• Sonuç bulunamadı

[Hüseyin Nakip Turhan dosyasından çıkan belge]

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "[Hüseyin Nakip Turhan dosyasından çıkan belge]"

Copied!
16
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ler imparator Konstantin’in İstanbul’un kapılarını kapatmasına sebep oldu. As­ lında bir kavga ve küçük bir mücadele­ den ibaret bulunan bu hâdiseler, bir ba­ kıma Türkler için harp ilânının zahiri sebebini teşkil etti.

Sultan Mehmet Rumeli hisarı inşaatı devam ederken Akçaylıoğlu Mehmet Beyi İstanbul civarının vurulmasına me­ mur etmişti. Mehmet Bey’in, emir gere­ ğince hareketle bazı Rumları esir etme­ si Bizans’taki heyecanı arttırdı. Hisar inşasından dolayı zaten kâfi miktarda kuşkulanan imparator, bir de bu hâdise­ lerle karşılaşınca, topladığı bir mecliste

yapılacak işleri görüştü. Neticede ve- ziriâzam Halil Paşa vasıtasiyle bir şey­ ler elde edebileceğini umarak ona bir­ takım hediyeler gönderdi. Eskidenberi yumuşak ve yatıştırıcı siyasetin takip­ çisi bulunan ve OsmanlI gazi mehafili tarafından «Rum dostu» «Gâvur ortağı» şelinde tavsif edilen Çandarlı yeni hedi­ yelerin tesiriyle, padişaha müracaatla Bizans’ın sulh taraftarı olduğunu bil­ dirdi. Lâkin Sultan Mehmet «yaz olsun görelim, Allah ne buyurursa öyle ola» cevabiyle veziriâzamı savsaklayıp onun fikir ve arzusuna yanaşmadı.

Bizans’ın Halil Paşa’ya müracaatından kısa bir müddet sonra veya aşağı yuka­ rı ayni tarihlerde cereyan eden bazı hâ­ diseler genç padişahın sinirlenmesine, Türklerin hazırlıkları dolayısiyle zaten kuşkuda bulunan imparatorun da İstan­ bul kapılarını kapamasına sebep oldu.

Tr~bLı}o£,Lf

Bizans'ın bu eski plânının aslı Paris'te Bibliothèque Nationale'dedir.

Bir bakıma harbin zahiri sebebini teşkil eden ve aslında basit sayılabilecek olan bu hâdise Bizans tarihçisi Dukas’a göre şöyleydi:

İsfendiyar Oğlu İsmail Bey 1452 kı­ şında bir miktar askerle Silivri’nin do­ ğusunda Epivates (Bigades) kasabasına

(2)

gelmişti. Beraberinde getirdiği hayvan sürülerinin Rumlara ait tarlalarda otla­ ması yüzünden bir Türk seyisi ile bir Rum arasında kavga çıkmış, bunu gö­ ren Rumların Türk seyisine hücum et­ meleri üzerine Türkler kılıçlarına dav­ ranmışlar, neticede iki taraftan da ölenler olmuştu. İkinci Mehmet hâdise­ yi duyunca çok asabileştiğinden o köyün halkının öldürülmesini emretmiş, böyle- ce kırk kadar Rum öldürülmüştür. İm ­ parator ise, hâdiseyi duyar duymaz der­ hal şehrin kapılarını kapatmış, İstan­ bul’daki Türkleri nezaret altına almışsa da üç gün sonra serbest bırakmıştır. İş­ te bunun üzerinedir ki Sultan Mehmed’e ■elçi göndererek: «bütün gayretlerine rağmen harbin önüne geçemediğini, A l­ laha sığınarak şehrin kapılarını kapadı­ ğını, şehirdekileri korumaya devam ede­ ceğini» bildirmiştir.

Dursun Bey ve Kemal Paşazâde gibi Türk kaynakları ise; İstanbul kapıları­ nın kapanmasına • sebep olan hâdiseyi yine bir kavgaya bağlamakla beraber, bunların anlattıklarının Dukas’ırikinden farklı tarafları mevcuttur. Her iki Türk kaynağının Dukas’mkinden farklı gös­ terdikleri ta.raf; hâdisenin, Rumeli Hi­ sarı inşaatının bitmesiyle padişahın E- dirne’ye hareketi sırasında vukubulma- sı, bir de bu meseleye, izinli Türk asker­ lerinden birkaçının içki içip sarhoş ol­ duktan sonra sarhoşluk yüzünden Rum çobanlarla kavgaya tutuşmaları tarzın­ dadır.

İstanbul’un kapılarının kapanmasına sebep olan ve Türklerle BizanslIlar ara­ sındaki harbin zâhiri sebebi gibi görü­ nen hâdise; ister Dukas’ınki, ister Türk kaynaklarının anlattığı gibi cereyan et­ miş olsun, basit bir kavga halinde baş­ layıp en çok kırk kişinin ölümüyle neti­ celenen bir vak’a olmaktan ileri gitme­ mektedir. Fakat işin asıl mühim tarafı Boğazkesen hisarı inşaatının bitimiyle Bizans elçileri önünde resmen harbin i- lân edilmiş olmasıdır. Dursun Bey, İs­ tanbul kapılarının kapatılış sebebini i- zaha çalışan Bizans elçilerine, Sultan Mehmed’in «ya kaleyi versün, ya başın kaydın görsün» diye cevap verdiğini zikreder.

Edirne'de toplanan mecliste alınan karar

Boğazkesen hisarı inşaatı bitince Sul­ tan Mehmet emrindeki kuvvetlerle bir­ likte İstanbul’a bir mil mesafeye kadar yaklaşıp, görebildiği kadar şehri ve ci­ vardaki araziyi tetkikten sonra 1 eylül 1452 de Edirne’ye dönmüştü. Artık İs­ tanbul fethi için son hazırlıklarında ik­ mali ve bilhassa bütün devlet erkânının bu iş uğrunda elbirliğiyle çalışması lâ ­ zımdı. Halbuki devlet erkânı arasında İstanbul fethine evveldenberi muhalefet edenler vardı. Bunların en başında da Çandarlı Halil Paşa geliyordu. Halil Pa­ şa, İstanbul’u fetih teşebbüsünün Avru­ pa’yı harekete geçireceğini, hatta, şehir fetholsa bile haçlı seferleri silsilesini tahrik edeceğini, bunun da OsmanlI devletinin mahvına sebep olacağını ile­ ri sürmekteydi.

Genç Sultan, büyük işe tam mânasiy- le girişmeden önce ulu veziri tarafından desteklenmeye muhtaçtı. Zira yıllardan- beri işbaşında bulunan Çandarlı’nın nü­ fuz ve otoritesi çok derin ve o nisbette de kuvvetliydi. Bu kudretli vezirin mu­ hasara fikrine muhalefeti, işi deha baş­ langıçtayken muvaffakiyetsizliğe mah­ kûm edebilirdi. Zira fikir ayrılığı, Os­ manlI safları arasında zâfiyete ve dola- yısiyle neticenin arzu edilmiyen bir mecraya sokulmasına sebep olabilirdi.

Halil Paşa’nm barış siyaseti evvelden- ceri Osmanlı gazi muhitlerinde tasvif görmemekte idi. İhtimal onun sulhper­ verliğini daha fazla takviye edebilme! için BizanslIlar kabarıkça pişkeşler sun makta, Halil Paşa da belki de bunlar bir mahzur görmeden almakta idi. Os ‘ manii gazi muhitinin görüşünü aksetti ren Aşıkpaşazâde’nin tarihinde Hal: Paşa’nm Kumlardan aldığı rüşvete dai mevcut satırlar ile. Dukas’da Türkleriı ondan «Gâvur ortağı» diye bahsettikle rini bildiren kayıtlar, o sırada Halil Pa şa aleyhindeki görüşün epeyce yaygı: olduğunu ifade etmektedir. Fakat, Hal Paşa’nın Rum dostu olduğu ve onlarda rüşvet alıp şehrin fethine mâni olma istediği şeklinde Aşıkpaşazâde gibi Tür) Dukas (Ducas), Françes (Phrantzes) g bi Bizans ve Dolfin gibi lâtin kaynaklı nnın ifadelerine rağmen, yine onlar gi

(3)

I

. ayni devri y a ş la n tarihçilerden Dur­ sun Bey, Kritovulos ve eserini İkinci Ba- yezid devrinde haleme alan Neşrî’de rüş­ vetten bahsedilmemesi Halil Paşa’nm leh ve aleyhinde çeşitli mütalâalar ser- dedilmesine ve meselenin bugün de hâlâ münakaşa edilmesine sebep olmaktadır. Maamafih muhakkak olan şudur ki; genç hükümdar Sultan Mehmet muha­ saraya. girişmeden önce Çandarlı’yı ken­ di fikrine hazırlamak için gayret sarfet- miştir. Dukas’da görülen şu misal de bir bakıma bunu teyideder:

«Padişah bir gece haremağaları vası- tasiyle Halil Paşa’yı çağırtır. Evvelce tahttan indirilmesinde kendisinin de rolü olduğunu padişahın bildiğini göz- önünde bulunduran Halil Paşa, bu gece yarısı davetinden ürküntü duyarak al­ tınla doldurduğu bir tabakla huzura çı­ kınca padişahı giyinik vaziyette yata­ ğında oturur bulur. Padişahın, Lala ne yapıyorsun? suali karşısında: Vezirler fevkalâde zamanlarda efendilerinin ya­ nma çağrıldıklar: zaman elleri boş git­ mek âdet değildir; bu takdim ettiğim benim malım değil sîzindir: şimdiye ka­ dar bende emanet idi, der. Genç Sultan ise, onun bana lüzumu yok. benim sen­ den istediğim; İstanbul’u almak için bü­ tün kuvvetinle bana yardım etmendir.» sözleriyle ondan teminat alır. Dukas, oundan sonra Sultan Mehmed’in: «Bu yatağı görüyor musun? Bütün gece bu /atağın içinde çırpındım, uyuyamadım, kumların paralarına aldanmamıya dik- ;at et, yakında cenk başlıya çaktır. A l­

alım yardımij’le bu beldeyi düşmanların ‘İlinden alacağız.» dediğini ilâve eder.

Dursun Bey’in ifadesiyle: «Fetih fikri nu uykusundayken bile terketmediği» jin bütün gayretlerini bu noktada top- yan Sultan Mehmet, büyük işe girişir- en zaruri görülen fikir birliğini sağla- lak ve müttefikan karara varmak ü- :re fevkalâde bir toplantı aktetti. İleri elen bütün devlet erkânının hazır bu- ınduğu bu toplantıda: Mühim bir fik- . olduğunu beyanla söze başlıyan pad'i- ıh, meclistekilere bir nutuk vererek üyük niyetini ortaya koydu.

