• Sonuç bulunamadı

Ahmet Öncü, Sosyoloji ya da Tarih:İbn Haldun ve Mukaddime Üzerine Bir Deneme

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ahmet Öncü, Sosyoloji ya da Tarih:İbn Haldun ve Mukaddime Üzerine Bir Deneme"

Copied!
9
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

I.

M

ukaddime, asıl maksadı

ta-rih ilminin mevcut tasavvur ve pratiğinin eleştirilmesi ile yeni-den inşası olan bir projenin ürünü olarak değerlendirilebilir.

Mukad-dime’nin içindekiler listesine bir

göz gezdirmek bile İbn Hal-dun’un temel tezinin ana hatları-nı anlamak için kâfidir. İnsan ey-lemleri ile doğanın incelenmesi arasındaki farkı önemseyen İbn Haldun, tarihî-toplumsal varlık alanını ortaya koyarak bu alanda çalışmanın metotlarını araştırmış-tır. İnsana ait olayların alanıyla il-gilendiği için yüzeysel olarak ta-rih, herkesin ilgisini çeken ve her-kes tarafından anlaşılabilir olan bir ilimdir. Ancak felsefe ile sıkı bağları olan ve sonucu tarihsel haberlerin doğrulanması, tenkidi ve toplumsal örgütlenmenin do-ğasını tespit etmek olan “derin-tarih” farklıdır ve İbn Haldun bu ilmin bağımsız olarak inşasını he-deflemektedir. Mukaddime “doğ-ru tarih”in dayanması gereken te-mel ilkeleri ortaya koymaktadır ve

felsefe için mantık, fıkıh ilmi için usul-i fıkıh nasıl bir işleve sahipse, bu ilkeler de tarih için o oranda ölçüt teşkil edecektir. Tarih, gö-rünürde, meydana gelmiş olayla-rın anlatılmasından ibarettir ve ta-rih konusunda hata yapmak, insa-nî-toplumsal hadiselerin ardında-ki ilkeler ve sosyal hayatın tabiatı ölçü alınmadığı takdirde kaçınıl-mazdır. Gerçek tarih ise, geçmiş-te olan insanî-toplumsal olayları düşünmek, araştırmak ve olayla-rın gerçek nedenlerini açıklamak, olayların nasıl ve niçin meydana geldiğini derinliği ile bilmektir.

Gerçek tarihin inşası için mev-cut tarih ilminin ve etkinliğinin hatalarının ortaya konması gerek-mektedir. İbn Haldun, dönemin-de hakim olan tarih anlayışını şu şekilde eleştirmektedir: (1) Tarih-sel çalışmaları tarihçiler yazar. Ta-rihçiler insan olduklarından hata yapabilir, gerçekliği tüm yönleriy-le göremeyebiliryönleriy-ler, yalan söyyönleriy-leye- söyleye-bilir ya da yeteneksiz olasöyleye-bilirler. (2) Bir inanca ve görüşe sıkı sıkıya bağlılık haberleri tenkit etme ve

DÎVÂN İlmî Araştırmalar sy. 21 (2006/2), s. 169-177

169

Ahmet Öncü

Sosyoloji ya da Tarih: İbn Haldun ve

Mukaddime Üzerine Bir Deneme

Öteki Yayınevi, Ankara 1993, 99 s.

(2)

araştırmaya engel teşkil eder. (3) Haberi nakledenlere güvenmek, başka deyişle haberin kaynağına karşı bilimsel analiz ve eleştiriden yoksun şekilde hayranlık duymak. (4) Haberin naklediliş maksatları-na dikkat etmemek; kim neyi ni-çin nakletmiş bilmeden aynen nakli tekrar etmek. (5) Nüfuz ve makam sahiplerine yakın olma is-teği. (6) İnsanın garip olaylara meraklı oluşu, acayip şeylerin he-men dillere pelesenk olması. (7) Bütün bunlara ilaveten belki de en önemli hata sebebi, tarihçinin tarihsel haberler şeklinde nakledi-len olayların ait oldukları çevrenin toplumsal yaşamının doğasını id-rak edemeyişidir. İbn Haldun’un bu noktadaki eleştirisi, tarihçile-rin, naklettikleri hadiseler husu-sunda kendisinin

