'
---
mı
f a 4 ■
SEKİM 1994 ÇARŞAMBA
B
ir dönemin yolsuzlukları, suistimalleri, nüfuz ticaretleri konu olduğunda herkesin aklına bir soru takılıyor:Acaba, rahmetli Turgut Özal bütün olup bitenleri biliyor muydu?..
Yoksa, pekçok şey, O'nun bilgisi dışında mı gelişiyordu?
Bana göre, rahmetli bugün konuştuğumuz olayların birçoğunu biliyordu. Bazılarını ise hiç bilmediğini... Hatta bildiği takdirde, çok büyük tepki göstereceğini sanıyorum. Bunun en somut örneklerinden biri, Asım’la Zeynep’in Jaguar
olayıdır. Mehmet Barlas’ın dizisinde, bu konu,
çok net bir biçimde ortaya konulmuştu.
Jaguar olayını öğrenen Turgut Özal, Semra Hanım’a belki, evlendikleri günden o güne kadar yağdırmadığı, en ağır hakaretleri yağdırmış.
Yine bir qur• gun gazete Genel Yayın Müdürleri ile bir basın1— ‘‘ - 1---- ’ *
oğluna getirmiş;
yaptığı bir basın toplantısında, sözü kızına ve
Ben Iı bir babayım. Hepinizin çocuğu var. Sız de biliyorsunuz ki, ailelerde her zaman her şeyi kontrol edemiyorsı Ne yapayım ben de, alıp döveyim mi?”
demişti.
Pragmatik mantık
<*
Anılarından ve hakkında yazılanlardan Öğrendiğimiz ve tanık olduğumuz kadarıyla Ozal, Amerikan “pragmatik felsefesine” ... Yani "faydacı kafa yapısına” çok yatkın bir insandı. Şöyle düşünüyordu: “Türkiye gelişmek
zorunda bir ülke. Şu ya dş bu nedenle, bu gelişmenin önü kesilmiş. İnsanların girişim ruhları köreltilmiş. Bunun açılması gerek. Türkiye lafla değil, gerçekten büyümek zorunda.”
İşte bu kadar yalın bir düşünce.
Özal bunu başanyla uyguladı. O’nun için önemli
olan işin yapılmasıydı. Q’nun dillere dolanan ünlü
“Işbitirici” deyimi de bunun
somut bir örneği değil miydi?
Özal, ekonomik rotadaki dönüşün ve hızlı kalkınma modelinin... Bir enflasyonu yükselteceğini... iki gelir dağılımında dengesizlikler yaratacağını... Üç yolsuzluklara neden olacağını bilmiyor muydu? Biliyordu elbette. Ama,
kendi rpantığı içinde bunun da başka çaresi yoktu. Işlşr yapılacaktı. Arada çalan çırpan da
olacaktı, işte bu nedenledir ki, örneğin hayali
ihracatı çok önemsemedi. “Hayali ihracat” ... O'nun dilinde “Fiktif ihracat”tı. Ama, rakamı küçük görürdü. 20 milyar dolar sınırına kadar
yükseltilen, ihracat potansiyeli içinde 250- 300 milyon dolarlık hayali ihracatın önemsiz olduğunu düşünürdü. Çünkü bu 250-300
milyonu önlemek isterken, 8-9 milyar dolarlık ihracat engellenebilirdi. Yine
örneğin, Türkiye’de otoyolların yapılması gerektiğine inanıyordu. Ancak, bunu dört dörtlük yapmaya kalktığında, işin asla bitmeyeceğini ve milyarların toprağa gömüleceğini düşünüyordu. Sözüne gerçekten çok güvendiğim ve sağlığında Ozal’a çok yakın olan bir gazeteci dostum aynen şöyle söylemişti:
“Turgut Bey otoyollardan başının ağrıyacağını biliyordu. ‘Ne yapalım birkaç
kişi yolunu bulacak bu işten. Hızlı iş yapmaya kalkarsan böyle olur, çaresiz çekeceğiz’ derdi”
Yeter ki Türkiye büyüsün
Özal büyük kentleri güzelleştirmek istiyordu. Güzel bina projelerine teşvik verilmesi O’nun döneminde çıktı. Özellikle Ankara’da çok güzel ve modern binalar yapıldı. Ama, bu binalar Ankara’yı güzelleştirirken, yeni yetme zenginler de yarattı. Ozal “Ölsün” diyordu. “Aksi taktirde
hiçbir iş yapamayacağız1'
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Bütün bunlar doğru mu yanlış mı? Açık bir söyleyeyim mi, karar vermek zor geliyor bana. Hırsızlık ve yolsuzluk,
haksız kazançlar, nüfuz ticaretleri asla ve asla bağışlanacak suçlar değil. Ama, öte tarafta da 60 milyonluk ülkenin kalkınması var. Tam bir paradoks... Yani çelişki, değil mi?