Tâcibej'zâde Câfer Çelebi ile Krito- ilos tarafından nakledilmiş olan bu utukta genç hükümdar: Atalarımız gi- bizim de esas vazifemiz gazâ. yapmak­

tır diyerek, gazanın ehemmiyetine. par­ mak bastıktan sonra Bizans imparator­ luğunun ve 'ou arada İstanbul şehrinin durumuna dikkati çekti. Padişah, İstan­ bul’un güzelliği ve tarihî ehemmiyetine işareti müteakip, burasının memleketi­ mizin ortasında bir düşman yatağı ve tahrik ocağı olduğunu, memleketin is­ tikbali ve emniyeti bakımından şehrin zaptının zaruri bulunduğunu söyledi. Ondan sonra, büyük işlere tevessül eder­ ken Hazreti Peygsmber’in bile etrafın- dakilerin fikrine müracaat ettiğini be­ lirterek şimdi herbirinizin fikir ve re­ yini öğrenmek istiyorum, dedi.

Padişahın nutkunun arkasından mese­ le mecliste müzakere edilmiye başlandı. Mecliste bulunanların bir kısmı fetih fikrini şiddetle tasvip edip bir an önce tatbikine seçilmesini müdafaa ettiler. Kritovulos’un ifadesine göre bunların çoğu bir zafer sonunda- yükselmek eme­ li besliyen kimselerdi. Câfer Çelebi ve Kemalpaşazâdeye nazaran aksi tezi mü­ dafaa eden mukabil grup, İstanbul’un bol nüfuslu bir yer olduğunu, surlarının çok kuvvetli bulunduğunu, şehir alına­ madığı taktirde devletin prestijinin a- zalacağını belirterek muhasaradan vaz­ geçilmesini öne sürdüler. Lâkin Sultan Mehmed’in fetih fikri üzerinde azim ve kararını tekrarlaması neticesinde her­ kes bu hususta fikir birliğine vardı. K ri­ tovulos’un ifadesine bakılırsa; yaşlı ve tecrübeli zevat muharebenin taraftarı olmamakla beraber meclisteki umumî heyecana karşı gelemiyerek ağız açma­ yıp umuma tâbi oldular.

Evveldenberi bildiğimize göre harp taraftarları, Zağanos ve Şahabeddin Şa­ hin Paşa’nm etrafındaki kimselerdi. Mu­ halif grup ise, Çandarlı Halil Paşa’nın etrafında toplananlardı. Halil Paşa Edir­ ne’deki mecliste harp aleyhinde konuş­ makla, yani genç’ padişahın fikrinin ak­ sine bir tezi müdafaaya teşebbüs etmek­ le, gelecek günlerdeki mukadderatına tesir edecek bir hükme şimdiden sebep olmuş demekti.

Son hazırlıklar ve Mora’ya yapılan akın hareketi

Edirne meclisinde topluca ham kararı verildikten sonra, bütün beylerbeyi, san­ cakbeyi ve subaşılara emirler yazılarak,

(4)

bahara kadar hazırlanmaları ve savaşa katılmak üzere toplanmaları bildirildi. Memleketin her köşesinde hummalı ha­ zırlıklara geçildi. Bu arada esas faaliyet Edirne ile Gelibolu’da görülmekte idi. Gelibolu tersanelerinde kızaklara yeni yeni gemiler konuyor ve bahara kadar büyük bir donanma meydana getirilmiye çalışılıyordu. Bilhassa bakır kaplı (zırh­ lı) gemiler inşasına ehemmiyet veriliyor­ du. Baltaoğlu Süleyman Bey’in emrine verilen donanma 1453 baharında Gelibo­ lu’dan hareket ettiği zaman 12 si çek­ tirme, 80 tanesi çifte güverteli kürekli, 55 tanesi küçük çaptaki gemiler olmak üzere 147 parça,dan ibaretti. Gemilerde kürekçilerden başka yirmi bin azeb as­ keri mevcuttu.

Tekmil zihnî ve bedenî faaliyetini İs­ tanbul’un zaptı meselesi üzerine teksif etmiş bulunan Sultan Mehmet Edirne’­ deki hazırlıkları kontrol ediyor, İstan­ bul ve civarının plân ve haritalarını biz­ zat çiziyor; topların nerelere konacağı­ nı. lâğımların nerelere kazılacağım bu harita üzerinde tespite çalışıyor, Bizans’­ ın harp kudreti ve hazırlıkları hakkın­ da bilgi topluyordu.

Bu hazırlıklar devam ederken genç padişah bir taraftan da Bizans impara­ toruna yardımı dokunacak kaynakları kurutmaya ehemmiyet verdi. İmparato­ run imdadına ilk yetişecek olanlar, Mo- rada despotluk eden kardeşleri Thomas l ve Dimitrios idi. Şayet despotlar daimî | tazyik altında tutulur ve topraklan da | tahrip edilirse, elbette İstanbul’un im- ! dadına koşamazlardı. Bunu hesaplıyan Sultan Mehmet Turhan Ecy'i Mora’ya ; .-ü îlîP y a p m ^ ‘THfâîfür etti. Turhan Bey' X ömrünü Klora aluriiârfyîe doldurmuş, o h toprakları ve Mora Rumlarını gayet iyi ■ bilen bir kumandandı.

| Turhan Bey, padişahtan aldığı emir $ üzerine oğulları Ahmet ve Ömer Bey’ler | de yanında bulunduğu halde Korintos i istihkâmları önüne geldi. Burada verdi- ; ği muharebe kendisine epeyce pahalıya mal olmakla beraber, Korintos’u zapte- derek istihkâmlarını yıktırdı. Sonra da Mora’nm içerlerine doğru ilerledi. Mes- senien’den Mantinia’ya kadar bütün a- razi yağma ve tahrip edildi. Kış mevsi­ mi dolayısiyle daha güneydeki dağ ge­ çitlerine ilerlemeyi doğru bulmayan

Turhan Bey ordusunu kısımlara ayıra-i rak geri döndü. Geri dönen Türk kuv-j vetlerinden bir 'kısmı Matthaius AsanesS emrindeki düşman kuvvetlerine mağlûp* oldu. Turhan Bey’in oğlu Ahmet Bey; bunlara esir düşerek İsparta’da oturan;5 despot Dimitrios’a gönderildi. Fakat Turhan Bey’in emrindeki esas kuvvet­ ler birçok ganimetle Teseıyaya avdeti etti. Böylece despotun kuvvetleri iyice eridiğinden imparatora yardım kaynak­ ları kurumuş oldu. Mora böyle tahrin e- dildikten başka Arnavutluğun da tehdit altında tutulması için İbfahim Bey ku-, mandasında bir miktar kuvvet de 1453 nisanında Arnavutluğa gönderildi.

İstanbul civarının işgali

Edirne’de hararetli hazırlıklar devam ederken bir taraftan da İstanbul yakı­ nındaki son Bizans topraklarının zaptı­ na karar veren padişah, bu işe Dayı K a ­ raca Bey’i memur etti. Dayı Karaca Bey 1453 şubatında Marmara kıyısındaki Bi­ zans topraklarını teker teker işgal etti. Bunlar: Misivri (Mesembria), Ahyolu

(Anchialos), Silivri (Selymbria), Mar­ mara Ereğlisi (Perinthos), Bigados (Epi- vatos), Kum Burgaz (K artera), Yeşilköy (Ayastefanos) ile sahilden içerde Vize (Bizua) idi. Yalnız bunların içerisinde tahkimatına güvenen Silivri kasabası, teslim teklifini reddetmiştir. Ancak İs­ tanbul düşüp te kurtuluş ümidi kalma­ yınca teslim olacaktır.

Kıyıdaki arazi şeridi zaptedilirken bu kasabalar halkından bazıları kaçmıya muvaffak olarak İstanbul’a sığındı. Da­ yı Karaca Bey BizanslIlara ait kasaba­ ları zaptederken, İstanbul Rumlarınır surlar dışına çıkmalarına müsaade et­ memekte, ayrıca Edirne’den taşmar harp malzemesinin İstanbul yakınım emniyetle ulaşması için yolların düzel tiimesi işini sağlamaktaydı.

Edirne’de dökülen toplar Sultan Mehmet, kuvvetli surlara sa hip İstanbul şehrini zaptedebilmek içi) bunları yıkacak kudrette harp vasıtala rina sahip olma lüzumuna inanmış bu Umuyordu. Böyle vasıtaların en tesirli.1 top olmalıydı. Onun için tahrip kudret leri çok kuvvetli toplar döktürmek üzr re faaliyete geçti. Bu hususta Türk tc dökücüleri ve mühendisleriyle birlikl

(5)

t

Osmanlı ordusunda top

(İlâve : 57)

Top denen silâh, Avrupa’da ilk defa ondördüncü yüzyılda kullanılmıştır. Bu toplar demirdendi. Bu yüzden kullanı­ lışları bir çok hazâlara sebeboluyordu. Zira, imâlleri hiçbir hesaba dayanmadı­ ğından mukavemet dereceleri meçhuldü. Ekseriya bir atış sırasında paralanırlar ve kullananları da aynı akıbete uğratırlardı. Bu toplar, daha ziyade kale muhasara müdafaalarında kulanılırdı. En çok üç kiloya kadar yuvarlak mermi atarlardı. Bâzaıı da tek mermi yerine çiviler ve de­ mir parçaları kullanılırdı. Bununla bera­ ber b.ı .'.-ilâhtan beklenen, daha ziyade gürültüsü ile düşman maneviyatım sars- masıydı. Ondördüncü yüzyılın sonlarında ise, top İmalinde demir yerine bu İşe da­ ha elverişli olan tunç kullanılmağa baş. lamdı. Aynı zamanda barut da bir hayli ıslâh edildi. Tunç toplar, atış sırasında hâsıl olan hararete ve bilhassa sadme şeklindeki tazyike daha çok dayanıyordu. Lâkin her şeye rağmen bilhasa nakille­ rindeki güçlük dolayısiyle meydan savaş­ larında pek fazla sayıda top kullanılmaz, dı. Gayet pahalıya malolan bu silâhların, bir çekiliş çırasında daima düşman eline geçmesi tehlikesi mevcuttu.

*

Top, aynı yüzyıl içinde Türk ordusun­ da da yer almıştır. Nitekim 1339 yılında Kosova meydan savaşında Türk ordusun­ da mevcut bulunan Sİ kadar top ve Türklerin yeni topçuluk stratejisi düşma­ nı dehşet içinde bırakmıştır. Denebilir ki, garp âlemi ilk defa olarak bu silâhın ne şekilde kullanılma .ı icabettlğini bu meydan savaşında TUrklerden görmüş ve öğren­ miştir. Yıldırım Bayezit Han, inşa ettir­ diği Anadoluhisarı’nı topla tahkim ettiği gibi, İstanbul’u muhasara ettiği zamanlar da bu silâhı kullanmıştır. Nitekim, gerek Musa Çelebi ve gerek,-.: İkinci Murat İs. tanbul’ u muhasaralarında kaleleri topia döğmüşlerdir. İkinci Murad’m bir çok sa­ vaşlarda ve bu arada İşkodra 'muhasara­ sında toptan istifade ettiği malûmdur.

Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı tahtına oturduğu zaman, topçuluk sanatı Osman­ lIlarda, devrine göre çok ilerlemiş, mü­ kemmel ustalar ve dökücüler yetişmişti.

P’atih ilk önce Rumelihisarı’nı tahkim için bu Türk ustalarına bol miktarda top döktürmüştür. Sonra, İstanbul muhasarası ve fethi hazırlıklarını tamamlamak için Edirne’ de karargâhını kurduğu vakit Bi­ zans surlarını yıkacak kuvvetli toplar döktürmeğe başladı. Mimar Muslihiddin, Sarıca Paşa gibi kıymetli mühendisler bu işi üzerlerine almışlardı. Bu sırada Ma­ car asıllı Urban adlı bir dökücü de Fa­ tih’e başvurdu. Kendisi daha evvel Bizans hizmetinde bulunmuş ve şehrin müdafaa­ sı için bir miktar top dökmüştü. Lâkin, imparatoru memnun edemediğinden aylı­ ğı kesilmiş bulunuyordu. O da bunun ü. zerine böyle sanatkârlara hol aylıklar 'tahsis ettiğini haber aldığı Osmanlı hü­ kümdarının hizmetine girdi. Lâkin Türk ustalarının döktüğü topları görünce, bu sanatta onların kendisinden üstün olduk, larını sezerek göze girmek için Fatih’e fevkalâde büyük. bir top dökeceğini bil­ dirip projesini sundu. Buııu tetkik eden Türk mühendisleri, onun ne balestik bil­ gisinden, ne mukavemet hesaplarından, ne baruttan ve onun hasşalarmdan anlama­ dığını sezdiler. Bunun üzerine, Fatih’in bizzat verdiği ölçü üzerine büyük topun hesap ve plânları Türk ustaları tarafın­ dan yapıldı. Urban ise, sadece dökülme­ sine nezaret etti. Top sona erince, Edir­ ne’de, Eskicaray önündeki meydanda tec­ rübesi yapıldı ve G00 kilo J ağırlığında­ ki taş mermiyi bir mil kadar mesafeye fırlattı. Bu mermi ise, düştüğü yerde . iki metre derinliğinde bir çukur açmıştı. Bu ağır ve battal silâh, kendisi için hususî şekilde yapılmış bir araba ile yola çıka­ rıldı. Arabaya, otuz çift öküz koşulmuş­ tu. Lâkin arızalı yerlerde, bunların sayı­ sını bir misli arttırmak icabediyordu. Önde giden 200 kişilik bir müfreze yol­ ları düzeltiyor, köprüleri sağlamlıyor, arkadan gelen 50 kişilik ikinci .bir müfre­ ze İsa, topun geçişi çlolayısiyle bozulan yolları ve köprüleri tamir ediyordu.

Bu büyük toptan maada, Türkler İstan­ bul muhasarası için ilk hamlede altmış kadar top dökmüşlerdir. Bunlar, 7 kilo­ metrelik sur boyunu muayyen aralıklarla her biri 4 toptan mürekkep 14 batarya halinde tabiye edildiler. Türkler, bununla

(6)

Orban (yahut Urbani) adında bir Macar top dökücüsünden faydalandı.

Orban daha önce Bizans hizmetinde idi. Onlarla birlikte çalıştığı zaman üc­ retinin arttırılmasını istemiş, fakat ar­ zusu yerine getirilmediğinden İstanbul- dan ayrılmıştı. İstanbuldan çıkınca doğ­ ruca Türklere . müracaat eden Orban hüsnü kabul gördü. Bizansta istediğin­ den çok daha fazla ücretten başka he­ diyelere de kavuştu. O sırada Rumeli- hisarınm inşaatı devam etmekteydi. Sultan'Mehmet Orban ile bizzat konuş­ tu ve istediği kudrette toplar dökün dö- kemiyeceğini sorduğu zaman Macar asıllı ustadan müsbet cevaplar aldı.

Dukas’ın naklettiğine göre Orban padi­ şaha «Kostantaniye ve hattâ Babil sur­ larım hak ile yeksan edecek ton im al edebilirim. Ben san’atımdan eminim, an­ cak ne kadar mesafeye atabileceğini, evvelden tahmin edemem» demişti. Bu cevaba karşılık Sultan Mehmet topun, atış mesafesini sonradan kendisinin tâ­ yin deceğini söyliyerek derhal işe koyul­ masını emretti.

Orhan’ın döktüğü büyük çaptaki top- Rumelihisarınm denize yakın bir yeri­ ne kondu. Boğazdan geçen bir gemi yel­ kenlerini indirip kıyıya yanaşma emrine itaat etmediğinden top gülleleriyle ba~ tınldı.

—>

iktifa etmiyerek muhasara sırasında da durmadan top döktüler. Zira, Edirne’de dökülüp getirilenler nisbeten küçük çap­ ta silâhlardı. Bunlar, muhasaranın ilk günlerinde kullanılmış, sonra tedricen daha büyük çapta olarak dökülenler, bun­ ların yerini almıştır.

Türk bombardımanı, Bizans’ı dehşet içinde bırakmıştı. Bu kadar büyük çapta silâhı bir arada rüyalarında bile göremez­ lerdi. Surlarda hâsıl olan tahribat ise müthişti. Bir top atılır atılmaz, topçula­ rın bir kısmı ağzından içeriye kovalarla zeytinyağı döküyorlar, bir kısmı ise yağlı keçelerle namluyu sarıyorlardı. Bundan maksat, topun birdenbire soğuyup çat- lamamasıydı. Top, kâfi derecede soğuduk­ tan sonra silinip temizleniyor, haznesine barut doldurulup tokmaklarla sıkıştırılı­ yor, sonra mermisi yerleştirilerek surlara tevcih olunup ateşleniyordu. Böyiece bir top günde âzami? - 8 atış yapabiliyordu.

Büyük topa gelince, umduğu tesiri ya­ pamamıştı. Zira çok battal bir silâhtı. Üs­ telik Urban onu Türk meslekdaşları ka­ dar ustaca dökemediği için, muhasaranın daha ilk günlerinde infilâk etmiş ve Ma­ car topçu da bu arada parçalanıp gitmiş­ ti. Böyiece, İstanbul’un alınmasında he­ men hemen hiçbir rol oynıyanıadı; üs­ telik yapılan masraflar ve katlanılan zahmetler de boşa gitti.

BizanslIlar, ellerinde bulunan bir kı­ sım demir ve tunç toplarla Türklere kar­ şılık vermek istedilerse de, gerek men­ zillerinin kısalığı ve gerekse at:ş sırasın­ da yaptıkları sarsıntı yüzünden surlara zarar vermeleri ve sık sık paralanmaları

->

yüzünden bunlardan hemen hiç istifade edemediler. Bunun üzerine Türk topla­ rına karşı müdafaa savaşma karar ver­ diler, bunun için bir taraftan yıkılan yerleri ve açılan gedikleri Türk korkusun­ dan doğan bitmez bir enerji ile, durma­ dan örüyorlar, bir taraftan ise zayıf nok­ taların arkasını toprakla besliyorlardı. Ayrıca, bombardımana en fazla mâruz bulunan yerleri, yukarıdan sarkıtılan içi kumaş ve yün dolu denklerle korumağa ve bu taretle mermilerin tesirini azalt­ mağa çalışıyorlardı.

Lâkin, bütün bu emekler boşa gitmiş ve Bizans surları nihayet Türk toplarının ö- nünde dize gelerek şehir alınmıştır.

İstanbul’ un fethi sırasında oynadığı bu rolden dolayı top, artık orduların birin­ ci sınıf silâhı haline gelmiş ve bundan sonra bütün kale muhasaralarında ve meydan muharebelerinde bol miktarda kullanılmıştır.

Bibliyografya: Neşri; Tarih-i Âl-i Osman Âşık Paşazade; Tarih-i Âl-i Osman. D’Ohs. son; OsmanlI imparatorluğunun umumi tablosu. Chalcondyle; Histoir de la déca­ dence de l’Empire grec et l’etablisse­ ment de celle det. Turcs, ibn-i Tengri Birdi; Menhel-üs Sofî. Marsigli; L ’Etat Mi. litaire de l’Empire Ottoman. Gibbons; Os­ manlI İmparatorluğunun kuruluşu. Bar- baro; İstanbul fethinin ruznamesi. Dursun Bey; Tarihi Ebül Feth. Scblumberger; İstanbul’un muhasara ve zaptı. Mümtaz Paşa; Feth-i Celü-i Kostantinlye. Tahsin Öz; İstanbul’ un fethi ve üstün Türk si­ lâhları. Tahsin Öz; Londra’da Fatih topu.

(7)

lu, Selanik, Kocacık ve Naldöken; müsel­ lemlerin bulundukları yerler ise, K ızıl­ ca, Çirmen, Vize’dir. Anadolu’da da ya­ ya ve müsellemlerin bulundukları yer­ ler Kütahya, Manisa, Aydın, Bursa, Kas­ tamonu, Menteşe, Afyonkarahisar, Antal­ ya, Çankırı, İsparta, Eskişehir ve Balı­ kesir sancaklarıdır.

Tımarlı sipahilerin tamamı için kul­ lanılan ve harbe iştirak eden manâsına gelen«eşkinci» tâbiri, yaya, yörük ve mü­ sellemlerin harbe katılanları hakkında da istimal edilmiştir. Yaya ve müsellem­ lerin 1590 senesine kadar yirmi kişilik topluluğu, daha sonra otuz kişilik toplu­ lukları bir «ocak» addedilmiştir. Her o- caktan beş kişi eşkinci, yâni sefere git­ mekle mükellef kılınmış, diğerleri onla­ ra yamak addedilmiştir. Eşkinciler altı aylık devreler halinde hizmete gelirler, eşkinci olmıyanlar ise ona bir sefer için elli akçe verirlerdi. Bu sebeple yamak­ lara «ellici» de denirdi. Harp Anadolu tarafındaysa yayalar, Rumeli tarafınday­ sa yörükler sefere katılırlardı.