tabîatu’l-umra-n olarak isimletabîatu’l-umra-ndirdiği şeye riayet

etmemeleri şeklinde özetlenebilir. Toplumsal yaşamın doğasını dik-kate almamaları nedeniyle tarihçi-ler gerçekleşmesi imkansız hadi-selerin nakledicisi olmuşlardır.

İbn Haldun’a göre kişi tenkidi ikinci derecede önemlidir; önce-likle lüzumlu olan, tarihsel habe-rin içine girip olay eleştirisi yap-maktır. Ancak bu şekilde aktarı-lan hadiselerde doğruyu yanlıştan ayırmanın yolu, yani şüpheye ma-hal bırakmayacak burhanî bir me-totla doğruyu yanlıştan tefrik et-menin kanunu bulunur.

Maksadı, doğruyu ortaya çıka-racak metodun keşfi olan İbn Haldun, tarihsel haberin içerdiği gerçeği, tarihin hammaddesinden çıkarmaktadır ki, bu yaklaşıma göre tarihin mantığı da bizzat ta-rihten, maziden ve hal-i hazırdan çıkarılmak durumundadır.1

II.

İbn Haldun’un amacının, Ba-tı’da gelişen sosyoloji bilimi ile ir-tibatlı olamayacağını Mukaddime kitabına odaklanarak ortaya koy-maya çalışan Ahmet Öncü’nün kitabının yazım öyküsü, üniversi-tede aldığı bir ders ile başlıyor. University of Alberta’da Derek Sayer’in “Advanced Social The-ory” dersinde savaşların Batı top-lumlarında önemli kuramsal so-runlar olmalarına rağmen sosyo-lojik çalışmalarda bu olguya gere-ken önemin verilmediği kanaatini ortaya çıkaran bir tartışma sonu-cunda Sayer, bu bağlamda İbn Haldun’un da bazı cevaplar vere-bileceğini ve Mukaddime’nin derste sunumunun faydalı olaca-ğını söyler. Sunum görevini üst-lenen Öncü, bu sayede İbn Hal-dun’a dair literatürü inceleme fır-satı bulur ve sunumdan sonra ça-lışmasını sürdürerek İbn Hal-dun’un “sosyolojik tarih” olarak isimlendirilebilecek bir disiplinin kurucu adımlarını attığını ileri DÎVÂN

2006/2

170

1 Kasım Şulul, “İbn Haldun’un (1332-1406) Tarih Görüşü”, D.E.Ü. İlahiyat

(3)

süren bir metni Sayer’e sunar. Sa-yer’in, İbn Haldun’un sosyoloji-den ziyade tarih ile ilgilenen bir şahsiyet olduğu iddiasını geliştir-mesini tavsiye ettiği Öncü, bir sü-re bu çalışmaya ara verir ve 1991 Kasım’ında tekrar İbn Haldun üzerine yoğunlaşarak bu defa ta-ze bir bakışla meseleyi ele alarak eserini Türkçe olarak kaleme alır. Kitabın temel iddiasını, İbn Haldun’un temel sorunları ile sosyolojininkilerin farklı olduğu şeklinde özetlemek mümkündür. Öncü, bu iddiasını desteklemek için sosyolojinin temel olarak Av-rupa’nın özellikle 18. yüzyıl ve sonrasındaki serüveni içinde ve bağlamında oluşmuş bir ilmî di-siplin olduğu düşüncesini vurgu-lamaktır.