Hata nerede?
Bana göre Özal'ın bu mantığındaki en büyük hata yakın çevresinin bulaştığı bazı işlere müdahale itmemesinde, hatta bunları teşvik etmesinde.
Ülkenin çağı yakalaması için televizyon kurulması gerekiyorsa. Bunu ille de oğlunun yapmasında ısrar etti. Yine Türk
Cumhuriyetlerine açıldığımız dönemde, en büyük payın oğlu tarafından kapılmasında büyük rol oynağı. Gelişmesine herkesin taraftar olduğu Borsa'ya destek vermek için, küçük oğlunu teşvik etti. Bununla da yetinmedi, eşini soktu. Bunlar son 10 yılın yakışık almayan gerçeklerinden bazılan...
Can alıcı son nokta
Şimdi gelelim işin can alıcı noktasına. Özal nasıl böyle düşünüyordu ve bu büyük kaynaktan kendine de pay ayırdı mı?
Evet ayırdı..
Bunun ayrıntısını da, dünyadaki bazı örneklerini de size yarın anlatacağım..
Herkesin bildiği
ış milyon
ılar kredi
Can Ataklı
yazdı
Salih Memecan
gizdi
30 milyar verirsen
ihale senin olur!
|Ünlü bir m üteahhit girdiği
büyük bir ihaleyi
kazanm ak üzereydi ki
her şey değişti. Çünkü
ihale iptal edilmişti O nca
em ek boşa gidecekti.
A
dam müteahhit... Ama, aynı zamanda a-
dam önemli. Bir zamanlar özellikle uçan
kuşların, yüzen balıkların iyi tanıdığı bi
müteahhit.
Çok büyük işler başarmış. Ankara’da İstan
bul’da dev yapılara, önemli merkezlere imzasını
atmış.
Kamuoyu O’nun müteahhitliği de bilir; ama,
asıl başka yerden tanır.
Pek sosyal olduğu için Başkanlıkları da bol
dur. Bu başkanlıklar O’na çeşitli olanaklar da ta
nımıştır. Devletin en tepesındekilerle görüşebil
me gibi örneğin...
, Onlarla da, ilişki kurulabilinee “Yürü ya ku
lum” vecizesi kendini gösteriyor tabii...
Büyük bir inşaat
Efendim, bir zamanlar, Türkiye’nin dışa açılan
kapısının, artık ihtiyacı karşılamadığını görmüş
büyüklerimiz. Çare burayı biraz büyütmek... Ya
bancıların da beğeneceği bir hale getirmek.
Raporlar hazırlanmış, ön çalışmalar bitmiş, sı
ra işin birine ihale edilmesine gelmiş...
Ajılı şanlı müteahhitler projelerini hazırlamış
lar... Dünyanın masrafım yapmışlar... ihale şart
larına kendilerini uydurmuşlar ve katılmışlar.
Teknik heyet incelemelerini tamamlamış; i-
hale birine kalacak artık. Bizim müteahhit,
kendinden emin. Çünkü, içerden de öğrenmiş
ki, kendisinden daha iyi teklif veren yok.