Yaya ve yörüklerin her ocağımn kumandan ve idareci durumunda bir ba­ şı vardı. Yörüklerinkine «Yörükbeyi», yayalannkine de «yayabeyi» denilirdi. Yaya ve Yörükler harp zamanında yol açmak, hendek ve siper kazmak, top, gülle, erzak nakletmek gibi vazifeler gö­ rürler, sulh zamanında da kale tamiri, maden istihsal işleri ve tersane hizmeti gibi şeyler yaparlardı. A tlı olan müsel­ lemler ise yayalar gibi yol açma işlerin­ de ayrıca da köprü yapımı gibi inşaat iş­ lerinde vazife deruhte ederlerdi.

Müsellemlerin Anadoludakileri müs- lümandı. Rumelidekilerin bir kısmı müs- lüman bir kısmı da hırıstiyanlardan mü­ rekkepti. Onaltıncı asır sonlarında yö­ rük ocakları 1294, müsellem ocakları da 1019 du.

Yaya ve müsellem ocakları bir bu­ çuk asır müddetle geri hizmetlerde kul­ lanılmışlar, onaltıncı asrın sonlarında i- se kaldırılmışlardır. Beşer kişilik grup­ lar halinde ziraat yaptıkları çiftlikleri tımar ve zeamet yapılarak zaim ve tımar­ lıları kaptanpaşa eyaletine bağlanmış­ tır.

Canbazlar ve tatarlar: Görünüşe na­ zaran, OsmanlIların ilk devirlerinde ih­

das edildikleri anlaşılan canbazlar, asıl muharip kadroda yer almayıp muayyen zamanlarda muayyen hizmetler için kul­ lanılan bir askerî mükellefiyet toplulu­ ğu idiler. Askerî işlerde kullanıldıkla­ rından vergilere ait bazı muafiyetleri bulunduğu tahmin edilen canbazların seferdeki vazifeleri ordunun ve ileri ge­ len vezir vesair devlet erkânının atları­ na bakmak, sair zamanlarda da has ahır ve çayır hizmetlerinde bulunmaktı. Can- bazan şeklinde tanınan canbazlarla, he­ men hemen bunların gördükleri işlerin aynını yapan sefer voynuklarının yekdi- ğeriyle karıştırılmaması lâzımdır. Can- bazların müslüman, voynukların ise hı- ristiyan oldukları bu münasebetle hatır­ lanmalıdır.

Canbazlar Rumeli tarafında bulunur­ du. Canbazlar gibi aynı işi gören tatar­ lar da yine Rumeli’de idiler. Canbazlar Vize ve Vidin tarafında, tatarlar da Yanbolu, Vize ve Vidin tarafında otu­ rurlardı. Canbazların on kişisi bir ocak meydana getirir, sıra ile birisi sefere g i­ dip diğer dokuzu onun masrafını görür­ dü. Canbazlar otuzdokuz ocaktan mü­ rekkepti. Gerek canbazlar gerekse tatar­ lar yörükbeyine tâbi idiler. Canbaz ve tatar teşkilâtı Onaltıncı asır sonlarında lağvedilerek çiftlikleri tımar ve zeamet arasına alınmıştır.

Cerahor: Cerahorların da canbazlar gibi OsmanlIların ilk devirlerinde ihdas edildikleri anlaşılmaktadır. Geri hizmet­ lerde istihdam edilen cerahor (veya ce- rahur) 1ar yol açmak, kale yapmak, ba­ taklık kurutmak, ordunun geçeceği saha­ da orman açmak gibi amelelik işleri ya­ parlardı. Ücretli ve muvakkat bir züm­ re olan cerahorlar merkezden verilen emirle cerahor mıntıkalarından toplanır­ dı. A ğır hizmetlerde istihdam edildikle­ rinden bazen fırsat bulunca kaçanlar o- lurdu.

y

III

-T7-$\2

30

ÖNCÜ KU VVETLERİ Osmanlı ordusunda öncü hizmeti ile mükellef kuvvetler «akıncı» ve «deli» lerdi.

Akıncılar: H afif süvari kuvvetlerin­ den ibaret olan akıncılar, seri hareket ettikleri ve bilhassa akınlarla temayüz

(8)

ettiklerinden bu şekilde adlandırılmış­ lardır. Akıncıların en faal ve kuvvetli devrinde bunların rollerine işaret olmak üzere verdiğimiz 72 numaralı ilâvemiz­ de (ikinci ciltte 700 üncü sayfa) belir­ tildiği veçhile akıncılar Türk oğlu Tiirk- J İ L Akm cılık """babadan oğula geçerdi. Maaşları olmıyan akıncıların bazı eski fedakâr yiğitleriyle çeribaşılarına tımar tahsis olunurdu. Bütün akıncıların isim­ leri hususiyetleriyle birlikte muntaza­ man defterlere kaydolunurdu. Bu def­ terlerde tımarı olanların tımarlan da yazılırdı. Bu defterlerin bir nüshası hü­ kümet merkezinde defterhane hâzine­ sinde, diğeri de şer’i mahkeme sicilleriy­ le birlikte vilâyetlerde hıfz olunurdu. Bir akıncı ölür, malûliyete uğrar veya akma çıkamıyacak derecede ihtiyar­ larsa yerine oğullan geçerdi. Şayet o a- kıncınm oğlu yoksa yakın akrabaları ge­ çer, bu da olmazsa iyi binici Türk silâh- şorlann isteklilerinden - muteber kefil göstermek şartiyle - adam alınarak mün­ hal doldurulurdu.

Rumeli’de düşman kudretinin sarsıl- masi,' yerine~jore Ttlhlıp ezilmesi "sure- tiyle fetihlerin kolaylıkla icrasını müm- kün kıIanâKıncılar, onaltıhcı asır sonla-" rina kadar devlete büyük hizmetler ifa e tmi'ş le ı^ n 'İTarikulâdecev^aTıy e t v e f e - cfâkârhkTariyle temayüz eden akıncılar Rumeli’de oturur ve faaliyette bulunur­

lardı. Maamafih bazen bir miktar akın­ cının Anadolu tarafındaki harplere işti­ rak ettirildiği de olurdu.

Rumeli’de icabında sulh zamanında da bir program tahtında akın yapmak­ tan geri kalmıyan akıncılar, harplerde esas ordunun önünde üç dört günlük me­ safede ilerliyerek keşif hareketinde bu­ lunur, ordunun geçeceği yol ve köprüle­ ri emniyete alır, yakaladıkları esirler­ den düşman hakkında malûmat toplar ve bunları geriye bildirirlerdi. Ordunun sefere çıkmasından daha önce bunlar harp vaziyetinden haberdar edilerek bir araya gelmeleri ve peşinen yapılacak iş­ leri başarmaları temin edilirdi. Rumeli- nin muhtelif fakat muayyen bölgelerinde ocak ocak dağılmış olarak oturan akın­ cıların toplanmaları da sür’atli cereyan ederdi. Akıncı beyi merkezden emir a- lınca kendi akıncılarına haber salarak emrinde toplanmalarını sağlardı. Akıncı gruplan kendi beylerinin lâkabı (soya­ dı) ile anılırdı. Turhanl^, Mihallı, Mal-, koçlu „gibi... Meşhur akıncı beylerinin idaresindeki gruplardan Evrenosoğulla- rinınki Arnavutluk ve Dalmaçya tara­ fında: Mihaİoğulları bir aralık Niğbolu, Pîevrie havalisi ve bilhassa Sofya ve Se­ me n d e r e" t a r a fi a rı n d a, d aha sonra Maca­ ristan târâTmda;' ’fürhahirtTurahanoğul- îürı) akıncıları Mora tarafında; Malkoço- gıılİan ise Siliştre tarafında bulunmak­ taydı. Akıncı gruplarının ku­ mandanları olan bu soylar­ dan gelen meşhur şahsiyet­ ler arasında sancak beyliği edenler de vardır. Meselâ İkinci Bayezid devrinde Mal- koçoğlu Bâli Beyin Siliştre, Mihaloğlu A li Beyin Se- mendre sancak beyliği ettik­ leri hatırlanabilir. Bunlar sancak beyi bulundukları sı­ rada akıncı kumandanlığım da bırakmamışlar ve ikisini de beraber yürütmüşlerdir.

Yetmiş iki numaralı ilâ­ vemizde kaydettiğimiz veç­ hile, akıncılar 1595 yılma kadar kuvvetli şekilde de­ vam etmiş ve o şene içinde Eflâk’ta Veziriâzam Koca

Soldaki; Eyalet askeri, sağdaki süvari (bir deli)

(9)

/

Sinan Paşa’nm mağlûbiyetini müteakip bir baskına uğrıyarak tüketilircesine şe- hid edilmeleri üzerine hemen hemen sön­ müşlerdir. Bundan sonra akıncıların va­ zifesi kısmen Akkerman, Bucak ve Dob- ruca tatarlariyle Kırım kuvvetleri tara­ fından görülmüştür.

Deliler: Akıncılar gibi öncülük hiz­ meti*]?? eden ve yine onlar gibi hafif sü­ vari olan bir sınıf da «d eli» lerdi. Bu ismin «delil» den geldiği söylenmek, hat­ tâ resmi vesikalarda umumiyetle bu şe­ kilde kaydedilmekle beraber, hakiki is­ min halkın söylediği şekilde «d eli» olma­ sı akla daha yakındır. Zira bunların göz­ lerini budaktan sakınmazcasma fevkalâ­ de pervasızca düşmana saldırmalarından dolayı deli kelimesiyle isimlendirilmiş oldukları anlaşılıyor.

Deli askerî teşkilâtına Onaltıncı as­ rın başlarından itibaren rastlanmakta- dır. Bu bakımdan Onbeşinci asrın sonla­ rında veyahut da daha büyük ihtimalle Onaltıncı asrın başlarında kurulmuş o- lan deliler evvelâ Rumeli’de meydana getirilmiştir. Bunların bir kısmı Türk, bir kısmı da islâmiyeti kabul etmiş sırp, Hırvat ve Boşnak asıllı kimselerden mü­ rekkepti.

Deli teşkilâtına alınacaklarda fevka­ lâde cesaret ve atılganlık arandığı gibi iri yarı ve cüsseli olmasına da dikkat e- dilirdi. Ocaklarını halife Ömer’e nisbet eden deliler, «alna yazılı olan başa gelir» fikrini benimsediklerinden, hiç bir şey­ den sakınmadan, daha doğrusu ölümü düşünmeden pervasızca düşmana saldırır bu halleriyle etrafa dehşet verdiklerin­ den umumiyetle muvaffak olurlardı.