Kitabın birinci bölümü, “Ba-tı’nın Kendi Tarihi ile Söyleşisi: Sosyoloji” başlığının da işaret et-tiği üzere, sosyolojinin ortaya çı-kışını, modern tecrübe sınırların-da ve özellikle devrimler bağla-mında ele almaktadır. Öncü’ye göre sosyoloji modern toplumun ürünüdür ve modern toplumsal-lık ise 18. yüzyılın biri politik di-ğeri ekonomik iki büyük devri-minin sonucunda içeriğini ka-zanmıştır. Bir yandan Protestan-lık ile bireyselliğin belirmeye baş-laması, beraberinde laikleşme sü-reçleri, diğer yandan da bilimsel-lik, yeni üretim şekilleri üretmiş ve sosyoloji, Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde Fransa’da

doğ-muş, pratik içeriğini kazandığı İngiltere’de Sanayi Devrimi ön-cesi ve sonrasında gelişmiştir. Bu bilimin gelişimine dair ayrıntılar kitapta, sosyolojinin ortaya çıkı-şının incelendiği “Şefkatli Aldır-mazlıktan Düşünceli İlgiye: Sos-yolojinin Programının Gerçek-leşmesi” ve gelişimi ile yaygınlık kazanmasının tartışıldığı “Sosyo-lojinin Programının Tamamlan-ması: Aydınlanmadan Comte’a” alt başlıkları çerçevesinde ele alınmaktadır.

İlk aşamada toplumda feodali-teden burjuvaziye geçiş ve burju-vazinin dağılmasına sebep oldu-ğu yapının yerini alacak yeni bir çerçeve üretememesinin ortaya çıkardığı boşluk ve devrimleri in-celeyen Öncü, burjuvazinin yeni “işveren-işçi ilişkisi” içinde gittik-çe fakirleşen ve zor durumda olan alt tabakaya şefkatli bir aldır-mazlıkla yaklaştığı sosyolojiyi üreten toplumsal nedenlerin or-taya çıktığı süreci yetkin bir şekil-de ortaya koyuyor. 18. yüzyılda Fransa’da tohumları atılan bili-min, Durkheim, Comte, Fransız düşünürleri ve İngiliz ekonomist-lerinin elindeki gelişimi ile temel unsurları açısından ortaya kondu-ğu kitapta burjuvazinin işveren-işçi ilişkisini doğurmasının, birey-selliği artırması ve zamanla yeni bir sınıfın ortaya çıkışı ile yeni so-runların doğmasına sebep oluşu üzerinde ayrıntılı bir şekilde du-ruluyor. Bu aşama, Öncü’nün tespitlerine göre, Corrigan ve

Sa-171

DÎVÂN 2006/2

(4)

yer’in “toplumun içindeki toplu-mun” varlığının keşfedilmesi ve Karl Polanyi’nin “dönüşüm” de-diği sürecin başlangıcı da olmuş-tur. Zamanla devlet yoksulluk so-rununa sahip çıkmak zorunda kalmış, devletin toplum hakkın-daki bilgisini ve dolayısıyla kont-rolünü arttırabilmek maksadıyla topluma dair veriler toplanmaya başlanmış; Öncü’nün deyişi ile burjuvazinin şefkatli aldırmazlığı düşünceli bir ilgiye dönüşmüştü.

Öncü’nün sosyolojinin gelişi-mini anlatırken dikkat çektiği iki husus var: Birincisi sosyolojinin Batı’nın tecrübesi içinde, top-lumların geçirdiği aşamalar içinde ortaya çıkan bir bilim olduğu; ikincisi, gelişimi içinde incelendi-ğinde zamanla güçlenen sosyolo-jinin entelektüel bir bilme alanı olarak kalmadığı ve “insanın bi-linçli eylemi”ni bilimin gerekleri-ne göre düzenlenmesi ile bir ide-oloji haline geldiği gerçeği.