Ani bir iptal
Derken akşam saatleri olmuş... İhale sonucu
nun açıklanması gerekiyor. Herkes heyecan i-
çinde.
Aaa... O da ne!.. Bir açıklama:
“Görülen lüzum üzerine, ihale iptal edilmiş
tir. Şartlar yemden hazırlanacak ve yeni ihale
açılacaktır, ilgililerin dikkatine.”
Olacak iş mi, şimdi bu!.. Onca emek, onca pa
ra, heba olup gidiyor. Yapacak bir şey yok tabii
ki!.. Oturup bekleyeceksin.
Bizim ünlü müteahhit de çaresiz beklemeye
başlamış. Bu arada eli de boş durmuyor... Sağı
solu arıyor; hani bu işin bir oluru var mı, diye
Araştırıyor açıkçası.
Ne yapsın?
Garip bir telefon
Aradan birkaç gün geçmiş... Pat bir telefon.
Ttelefondaki ses tanıdık değil de, ismini bildiği
bir bayan. Daha doğrusu, eğer sekreter yanlış
anlamadıysa, bildik bir isim, arayan.
Demiş ki; “Seni bir ziyaret etmek istiyorum.
Ne zaman boşsun?”
Müteahhit şaşırmış biraz... Öyle ya!.. Adını bi
liyor: ama, tanımıyor. Daha, “Selamünaleyküm,
¡aleykümselam” demeden, senli benli konuşma
Öa ne oluyor, diye geçirmiş içinden,
i Neyse... “Buynm” demiş tabii.
Bir saat sonra, telefondaki Küçük Hanım arz-ı
ndam etmiş. Hoş-beş sohbet etmişler. Küçük
'anım aynı... Yine senli benli... Canındı, haya
tındı.
“Ne oldu sizin iş”
Müteahhit merakla bekliyor. Hani sebeb-i zi
yaret yani...
i Küçük Hanım lafı fazla uzatmadan girmiş ko
nuya.
“Yahu” demiş; “Şu şey ihalesinde sen de var
dın değil mi?”...
“Yaa” diye iç geçirmiş müteahhit. “Ama, ne
oldu anlamadım, son dakikada iptal oldu. Hal
buki benim kazanmam kesin gibi bir şeydi.”
Küçük Hanım bilgiç bilgiç başım sallamış.
“Canım kaybedilmiş bir şey yok ki. Yine senin
olabilir.”
“Nasıl yani, yine benim olabilir. Açıkçası be
nim biraz canım sıkıldı; bu işte bir bit yeniği
HA&BAHÇE'DFN MAtötöftLAfc
MOtah'tlef siVyiİı A aylegin kevjci i —
(erine
b eh erk en .
Birkaç gün sonra Küçük H anım aradı. O turup konuştular.
Küçük Hanım sanki bakkaldan peynir alırmış gibi “ver 30
milyan ihale senin olur” diyordu. Ünlü m üteahhit b u
konuda tecrübeliydi a m a böylesine ilk kez rastlıyordu.
var. Her halde yeni ihaleye katılmam” demiş
müteahhit.
Küçük Hanım işi fazla uzatmaktan yana de-
ğil... Ağzından baklayı çıkarmış:
“Hayatım” demiş; “Şimdi biliyorum ki, sen
bu ihaleyi istiyorsun. Bunun kolayı var. Eğer 30
milyar lira verirsen, ihale senin olur.”
' Müteahhit küçük dilini yutacak gibi olmuş...
Şimdi, bu tür işlerde, “birinin görülmesine”
pek yabancı değil. Hatta, biraz daha ileri gide
lim... Bu tür işleri yapmamış da değil. Ama...
Bakkaldan yarım kilo peynir ister gibi, para is
tendiğine ilk kez şahit olmuş.
30 milyar dediğin, 1990’lı yılların öncesindeki
30 milyar... Dile kolay!
Bizim müteahhit donmuş kalmış. Biraz şa
şırmış da!.. Donup kal
ması pek şaşırmaktan
değil... Tilki gibi kafasın
da hesap yapıyor. “30
milyan verirse, kendine
bir şey kalacak mı?” di
ye.