Rumeli’de hudut mıntıkalarında ve hududa yakın yerlerde bulunan delilerin silâhları akıncılarınkinin ayniydi. Onlar. gibi eğri pala, tekne kalkan, mızrak ve__ BözHogah kullanırlardı. Mütehammil ve küvveTİT hayvanlara binen deliler düşman üzerinde ürperti yaratacak kıyafete sa- hipti.Başlarına sırtlan ve pars derisin­ den yapılmış ve üzerine kartal tüyü ta­ kılmış başlık, ayaklarına kurt ve ayı de­ risinden yapılmış şalvar giyerlerdi. Ge­ rek başlık, gerekse şalvarlarının yapıl­ dıkları derilerin tüyleri üzerinde olup tüylü kısım dış tarafa gelirdi. Sırtlarına da yine ekseriyetle tüylü derilerden ya­ pılmış elbiseler giyerlerdi.

Deli teşkilâtında elli altmış kişilik topluluğa bir bayrak denir, bir kaç bay- raklık topluluk ise «delibaşı» denilen ku­ mandanın emrinde bulunurdu. Deli oca­ ğına efrad alınırken bir seçme yapıldık­ tan başka ocağın tam malı olmadan ön­ ce bir deneme ve yetiştirme devresine de tâbi tutulurdu. Ocağa intisab edecek genç evvelâ ağalardan birinin yanma v e ­ rilirdi. Bu genç, ağanın yanında ocağın usul ve kaidelerini öğrenerek yetişir, bir takım denemeler sonunda liyakatini is­ pat edince ocağa kaydına tevessül olu­ nurdu. Kayıt muamelesinden önce genç namzed hiç bir muharebeden geri dön- miyeceğine, din ve devlete sadakatla hiz­ met edeceğine dair söz verir, bunu müte­ akip yapılan dua ile merasim biterken başına deli kalpağı giydirilirdi. Böyle merasimle ocağa dahil olanların «ağa çırağı» adı altında kaydı icra olunurdu. Ocağa kaydedilmelerinden sonra şayet nizamlara riayet etmeyen ve en kötüsü muharebeden kaçan olursa başından deli külâhı alınıp keçe külâh giydirildikten sonra kovulurdu.

İlk defa Onaltıncı asrın başlarında mevcudiyetlerine şahit olduğumuz deli­ ler başlangıçta Rumeli beylerbeyi ile Semendre ve Bosna sancakbeylerinin e- mirleri altında bulunmaktalardı. Fakat daha sonra başka beylerbeyleri de deli kuvveti meydana getirmişlerdir. Osmanlı tarihinde nam bırakmış en m eşinir deli kuvvetleri Onaltıncı asrın ilk yarısı için- de Semendre sancak beyi Yahya Pasa.- zâde Balı Bey ve Bosna sancak beyi Ga­ zi Hüsrev Beyin deli kuvvetleridir. Ga- zTTTüsrev Beyin emrinde sair' kuvvetler dışında onbin kişilik deli kuvveti vardı. Deli teşkilâtı efradı maaşlı olup, maaş­ ları bevlerbeyiler tarafından verilirdi.

Osmanlı devlet nizamının çeşitli sa­ halarında başgösteren bozukluktan bun­ lar da uzak kalamamışlardır. Maamafih deli teşkilâtının bozulması, diğer aske­ rî sınıflardan biraz daha geç olmuştur. Zira Onyedinci asır içinde de bunların mühim hizmetlerine şahit olunmaktadır.

Deliler evvelâ Rumeli’ye münhasır iken zamanla Anadolu’da da meydana getirilmiştir. Bunların nizamları bozul­ duğu zaman muhitlerine bir hayli zararlı olmuşlardır. Nitekim onsekizinci asır

(10)

sonlarında ve ondokuzuncu asırda İkin­ ci Mahmud devrinde deli gruplarının Anadolu’da şekavette bulundukları gö­ rülmektedir. Deli teşkilâtı 1829 yılında İkinci Mahmud tarafından ortadan kal­ dırılmıştır.

IV — K A L E KU VVETLERİ Osmanli devletinin sınırları genişle­ dikçe askerî teşkilâtında da yeni ihti­ yaçlar dolayısiyle gelişmeler vukubuldu. Bu gelişmeler, ya mevcut askerî nizamın yeni ihtiyaçlar muvacehesinde bazı kı­ sımlarının tâdil edilmesi veyahut da o zamana kadar mevcut olmayan bir as­ ker sınıfının ihdası şeklinde tecelli etti. İşte, fütuhatlarla sınırlar büyüdüğü ve stratejik değer taşıyan ve bu değerin­ den dolayı düşmanın sık sık hücum et­ mesi ihtimali bulunan kaleler ele ge­ çirildikçe böyle kalelerin emniyetinin temini meselesi ortaya çıktı. Kale emni­ yeti, o yerin tahkimi ve içerisine asker konulması suretiyle temin edilebileceğin­ den, her iki şekil de tatbik edildi. Böy- lece kalelerin muhafazasiyle mükellef bir asker ocağının tanzimi gerekmiş ol­ du. Osmanli hükümeti kale muhafazası için, o zamana kadar mevcut askerlerin bazılarını bu gaye ile nizamlandırdığı gibi ayni iş için başka hususî teşkilât da kurdu. Neticede de kalelerde istih­ dam edilen kuvvetler meydana geldi. Bunlar; azablar, gönüllü ve beşli gibi teşkillerdi.

Azablar (A zap): Azab denilen as­ kerlerin OsmanlIların ilk devirlerinden itibaren kullanıldığı görülmektedir. Esa­ sen OsmanlIlardan önce bile bu ad altın­ da askerin mevcut olduğu görülmekte­ dir ki, Aydın-oğullarmm donanmasında bir sınıf bahriye askeri vaziyetinde bu­ lunan azablar, buna misal olarak zikre­ dilebilir. OsmanlIlardaki azablarm ilk devirlerden itibaren deniz ve kara aza­ bı olarak ikiye ayrıldıkları anlaşılmak­ taysa da, Osmanli denizciliğinin kara askerinden daha sonra gelişme gösterdi­ ği nazarı itibara alınırsa, azablarm ev­ velâ karada daha sonraları da bir kıs­ mının denizcilikte kullanıldıklarını kabul etmek yerinde olur.

Kara ordusundaki azablar hafif pi­

yade neferlerinden mürekkep bir sınıf­ tı. Aslen Türk ve ekserisi Anadolulu idi. Bunlar onaltıncı asrın başına kadar Os- manlı ordusunun ön kısmında bulunur ve düşmana ok yağdırırlardı. Ordunun harp nizamında ekserisi merkezde top­ çuların önünde, bir kısmı da sağ ve sol cenahların önünde yer alırdı. Düşrpanın ilk hücumuna bunlar maruz kalır ,bu a- rada düşmanı ok atışlarıyle sarsmaya çalışırlardı. Onların yanlara açılmasiyle top ateşi düşman üzerine çevrilmiş olur­ du.

Ön saflarda bulunarak önemli va­ zife ifa eden azablarm mevcutlan mu­ ayyen değildi. Muharebeye katılan kuv­ vetlerin umumî yekûnuna ve muharebe edilen yere göre mevcutları değişirdi. Meselâ Fatih Sultan Mehmed’in Uzun Haşan ile yaptığı Otlukbeli meydan mu­ harebesinde Osmanli ordusunda 40 bin azab (azeb) askeri vardı. Bu derece ka­ barık sayı teşkil etmemekle beraber I- kinci Bayezid, Yavuz Selim ve Kanu­ nî Süleyman zamanlarında muharebele­ rin bir kısmında da azab askerleri bu­ lunmuştur. Tüfeğin taammüm ettiği on- altmcı asır ortalarına kadar muharebe­ lerde hafif piyadeden mürekkep okçula­ ra olan ihtiyaç dolayısiyle azab askerine yer verilmiştir.

Azablar ihtiyaca göre toplanırdı. A - zab toplanmasına ait emir verilince san­ cak ve kaza mıntıkalarında her 20 veya 30 evden bir azab istenirdi. Bekâr ve güçlü kuvvetli gençlerden seçilen azab­ larm ücret ve masrafları onu seçen yere aitti. Azablarm maaşları olmadığından geldiği mıntıkanın halkı tarafından top­ lanan para bunların masraflarına karşı­ lık tutulurdu. Azablarm künyeleri için defter tutulur, bu defterlerden biri mer­ kezde diğeri de vilâyetlerde şer’i mahke­ me sicillerinde saklanırdı.

Muharebelerde ordunun önünde ha­ fif piyadeyi teşkil eden azablarm mü­ him bir kısmı onaltıncı asrın başından itibaren kalelerde muhafaza hizmetine ayrılmışlardır. Azablarm kale muhafa­ za hizmetlerine ayrılmaları, umumiyet­ le, 1501 yılında M idilli adasına vukubu- lan tecavüz hâdisesiyle başlatılır. O se­ ne içinde Fransız, Sicilya ve Aragon do­ nanmalarına mensup deniz kuvvetleri

(11)

tırmıştı. İhtiyar Evrenuz’dan sonra yi­ ne kendisini ikaz için huzuruna giden Yeniçeri ağasının da sakalını tras ettir­ mişti. Süleyman’ın sarhoşlukla işlediği bu hatalar kendisine pek Dahalıya mal olmuştu. Ümera kendisinden yüz çevir­ diğinden sakalı kestirilmek suretiyle hakarete maruz kalan yeniçeri ağası hepsini Musa tarafına geçmiye teşvik etmişti.

Emir Süleyman ve ümerası bu halde iken Edirne’yi muhasara eden Musa Çe- lebi’nin şehre kolaylıkla girdiği muhak­ kaktır (1410).

Emir Süleyman’ın ölümü ve şahsiyeti

Musa Çelebi Edirne’ye girerken, üme­ rası tarafından yalnız bırakılan Emir Süleyman sarhoşluktan ayılınca tehli­ kenin kendisi için nekadar büyük oldu­ ğunu _ anlıyabilmiş ve canını kurtarmak için İstanbul istikametinde kaçmıya başlamıştı.

Süleyman’ın Edirne’den kaçışından bahseden eserler, onun üç kişi ile yola çıktığını bildirirler.

Alelâcele, Edirne’den ayrılıp İstanbul’a doğru yola çıkan Emir Süleyman’ı Dö- ğenciler Köyü Türkmenleri elbisesinin ihtişamından ve atının takımından ta­ nımışlardı. Köy halkından yetişkin beş erkek kardeş Süleyman’ın yolu üzerine çıktıkları zaman Süleyman bunlardan iki tanesini arka arkaya ok atarak vu­ runca diğerleri Şehzadeye ok yağdırıp atından düşürmeğe muvaffak olmuş - lar, ondan sonra da başını vücudun­ dan ayırarak Edirne’de cülûs eden Mu­ sa Çelebi’ye göndermişlerdi.

