M illî M ü cadelenin çetin şartları altında, o benim için tıpkı Izmirdeki gibi şiir ve hayal ikliminin kafayı, kalbi serinletici esinti lerine açılmış bir pencere olacaktı.
(Devamı gelecek sayıda)
22
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a Toros Arşivi