Para çok fazla
O zamanlar, ceplerde
taşınan minik hesap ma-
kinaları, henüz çok yaygın değil. Ama, bizim
müteahhit, Karadenizli olmanın pratikliği ile ra-
kamlan kafasında bölmüş, çarpmış, çıkarmış,
toplamış, sonra da “Iıh” demiş. “Kurtarmaz”...
Küçük Hanım, biraz bozuk, “Nasd kurtarmaz
hayatım. Koca iş senin olacak.”
Bizim müteahhit, “Birincisi bu kadar parayı
verirsem, bana bir şey kalmaz” demiş... Sonra
da eklemiş; “İkincisi garantisi ne olacak?”
Küçük Hanım bu sözler üzerine biraz yumu
şamış; “Bak hayatım, senden bu parayı istiyor
sak, senin yapacağın iş çok basit; ihale bedeli
nin üzerine ekleyeceksin. Garantisi de benim.
Tamam mı?”
Olacak iş mi?..
Küçük Hanım’ın teklifi inanılmaz, bir şey... “30
milyarı ana paraya ekle” diyor. İhaleyi açan
kim? Devlet... Fkzla para kimden alınacak? Dev
letten... Bu para nereye gidecek? Küçük Ha-
nım’a...
Vah benim memleketim vah!..
‘Yaz bakalım çeki’
Müteahhit de, dedik ya, tilki gibi... Taş atıp da
kolu mu yorulacak. Kendi istediği parayı alacak.
Ötekinin istediğini de, ihale bedeline ekleyecek.
O parayı da, Küçük Hanım’a verecek. Ballı bö
rek yani...
“Peki” demiş. “Teklifini kabul ediyorum. A-
ma, ihale ne zaman sonuçlanır?”
Küçük Hanım’ın gözleri parlamış. “Hayatım
* i
i
• ,
-i
i
merak etme. En
Aslında istenen para verilecekti,
kısa zamanda bi
tiririz. Zaten bu i-
halenin bekleme
ye
tahammülü
yok ki!..”
Ehh... İster iste
mez müteahhitin
de gözleri
parla-_________
mış. Allah bilir
som a da şöyle dü
şünmüştür: “Bunun istediği 30 milyar. Biraz da
ben eklerim. Nasıl olsa ihale benim. Hem bana
yarar hem ona.”
“Ihm am mesele yok, anlaştık” demiş müteah
hit.
Demiş demesine de, Küçük Hanım’m güm di
ye söylediği laf karşısında neye uğradığım şaşır
mış.
“O zaman yaz bakalım çeki...”
“Ne, ne yapacağım. Çek mi yazacağım. Şimdi
mi?” diye sormuş müteahhit.
“Ne sandın canım, sana iş senin diyoruz. Ne
zaman verecektin ki?” diye cevaplamış Küçük
Hanım.
‘İyi de” diye karşılık vermiş müteahhit;
“He-. 4
-Ama Küçük Hanım işin
sonunda öyle bir şey talep etti
ki, ünlü müteahhitin “raconu”
buna asla uymazdı.
nüz iş olmadı. Ayrıca beni bilen bilir, biz de söz
senettir, ihalenin bana verileceğine dair kararı
alayım, anında öderim. Ben sözümden dön
mem.”
“İmkanı yok olmaz”
Küçük Hanım’ın parlayan gözlerindeki fer bir
anda sönmüş. “Aaa, ama, sen işi sulandırdın
hayatım. Biz çeki görmeden bu işi yapamayız
ki” demiş birden.
‘Hangi biz?” diye dü
şünmüş müteahhit. Biraz
da sıkıntılı olarak, “Ama
her işin bir raconu vardır.
Böyle de olmaz ki, bunlar
güven işidir. Ben hiçbir
garanti almadan nasıl bu
kadar büyük bir çek yaza
yım” demiş.