Emir Süleyman’ın Edirne’den çıktığı zaman arkasından takip edenler tara­ fından yakalanıp öldürülmüş olması da ihtimal dahilindedir

Sarhoşluğu yüzünden mevkiini ve o- nunla birlikte hayatını kaybeden Emir Süleyman aslında olgun bir şahsiyete sahipti. Lâkin, içkiye düşkünlüğü ve hamam âlemlerine dalması onun şahsi­ yeti ile birlikte karakterini de değişti­ rip altüst etmişti. Güzel bir simaya sa­ hip olan Süleyman, âlim ve san’atkâr- ları korurdu. Gerek Bursa gerekse E­

dirne’de bulunduğu zaman âlim ve şa­ irler yanından eksik olmazdı. Hayır ve ihsanı severdi.

Süleyman’ın sarayından eksik olma­ yan âlim ve şairler ona ithafen eserler meydana getirmişlerdir. Emir Süley - man âlim ve şairleri korumakla, dola- yısiyle ilim ve edebiyatın gelişmesine hizmet etmiş sayılır. Timur istilâsı Os­ manlIlarda ilmi ve edebî hareketleri sarsmış bulunuyordu. Emir Süleyman â- lim ve san’atkârları korumakla bu sar­ sıntının kısa zamana sığdırılmasına yar­ dım etmiştir.

Emir Süleyman’ın himaye ettiği şa­ irlerden Ahmedî, 8250 beyitten müte - şekkil İskendername isimli eserini Ger- miyanoğlu Süleyman Şaha ithaf için kaleme almışsa da sonradan bunu Emir Süleyman’a takdim etmişti. İskender- in hayatını ve muharebelerini anlatan bu manzum eserin sonunda Osman Ga- zi’den Emir Süleyman’a kadar Osmanlı tarihini anlatan bir kısım mevcuttur. IO- nun için İskendername Osmanlı tari - hinin en eski kaynakları arasında bir mevkie sahiptir. Şair Ahmedî «Cemşid-ü Hurşid» isimli âşıkane hikâyeden iba­ ret eseri ile «Tervih-ül-ervah» adlı tıb­ ba dair kalem mahsulünü Emir' Süley­ man’ın emri ile yazmıştı.

Meşhur mevlûd sahibi Süleyman Çe­ lebi de Emir Süleyman’ın himaye ettiği kimselerdendi. Aradan asırlar geçme­ sine rağmen bugün de zevkle ve dinî bir huşû içir\de okunan, Türkiye camilerin­ de dinî hürmete garkolarak her zaman okunup dinlenen mevlûdu, Süleyman Çelebi 1409 yılında kaleme almıştı.

Yine bu devir şairlerinden Ahmet Daî de Emir Süleyman’ın himaye ettiği kimselerdendi. Şair Ahmedî gibi önce Germiyanoğlunun himayesini gören, hattâ Germiyan sarayında yetişİD son­ ra Osmanlı sarayında gelişmesine de­ vam c-ien Ahmet Daî «Çenkname, Fe- rahname» isimli manzum eserlerinden başka lügat ve tefsire ait eserler de yazmıştı.

Zamanın meşhur şahsiyetlerini hima­ ye eden Emir Süleyman sayesinde O zaman .Edirne’deki saray âlim, sair ve musikişinasların toplandığı yer olmuş­ tu. Himaye gören bu adamlar kendi

(12)

sa-halannda ilerlemek ve kuvvetlenmek imkânını elde ederken koruyucuları a- dma eserler de kaleme alıyorlardı. Ah- medî ve Ahmet Daî’den başka Mehmet bin şeyh Mustafa tarafından tercüme edilen Kavisname, Mehmet adıiıda bir şair tarafından ışıkname, Hı - zır bin Yakup tarafından dinî ve felse­ fî siyasetname isimli eserler de Emir Süleyman’a ithaf edilmişti. Tıbbî' eser­ leriyle meşhur Aydınlı hekim Hacı Paşa da Emir Süleyman’ın himayesine maz- har olanlardandı.

Rumeli’de Musa’nın hükümdarlığı Musa Çelebi, Edirne’ye sahibolunca; Çelebi Mehmet’le yapmış olduğu an - laşmıya riayet etmiyerek hükümdarlı­ ğını ilân ile namına para bastırmıştı. (1410). Böylece OsmanlI ülkesi yine tek kişinin eline geçmeyip iki şehzade ara­ sında bölünmüş vaziyete düştü. Yıldı - rım’ın iki şehzadesinden Çelebi Meh - met Anadolu’ya, Musa Çelebi de Rume­ li’ye hükmeder duruma girmişti. Emir Süleyman’ın ortadan kalkmasiyle Ana­ dolu’da onun hâkimiyet ve nüfuz saha­ sına dahil yerler Çelebi Mehmed’in e- line geçmiş oluyordu. Bundan sonra mücadele Musa Çelebi ile Mehmet Çe­ lebi arasında olacaktı.

Musa Çelebi Emir Süleyman gibi âtıl bir kimse değildi. Bilâkis cevval ve ce­ surdu. Aynı zamanda sert ve haşin ta­ biatlıydı. Onun bu sert ve hattâ biraz da insafsız hali, Rumeli’de hükümdar­ lığını ilân ettiği günlerden itibaren kendi aleyhine sonuçlar vermişti.

Musa Çelebi’nin Emir Süleyman’ın yerine geçmesine Rumeli’deki akıncı- kumandanları ile Süleyman’ın ümerası memnun olmuşlardı. Zaten bu memnu­ niyetlerini Emir Süleyman’dan yüz çe­ virip Musa’nın tarafına geçmeleriyle peşinen göstermişlerdi. Hıristiyan ülke­ lerine karşı cihad’ı temsil eden akıncı beylerinin, zamanının çoğunu zevkü se­ faya ayıran Emir Süleyman gibi birisin­ den hoşlanmaları imkânsızdı. O Bey­ ler ki; Türk idaresi altında bulunan o devir Rumelisinin hareketliliğinin m ü-, messili, İslâmiyeti daha ilerilere götür- miye çalışan gazi temayülünün alem-, ; darı idiler. Onun içindir ki; Osmanlij

mülkünün birliği temin edilemediği hal-'

de akıncı beylerinin taşıdığı bu dina - mik ruh, onları İstirya’ya kadar uza - nan bir akın hareketine sevketmişti. Fetret devrinin saltanat kavgaları ara­ sında böyle bir akın hareketinin vu - kuu, Rumeli’deki Türk kudret ve yer­ leşmesinin sağlamlığını ifade eder. Is- tirya’ya uzanan akın hareketinin Emir Süleyman zamanına rastlaması da ay­ rıca üzerinde durulması gereken bir meseledir. Akıncı Beyler; ve diğer üme­ ranın Emir Süleyman’da mevcut olmı- yan dinamizme, Musa Çelebi’nin şah - smda yeniden kavuşmalariyle beliren sevinçleri hiç te uzun sürmedi. Haşin tabiatlı Musa, ağabeysinin adamlarına emniyet edemediği için onları değiştir­ di. Kör Melekşah adında birisini vezir yaptı. Mihaloğlu Mehmet Beyi de Bey­ lerbeyi tâyin etti. Birkaç sene sonra çıkaracağı ayaklanma hareketiyle dev­ letin başına büyük gaüeler açan Şeyh 'Bedreddin-i Simavî’yi kazaskerlik ma - 'kamına getirdi.

Yıldırım Bayezid’in bu cesur ve ha­ rek etli şehzadesi ilk iş olarak Sırp K ı­ nalından intikam almak istedi. İstan­ bul surları dibinde Süleyman Çelebi ile jharbe tutuşurken Sırp Kıralı Stefan’ın kendisinden ayrılıp karşı tarafa geçme­ l in i cezasız bırakmamak için Sırbistan a

yürüdü. Mühim bir maden merkezi olan Novoberda’yı zaptetti; birçok esirler al­

dı. İsyan eden Vidin Bulgar Prensinin i- taatini temin etti. Oradan Makedonya’­ ya yönelerek Struma = Karasu üzerin­ deki şehir ve kasabaları, ayrıca Bizans­ lIlara terkedilmiş olan Karadeniz sahil şehirlerini geri aldıktan sonra da İs­ tanbul’u kuşatmak için faaliyete geçti.

Musa Çelebi’nin İstanbul muhasarası Musa Çelebi, Yıldırım Bayezit zama­ nında BizanslIların taahhüt etmiş ol - dukları vergiyi istemek üzere, merhum veziriâzam Çandarlı Ali Paşanın kar - deşi İbrahim Paşayı Bizans’a yollamıştı. Ağabeysi Ali Paşanın ölümünden önct Bursa kadısı bulunan İbrahim Paşa o sırada Musa Çelebi’nin hizmetindeydi. İbrahim Paşanın Bizans’a gidişi ile il­ gili hâdiseler vesikaların kifayetsizliği dolayısiyle epeyce karışıktır. Mamafih eski tarihlerin kayıtlarından şu netice çıkarılabilmektedir.

(13)

İbrahim Paşa, Ankara harbindenbe- ri ödenmiyen vergiyi istemek için Bi­ zans’a gittiği halde, bu meseleyi bir ta­ rafa bırakarak Bizans İmparatoru ile Musa Çelebi aleyhine ve Anadolu’daki Çelebi Mehmet lehine bir anlaşma yap­ mıştır. Ondan sonra da Musa Çelebi’nin yanına dönmiyerek Anadolu’ya geçmiş ve o sırada Bursa’da bulunan Çelebi Mehmed’in yanına gitmiştir. Hattâ im ­ paratorun yazdığı bir mektubu da Çe­ lebi Mehmed’e götürmüştür. İbrahim Paşanın Musa’dan yüz çevirerek Çele - bi Mehmet tarafına geçmesine, rivaye­ te göre; Musa Çelebi’nin, ümeranın mallarını müsadere etmek istemesi se­ bep olmuştur.

Bizans İmparatorunun Çelebi Meh - met tarafına temayülü ile istenen ver­ ginin de ele geçmemesi Musa Çelebi’yi Bizans’tan intikam almıya sevketmişti. Zaten BizanslIlar İbrahim Paşanın İs­ tanbul’a gelmesinden daha önce Musa Çelebi’nin Emir Süleyman’ın terkettiği yerleri geri alma siyaseti gütmesinden dolayı Musa’ya karşı sempati beslemi­ yorlar; Yıldırım ’ın hallerini görerek â- detâ ondan yılıyorlardı. Çünkü Musa Çelebi hükümdarlığını ilânettiği sırada ümera ve askerlerine hitaben: «Tim ur’­ un Asya’yı nasıl titrettiğini, babamın zayıf bir kuş gibi nasıl bu zalimin eline düştüğünü bilirsiniz. Bütün bu felâket­ lere sebep Rumlardır. İranlIları, Tatar­ ları, bir sürü yabancıları yurdumuza sokan onlardır. Onların yüzünden yur­ dumuz yağma edildi. Kardeşim ise bu felâketi büsbütün arttırdı; vatanına i- hanet etti. Babamın ve dedelerimin al­ dıkları yerleri Türk’ün ezeli düşmanla­ rı olan Rum’lara terketti. Biz, Bizans Tekfurunun hâkimiyetinin genişlemesi­ ne tahammül edemeyiz. Tekfurdan bü­ tün Makedonya şehirleri, bilhassa Selâ- nik alınmalıdır» diyerek Bizans’a olan düşmanlığını ve yapacağı harekâtı a - çıklamıştı.