“Sosyologların Kampı ve İbn Haldun” başlığını taşıyan ikinci bölümde Öncü, sosyolojinin te-mellerini anlatarak bir önceki bö-lümde inşa ettiği zemini kullanı-yor ve özelde Baali ve Dahoua-di’nin İbn Haldun’un sosyoloji-nin kurucusu ve sosyolog olduğu iddialarının neden doğru olama-yacağını göstermeye çalışıyor. Ba-ali, İbn Haldun’un eserini, konu-su toplumsal örgütlenme olan bağımsız bir bilim olarak tasarla-masını, onun sosyolojinin kuru-cusu olduğunun delili olarak

gös-termiştir. Dahouadi de İbn Hal-dun’u sosyologların kampına yer-leştirmekte hiçbir sorun görme-diğini ifade etmiştir. Birincisi, sosyolojiyi tek başına toplumsal örgütlenmenin incelenmesi ola-rak değerlendirdiği için ve ikinci-si İbn Haldun’u sosyolojinin şe-killendirdiği perspektif çerçeve-sinde değerlendirdiği için Ön-cü’ye göre onu yanlış okumuş ve yanlış sonuçlara ulaşmışlardır.

Öncü’ye göre İbn Haldun ve sosyologlar yalnızca farklı sorun-lar ile uğraşıyor değillerdir; ayrıca farklı dünyanın insanlarıdır da: “Oysa ki sosyolojinin temellerini atan düşünürler, yeni bir dünya-nın, modern dünyanın aydınları-dır. Bu dünya, aklın en azından entelektüel düzeyde dine karşı gelişi ile kendinden önceki dün-yalardan tarihsel olarak kopmuş-tur. Bu kopuşla, akıl önce negatif bir içerikle gerçekliğe bakmaya başlamış, mevcut toplumsal dü-zenin temellerinin insan doğasına ya da insanın özgür gelişimine engel olduğu görüşünü ileri sür-müştür. Bu, aydınlanmanın tezi-dir ve sonraki dönemlerin üzerin-de belirgin izler bırakmıştır.

Aydınlanmadan bu yana, mo-dern Batı’da toplumla ilgilenme-nin altında öncelikle insanla ilgi-lenme yatmaktadır. Bu insan ön-ce düşünön-cede kategorik olarak geliştirilmiş ve sonra toplumsal dönüşümün aldığı hızla, ampirik bir gerçekliğe dönüşmüştür. Bu dönüşümle beraber toplumsal so-DÎVÂN

2006/2

(5)

runlar, başta toplumsal istikrar-sızlıklar, maddî ve manevî yoksul-luklar olmak üzere, insanın soru-nu gibi algılanmış ve sosyoloji in-sanın bu tür sorunlarını yaratan süreçlerini inceleyen ayrı ve ide-olojik bir disipline dönüşmüştür. Bu sebeple dünyadaki ilk sosyo-loji bölümünün, bireyin toplum-sal yapının temel öğesi olarak gö-rüldüğü ABD’de Chicago Üni-versitesi’nde 1892’de kurulmuş olması hiç şaşırtıcı değildir” (s. 40-42).

Bu modern bilimde en temel meselelerin birey ve özgürlük so-runsalı çevresinde şekillendiği dikkate alınmalıdır. Modern top-lumsallığı ve modern kapitalizmi; bireyi görmeyen İbn Haldun’un ise bireyin özgürlük sorununu tartışmasını beklemek kronolojik bir hata olacaktır: İbn Haldun sosyolog değildir.

İbn Haldun’un entelektüel mi-rasını doğru anlayabilmek için bir an sosyoloji unutulmalı ve İbn Haldun kendi tarihsel ger-çekliğinin sınırları içinde ele alın-malıdır. Bir başka deyişle, onun düşüncesi kendi tarihsel bağlamı-nın içinde ve bu bağlamın özgün kategorileri çerçevesinde değer-lendirilmelidir. Öte yandan sos-yolojinin unutulmasıyla birlikte onun geliştirdiği toplumsal ör-gütlenme kuramı da gözden ka-çırılmamalıdır.

