Kâğıthane ve Göksu
«Istanbulda her rengin, her çiçeğin bir manası
vardır ve onlarla mektublaşılır»
O zamanki
Türk ırkının güzelliğini görmek için, bir seyran gününde ya Kâğıdhaneye, ya- hud Göksuya gitmelidir. Buraları, halkın gezindiği iki büyük çayırdır, sık orman- cıklar arasından iki dere akar; her ikisi nin de iki yakasında kahveler, çeşmeler sıralanmıştır.
Ceviz ağaçlarının, fıstık ağaçlarının, kavakların, incir ağaçlarının gölgesinde uzanan çayırlar, güneş ışığının delip ge çemediği bir sıra yeşil paviyonlar, binler ce Türk kadınları grup grup, halka hal ka oturmuşlar, etraflarında cariyeler, haremağaları, çocuklar, yemek yerler, ve sonsuz gidip gelmeler arasında, neş’e ve şetaret içinde eğlenirler. İnsan oraya gi dince kendini kaybeder. Bu binlerce be yaz yaşmak, gümüşü, yeşil ve sarı renkli ve işlemeli feraceler; rengârenk esvablar içinde bu binlerce cariyeler; küçüklerin maskeli balosu imiş gibi karınca yuvaları halinde kaynaşan bu oğlancıklar, yere serilmiş şu büyük İzmir kilimi, elden ele dolaşan altın ve gümüş suyuna batmış şu güğümler Müslüman kahveciler, a- damlık elbiselerini giymişler, ellerinde I dondurmalar ve meyvalarla koşuşuyor- ' a . ; Çingeneler oynıyor, Bulgar çoban- r kaval çalıyor; paşalar, beyler, dcli- ınliKar d.,re boyunca at koşturuyor; u- aV.tan bu kalabalığın hareketi, kamelya ve gül bahçelerinin rüzgârla dalgalanışı- nı andırıyor. Y ald ızlı süslü kayıklar, muhteşem arabalar ardıarkası kesilme - den geliyor, bu renkler ummanına yeni renkler döküyor. B u gölge ve yeşillik güzelliğinin ortasında şarkılar, saz sesle ri, çocuk bağrışmaları.
Bütün bu karışıklığa rağmen, bir er kekle bir kadını biribirlerine aşıkane ba karken, tebessüm ederken, yahud her hangi kurnaz bir jestle işaretleşirken ya kalamak imkânsızdır. Fakat buna muka bil bambaşka bir dil vardır: B ir çiçek, esvaba iliştirilmiş bir şerid, yahud giyi
-Kâğıdhane
len esvabın rengi, yahud bir atkı. Türk kadınları bu dilde çok mahirdirler, ve enfes vasıtalara sahibdirler: M eyvalar, çiçekler, otlar, tüyler, taşlar, ki hepsi nin kararlaştırılmış bir manası vardır, ya bir sıfat, ya bir fiildir, yahud başlıbaşına bir cümledir; bir küçük kutu, yahud bir kese içinde tesadüfen toplanmış gibi gö rünen birçok küçük şeyler, bir deste mektubun anlatacağı binlerce şey söyler. O küçük şeylerden her birinin manası nazmen tesbit ve ifade edilmiştir; ve her âşık bir aşk manzumesi, hiç olmazsa bir küçük kıt’ayı beş dakika içinde tertib edebilir. B ir çivi karanfil, bir kâğıd par çası, bir armudun dörtte biri, bir sabun parçası, bir kibrit, birkaç sap sırma, biraz tarçın ve biraz karabiber: «Uzun za -mandanberi seni seviyorum, yanıyorum, sararıp soluyorum, senin aşkınla ölüyo - rum, bana biraz ümid ver, beni reddet - me, bana bir kelime ile cevab ver» de mektir. Aşktan bahsetmeden bu suretle bin şey söylenir. Kalbleri oynamağa baş- Iıyan bütün gene kızların en büyük meş guliyetini bu sembolik lûgatçeyi öğren - mek teşkil eder; ve rüyalarında gördük leri yirmi yaşındaki güzel şehzadelere hitaben uzun mektublar tertib ederler. Bu sembolik dilden başka, jestlerin, ha - reketlerin de dili vardır, ki t azıbrı pek lâtiftir. Meselâ erkek, hançerini çıkarır ve onunla göğsünü açıp kendini parça * lıyormuş gibi yalancıktan bir hareket ya par, mânası:
— A şk çılgınlıkları ile parçalanıyo - rum!
Demektir.
Kadın cevab verir, kollarını iki yanına bırakır, öyle ki, feracenin önü biraz açı lır:
— Kollarımı, ağuşumu sana açıyo - rum!
Demiştir.
REŞAD EKREM KOÇU
Göksuya giderken
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi
niittllllllil
* 0 0 1 5 0 0 5 9 6 0 0 6 *
— ■ll i ' 1 ■ . _ ______ . 7