İşte Sırbistan ve Makedonya harekâ­ tından sonra Musa Çelebi İstanbul’u da muhasara etmişti (1411). Babası zama­ nında şehir dört defa muhasara edildi­ ğine göre, Musa Çelebi’nin muhasara - sı, İstanbul’un Türkler tarafından be - şinci muhasarasını teşkil etmektedir. Bu muhasarada, surlar .top ateşi ile dö­

vülmüştür. Musa Çelebi İstanbul surla­ rı önüne geldiği zaman civardaki köy­ leri tahliye edilmiş buldu. Zira Bizans İmparatoru köylerin halkını surlardan içeriye almıştı. Bizans tarihlerine göre; muhasara esnasında Bizans kuvvetleri ■arada bir çıkış hareketleri yaparak, Türklerin şehri ç-ok yakından sıkıştır - .malarına mâni olmıya çalışmışlardı.

Bizans İmparatoru İkinci Manüel mu­ hasaradan kurtulabilmek için bir takım siyasî kurnazlıklara başlamıştı. Bir ta­ raftan Çelebi Mehmet’le anlaşmıya ça­ lışırken, ayrıca da Musa Çelebi’nin ba­ şına yeni bir gaile açmak üzere Emir Süleyman’ın oğlu Şehzade Orhan’ı Ru­ meli’ye salıvermişti. Babasının ölümü üzerine kızkardeşi ile birlikte İstanbul’a kaçan, veya daha önce İmparatora re­ hin verilmiş bulunan şehzade Orhan Selânik taraflarında faaliyete geçmişti.

Musa Çelebi’nin karşısına, Rumeli topraklarında yeni bir saltanat rakibi­ nin çıkması, Çelebi Mehmed’in de im - paratorla anlaşması Bizans İmparator­ luğunu bir kere daha kurtarıyordu.

İstanbul muhasarasının kaldırılma - sına sebep olan Orhan Çelebi’nin duru­ mu hayli karışıktır. Emir Süleyman’ın bu oğlu ile, Yıldırım Bayezid’in en kü­ çük oğlu olup Bizans’a rehin bırakılan Kasım Çelebi’nin birbirine karıştırıldı­ ğı anlaşılmaktadır. Osmanlı tarihlerin­ den Âşıkpaşazade’de; Emir Süleyman’­ ın bir oğlu ile bir kızının babalarının ö- lümü üzerine Bizans’a kaçtıkları yazılı­ dır. Bizans tarihlerinde Emiç Süley - man’ın oğlu. Orhan i l e . kızma ait bâzı kayıtlara rastlanır. Ayrıca Kasım Çe- lebi’den de bahsedildiği görülür. Fakat, gerek Dukas ve Frantzes gibi Bizans ta ­ rihçileri, gerekse Hoca Saadettin ve Ha­ cı K alfa gibi Türk tarihçileri ayrı ayrı zamanlarda Bizans’a rehin verilen şa­ hısları yekdiğerinden ayırmıya yaraya­ cak açık bilgi vermemişlerdir. ..İhtimal bunların birbirine karıştırılmalarına sebep olan noktalardan birisi, her ikisi­ nin de Bizans’a . yerleşirken yanlarında birer kız kardeşin bulunmasıdır.

Hammer de meseleyi tam çözememiş­ tir. Hammer, Bizans İmparatoru ile Çe­ lebi Mehmed’in dostluklarının sıklaştı­ ğı devrede, İkinci Manuel’in, Kasım

(14)

Çelebi ile hemşiresi Fatma’yı padişaha teslim ettiğini, padaşahın da kardeşini öldürmiyerek gözlerini oydurduğunu, Geyve hisarını ona mülk olarak verdi­ ğini ve gözlerini çıkarttırmış olduğu Kasım’ı Bursa’ya gittikçe muhakkak zi­ yaret ettiğini yazar.

Buna mukabil ortada hiç bir hâdise yokken, Çelebi Mehmed’in kardeşi Ka- sım’ın gözlerini çıkarttıracağı düşünü­ lemez. Halbuki Orhan Çelebi’nin impa­ rator tarafından ikinci defa Rumeli’ye salıverildiğine, bazı akıncı beylerinin o- nunla işbirliği etmesi neticesi Çelebi Mehmed’in İYanbolu’da Orhan’ı yaka­ lattığına dair görülen bir kayıt, gözleri çıkarılan şehzadenin Orhan olması ihti­ malini ortaya koymaktadır. Bunu ihti­ malden de daha kuvvetli hale getiren şey, Orhan’ın mezarının Bursa’da ol - masıdır. Orhan Çelebi, pek çok insanın ziyaı ile neticelenen 1429 Bursa tau - nunda ölmüştür. Kasım’ın ölüm yeri i- se Bizans’tır.

Bursa’da gözleri çıkarılan şehzade - nin Kasım değil Orhan olduğu böylece anlaşılmakla beraber, iade edilen kızın Fatma mı, yoksa Orhan’ın kızkardeşi mi olduğu meselesi kalıyor. İmparato­ run iade ettiği ve Çelebi Mehmed’in bir sancak beyiyle evlendirdiği kızın han­ gisi olduğunu kat’i şekilde kestirmek i- çin yeni tetkiklerin neticesini beklemek lâzımdır.

Çelebi Mehm edin Rumeli’ye ilk geçişi

Mehmet Çelebi namına harekette bu­ lunmayı taahhüt ettiği halde Edirne’de: hükümdarlığını ilân eden Musa Çele - bi’nin, Rumeli’ye sahip olduktan başka bâzı yerleri istirdat edip İstanbul’u ku­ şatması; Çelebi Mehmed’i BizanslIlarla anlaşmıya sevketmişti. Yıldırım ’ın şeh­ zadeleri arasında en küçüğü olmasına rağmen en kurnazı ve diplomatı olan Çelebi Mehmet, Bizans’ın maruz kaldı­ ğı sıkışıklıktan kendi namına faydalan­ mayı gözetirken, şehirleri kuşatılan Bi­ zanslIlar da Çelebi Mehmet’le anlaşma­ yı kendi çıkarlarına uygun buluyorlar­ dı. Onun içindir ki; Bizans İmparato­ ru, muhasaradan kurtulmak gayesiyle Çelebi Mehmed’in Rumeli’ye geçmesini istiyordu, İmparator, şehzadelerin

bir-biriyle çarpışması neticesinde OsmanlI­ ların birbirini yiyeceğini, buna muka - bil Bizans’ın hayatiyetini muhafaza e- deceğini düşünüyordu.

Çelebi Mehmet Gebze kadısı Fazlul- lah’ı elçilikle İstanbul’a göndermişti. Çelebi Mehmed’in elçisi BizanslIlarla anlaşmayı temin etmiş, bunun üzerine .— Bizans tarihlerine göre— imparator, Çelebi Mehmed’i İstanbul’a davet_ etmiş­ ti. Çelebi Mehmet Üsküdar’dan İstan - bul’a geçmiş ve şehirde üç gün misafir kalmıştı.

BizanslIlarla yapılan ittifak gereğince Çelebi Mehmet bâzı yerleri BizanslIlara terketmeyi kabul etmişti. Bunun üze­ rine Çelebi Mehmed’in kuvvetleri Ru­ meli’ye nakledilmiş, BizanslIlardan da küçük ve zayıf bir müfreze bunlara ka­ tılmıştı. Âşıkpaşazade Çelebi Mehmed’­ in Rumeli’ye geçme teşebbüsünü şöyle anlatır: «Sultan Mehmet veziri Baye- zit Paşaya eder: Rumeli’ne geçmiye te­

darik edin der. Kör Şah Melek kim Mu­ sa’dan kaçıp Bizans’a girdiği vakit an­ dan Sultan Mehmed’e geldi. Bayezıt Paşa eder: Sultanım Şah Melek Beyi o- kuyalım, görelim ol ne der. Okudular, geldi: Rumeli’ne geçmek isteriz, tedbir nedir? dediler. Şah Melek eder: Bizans Tekfuruna elçi gönderin kim, andan igayrı yerden geçmiye çare yoktur, dedi, i Zira kim Gelibolu Musa’nın elinde idi. Gebze kadısı Fazlullah’ı elçi gönderdi­ ler. İstanbul Tekfuru ona itimat eder-

di».

Musa Çelebi ile Mehmet Çelebi ara­ sında Çatalca yakınında İnceğiz mev­ kiinde yapılan muharebede (temmuz

1412) Çelebi Mehmet mağlûbolmuş ve perişan bir vaziyette Anadolu’ya kaç - mıştı.

Musa Çelebi’nin Devlet erkânını gücendirmesi

Cesur ve hareketli bir insan olan Mu­ sa Çelebi’nin ayni zamanda sert ve ha­ şin huylu bulunduğu yukarda söylen - mişti. Musa Çelebi, haşin tabiatının yarattığı kırgınlığa ilâveten evvelce Sü­ leyman Çelebi’nin yanında bulunup da ¡hattâ son anda onun tarafını tutan; devlet erkânına da itimatsızlık göster 4 ! mesi bunlar üzerinde antipati yarat J

(15)

mıştı. O zamana kadar değerli hizmet­ ler ifa etmiş ve bilhassa Rumeli halkı üzerinde derin nüfuza sahip kimseleri iş başından uzaklaştırması veya pasif vaziyete sokması Musa nın en bü­ yük hatâsı idi. Musa Çelebi Rumeli’­ ye çıktığı zaman bilhassa köylü ve halk tabakasına dayanarak muvaffak olabil­ mişti. Fakat onun asıl muvaffakiyetini temin eden şey, halk değil, devlet er­ kânının Süleyman Çelebi’den yüz çe - virmesiydi. Rumeli’de asıl kudret devlet erkânı ile bilhassa Evrenuz Gazi gibi a- kıncı beylerinin elindeydi. Böyle mühim şahsiyetlerin gözünden düşmesi onun mevkiini sarsmıştı. Musa Çelebi’nin yüksek tabakayı teşkil eden erkân ve kumandanlara karşı beslediği itim at­ sızlık, bunların fırsat buldukça kendi - sinden kaçmalarına sebep olmuştu. Mu­ sa’dan ilk ayrılan devlet erkânı Çan - darlı İbrahim Paşa Çelebi Mehmet ta­ rafına geçmişti. Musa Çelebi’nin karşı­ sında Çelebi Mehmet gibi ayni gaye uğ­ runa mücadele eden bir kimse olama- i saydı, belki de onun haşinliği ve üme­

raya karşı şüpheci tavrı pek göze bat- i mıyabilirdi. Zaten böyle bir şeyi en bü- : yük fırsat sayan Çelebi Mehmet bü­

tün dikkatini Rumeli’deki ümera üzerin­ de toplanmıştı. Musa Çelebi’nin Rume­ li beylerinin emlâkini müsadere etmek istemesi ve onlara düşmanca tavır ta­ kınması, Çandarlı İbrahim Paşadan sonra Evrenuz Gazi, Mihaloğlu Yahşi, Budak ve Sinan beyler gibi mühim şah­ siyetlerin de karşı tarafa geçmelerine sebebolmuştu.