Mukaddime okunurken İbn

Haldun’un zihninde şu soruların olduğu unutulmamalıdır: “Tarih

bilimsel olarak çalışılabilir mi ve-ya tarih bir bilim mi? Tarih bir bi-lim ise ne tür bir bibi-limdir?...” İbn Haldun bunu belirterek sadece yüzeysel tarihle derin tarih ara-sındaki çalışma ilkelerinin farklılı-ğını belirgin kılmak istemiyor, daha önemli olarak yüzeysel ta-rihle derin tarih arasında eleştirel bir ilişki kurmayı da amaçlıyor. Öncü’ye göre, işte bu ilişki kura-bilme girişimi, Mukaddime’nin pek çok yorumcusunun gözün-den kaçan, ayırt edici özelliğini oluşturmaktadır.

Bir süre aktif biçimde siyasetle de ilgilenen İbn Haldun, döne-minin sorunlarının siyasetten farklı bir metotla çözüleceği ka-naatine varmış ve ilgisini tarih il-mine yöneltmiştir. Bir yıkım dö-neminde yaşayan İbn Haldun, kendi döneminin olaylarının son-raki kuşaklara nasıl aktarılacağını belirleyen kişilerden biri olmak amacındadır denebilir. Haber ge-leneğinin kuvvetli olduğu bir dö-nemde yaşayan İbn Haldun, yal-nızca kronolojik sırasıyla tarihsel olayların verilmesinin ve haber-lerde yalnızca kişi tenkidinin ya-pılmasını yetersiz bulmaktadır. İnsanların zamanlarının oluşum sürecinde fail olduğunu savuna-rak farklı bir zaman algısı ve kişi tenkidi yanında olay tenkidini ge-rekli görerek yeni bir metodoloji öngörür: “Geçmiş tarih hakkında pek çok şey öğrenmiş olan kimse koşulların uğradığı değişimler hakkında habersiz” kalabilir. Bu

173

DÎVÂN 2006/2

(6)

gibi durumlarda tarihçiler, tarih-sel habere, gözlemlerinden çıkar-dıkları, kendi zamanlarının bilgi-sini uygularlar ve geçmişle bugün arasındaki büyük farkı göremez-ler. Bununla birlikte bu tedavi edilemez bir durum değildir: “O halde tarih, belirli bir döneme ve-ya ırka özgü olaylara işaret eder. Bölgelerin, ırkların ve dönemle-rin genel koşullarının tartışması tarihçilerin temelini oluşturur.”

Aslında, İbn Haldun’un mev-cut malzemeyi yeniden ve farklı bir anlayışla yazması yeni ve öz-gün bir bilgi sunmuştur. Bununla beraber, İbn Haldun haber gele-neğine “zaman içinde değişim” tasavvurunu da tanıtmıştır. Ched-dadi’nin belirttiği gibi, bu katkı, İslam tarihi yazımı geleneğinde gerçekten yeni bir dönemi başlat-mıştır denebilir. İbn Haldun’un zaman kavramı ise doğal olarak kendi kültürünün özellikleri ve anlayışlarını yansıtmaktadır. Do-ğu’da zaman insanın kaderini be-lirleyen bir boyut olarak algılan-mış ve insanların yaşadıkları za-manın genel yapısını değiştirme güçlerinin olmadığına inanılmış-tır. İbn Haldun zamanın böylesi-ne boyun eğmişlikle veri alınma-sına karşı çıkabilmiş ve “Nasıl olup da belli zamanlarda toplum-sal bir canlılık, belli zamanlarda toplumsal yıkımlar yaşanıyor?” sorusunu sormuştur. Bunu yanıt-lamaya çalışırken kendi toplumsal örgütlenme kuramını geliştirmiş ve bu kurama dayanarak belirli

zamanların genel niteliğini biçim-lendiren koşulları ve bu koşulları yaratan eğilimleri bilimsel bir yöntemle anlamaya çalışmıştır.