“Valla hayatım sen bilir
sin” diye kesip atmış Kü
çük Hanım. “İşine gelirse.
‘Teklif benden, düşünmek
senden. Eğer bu işin olma
sını istiyorsan çekin imza
lanması gerek.”
Ve çıkıp gitmiş...
Almış mı, bir düşünce
bizim müteahhiti.
Bunca yıldır, bu işlerin i-
çinde. Böylesini ne duy
muş, ne görmüş... “Bunu
bana bir başkası anlatsa,
yalan söylüyor diye düşünürüm” diye geçirmiş
içinden.
Müteahhit biraz da kabadayı adam... Gün gör
müş biri... Bileği de kuvvetli hani.
Yakınlarına “Yediremedim kendime” demiş.
“Bacak kadar bir kız gelip 30 milyar istiyor.
Üstelik, onu da peşin istiyor. Yediremedim.
Vermedim o parayı. İhaleyi de almadım.”
Acaba kim aldı dersiniz?..
YARIN
25 bin dolarlık
heykel
Be:
dol
acaba neden
verildi?
Bundan birkaç yıl önceye dönelim...
O zamanların modası, banka kurmak. Büyük özel bankalarda, genel müdürlük yapanlar, sıranın kendilerine de geldiğini düşünerek, banka kurmaya başlamışlardı...
Şimdi bu Türkiye, garip bir memleket.
Diyelim ki, genelev işletiyorsunuz. Pek itibarlı değilsiniz; ama, paranız maaşallah gani... Eğer bir banka satılıksa, rahatlıkla satın alabilirsiniz.
Üstelik hakkınızda fazla araştırma da yapılmaz. Alan razı, satan razı ise mesele yok... Bir anda, Türkiye’nin finans çevrelerinin saygın ismi oluverirsiniz.
Ama, ‘Yok ben kendi bankamı
kuracağım” derseniz; iş değişir.
Öncelikle, yüksek bir makamın onayı gerek... Çünkü son imza onda. Ayrıca, Merkez Bankası’ydı, Hazine’ydi, şuydu buydu, bir yığın inceleme, araştırma... Bunalabilir ve “Aman kalsın” bile diyebilirsiniz.
işte o sıralarda, modaya uyan genç ve yetenekli bir bankacı da sıkı ortaklar bulup, bankasını kurmaya karar verdi... Ancak, önünde sıra bekleyen başkaları da vardı. Gittiler geldiler; bankaya izin bir türlü çıkmıyor.
Sonra... Her nasılsa, bir gece, bir anda izin çıktı. Sıradaki, banka kurma izinlerinin hepsi verildi.
En arka sıradaki, ekspres gibi hızlı hareket ederek, iş yapmaya başladı. Kısa sürede, saygın bir yer edindi.
Bu bankanın, ilk işlerinden biri neydi biliyor musunuz? Bizim büyük oğlana, 5 milyon dolara yakın kredi vermek.
Banka izni verilirken, büyük makamda oturan biri ricada bulunmuştu; “Şu bizim oğlanın işini
hallediver” demişti.
Elbetteki halledilecekti. Sonuçta bankayı kurma iznini oradan almamışlar mıydı?
Ama, zaman çabuk akıp gitti. En büyük iktidar sahibi, uzun bir yolculuğa çıktı. Yeni gelenler, müthiş bir ekonomik kriz yarattılar. Ekspres hızıyla
finans dünyasına giren banka zora düştü. Tam
kapatılıyordu ki, Yeniköy’lü sarışın bir bayan, büyük bir holdinge ricada bulundu; “Şunu alıverin bir
zahmet. Yazıktır, kapanmasın” diye...
Bu rica kırılamazdı elbette. Doğuş’undan bu yana
büyük işler yapan holding bankayı satın almak için masaya oturdu. Ama, bir sorun vardı.
Bankanın alacaktan arasında büyük oğlanın da adı vardı... Holding patronu biliyordu ki, büyük oğlandan parayı almak çok zor. “O halde” dedi.
