A l a t u r k a l ı k
veya
İLK DİNLEDİĞİM HÂNENDE
Yazan: Nahid Sırrı ÖRİK
B
A B A M Sırrı Bey merhum, Garp mu sikisinin hararetli bir taraftan ve bizim musikimizin düşmanı idi. Doğu vilâyet lerinde geçmiş bir çocukluk ve ilk gençlik ten sonra geldiği tstanbulda pek alafranga olmuştu. Bir mühtedi askerin, K ırım harbi sırasında Karstaki hizmetinden dolayı paşa olmuş ve beş vakit namazında İbrahim Paşa İ6imli bir mühtedınin kızı olan annem ise bu memleket musikisinin hayranı, âşıkı idi. Ebeveynim arasında talâk vukua geldikten sonra birkaç yıl ' annemi görmediğim için, hemen on yaşıma kadar musiki namına bil diğim şey muhtelif mürebbiyelerin, matma zellerin ablam Ayşe Nihal Hanıma, onu piya nonun önündeki küçük iskemleye oturtarak yaptırdıkları sonu gelmez ekzersizler, Batı musiki düşmanlarının ifadesiyle (dan, dan, dan!) lardı. Bazan bu matmazellerin ablamla yanyana iki iskemleye oturarak bilhassa ba bamın huzurunda birlikte çaldıkları da olur du. Ancak bu dört elle çalman havalar benim hoşuma giderdi .Bizim musikimizi, incesazı, şarkı ve ha nende denen şeyleri babamın uzun fasılalarla olmak şartiyle ve sade günübirliğine, nadi ren gece yatısına gitmemize müsaade etme sinden sonra öğrendim. Bu musiki âlemini bana ilk keşfettiren, beni bu âleme sokan insan da hanende Nasip Hanım oldu.
Hanende Nasip Hanım kısa boylu, şişman denebilecek kadar tıknaz, hantal vücutlü, ya şı kırk beşle elli arasında görünür, esmer ve pek kuvvetle söylendiğine göre ırkan kipti olan bir hanımdı. Pek zeki, mizacgir, konuş kan, hazırcevap ve neşeliydi. Bu sıfatları bir tek sıfatla değiştirmek veya hulâsa etmek icap ederse ona pek de sanatkâr bir «dalkavuk» demek icabeder. Evi nenedeydi, nereye haber gönderilerek büyük konaklara davet edilirdi, evli miydi, dul muydu, evlât sahibi miydi; bu ralarını hatırlamıyorum. Fakat annemin Ba- yezitteki konak yavrusu evine ve her yaz bir başka semt seçerek tuttuğu sayfiye köşklerine bu Nasip Hanımın kendiliğinden çıkageldiğini, pek güler yüzle istikbal edilerek İki, üç gece pek neşeli vakit geçirildiğini, gidişlerinde g i yim kuşama müteallik bazı şeylerin şerefine çırağ edildiğini, ayrıca da avucuna bir, iki
altın sıkıştırıldığını ve Nasip Hanımın bun lara hararetle teşekkür ettiğini dün olmuş şeyler gibi hatırlıyorum.
Büyük konaklara ve bu arada bir iki sarayla Mısır Hidivinin annesinin, Valide Paşanın dairesine erkeklerden mürekkep saz takımlariyle gidermiş ama, annemin evine yalnız gelir; saz işi de konudan komşudan çalgı çalan hanımlar tarafından deruhte edi lirdi. Annem de bu hanımlardan mürekkep incesaz takımına piyanosunun başına geçerek iştirak ederdi.
Nasip Hanımın içli, yanık, davudi ve gür bir sesi vardı. Sesi muhakkak ki piyasa nın bugünkü en gür sesli hanımlarını, mağ lûp edecek bir hacimde idi. Kışın annemin Maliye Nezareti arkasındaki evinde bu sesin bütün gümrahlığiyle yükseltmesi münasip görülmezdi ama, yazın sayfiyelerde, bir yaz Heybeliadada ve bilhassa Çamhcadaki pek geniş bahçeli köşklerde kendisi de coşarak öyle yüksekliklere eriştiği olurdu ki, komşu köşklerden gelip bahçe kapısına birikenler olur, «yaşa, varol!» sesleri yükselirdi. Nasip Hanım dünyaya gelmekte acele etmemiş ve bu devire genç bir kadın olarak erişmiş ol saydı, muhakkak ki, piyasamn bütün hanen delerine takaddüm eder, şöhret ve itibarca hepsine galebe çalardı.
Bu devire genç bir kadın olarak erişsey- di, dedim; o kadar çehre züğürdü olmasaydı, diye de ilâve etmeliyim. Zira Nasip Hanım boy pos fukaralığından ayrıca çehre fukarası idi de... Ve bunu bizzat kabul etmiş olacaktı ki, her taraftan edindiği güzel elbiseleri her halde çarşıda, pazarda sattırarak fakirane bir kılık kıyafetle dolaştığı gibi marsık renginde- ki tenini pudralamağa, allık sürüp sürme çekmeğe de lüzum görmüyor ve kendi çirkin liğiyle herkesten çok kendi eğleniyordu. Hat tâ bir gelişinde annem kendisine mor ipek ten bir elbise hediye ettiği zaman hediyeyi mutadı veçhile mükerrer temennalarla ve samimiyet derecesi meşkûk teşekkürlerle alırken:
Esmere mor bağla, Karşısına geç ağlal
Diye bir de beyit okumuştu. Bunun üze rine bir iki kahkaha ile beraber nazik itiraz larda yükselmiş ve annem: « — Nasip, senin yüzün hiç çirkin değil ama pudra kutusuna düşmanlık yüzünden kendini zorla çirkin edi yorsun. Karşıma geç otur da bak, seni güzel bir tabe yapıyor muyum, yapmıyor mu yum !» Diye hakikaten karşısına oturtmuş ve koyu bir düzgün tabakasiyle tenine kireç be yazlığı verilen hanende Nasip Hanımın göz lerine sürmeler çekilip, yanakları dalga dal ga pembeleştirilip dudakları kızıllaştırılıp zavallı galiba eskisinden de berbat bir hale getirilmiş, yüzünü gözünü silip eski haline dönmesine de o gece müsaade edilmemişti. Kaldı ki, pek alımlı bir taze haline geldiğine o da kanaat edinmiş olacaktı. O gece hiç naz etmeden gecenin ileri saatlerine kadar fe v kalâde bir zevk ve neşe içinde okumuş; oku muştu.
¡Nasip Hanınım aldığı hediye elbiselerden hiç birinin sırtında neden görünmediği ve konak konak, hattâ saray saray dolaştığına göre eline geçen paraları ne yaptığı, zengin, hattâ pek zengin olup olmadığı daima konu şulan meselelerdendi. Bu hususta yapılan tahminlere de bazan fısıltılar içinde devam edildiğinden varılan hükümle^- bence meç hul kalırdı. Bir aralık da Nasip Hanımın ya nında, pek dikkatli, âdeta kıskanç nezareti altında kendinden boylu, beyaz tenli,
kara-kaşlı ve kara gözlü, sükûtî ve süslü bir ha nım gezdirdiğini ve bu hanımın konuşmalara da ,saz fasıllarına da karışmadan oturarak sade yiyip içmeğe rağbet ettiğini ve Nasip Hanımın bu nevpeyda hammı «annem» diye takdim ettiğini hatırlıyorum. Fakat marsık renkli Nasip Hanımın annesi buğday benizli olup kendinden de bir kaç yaş tazeye ben zediğinden annem de, ahbapları da buna inanmamışlar ve «— Deli karı, aklınca âle mi ahmak yerine koyuyor!» diyerek kahka halarla gülmüşler, sonra da kendinden pek küçük ve Mehmet isimli bir biraderinden daima bahsettiğini, onun sanatkârlığını met- hüsena ettiğini hatırlıyarak « — Sakın onun kardeşliği de bu akça pakça hanımın anneli ğine benzemesin!» diye ilâve etmişlerdi.
Devir, kaç göç devri olduğundan Nasip Hanımın annemin evine getiremediği, fakat haremli selâmlıklı büyük yerlere giderken götürdüğü o genç kardeşi, geçen sene ölümü gazete sütunlarına iki satırcıkla, ancak iki satırcıkla geçen «Nasibin Mehmet» isimli bes tekârdır. Zavallıyı bu ölümden pek az önce bir pazar günü, Cağaloğlu bahçesinin sazen deleri arasında görmüştüm. Çalınan son bir bestesi şerefine yükselen alkışlar üzerine is kemlesinde doğrulmuş ve sapsarı, mumyalar kadar sarı ve zayıf yüzünün buruşukları da bir ân neşe ve rikkatten âdeta dağılmış, iri cecik ve renksiz dudakları tebessüm olması icabeden bir gerilme ile gerilmişti. O kadar zayıf ve bitkindi ki, her mızrap vuruşunda bu son olacak ve ancak zayıf bir derinin tut tuğu iskeletin bütün kemikleri dağılıp düşe cek gibiydi. V e o gün zavallı ihtiyarın belki son çalışı ve son alkışlanışıydı.
Nasip Hanımın ne zaman öldüğünü ise hatırlamıyorum. Rivayete göre, uzun seneler evvel bir kere, bir kerecik bir konser vermiş, fakat o kadar yaşlı ve çirkinmiş ki, yükselen kahkahalar ve ıslıklar, umduğu zaferi tut masına mâni olmuş. O kadar da değil; kon ser yarıda kalmış.
Kişisel A rşivlerde İstanbul Belleği T a h a T o r o s Arşivi