Ortaçağın bir mirası olarak ta-rih bilinci Batı’da oldukça uzun bir süreç sonunda ve etkileri son-radan hissedilecek bir gecikmey-le, Rönesans’la, önemli bir deği-şime uğramıştır. Ortaçağda za-mansal farklılıklar dikkate alın-mazken, Rönesans geçmişte ha-yalî bir altın çağa saplanıp kalmış ve Aydınlanma geçmişte bir in-sanlık tarihinin bulunduğunu ve bu tarihin bugünden ve gelecek-ten farklı olduğunu göstermiş, zaman içinde ilerleme düşüncesi-ni icat etmiştir. Giddens’in belirt-tiği gibi, Aydınlanma döneminde ilerleme düşüncesi de dahil ol-mak üzere geliştirilen düşünceler sadece daha sonraki dönemlerin toplumsal kuramlarının, en başta da sosyolojinin temel sorularını tanımlamakla kalmamış, aynı za-manda belli açılardan modern dünyanın ortaya çıkışını hazırla-yan toplumsal dönüşümlerin içe-riğini de belirlemiştir. Modern dünyanın oluşturulması sürecde tarih, insanlığın geçmişini in-celeyerek bu geçmişin nasıl olup da bugünü yarattığını araştıran idealist felsefe ile içiçe geçmiş bir disipline dönüşmüştür. Dolayısıy-la Batı’da, tarihle ilgilenmek, ta-rihsel sürecin bütünlüğünde yük-sek bir anlam arama amacına dö-nüşmüş ve bu gelenek Hegel ile doruğa erişmiştir.

DÎVÂN 2006/2

(7)

Öncü’nün tespitlerine göre İbn Haldun’un yaklaşımının aksine, Batı’da tarih disiplini olayların “ne, ne zaman, nasıl ve niçin” so-rularını sorarak, incelenmesi ola-rak tanımlanmıştır. Tarihsel ha-berdeki gizli gerçek sorusuyla te-mel bir sorun olarak neredeyse hiç ilgilenmemişlerdir. İbn Hal-dun’un deyimini kullanırsak, Ba-tı’nın derin tarihçileri tarihsel ha-bere gerçek anlamda bir gereksi-nim duymamışlar ve bu nedenle tarih disiplininin en önemli soru-suyla hiçbir zaman karşı karşıya kalmamışlardır: Tarihsel haberi kendi başına bir konu olarak ba-ğımsız bir disiplin içinde ele al-mamışlardır.

Öncü, Batılı benzerlerinin ak-sine İbn Haldun’un geçmişte bir insanlık tarihi olduğunun göste-rilmesi sorunu ile işe başlamadı-ğını belirtmektedir. İbn Hal-dun’un yaşadığı dönemde ve kül-türde en çok ilgilenilen konuların başında insanlığın geçmişi geli-yordu. İbn Haldun bu ilginin ek-sik tarafını görerek tarihsel haber-le aktarılan geçmiş bilgisinin doğ-ruluğunu nasıl belirleyebiliriz so-rusunu soruyordu. Cevabı ile mevcut tarih bilincini değiştirme-ye çalıştı. Zaman içinde insanlı-ğın ilerleyip ilerlemediği türün-den bir soru ile ilgilenmiyordu. Öncü’ye göre, İbn Haldun’un toplum kuramının Batı’da tarih felsefesinin bir uzantısı olarak ge-lişen sosyoloji geleneği ile arasın-da önemli hiçbir bağ

bulunma-maktadır ve aksini iddia etmek, İbn Haldun’un düşüncemize su-nabileceği tüm yenilikleri işin ba-şında yadsımaktan başka bir anla-ma gelmemektedir.