Bunlar arasında bilhassa Evrenuz Gazi’nin Çelebi Mehmet’le anlaşması ‘ çok mühimdi. Rumeli’de pek fazla ta­

raftarı bulunan ve bütün halkın sevgi ve saygısını kazanmış olan Evrenuz Ga­ zi, Musa Çelebi’ye gücenmiş Yenice, Vardar veya Karaferye’de inzivaya çe­ kilmişti. Taraftarlarının çokluğundan dolayı Musa Çelebi ondan çekiniyor, o da Rumeli ümerasını mallarına yersiz el- koymalarla hırpalıyan Musa Çelebi’den ürküyordu. Musa Çelebi Evrenuz Gazi’­ nin gönlünü almak için yanma çağır - mışsa da, o ihtiyarlığını ve gözleri gör­ mediğini beyan edip oğlu Ali Bey vası- tasiyle takdim ettiği mektupla gelme - diği için özür dilemişti. Lâkin Musa Çe­ lebi, muhakkak gelmesinde İsrar

edin-: ce Edirne’ye gitmiye mecbur olmuştu. Evrenuz Gazi o sırada doksan yaşını aşkın bulunuyordu. Eski OsmanlI tarih­ lerinin kaydettiği rivayete nazaran; Musa Çelebi Evrenuz Gazi’nin gözleri­ nin hakikaten görüp görmediğini an - lamak için, yemekte ona kurbağa kı­ zartması ikram etmişti. Tehlikeyi sezen Evrenuz Gazi ise, kör taklidi yaparak kurbağa etini yemişti. Bunun üzerine yine yerine gönderilmiş, fakat oğlu Ali Bey Musa Çelebi’nin hizmetinde kalmı- ya mecbur olmuştu.

Çelebi Mehmed’in ikinci defa Rumeli’ye geçmesi

İnceğiz mağlûbiyeti üzerine Anadolu’­ ya kaçan Çelebi Mehmet, bir taraitan kendisini kuvvetlendirmiye, öte taraf­ tan da Musa Çelebi’yi zayıf düşürecek tedbirler almıya gayret ediyordu. Ru - meli’ye ilk geçişinde Bizans İmparatoru ile dost ve müttefikti. Mağlûben Ana­ dolu’ya çekilince de bu dostluğu devam ettirmiye çalıştı. Ayrıca Musa Celebi’- den memnun olmıyan Rumeli Beyleri ile de muhabereye girişti.

Evrenuz Gazi Edirne’den Yenice Var- dar’a dönünce, oğlu Ali Bey vasıtasiy- le Çelebi Mehmet’le haberleşerek onun tarafını tutacağını bildirmişti.

Rumeli’nin ilk fatihi Süleyman Paşa ile birlikte Avrupa topraklarına ayak basan Evrenuz Bey o zamandan beri Rumeli’de saçını sakalını ağartmış, öm­ rünü muharebelerle doldurmuş bir ku­ mandandı. Rumeli’nin laskerî durumu kadar siyasî çehresini de onun kadar bilen az bulunurdu. İşte bu mühim şah­ siyet Rumeli’de tutulacak yol hakkında da Çelebi Mehmed’e bilgi veriyordu. Evrenuz Gazi’nin, Çelebi Mehmed’e Mu­ sa ile çarpışmak için Rumeli’ye geçtiği zaman Sırp hududuna gelinciye kadar esaslı bir muharebe vermekten çekin - meşini tavsiye ettiği anlaşılıyor. Zira Sırp hududundaki beylerden Paşa Y i­ ğit, Budak Bey ve Tırhala Beyi Sinan Reyin tam zamanında Çelebi Mehmed’e katılmalarını Evrenuz Gazi temin et - mişti. Çelebi Mehmed’in Sırp Despotu Stefan Lazarevoiç ile anlaşmasında da Evrenuz Gazi birinci derecede rol oyna­ mıştı.

(16)

Can ve malları bakımından huzur - suzluk duyan Rumeli beyleri ile anla­ şan Çelebi Mehmet, siyasî kombinezon­ larla da ayrıca kuvvet temin edince ikinci defa Rumeli’ye geçmişti. Çelebi Mehmed’in yanında bu defa kayın bi­ raderi Dulkadır oğullarından Süleyman Beyin emrinde bir miktar Dulkadırlı asker de vardı.

Timur’un Anadolu’dan Çekilmesini müteakip Dulkadir Beyliği hükümdarı Nasıreddin Mehmed’in kızlarından bi­ ri ile evlenen Çelebi Mehmet, akrabalık bağı kurduğu gündenberi Dulkadırlılaî- la müttefik bulunuyordu. İşte bu itti - fak dolayısiyledir ki Nasıreddin Meh - med’in oğlu Süleyman Bey emrindeki Dulkadırlı askerler Çelebi Mehmed’in yanında Rumeli’ye geçiyordu.

Çelebi Mehmet Doğu Trakya’da Vi - ze’de ordugâh kurduğu zaman Evre - nuz Gaziden bir mektup almıştı. Evre- nuz Gazi mektubunda ona iltihakını bildiriyor ve' Rumeli Beylerinin niyet­ leri hakkında da esaslı bilgiler veriyor­ du. Çelebi Mehmet Edirne’ye doğru 1- lerledikçe Rumeli’deki beylerin iltihakı­ na şahit oluyordu. Bu vaziyet karşısın­ da Çelebi Mehmed’e mukavemet ede- miyeceğini anlıyan Musa Çelebi Bulga­ ristan’a doğru çekilmiye başlamıştı. Musa’nın yanında Mihaloğlu Mehmet Bey ile Timurtaş Paşazade Umur Bey­ den gayri büyük beylerden kimse kal­ mamıştı.

Çelebi Mehmet Bulgaristan’a girince önce Karadeniz sahil yolunu, ondan sonra Balkan dağlarının güneyini ta­ kip etmişti. Filibe yakınında Musa’nın karşısına çıktıysa da müttefikleriyle birleşebilmek için muharebe etmedi. O- radan Sırbistan’a doğru ilerledi. Nişe yaklaştığı zaman Sırp askerleri de ilti­ hak etmişler; bu arada Rumeli’deki meşhur kumandanlar da maiyetlerin

-deki kuvvetlerle Çelebi Mehmed’e ka­ tılmışlardı.

Çelebi Mehmed’in kuvvetleri fazla­ laştıkça Musa Çelebi ricatte devam e-

diyordu. Nihayet Sofya’nın güneyinde Samakov kasabası civarında Çamurlu Derbend mevkiinde Musa muharebeyi kabule mecbur olmuştu. Yapılan muha­ rebede Musa’nın kuvvetleri bozulmuştu. Musa’ya sadık kalmış, silâh arkadaşla­ rını beri tarafa çevirmek için ön saf­ lara giderek «Evlâtlarım? Osmanlı şeh­ zadelerinden en âdilinin en fâzılının

tarafına geçmek için daha ne bekliyor­ sunuz? Ne kendisinin ne başkasının se­ lâmetini düşünmeyen bir zalimin mai­ yetinde niçin hakir ve zelil kalm alı!» diye bağıran yeniçeri ağasının üzerine kılıcını sıyırarak atılan Musa Çelebi o- nu bir vuruşta öldürmüştü. Musa Çe­ lebi şiddet ve cesaretle çarpışmasına rağmen, az sayıdaki kuvvetleri mağlû- bolduğundan kendisi de yaralanarak kuzey istikametinde kaçmıya başlamış­ tı. Fakat Çelebi Mehmet arkasını bı- rakmıyarak takipçiler göndermişti. T a ­ kibe memur kuvvetlerin, başında bulu­ nan Sarıca (paşa), Musa Çelebi’yi bir bataklıkta çamura saplanmış ve öl­ müş vaziyette buldu (10 temmuz 1413). Musanm cesedi Bursaya gönderilerek babasının yanına defnedildi. Âşıkpaşa- zade tarihinde Musa Çelebi’nin batak­ lıkta yakalandıktan sonra Çelebi Meh­ med’in yanına getirildiği gece çadırın­ da boğulup maslahatının görüldüğü ya­ zılıdır. Bizans tarihçilerinden Dukas ise kan kaybından, Halkondil de boğduru­ larak öldüğünü kaydederler.

Çelebi Mehmet, Musa Çelebi’ye sonu­ na kadar sadık kalan mühim şahsiyet­ lerden Mihaloğlu Mehmet Beyi tevkif ederek Tokat kalesine hapsettirmiş; ka­ zaskeri Şeyh Bedreddin Mahmud’u da İznik’te göz hapsine aldırmıştı.

Referanslar

Benzer Belgeler

André Marie, Ministre de l’Education Na­ tionale, Schneider, Secrétaire d’Etat à la France d’Outre-Mer, le fils du grand écrivain, Samuel Viaud, ainsi que de

Le Çiçek Pasajı (Passage aux fleurs) d ’Istanbul qui doit son nom aux bouquetières qui s’y sont réfugiées pour échapper aux soldats des armées étrangères

«— Savcılık makamının terdltli id­ diasına itirazım vardır > demiş ve ada let huzuruna getirilmiş olmasının bir iftira olduğunu, iddia makamının,

Bab-ıÂli’nin ifadesiyle adı «Düvel-i Muazzama — Bü­ yük Devletler» olan ve o zamanki unvanı ile Büyük Britanya, Moskof Çarlığı, Fransa, Alman

Kurum itibarı katsayılarını oluşturan “Liderlik, Finansal Performans ve Çalışma Ortamı-LFC” boyutu ile Turkcell marka sadakati zayıf kullanıcılar arasında

[r]

1964’ten beri Paris’te yaşayan sanatçı, pek çok ülkede, yüzün üzerinde kişisel sergi açtı ve 400’ü aşkın karma sergiye katıl­ dı.14 aralıkta, Fransız

Aradan geçen yılların ertesinde, Enver Paşa’yı, Tan­ buri C em il B ey ’i, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk M u­ sikisi’ ni v e benzer kavramları bir arada