“Biz bankayı şu kadara alırız. Ama, o adamın borcunu kabul etmeyiz. Biz size parayı verilim. Geri kalanını, siz ondan alırsınız.”
Genç bankacının başka çaresi mi var? “Kabul” dedi. Bankanın satışı yapıldı... Büyük oğlanın borcu, bankanın eski sahiplerinde kaldı. Genç bankacının çaresi yoktu. Bu parayı almak zorundaydı. Eski bankasında, ne de olsa biraz sözü geçiyordu. Hukuk bürosunu büyük oğlanın peşine taktı.
Ama, büyük oğlan da dişliydi hani... Baktı ki, elinde avucunda ne var, eski arkadaşı genç bankacı haczettiriyor; “El mi yaman, bey mi yaman” dedi ve “binlerini” gönderdi üzerine.
“Ayıp olmuyor mu?” dediler, büyük oğlanın
“ricada” bulunduğu arkadaşları. “Şu haciz işi
midemizi bulandırıyor. Biraz soluklansan hele, borçsa borç, ödenir elbet, biraz beklesen, herkes için iyi olur”
Ne yapsın genç bankacı. Para gitti gider de,
topuktan olmak da var.
Yaa işte böyle.
Güzel zamanlarda, ekspres gibi hızlı bir şekilde bankacılığa soyunmak için “kınlamayan bir rica” sonunda ne işler açıyor başa.
Okul yerine
20 katlı bina
Şu sıralarda da adı çok bilinen bir milletvekili var. Şu döne döne başı dönenlerden. Geçtiğimiz haftalarda yine yuvasına döndü.
İşte o adam Hanımefendi’lerin iktidar günlerinde sıradan bir müteahhitti. Ama, her nasılsa kendisini Hanımefendi’ye göstermiş ve çevreye girmişti. Hanımefendi’nin yanında
yürüyor... Gerektiğinde çantasını taşıyor... Boş zamanlarda güldürüyor... Akıl almaz yağcılıklar yapıyordu...
Sonra iş anlaşıldı. Meğer bu müteahhitimizin
şimdi yolsuzluk soruşturmalarının yapıldığı binanın bulunduğu semtte bir arsası varmış. Ama, alçak belediye, bu arsanın yerini okul yeri
olarak saptamış. Sanki memleketin
okula ihtiyacı varmış gibi...
Hem okul olsa ne olacak; kaç para kazanılır ki?
Bizim müteahhit alttan girmiş, üstten çıkmış, “Okul yerine iş hanı olursa
hepimiz iyi kazanırız” demiş. Tabii ki,
bu görüş kabul görmüş.
Derken efendim, buraya 20 katlı bir bina çıkmamışlar mı?
Şimdi o bina, İstanbul’un güzide semtinde bir utanç abidesi olarak duruyor. Beyimiz yeni iktidar
döneminde de, aynı numarayı yapmak için parti değiştirdi. Ama, nedense,
Yeniköylü sarışın bayandan “beklediği ilgiyi göremediğini” ileri sürüp eski yerine döndü.
Kuyumcu aradı
“Zora düşen kuyumcu” başlıklı yazıdaki kuyumcu dün aradı. Gerçi ismi geçmiyordu ama Arif olan anlar tabii.
Kuyumcunun canını sıkan iki şey varmış. Birincisi “zorda” lafı. “Hiç zora düşmedim. O
aile için de düşmem” diyor. İkincisi de
yüzüğün fiyatını söylememesi için talimat almadığını belirtiyor. Aslı şöyleymiş:
“Hanımefendî’nin eşi bizzat aramış ve Yahu
bizimki bir halt etmiş. Şimdi gazeteciler de senin peşinde. Lütfen onlara birşey söyleme’
demiş.”
Kuyumcu diyor ki "Zaten onlar bana talimat
verecek durumda değildi. Bana kimse talimat vereme*. Ben değişik bir kuyumcuyum. Öyle herkese benzemem. Üstelik politikaya da onlardan önce başladım. Onlar sonradan öğrendiler.”
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi