T T- f i
10
P a za rte si 22 Mayıs 2000
Faks; (0 2 1 2 ) SO S 68 0 2 hsenturk@milliyet.com.trfD/rÖfi H üseyin Ş e n tü rk'¿Milliyet
O s m a n lI'd a n C u m h u r iy e t 'e bir k ü ltü r p e rv a n e s i: M ü n e v v e r A y a şlı
Dosdoğru bir tanık
Bir OsmanlI yüksek memurunun kızı Münevver Ayaşlı. Cumhuriyet döneminde
de sayılan bir kişilikti; o kendini, sonradan gelen demokratlara yakın hissetti
son n
kadınlar
.4
. »Necati Güngör
ı
on
B
eylerbeyinin yüzyıllık, eskilerin deyimiyle “asır - dide” çınarları gibiydi. Osmanlıyı da, Harbi Umumi’yi de, Milli Mücadele’yi de, Cumhuriyet’in kuruluşunu da görmüştü. Fransa’da, College de France ve Doğu Dilleri Okulu’nda eğitim görmüş; ünlü Şarkiyatçı Massignon’dan tasavvuf ders-, leri almıştı. İkinci Abdülhamit döneminin Berlin B u -'5 yükelçisi Sadullah Paşa’nın gelini; Viyana Büyükelçisi Nusret Sadullah Bey’in eşiydi... Bu yazı dizisi dolayısıy la kendisini aradığımızda 93 yaşında ve hastaydı. Kav- limizce, iyileşecek, ayağa kalkacak, bir dönemler Tür kiye’nin kaymak tabakasını oluşturan insanların ağır landığı yalısında oturup konuşacaktık... Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. O asır - dide çınar, ağustosun son sıcak günlerinden birinde, göçüp gitti aramızdan!Neyse ki, bu eski İstanbul hanımefendisi, bu kültür insanı, anılarım kendisiyle birlikte toprağa götürmek yerine kaleme alarak bize bırakmıştı.
O, her zaman anıların yazılmasından yanaydı. Yaz mak, yazılı kültüre geçmiş toplumlarm bireylerine öz gü bir tutkuydu. Bunu çok iyi bildiği için de, Beylerbe- yi’ndeki tarihi yalının müdavimlerinden olan Refet Pa- şa’yı boyuna sıkıştırıyordu Münevver Ayaşlı; “Paşam ne olur, hatıralarınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz” diyordu ısrarla.
“Refet Paşa yakın tarihimizin 50 - 60 yıllık mesele lerini ve olaylarını iyi bilirdi. Ben sanki başkalarını mahrum etme pahasına bir konseri tek başıma dinli- yormuşum gibi üzüntü içinde kendisinden rica ediyor dum: ‘Paşam ne olur, hatıralarınızı yazsanıza...’
Hâmit ve Lüsyen Hanım
O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler, ‘Bu mille tin her şeyi yıkılmış, bir istiklal Harbi ayakta. Hatırala rımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım’ derdi...”
Münevver Ayaşlı’nın geride bıraktığı anılarında, bir dönemin politikacıları, askerleri, kordiplomatiği kadar edebiyatçılar da önemli bir yer tutuyor. Bu edebiyatçı ların başında da, bir zamanlar “Şair - i Azam” diye ni telenen Abdülhak Hâmit ile onun büyük aşkı Lüsyen Hanım geliyor.
Abdülhak Hâmit’in, gerçekten romanlara konu o- lacak bir yaşam öyküsü var.
“Ben 1924’te Abdülhak Hâmit’i tanıdığımda yaşlı ve yalnızdı” diye anlatıyor Münevver Ayaşlı. “Maçka Palas’ta kalıyordu. Maçka Palas’m bodrumu, kibar Os manlIların garajı gibiydi o yıllarda. Askeri Müze’nin kurucusu Keçecizade izzet Fuat Paşa da buradaydı. Türkçe’de ilk kez eskrim ve at konusunda kitaplar yaz mıştı Keçecizade. Yoksulluk içinde öldü... Lüsyen Ha nım Kont Soranzo’dan ayrılıp yine Hâmit Bey’e dö nünce adeta yeniden canlandı yaşlı şair. Dahası, Ata türk onu mebus yapmıştı. Bu moral ile on beş yaş gençleşti diyebilirim. Atatürk şaire değer veriyor, onu sofrasına çağırıyordu. Yaşı geçmiş olmasa, elçi bile ya pacaklardı.
Çarşamba günleri, Hâmit Bey ile Lüsyen Hanım’m kabul günüydü. Kimler gelmezdi ki o günlere? İsmail Hami Danişmend, Fethi Ahmet Paşa, İsmail Habib Bey, Samipaşazade Sezai, Fazıl Ahmet, Necip Fazıl, Şükufe Nihal Hanım ve eşi Limancı Hamdi Bey, Yah ya Kemal... Şükufe Nihal’i görünce Hâmit Bey takıl madan edemezdi: ‘Şükufe Nihal, bu ne hal?’ Yahya Kemal kabul günlerine gelmesine rağmen, Abdülhak Hâmit’i sevmez, onu da her yerde söylerdi. Ama Hâ mit Bey bir gün olsun Yahya Kemal aleyhinde konuş- mamıştır.
Nobel rivayeti
Abdülhak Hâmit, kendi şiirinin dayanağı olan Os- manlıca’nın aleyhindeki Dil Kurultaylarına da şevkle giderdi. Kendi manevi intiharı için, genç karısını kolu na takar şık bir görüntü içinde tıpış tıpış giderdi Dol- mabahçe Sarayı’na. Buradaki toplantılarda Osmanlı- ca’yı hiç savunmazdı.
Abdülhak Hâmit ölünce, Lüsyen Hanım, her yıl 5 Şubat’ta bir çınar dikerdi onun için. ‘Yerim yok. mev lit okutamıyorum, onun yerine ağaç dikiyorum’ derdi. Kendisi de yalnızlık ve hastalık çekerek öldü, Lüsyen Hanım. Ölünce, Zincirlikuyu’ya, Abdülhak Hâmit’in mezarının yakına gömüldü. Hayattayken Fransızca i- ki eser yazmıştı: Perspectif ve Abdülhak Hamid’e
Mektuplar. Bir de roman yazıyordu, ölünce yarım
kaldı.”
Lüsyen Hanım ölmeden önce ilginç bir iddiada bu lunur: 1927’de Abdülhak Hâmit’e Nobel Edebiyat ö
Cumhuriyet'in ilk yıllarının yakın tanığı Münevver Ayaşlı AnkaralI politikacı eşlerini, sefir ve sefirelerini de eleştirici bir bakışla ele alıyor...
dülü verilmek istenmiş; ancak Ankara, onun yerine Ruşen Eşref’i aday gösterdiği için Türkiye Nobel’i ka çırmış!
Samimi bir riyakar
Anılarında kendisinden, ailesinden çok yakın çev resinde bulunan ünlüleri anlatmayı yeğleyen Münev ver Ayaşlı’nın, Yahya Kemal’e ilişkin gözlem ve yargı ları da oldukça ilginçtir. Ayaşlı şöyle diyor Yahya Ke mal hakkında:
“Yahya Kemal’in samimi bir riyakarlığı vardı. Yüz lerine karşı çok iltifat ettiği kimseleri aynı nispette sev mezdi ve beğenmezdi. O, sevmeyi değil, sevilmeyi se verdi. Naz ehli idi. Sevilmesine müsaade ederdi, iltifa tının amacı da buydu. Osmanlı tarihini ondan dinle mek bir ömre bedeldi. Güzel sohbeti sayesinde Ispan ya Kralı XIII. Alfons onu özellikle av partilerine götü rüyordu.
“Bunun yanında Yahya Kemal’in taşralılık vasfı, o- nun kurtulamadığı bir kompleksti.”
Münevver Ayaşlı, Yahya Kemal hakkmdaki bu yar gısını da, üstadın kendi sözlerine dayandırıyor. Bir gün Büyükdere’de bir sohbet sırasında Yahya Kemal “Ah o paşazadeler, ah o paşazadeler. Ah, o İstanbullular, ba na rahat vermediler” diye anlatıyor taşralılık komplek sini: “Oturmaları başka, konuşmaları başka, araların da şakalaşmaları başka, giyimleri kuşamları, velhasıl her şeyleri benden başka. Benden çok daha az zeki, fa kat ben onları çok zeki görüyordum. Benden çok daha parasız, fakat ben onları çok zengin görüyordum. Ter zilerini sordum, Bother dediler; gittim Bother’den kostüm yaptırdım. Gömlekçilerini sordum, Kolaro de diler; gittim Kolaro’dan gömlekler aldım. Olmadı ol madı. Onlar gibi olamadım, iyice anladım ki, İstan bul’a Niş’ten değil, Paris’ten gelmek lazımmış. Ben de doğru Paris’e gittim’
Ünlü şairin kompleksli tavrına başka bir örnek: “Yahya Kemal ile zevcimin vefatından sonra da gö rüşüyorduk. Arada bir yine yalıya geliyordu. Ta ki 1946 yılına kadar. Demokrat Parti yeni kurulmuş. Fuat Köprülü Bey ve eşi, Yahya Kemal, Prof. Tevfik Remzi Kazancıgil ve eşi, öğlen yemeğini teşrif ettiler. Epey te reddütten sonra ‘place d’honeur’u (şeref mevkii) Fuat Köprülü’ye verdim. Fakat içimden, bunun başıma iş a- çacağım da düşündüm... Gelgelelim büyük şairimiz o gün küskünlüğünü hiç belli etmedi. Fakat o günden sonra bizim yalıya bir daha adımını atmadı. Beni gör düğü yerlerde yine muhabbetli ve mültefit idi, ama o kadar...
Yahya Kemal ölünce, bütün sevenleri gibi sarsıldım ve gönülden matem tuttum... ölümünden sonra, ar dında bir günah gibi, kardeşi Reşat Beyatlı’yı bırakmış tı. Onun sağlığında ortaya çıkmayan Reşat Bey, her hafta gidiyor, bütün Yahya Kemal’i sevenleri ziyaret
e-diyor ve şöyle takdim ee-diyordu kendini: - Bendeniz Reşat Beyatlı, Yahya Ke mal Bey’in kardeşi! Ve bu sözü, Yahya Kemal’in hiç sevmediği ko yu Rumeli şivesiyle söylüyordu.”
Münevver Ayaşlı’mn yakın dan tanıdığı insanlardan biri de HalideJEdip. Bıü^aşı^Edigj^Jgı^
S^ur^soıy^j^iy^TTüşlto
seçmiş bir Yahudi
olduğunuTken-benzcdığımozeTTTÜ^urğûlayanyy-
?ŞglSSçuHniPn3âr^âTme Edıp'in
öğrencisi de olmuştu. ^
Avanak avanak seyredilen
“Halide Edip belki iyi bir ya zardı amma, muhakkak ki fe na bir teşkilatçı, fena bir ida reciydi. Üç ay mektebine gittim, bir gün dahi ders gör medim. Fakat bu üç ay zarfın da konusu tamamiyle Tev rat’tan alınma, müziği de Lüb nanlı bir bestekar Vedia Sabra
tarafından bir opera bestelen- >•»
di... Vedia Sabra’yı iyi tanıyor- ’ . j
dum, çünkü kendisinden özel i
piyano dersleri alıyordum. O- *
peranın adı, Kenan’ın Çobanları. Biz bu operayı sahneye koyduk; valiler, kumandanlar, polis müdürleri huzurunda oynadık... Avanak avanak hepsi bu operayı seyrettiler... Halide Edip’in bu mektepçilik oyunu, büyük mağlubiyete kadar sürdü. Düşman işgalinden önce mektep kapandı ve maşlahlı, gözleri sürmeli ho ca hanımlar da İstanbul’a döndü. Halide Edip’in ve hoca hanımların arkalarından çok dedikodu oldu. Mektepte tek bir keten çarşaf, tek bir çatal bıçak kal mamış, diyorlardı. Üstelik şehirdeki Tarrazi adlı, çok güzel eşya satan meşhur bir mağazaya çok borç bırak mışlardı.
“Halide Edip Hanım, bizim eve de gelirdi. Bizim evde bir gün onu ağlar görmüştüm. İçimden çok acı- mıştım. Anneme, niçin ağladığım sordum. Annem: ‘Halide Hanım çok bedbaht imiş ve uzakta olan çocuk ları için ağlıyoımuş’ dedi. Halide Edip Hanım’a acı- mıştım ve bu romantik haliyle Sarah Bernard’ı hatır latmıştı.
“Bir İstanbul’a gidip gelişinde, Halide Edip Hanım yalnız dönmedi. Yanında, uzun boylu, gözleri birbirine çok yakın, kalıpsız fesli, çelimsiz bir erkek vardı. Bu er kek, Adnan (Adıvar) Bey’den başkası değildi. Ve lisan
- 1 hal ile, benim de bir gün, günüm gelecek der gibi bir
hali vardı. O gün Halide Edip Ha- nım’ın gözleri pırıl pırıl parlıyor, zarif elleri ve ayakları büsbütün göze çarpıyordu. Her haliyle me sut bir kadın olduğu anlaşılıyor du. Artık, yalnız bir kadın değil di; seviyor ve seviliyordu. Hali de Edip Hanım, Adnan Bey’i daha çok seviyor görünüyordu. Ben kendi hesabıma, Adnan Bey’i, o gün Halide Edip Ha- mm’a çok az bulmuştum.”
Osmanlının son, Cumhuriyet’in ilk yıllarının yakın tanığı olan Mü nevver Ayaşlı Ankaralı politikacı eşle rini, sefir ve sefirelerini de eleştirici bir
bakışla anılarında anlatıyor, içinden geldiği Osmanlıyı yıkanları, yeni rejimle ortaya çıkan yöneti
cileri sevgiyle andığı söyle- „ ilemez. O daha çok, tek
- partiye kafa tutarak var
o-laıı Demokratlara yakınlık
i duyuyor. Ancak, ne zaman
ki Menderes yönetimi, geniş §8 caddeler açma iddiasıyla ts-
^ . ,Ç tanbul’un tarihi dokusunu
i ” kazma kürekle tahrip etmeye
J ||j p F başlıyor; işte o anda Demokrat Partili yöneticileri de eleştir mekten geri durmuyor:
Bedduanın altı
“Menderes karar almış, Beylerbeyi Sarayı’ndan Beylerbeyi Camii’ne kadar olan yer, yeşil saha olacak mış. Yani yalılarımız, iskele Caddesi’nde bulunan bü tün yalılar gidecek, yok olacak... Belediye İmar Müdür- lüğü’ne gittim, aman Allah’ım, bir mahşer yeri... Sanki bütün İstanbul halkı orada; dul kadıncıklar, alil, ihtiyar emekliler, yetim çocuklar... Şaka değil, başlarını soka cakları evceğizleri gidiyor, sokak ortasında kalacaklar... O gün Menderes’e edilen beddua, bilmem başka bir in sana edilmiş midir? ‘Eyvah bu adam bu kadar beddua ya dayanabilecek mi, bu kadar bedduanın altından kal kabilecek mi’ dedim o gün ve Adnan Menderes’in so nunun çok feci, çok vamrnöTâcâgîinlıiî^
BeyImW^TTOTTmevver"7vyaşIı riın anıları, Bogaz’ın Anadolu kıyılarının ve bıı kıyılarda yaşayan eski insan ların tarihçesi niteliğinde. Dediğimiz gibi, yazıp bırak tığı satırlarda kendini anlatmak yerine, sevdiği, sevme diği çevresini, kadim zamanlardan günümüze uzanıp gelen değerleri anlatmayı yeğliyor Ayaşlı. Bu da, son kadınlar dediğimiz kuşağa özgü soylu bir tutum ya da terbiye olmalı...
YARIN: PAKİZE TARZİ
Taha Toros Arşivi