Toplumsal örgütlenme konu-sunda İbn Haldun’un söyledikle-ri de önemlidir. Ancak unutulma-malıdır ki, İbn Haldun’un bu hu-sustaki incelemesi, sisteminde ikincil niteliktedir. Ona göre top-lumsal örgütlenmenin temel ka-rakteristikleri; öncelikle “insan ya da bireyin var olduğu toplumsal bütünlüğün dışında düşünüleme-yeceği; ikinci olarak insanların ya-şam koşullarını biçimlendirirler-ken, bilinçleriyle eylemlerini yön-lendirdikleri; üçüncü olarak sınır-layıcı bir baskıya ve kuvvetli bir otoriteye, yani siyasî güce gerek-sinim duyulduğu; dördüncü ve en önemli olarak da insanların bir gruba üye olduklarının bilincinde oldukları”dır (İbn Haldun bu durumu asabiyye terimi ile kav-ramsallaştırmıştır).

İbn Haldun daha sonra bu dört sabit nitelik arasında karşılıklı be-lirlenim ilişkileri kurmaya çalışmış ve bu ilişkilerin incelenmesinden yola çıkarak tarihin değişken nite-liklerini tanımlamıştır. Toplumsal örgütlenme, insanların işbirliği-nin doğal sonucunda evrensel bir kategoridir ve biçimi ne olursa ol-sun, grup aklı temelinde kurulur. Grup aklı temelinde insanlar oto-rite baskısına razı olurlar. Kısaca-sı, “insan uygarlığı, örgütlenmesi için siyasî liderliği gerektirir.”

175

DÎVÂN 2006/2

(8)

Öncü, bu şekilde İbn Hal-dun’a dair sıradanlaşmış bilgileri-mizi zihindeki sıradanlık katego-risinden çıkararak, kendi İbn Haldun okumasındaki anlamı ile yeni bir zemine yerleştirmeyi ba-şarmaktadır. Daha önce İbn Hal-dun’un sosyolog sayılması için delil gösterilen ikili toplumsal ör-gütlenme tasnifi de bu yeni oku-mada onun bir sosyolog olmadı-ğını kanıtlayan bir delile dönüş-mektedir: İbn Haldun, Batılı dü-şünürlerin modern toplumu ge-leneksel toplumları tasfiye eden bir gelişme olarak görmesinin aksine, yerleşik toplumların orta-ya çıkmasıyla göçebe toplumların tarih sahnesinden silinebileceğini ileri sürmemiştir. Bu durum onun zamanında düşünülmesi zor, hatta belki imkansız bir eği-lim olmasının yanı sıra, onun ta-rihsel anlayışı açısından da uygun değildir. Bir başka deyişle, yerle-şik biçimde toplumsal örgütlen-me tarih sahnesine çıkınca, göçe-be yaşam biçimi yok olma süreci-ne girer türünden bir iddiayı

Mukaddime’den çıkarmanın

im-kanı yoktur.

“Sonuç Yerine ya da

Mukaddi-me: Tarihsel Sosyolojiye Karşı

Sosyolojik Tarih” başlıklı son bö-lümde yazar, önceki bölümlerin kısa bir özetini sunarak İbn Hal-dun’un tarihsel sosyoloji ile irti-batlandırılmasından ziyade “sos-yolojik tarih” denilebilecek bir disiplinin kurucusu olduğunu ile-ri sürmekte ve Aile-ries’in

karşılaştır-malı tarih çalışması ve Pompa ile İbn Haldun’u karşılaştırarak İbn Haldun’un tarihsel sosyoloji ile yakınlık ve farklılıklarını ortaya koymaktadır.

Eserinde orijinal bir senteze ulaştığı görünen Öncü, sahip ol-duğu malzemeye yeniden anlam kazandırmış ve hedefine aşama aşama ilerleyerek bütünlük arz eden bir eser ortaya koymayı ba-şarmıştır. Bu aşamalı ilerleme, ya-zarın yer yer tekrarlar ile metni beslemesini gerekli kılsa da sun-duğu argümanları birbiri ile irti-batlandırmış olan Öncü’nün tek-rarlara yer vermekten kaçınma-masının bir diğer sebebinin de bu bütünlük kaygısı olduğu düşünü-lebilir. Yazar, metnin akışına za-man zaza-man müdahale ederek çok sıkı ördüğü anlamlar ağında me-tin ile doğrudan irtibatlı olmayan kısa molalar da vermekte ve ki-tapta alıntıların ya da aktarılan fi-kirlerin kaynakları, metin içinde verilirken; az sayıdaki dipnotta ise yazarın açıklamasına metinde yer vermeyi uygun görmediği fikirle-rin ayrıntıları, kaynakları ve bazen de tartışmaların tazammunları aktarılmaktadır.

İleri sürdüğü her fikrin söyleniş amacının farkında olduğunu his-settiren ve okuyucusunu da her adımdan haberdar eder biçimde malumatı sunan Öncü, kitabın yazılış öyküsünü verdiği giriş bö-lümünün sonunda, İbn Hal-dun’u bugünün bilim dünyasına DÎVÂN

2006/2

(9)

ve kendi gündemine taşıyarak or-taya koyduğu şu anlamlı yoruma yer veriyor: “[İbn] Haldun niyeti ne olursa olsun doğruyu aradı. En azından yalanlara ve hayal ürünlerine karşı savaş ilan ettiğini yazabildi. [İbn] Haldun doğru tarihi yazabildi mi? Doğruyu ara-mak sonsuz bir uğraş olduğu için herhalde yazamamıştır. [İbn] Haldun’dan geriye tarihten çok tarihçilik kaldı; çünkü en yerinde

soruyu sorabildi. Değişkenler arasında niceliksel ilişkiler bulma-nın, insan bilimlerinin temel so-rununa dönüştüğü bir zamanda, [İbn] Haldun’un bu basit ve ba-sit olduğu ölçüde zor olan yerin-de sorusu sorulmalı: “Doğru ne-dir?” Tabii hâlâ “doğruyu” ara-mak niyetindeysek ve insanlık ta-rihine yaşanmış insan deneyimle-rinin toplamı olarak sahip çıkabi-liyorsak” (s. 21).

177

DÎVÂN 2006/2

Referanslar

Benzer Belgeler

Milletlerin ve devletlerin ilk ortaya çıkışından beri, bu milletlerin ve devletlerin, onlara çağdaş olan diğer kavimlerin hâl ve yaşayışlarında meydana gelen

O, toplumu diğer doğal varlıklar gibi doğal bir varlık olarak ele alıp incelemek istemektedir.İbn-i Haldun olgu ve olaylar arasındaki ilişkileri tümevarımsal yoldan

2008 yılının aynı döneminde 1.5 milyon ton olan ithalat 2009 yılında yüzde 29 artarak 2 milyon tona yükseldi.. Yani gübre kullan ımının yarıdan fazlası ithalat

Geçtiğimiz aylarda Sony Electronics ve Nielsen televizyon araştırma şirketi tarafından ABD vatandaşları arasında yapılan bir araştırma gösteriyor ki; bireyler son 50

Açılış  konuşmalarının  ardından  sempozyumun  ilk  konferansı  olan  “Sağlıkta  Dönüşüm  Projesi”,  Temel sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı 

bilecek B edâi’u’s-Silk fi Tabâi’i’I-Mülk adlı eserinde, İbn Haldun’dan önceki müelliflerden onun görüşlerine paralel kanaat taşıyanlardan da

Yoktur, hiçbir şiir dünyada okuyucu için yazılmamıştır çünkü.. Nereden bakarsak bakalım: Ebemkuşağ- dırşiir, ebemkuşağı -o tansık- ne işeyararsa, şiir de o

• Konu ve problem alanı sebebiyle sosyoloji sosyal (toplumsal) bilimler kategorisinde yer alır.. • Toplumsal bilimlerin